YUNUS EMRE’NİN NUR-I MUHAMMEDÎ ANLATIMININ TÜRK YARATILIŞ DESTANLARIYLA BENZERLİĞİ
Zülfi GÜLER 01 Ocak 1970
ÖZET
Yunus Emre’nin bir manzumesinde, kuş, göl ve su sembolleri kullanılarak Hz.
Muhammed’in ve diğer peygamberlerin yaratılışı anlatılmıştır. Kuş, göl ve su motifleri,
Türk Yaratılış Destanlarında da vardır. Bu destanlardaki ifade tarzı ve motifler ile, Yunus
Emre’nin manzumesi arasında benzerlik görülmektedir. Ancak destanlarda yeryüzünün
yaratılışı anlatılırken, Yunus, aynı semboller ve anlatım şekliyle, tasavvufun “Nur-ı
Muhammedî” inanışını ifade etmiştir.
KONU
Tasavvuf, İslâmî Türk Edebiyatını ilk şair ve yazarlarından beri etkilemiş; hemen
bütün şairlere ilham ve ifade kaynağı olmuş bir düşünce ve inanç sistemidir. Yunus Emre
de bu edebiyatın başlangıcı sayılabilecek bir zamanda; 13. asrın ikinci yarısı ile 15. asrın
başında yaşamış mutasavvıf bir şairdir. Onun şiirleri (ilâhîleri), Türk halkı arasında, Allah
ve Peygamber sevgisinin, tasavvufî düşüncenin yayılmasında, Mevlid ile beraber, çok
etkili olmuştur.
Vahdet-i vücud ve buna bağlı olarak tecelli, yani ilk ruhtan başlayarak ruhların,
meleklerin, yerin, göğün, evrenin, tüm varlığın var olma meselesi, tasavvuf inancının
temelini teşkil etmektedir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in varlığı, Allah katındaki,
peygamberler, insanlar ve melekler arasındaki yeri; evrenin yaratılışındaki rolü ve önemi;
kendi cismanî varlığından önceki ve sonraki mahiyeti konuları üzerinde tasavvuf ehli çok
düşünmüş ve fikirler üretmişler; şairler de bu fikirleri mazmun ve sembollerle
şiirleştirmişlerdir.
Yunus Emre Divanında,* birçok manzumede bir tahkiye üslubu göze çarpar. O, bir
manzumesinde de peygamberlerin yaratılışıyla ilgili şöyle bir rivayetten bahsetmektedir:
Biz büyüklerimizden işittik ki önce “er” yaratıldı. Padişahın (Allah’ın) birliğini önce bu
“er” bildi. Allah kendi kudretinden bu “er”e Tanrılık kıldı. Bu “er”in bir kuş şeklinde ve
çok hikmete sahip olduğunu söylerler. O kuş uçarak rahmet gölüne daldı. Gölden çıkıp
döndüğünde bir dala kondu; silkindi, etrafa su damlaları saçıldı. O damlaların her
birinden seçkin bir ruh yaratıldı (yahut, seçici olan Allah o damlaların her birini bir ruh
olarak yarattı); o ruhların her birisi bunda (dünyada) peygamber oldu.
Biz uludan işitdük evvel er yaratıldı
Pâdişâhun birligin evvel kadîm er bildi
Bunca yıl bunca zamân biz işitdük bî-gümân
Çalap kendü sun’ından ere Tanrılık kıldı
Eydürler bir kuşıdı hikmeti öküş idi
İki cihân ‘ârifi ol kuşdan ‘ibret aldı
Ol kuşun her bir yöni yüz bin yigirmi dört bin
Evvel ol kuş uçuban rahmet göline taldı
Çün gölden girü döndi budak üzere kondı
Silkindi her bir yönden bir tamla su döküldi
Ol suyun her birisin bir cân yaratdı güzîn
Ol cânun her birisi bunda peygamber oldı Divan s. 369
Yunus’un anlattığı bu hikâyedeki “Allah’ın ilk önce bir er (kişi) yaratması”, “bu er’in
kuş şeklinde olması”, “Tanrılık, yaratıcılık kudretine sahip olması”, “göle dalması ve
gölden üzerinde getirdiği suyun damlalarından peygamberlerin ruhlarının yaratılması”
motifleri, Türk Yaratılış Destanlarındaki dünyanın yaratılışıyla ilgili motiflere çok
benzemektedir. Altay Türklerinin Yaratılış Destanlarından aldığımız metinlerde bu
benzerlik apaçık görülmektedir. Destanlarda kuşun suyun dibinden toprak çıkarması ve
bu topraktan yerin yaratılmasına karşılık, Yunus’ta kuşun gölden getirdiği sudan damlalar
halinde peygamberlerin ruhları yaratılıyor. Her ikisinde de amaç ve sonuç yaratmadır.
Destanlarda konu ile ilgili kısımlar şöyledir:
“Yer ve gök yaratılmadan önce her şey sudan ibaretti, yer yoktu, güneş ile ay da henüz
yoktular. O zaman, Tanrıların en yükseği, bütün varlıkların başlangıcı, insan oğullarının
ata ve anası Tengere Kayra Kan kendisine benzer bir varlık yaratarak ona (kiji) dedi.
Kayra Kan ile kişi su üzerinde iki kara kaz gibi sakin sakin uçarak süzülürlerdi. Fakat kişi
bu ebedî sükunetten memnun değildi. O, Kayra Kan’dan da fazla yükselmek istiyordu.
Bu ölçüsüz hareketinden dolayı o, uçma hassasını kaybetti ve derinliklere, dipsiz suya
yuvarlandı. Boğulacak dereceye gelince, ihtiyaç karşısında Tengere Kayra Kan’ı
(merhametli semayı) yardıma çağırdı. Kayra Kan Kişi’ye derinlikten kalkması için emir
verdi, sonra kişinin üzerinde oturarak suya karşı korunabilmesi için Kayra Kan yeri
yaratmak istedi, bunun için kişiye, suya dalarak derinliklerden toprak çıkarmasını söyledi
ve bu toprağı suyun üzerine serpti” (Sakaoğlu ve Duymaz 2002: 173).
“Evvelce ancak su vardı; yer,gök, ay ve güneş yoktu. Tanrı (Kuday) ile bir “kişi”
vardı, bunlar kara kaz şekline girip su üzerinde uçuyorlardı. Tanrı hiçbir şey
düşünmüyordu. “Kişi” rüzgâr çıkarıp suyu dalgalandırdı ve Tanrı’nın yüzüne su serpti.
“Bu kişi” kendisinin Tanrı’dan büyük olduğunu sandı ve suyun içine dalıverdi. Su içinde
boğulacak oldu:
“Tanrı, bana yardım et” diye bağırmağa başladı. Tanrı:
“Yukarı çık!” dedi. O da sudan çıkıverdi. Tanrı şöyle buyurdu:
“Sağlam bir taş olsun.” Suyun dibinden taş çıktı. Tanrı ile “kişi” taşın üzerine
oturdular. Tanrı “kişi”ye: “Suya dal, oradan toprak çıkar!” dedi. Kişi suyun dibinden
toprak çıkarıp Tanrı’ya verdi. Tanrı bu toprağı suyun üzerine atarak: “Yer olsun” dedi.
Böylece yer yaratılmış oldu (Sakaoğlu ve Duymaz 2002: 168).
Öyle görülüyor ki Yunus ya da etkilendiği ulu, belki mürşidi, İslâmiyetten önceki
Türk kültürü dönemine ait olan bu destan motiflerini, tasavvufi düşünce ve söylemlerini
ifadede kullanmışlardır.
Yunus, manzumenin ilk beytinde “evvel er yaratıldı” diyor. “Er” kelimesine
sözlüklerin ve araştırıcıların verdiği anlamlar şöyledir: Er (I) 1. erkek, kişi, insanoğlu. 2.
koca, zevç. 3. asker, nefer. 4. yiğit, mert, bahadır. 5. eren, mürşit, insan-ı kâmil.
(Örneklerle Türkçe Sözlük 2002).
Er (I) koca, zevc; erkek, kişi; yiğit, kahraman; Bektaşi şeyhi, mürşit, erenler; sahip.
(Yeni Tarama Sözlüğü 1983)
Bu manzumede sözü edilen “er” in bazı özellik ve eylemleri de söyleniyor:
a) “Er” ilk yaratılandır.
Tasavvuf düşüncesinde ilk yaratılan, ilk taayyün eden, varlıkların başlangıç sebebi
olan Nur-ı Muhammedî’dir. Buna, filozoflar akl-ı küll; tasavvuf erbabı ise Hakikat-ı
Muhammediyye, Nur-ı Muhammedî, Ruh-ı Muhammedî gibi adlar vermişlerdir.
Yunus Divanında, Hz. Muhammed’in ilk yaratılan olduğunu ifade eden başka
manzumeleri ve beyitleri de vardır: Bu beyitte Yunus, “Ben son gelen ilkim” yahut “Ben
yaratılışta nebilerin ilki, peygamber olarak gönderilme yönünden sonuncuyum”
(Yıldırım, 2000: 126) diye rivayet edilen hadise telmih ile, Peygamber’in “hem evvel,
hem ahir ve en önde gelen” olduğunu ifade etmiştir.
Sûretile çokdur âdem degmesinde yokdur kıdem
Evvel-âhir ol pîş-kadem bir Muhammed serveri var Divan s. 44
Hz. Muhammed’e “dîn metâsı” diyen Yunus, bütün “velî, evliyâ, nebî”nin O’nun
nurundan yaratıldığını; Âdem’den beri “velî, evliyâ, nebî”nin O’nun yüzünden dünyaya
geldiğini söylemiş; diğer beyitte de “yerin göğün” O’nun için yaratıldığını belirtmiştir.
Togdı ol dîn metâsı andan oldı kamusı
Âdem Halîl ü Mûsâ hüccet ü bürhân bana
Divan s. 29
Âdem atadan berü velî evliyâ Nebî
Hak müşerref eyledi Ahmed’i kamu yüzden Divan s. 246
Yirün gögün safâsı Mustafâ’dur
Kamu ‘ahdün vefâsı Mustafâ’dur
Divan s.111
“Nur-ı Muhammedî, Muhammed Peygamberin ruhunun alemin yaratılışından önce
mevcut bir varlık olduğunu ifade için kullanılan bir ıstılahtır: son peygamberin mukadder
cevheri, her şeyden önce ve kesif parlak bir nokta halinde yaratılmış olup, diğer bütün
mümtaz ruhlar ondan çıkmıştır.” (Massignon, 1964: 162.)
“Allâh’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa Hakikat-ı Muhammediyye var olmuş,
bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir. Alemin var olma maddesi ve
gayesi bu hakikattir” (Demirci,1997: 179). Hz. Muhammed, yaratılışın hem sebebi hem
amacıdır. Allah, Habib’inin nurunu kendi nurundan yarattı. Daha sonra da O’nun
nurundan bütün varlıkları yarattı. Mutasavvıflar bu düşüncenin mesnedi olarak kutsî
hadis ve hadisler de göstermişlerdir.
Hemen bütün na’tlarda, telmih ya da iktibas olarak yer alan, Türkçe anlamı “sen
olmasaydın, sen olmasaydın (eğer ey Muhammed) yeri göğü yaratmazdım.” olan
“levlâke, levlâke lemâ halaktü’l-eflâke” olarak söylenen kutsî hadis şu temel anlamları
ifade eder: 1- Felekler yaratılmadan evvel Hz. Muhammed vardı. Yani O, ilk yaratılan
varlıktır, nuru her şeyden öncedir. 2- Felekler, Peygamber (a.s.) için yaratılmıştır. 3-
Peygamber (a.s.) Allah’a yaratmayı ilham etmiş, yaratma arzusu vermiştir. Allah Hz.
Muhammed’e, Habib’ine duyduğu sevgi nedeniyle evreni yaratmıştır.
Resulullah (a.s.) yaratılışın aslı olup kâinat da O’na tabi olarak yaratılmıştır. Bu
duruma: “Âdem daha toprak ve su arasında iken (henüz yaratılmamışken), ben nebî
idim.” Diğer bir rivayette: “Âdem ruhu ile cesedi arasında iken ben nebî idim.” şeklinde
rivayet edilen hadisler de işaret etmektedir (Yıldırım, 2000: 115).
b) “Er” kuş şeklinde görünmüştür.
Türk kültüründe insanın bedeni kafese, ruhu da kuşa benzetilir. Yunus’un bu
manzumesinde de kuş, istiare ile ruh yerine kullanılmıştır. Nitekim ilk yaratılan varlığa
Nur-ı Muhammedî yerine Ruh-ı Muhammedî diyenler de vardır. “İbnü’l-Arabî’nin bu
konudaki sözleri şu mahiyettedir: Allah’ın ilk yarattığı ruh-ı müdebbirdir, bu da Hz.
Muhammed’in ruhudur, sonra öteki ruhlar sadır olmuştur” (Yıldırım, 2000: 115). Yani
Peygamber (a.s.) bütün varlıkların hakikati, aslı, esası olarak ilk yaratılan ruhtur.
c) Kuş şeklinde olan “er” rahmet gölüne dalmıştır.
Cenab-ı Hak, kendi nurundan bir nur almış, Hz. Peygamber’in ruhunu yaratmış, yani
Nur-ı Muhammedî olarak tecellî etmiştir. O Peygamber’i (a.s.) de “alemlere rahmet
olarak” göndermiştir (Enbiya 21/107). Öyleyse rahmet, Allah’ın nuru ve feyzidir;
“rahmet gölü” de bu nurun gölüdür diyebiliriz.
d) “Er” rahmet gölünden çıkınca bir dala konmuş, silkinmiş etrafa su damlaları
saçmıştır.
Rahmetle su arasında da ilgi vardır. Yağmur ve su rahmettir. Bu inanç Kur’an-ı
Kerim’den kaynaklanır. Bir çok ayette, suyun gökten rahmet olarak indirildiği; yağmur
ve su ile verimin arttırıldığı, bolluk ve bereket sağlandığı, insanlara ve hayvanlara rızk
yaratıldığı; su ile ölü toprağa can verildiği, yeryüzünün ölümünden sonra diriltildiği;
yaratılışa ve ölümden sonra yeniden diriltilişe delil olarak anlatılmıştır. ** Birkaç ayette
de insanın bir damla sudan yaratıldığı söylenmiştir.***
Nur-ı Muhammedî, peygamberlerin, meleklerin, feleklerin, insanların, hülâsa, bütün
maddî ve ruhanî aleme, aynı zamanda dünya ve ahirete ait varlıkların, yaratılmasının
sebebi, amacı ve aracıdır. “Bunun için, Resulullah’a (a.s.) -yaratılışın temeli manasına-
“Ummî” denilmiştir” (Yıldırım, 2000: 115).
Öyleyse, rahmet kelimesine yaratma, canlandırma, yaşatma, doğurma, çoğaltma
anlamları da yüklenebilir. Yağmura rahmet denilmesinin sebebi canlandırmaya,
çoğalmaya, doğurmaya ve yeniden yaratmaya araç olmasındandır; ilgili ayetlerde de bu
yönüyle ifade edilir.
“Er”in silkinmesiyle saçılan su damlaları, Nur-ı Muhammedî’den saçılan nur
damlalarıdır; her damla bir peygamberin ruhunu meydana getirmiştir. Hz. Âdem’den
başlayarak bütün peygamberlerin alnında yahut kalbinde taşıdıkları bir nübüvvet nuru
olduğu söylenmiştir. Bu nur Hz. Muhammed’e kadar gelmiş ve O’nda karar kılmıştır.
Nur-ı Muhammedî ile bu nur da kastedilmiştir. “Hz. Muhammed bütün peygamberlerin
yaratılış sebebi olduğu için O’nun nuru Âdem’den itibaren hepsinde vardır. Bütün
insanların ve bütün evrenin yaratılış sebebi de O’dur. O’nun nuru her insanda ve her
şeyde vardır” (Öztürk, 1988: 45).
Yunus’un bu rivayetine benzer bir hikâyeyi, Ahmet Yıldırım, Aziz Mahmud
Hüdayî’nin Hulâsatu’l-ahbâr isimli eserinden naklen anlatmıştır. Ağaç, dal ve su motifleri
ile damlalar halinde peygamberlerin ve insanların ruhlarının yaratıldığı düşüncesinin bu
hikâyede de bulunması; ayrıca Yunus’un manzumesi hakkında yukarıda söylediklerimize
mesnet teşkil etmesi bakımından bu rivayeti de buraya almanın uygun olacağını
düşündük.
“Rivayet edilir ki, Allah kendi nurundan bir parça aldı. Daha gökler, yer, arş, kürsi,
cennet ve cehennem yaratılmadan 324 bin sene önce o nurdan Muhammed’in (s.a.)
ruhunu yarattı. (...) O’nu şefkatle terbiye etti, ikramla yüceltti, risalet vazifesiyle seçkin
kıldı. Kendisi O’nu seçti, başına yakîn tacını koydu, hidayet cübbesi giydirdi. O’nu
ezelden “sevgili” diye isimlendirdi. (...) Sonra bir ağaç yarattı. Ona “yakîn ağacı” ismini
verdi. Ağacın dört dalı vardı. Muhammed’in (s.a.) ruhunu bu ağacın üzerine koydu. Ruh
ağacın üstünde kırk bin sene Allah’ı tespih etti. Sonra bu ruhun karşısında bir ayna
yarattı. Muhammed’in (s.a.) ruhu aynaya baktı. Suretini en güzel bir şekilde gördü ve beş
defa secde etti. İşte bu secdeler ümmet-i Muhammed’e farz kılınan secdelerin esasını
oluşturmaktadır. Sonra Hak nurdan zincirlerle arasında asılı olan nuranî bir kandil yarattı
ve Muhammed’in (s.a.) ruhuna, kandil içine yerleşmesini emretti. Ruh Allah’ı en güzel
isimleriyle tespih etmeye başladı. Her bir isim için bin yıl tespihte bulundu. Rahman
ismine ulaşınca Allah rahmetle O’na baktı. Bunun üzerine ruh-ı Muhammedî Allah’tan
haya sebebiyle terledi. Her ter damlasından birinin ruhu yaratıldı. Sonra ruh tespih-i ilahî
ile meşguliyete devam etti. Kahhar ismine ulaşınca haşmet-i ilahiyeden dolayı mümin ve
kâfirlerin sayılarınca ter döktü. Bu terler onların ruhları oldu. Böylece ruhlar sınıf sınıf
meydana geldi. Birinci sınıf peygamberlerin, ikinci sınıf evliyanın, üçüncüsü müminlerin,
dördüncüsü kâfirlerin ruhları oldu. Allah’ın istediği kadar ruhlar bu makamda kaldılar.
Sonra Hak Taâlâ onları ruhlar aleminden cisimler alemine göndermeye başladı. Her bir
ruha hikmeti gereğince bir beden yarattı. Âdemin cesedini de insanların bedensel gelişme
ve üremelerine bir anahtar olarak yarattı. Bunun için Âdem cismanî belirişlerin
başlangıcıdır. Bu sebeple ki Peygamberimiz (s.a.) âlem ağacının tohumudur: arş, kürsi,
levh ve kalemden önce gelir. Nitekim Hz Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Âdem su
ile çamur arasında iken ben peygamberdim.” (...)Hz Peygamber (s.a.) kâinatın aslı,
özüdür. Allah O’ndan arşı, ferşi ve aralarındaki şeyleri zuhur ettirmiştir. (...) dolayısıyla
O peygamberlerin sonuncusu, resullerin hatemi, ilklerin ve sonların efendisi oldu.
(Yıldırım, 2000: 117)
Yukarıda aldığımız destanların başlangıç cümleleri ile bu rivayetin başlangıç
cümlesindeki benzerliğe dikkat çekmek için yan yana getirmek yararlı olur: Destanlar
“Yer ve gök yaratılmadan önce her şey sudan ibaretti, yer yoktu, güneş ile ay da henüz
yoktular.” ve “Evvelce ancak su vardı; yer, gök, ay ve güneş yoktu.” Cümleleriyle;
Hüdayî’nin hikâyesi ise “Daha gökler, yer, arş, kürsi, cennet ve cehennem yaratılmadan
324 bin sene önce...” cümlesiyle başlamaktadır.
Allah kendi nurundan Hz. Muhammed’in (s.a.) ruhunu yarattıktan sonra onu
olgunlaştırıp mükemmel hale getirmiş ve kendine sevgili edinmiştir. Sonra, mutlak bilgi
ya da hakikat ağacı adını verdiği, bir ağaç yaratmış; Hz. Muhammed’in (s.a.) ruhunu bu
ağacın üzerine bir kandil gibi asmıştır. Sonra bu ruhun karşısında bir ayna yaratmış. Hz.
Muhammed’in (s.a.) ruhu aynaya bakmış; kendi suretini en güzel bir şekilde görmüş ve
beş defa secde etmiştir.
Bu cümledeki “en güzel bir şekilde” ve “secde” sözlerinden anlaşılan şudur: Cenab-ı
Hak insanı “ahsen-i takvim” üzere en güzel bir şekilde yaratmıştır (Tin 95/4). Bir hadiste
de “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı” denilmiştir (Alıcı, 2002:12). Allah, Hz.
Muhammed’i (s.a.) de kendi nurundan yaratmış; ve bu nura yaratma kabiliyeti vermiştir.
O’nu yaratmaya vesile kılmıştır. Yunus’un:
Çalap kendü sun’ından ere Tanrılık kıldı
mısra’ı da bu anlamı ifade eder. Ruh-ı Muhammedî’nin aynada gördüğü suretine karşı
secdesi, kendi suretinde Allah’ı gördüğündendir.
Daha sonra Peygamber’in (a.s.) ruhu Allah’ın sevgi, şefkat ve haşmetinden terler
dökmüştür. Bu ter damlalarından peygamberlerin ve insanların ruhları meydana gelmiştir.
Bütün yaratılmışlarıyla alem bir ağaca, Peygamberimiz de bu ağacın tohumuna
benzetilmiştir. Tohum bitkinin hem başlangıcı hem nihayetidir; Hz. Muhammed de
yaratılışın evveli, peygamberlerin sonuncusudur.
Tohumun bir özelliği de kendisinden yaratılacak olan bitkinin tüm özelliklerini,
kabiliyetini toplu halde kendinde bulundurmasıdır. Ruh-ı Muhammedî yada Nur-ı
Muhammedî de denilen Hakikat-ı Muhammediyye kendisinden sudur eden bütün ruhları,
hakikatleri kendinde toplayan küllî (tümel) ruhtur.
“İbnü’l-Arabî’ye göre Hz. Muhammed, İnsan-ı kâmildir. Allâh mikrokozmik bir varlık
olarak İnsan-ı kâmili yaratmıştır; böylece Kendi bilinci kendisine tecelli etmiştir. İnsan-ı
kâmil, her şeyin kökenini içeren bir ruhtur; böylece Hz. Muhammed’in yaratılmış ruhu,
yaratılmamış İlâhî ruhun bir hali olmaktadır ve o, Allâh’ın yaratılış esnasında kendi
bilincine varmasının aracısıdır” (Schimmel 2001:222). Tasavvuf düşüncesinde
Peygamberimiz insan-ı kâmilin en üstün örneğidir. İnsan-ı kâmil varlığın bütün
hakikatlerini kendinde toplayan kişidir.
Tasavvufun en önemli temel konularından birisi de insan-ı kâmil anlayışıdır. Bu konu
Nur-ı Muhammedî düşüncesiyle yakından ilgilidir; hatta İbnü’l-Arabî’nin esaslarını
kurduğu bu düşünce sisteminde insan-ı kâmil ile Nur-ı Muhammedî iç içe ve aynı konuyu
teşkil eder. Peygamber Efendimiz en üst derecede insan-ı kâmildir. Çünkü O, ilk tecellî,
Zât’ın tecellîsidir. Allah’ın yaratma fiili bu ilk tecelli ile, Nur-ı Muhammedî ile
başlamıştır. Bu ilk tecelli mertebesine verilen isimlerden biri de insan-ı kâmildir. Bütün
mahlukat bu mertebeden sonra ve bu nurdan yaratılmıştır. Bu mertebe yani insan-ı kâmil,
kendisinden meydana gelen bütün yaratılış mertebelerinin hakikatlerini kapsar; bu
sebeple ona âlem-i ekber denilmiştir. Bu manada düşünüldüğünde insan-ı kâmil Hz.
Muhammed’dir; bu mertebeye ulaşabilen evliya da Peygamberin halifesidir ve insan-ı
kâmildir. Âdem’den başlayarak bütün peygamberler Hz. Muhammed’in nurunu
taşıdıklarından onlar da insan-ı kâmildirler.
SONUÇ
Türk destanlarında dünyanın, yeryüzünün yaratılışına ait inanç öyküleştirilerek
anlatılmıştır. Bu öyküde Tanrı ve Tanrı’nın kendine benzer olarak yarattığı ilk kişi, bir de
su vardır. Tanrı ve ilk kişi kuş halinde su üzerinde uçarlar. Kişinin bir hareketi Tanrı’ya
yeryüzünü yaratma ilhamını verir. Kişi vasıtasıyla su dibinden toprak çıkartılır ve
yeryüzü yaratılır.
Yunus Emre’nin manzumesinde de Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ve diğer
peygamberlerin yaratılışı hikâyeleştirilmiştir. Bu öyküde de “Çalap”, ilk yaratılan “er”, ve
yine su “rahmet gölü” vardır; “er” kuş şeklindedir. Bunda da ilk yaratılan “er”in bir
hareketi, suya dalması, çıktıktan sonra silkinerek etrafa su damlaları saçması sonucunda
peygamberler yaratılmıştır.
Yunus’a göre ilk yaratılan “er”, Hz. Muhammed’in hakikati, yani aslı, esası, nuru ve
ruhudur. Bu ruh, levh ve kalemin, arş, arz ve ikisi arasında bulunanların, cennet ve
cehennemin, ruhların, peygamberlerin, insanların, meleklerin, cinlerin bütün yaratılmış ve
yaratılacak olanların da aslı, esası, nuru ve ruhudur. Bu ilk yaratılan kişi ya da ruh tüm
evreni meydana getiren bir çekirdek, bir cevherdir. Tasavvuf inancında buna Hakikat-ı
Muhammediyye, Nur-ı Muhammedî ve Ruh-ı Muhammedî derler. Bütün evrenin
hakikatini, aslını, esasını kendinde toplaması, bir tümel ruh olması bakımından insan-ı
kâmil de denilmiştir. İşte Yunus, asıl anlamı kişi demek olan “er” kelimesini, tasavvuf
anlayışındaki bu ruh, Hz. Muhammed’in ruhu anlamında kullanmıştır. Öyküde, “er”in
kuş şeklinde düşünülmesi de onun bu ruha sembol olmasındandır. Türk halk inanışında,
birçok manzume ve deyişte ruh kuşa benzetilmiştir.
Bu Hakikat-ı Muhammediyye inanışı, mutasavvıf olan olmayan hemen bütün şairlerce
benimsenmiş, Hz. Peygamber için söylenen manzumelerde işlenmiştir. Zâtî’nin:
Nikâbın açtı tâ ol meh cemâli âfitâbından
Serâser on sekiz bin âlemi pür kıldı tâbından Zâtî-Gazel
beyti, “Hz. Muhammed’in doğumu ile evrenin aydınlandığı” şeklinde düşünülebilirse de,
asıl kastedilen, Nur-ı Muhammedî ile on sekiz bin alemin zuhur bulduğunun ifadesidir.
Yunus’un manzumesinde göl ve su da rahmet, nur ve ruh ile ilgili biçimde sembol
olarak kullanılmıştır. Yağmura rahmet denilmesinin sebebi canlandırmaya, çoğalmaya,
doğurmaya ve yeniden yaratmaya araç olmasındandır; ilgili ayetlerde de bu yönüyle ifade
edilir. Birkaç ayette de insanın bir damla sudan yaratıldığı söylenilir. Rahmet (nur)
gölünden çıkan kuş, yani Nur-ı Muhammedî olan er silkinmiş ve etrafa su damlaları, yani
nur saçılmıştır. Bu damlaların her biri bir peygamberin ruhu olmuştur.
Yunus, bu hikâyeyi ululardan dinlediğini söylüyor. Demek ki eski bir öykü, eski bir
inanış. Kaynağının, İslamlığın Türkler arasında yayılmasından önce doğmuş ve
şekillenmiş olan destanlar olduğuna işaret ediyor. İşaretten ziyade, bu öykülerde olaylar,
kişiler ve motiflerin aynı olduğu zaten görülüyor. Öyle anlaşılıyor ki Yunus’un dinlediği
ulular, mutasavvıf şeyhler, mürşitler tasavvufî düşüncelerini, bir takım felsefi söylemler
yerine, Türk destanlarında gördükleri bu olay ve motifleri kullanarak, Türk halkının alışık
olduğu anlam ve ifade yollarıyla, öyküleştirip anlatmayı tercih etmişlerdir.
NOTLAR
* Mustafa Tatçı tarafından hazırlanan Yunus Emre Divanı esas alınmıştır.
** Konu ile ilgili ayetler: (Bakara 2/22 ve 164, En’am 6/99, Araf 7/57, İbrahim 14/32,
Nahl 16/10-11 ve 65, Kehf 18/45, Taha 20/53, Enbiya 21/30, Hac 22/5 ve 63, Furkan
25/49, Neml 27/60, Ankebut 29/63, Rum 30/24, Lokman 31/10, Secde 32/27, Zümer
39/21, Fussilet 41/39, Zühruf 43/11, Kaf 50/11)
*** Konu ile ilgili ayetler: (Secde 32/8 Mürselat 77/20 Tarik 86/5-8)
KAYNAKÇA
Alıcı, Hüseyin Temel (2002), Hadis Fihristi, Kitab ve Sünneti İhya Yay. Ankara.
Demirci, Mehmet (1997), Hakikat-ı Muhammediyye, İA, c. 15, TDV. Yay. İstanbul.
Eraydın, Selçuk (2001) Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniv. İlah. Fak.Vakfı Yay.
İstanbul.
Massignon, Louis (1964), Nur-ı Muhammedî, İA, c. 9, MEB. Yay. İstanbul.
Örneklerle Türkçe Sözlük (2002), MEB. Yay. Ankara.
Öztürk, Yaşar Nuri (1988) Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, İstanbul,
Sakaoğlu, Saim-Duymaz, Ali (2002), İslamiyet Öncesi Türk Destanları, Ötüken Yay.
İstanbul.
Schimmel, Annemarie (2001), İslamın Mistik Boyutları, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
Tatçı, Mustafa(1990), Yûnus Emre Dîvânı İnceleme, Kültür Bak. Yay. Ankara.
Yeni Tarama Sözlüğü (1983), Düzenleyen Cem Dilçin, TDK. Yay. Ankara
Yıldırım, Ahmet (2000), Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları,
TDV Yay. Ankara.
Yunus Emre, (1990) Divan, (Hazırlayan Dr. Mustafa Tatçı), Kültür Bakanlığı, Ankara