Merhum Hocam Hattat Hamit Aytaç
Dr. Mehmet Refii Kileci 01 Ocak 1970
Fatih'teki dededen kalma evimizin duvarlar elyazması levhalarla doluydu. Ayrıca oturduğumuz sokağın adı Hattat Nafiz Sokağı, bir alt sokak Hattat İzzet Sokağı, tam arkamızda bulunan sokağın adı ise Yesarizade Sokağı idi. Bütün bunlar bende hat sanatına karşı derin bir merak uyandırdı. İlk hat derslerine aynı sokakta oturduğumuz Hattat Nureddin Elçioğlu'ndan başladım. Nureddin Efendi, Süleymaniye Camii baş imamlığından emekli olup, hattat Abdülaziz er-Rufai'den icazet almıştı. Fakat yazıda fazla şöhret yapmamıştı. Bir seneden fazla Nureddin Efendi'den ders aldım. O sıralarda yavaş yavaş hat kültürüm ve anlayışım artmaya başladı, değişik dergi ve kitaplarda Hamit Hoca'nın yazılarını görüyordum. Hamid Hoca'nın yazıları beni fazlasıyla cezbediyordu. Derhal araştırarak hocanın Cağaloğlu'ndaki mütevazi yazıhanesini buldum. İlk derse 9 Ekim 1976 tarihinde başladım. Hamit Hoca, ilk olarak, sülüs nesih "Rabbiyessir" meşkini yazdı. Artık cumartesi günlerini iple çekiyordum. Bu dersler, merhumun hastahaneye yatmasına kadar beş yıl devam etti. Yüksek tahsilimi tamamlamak için gittiğim Medine-i Münevvere'de vefat haberini aldım. Maalesef cenazesine katılamadım.
Ders için, umumiyetle cumartesi günleri yanına uğruyordum. Hocam yazdığım yazıları tashih ediyor, hatalarımı çıkartıyor, kısa da olsa harfleri tarif ediyordu. Eğer beğendiği bir harf olursa altına bir "aferin" yazıyordu. Ders bittikten sonra bir müddet yanında kalıp nasıl yazdığını ve yazılarını nasıl tashih ettiğini seyrediyordum. Hamid Hoca devamlı yazı yazıyor ve siparişler hiç eksik olmuyordu. Adeta ahir ömründe hiç boş kalmıyor, gecegündüz karanlık ve kutu gibi odada sıkılmadan devamlı üretiyor, hem de zor şartlarda gece hiç kimsenin olmadığı o eski işhanında, hizmet görmedensabahlara kadar ileri yaşına rağmen yazıyordu.
Hafta sonu derslerinde Hoca'nın bazı talebeleriyle karşılaşıyordum. Yaşlı, genç her seviyeden talebe vardı. Bazen Irak'tan, Suriye'den vb. Arap ülkelerinden hattatlara ve talebelere de tesadüf ediyordum. Hamid Hoca bir gün Irak'a 1500'den fazla levha yazdığını, 1935 - 1970 yılları arasında Arap aleminden hayli sipariş aldığını ve onlarla geçimini temin ettiğini söylemişti.
Hoca'nın hayatının son dönemi, birçok dahi sanatçı gibi çok zor şartlar altında geçti. Odası dağınık ve kirli olurdu. Biz temizlemek ve düzenlemek istesek de izin vermezdi. Zannederim bazı art niyetli kişiler odayı düzenlemek bahanesi ile yazı kalıplarını almışlar, bu sebepten kimseye güveni kalmamıştı. Çoğu geceler geç vakitlere kadar, bazen sabaha kadar çalıştığı için gündüz oturduğu koltukta uyuklardı. Hele bir harf yazarken, tam harfin ortasında elinde kalem uyuklaması bizihayrete sevk eder ama hiç ses çıkarmazdık. İki üç dakika sonra gözlerini açar, gözlüklerinin altından etrafa bakar, hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden harfi tamamlardı. Hele harfin hiç bozulmadan yazılması çok calibi dikkat idi. Hocanın yazı yazdığı ve aynı zamanda yatak odası olarak kullandığı küçücük, kare gibi oda, onun her şeyi idi. Işık almayan, bu eski han odasında gününün tamamını geçirirdi. Arkadaki büyük odada yüzlerce eski yazılarına ait kalıplarını ancak anahtar deliğinden görürdüm; o odayı hiç açıp girdiğine rastlamadım. Tahminim, bütün yazı kalıpları orada idi.
Hamid Hoca, yaşlı olduğu ve zor yürüdüğünden dışarı nadiren çıkardı. Bu sebeple, bazı zaruri ihtiyaçlarını bizim aracılığımızla temin ederdi. Saçı, sakalı, tırnakları uzar, tırnakları mürekkeple dolar, üstü başı kirlenirdi. Zar-zor berbere gider, tıraş olur, oradan hamama uğrar, tertemiz olur, yeni elbiseler giyer ama bir müddet sonra yine eski haline dönerdi. Bizler, hocamızın bu haline çok üzülürdük. O izbe gibi yerde ve namüsait şartlarda, kutu kadar bir odada ve o yaşta o eserleri vermek her halde hattat Hamit Aytac gibi bir dahi sanatkarın altından kalkabileceği bir iş idi. Hoca bizlere fazla vakit ayıramaz ve pek tarifte bulunmazdı. Yaşlı olması ve elinden devamlı sipariş bulunması zannedersem buna engel teşkil ediyordu. Bizler, ancak eline ve hareketlerine bakarak hattın sırlarını kavramaya çalışırdık. Zannedersen koca üstad artık yorulmuştu.
Hoca'ya devamım esnasında tanıştığım bazı zevatı burada zikretmek isterim; Hasan Çelebi, Hüseyin Kutlu, Adanalı Ahmet Fatih, Hüseyin Öksüz, Hüsrev Subaşı bizlerden önce Hoca'dan istifade eden kişilerdi. Bizim dönemden hatırladığım onlarca isimden bazıları ise şunlar: Mimar Abdülvehhab Avanoğlu, Kemani İzzet Bey (bu kişi emekli bankacı idi ve sülüs çalışıyordu. Daha sonra bu kişinin izini kaybettim) genç yaşta kaybettiğimiz Erzincanlı Yusuf Ergün (Erzincani), Savaş Çevik, İsmail Yazıcı, Yusuf Sezer, daha sonra fakirin vesilesi ile hatta başlıyan arkadaşım Hüseyin Gündüz ve burada sayamayacağım bir çok arkadaş…
Bir gün pederle beraber, Hoca'nın yanıan gittik. Babam mobilyacı olduğu için Hoca'nın oturduğu perişan sandalyeyi görünce üzüldü. Hemen ayrıldı gitti ve bir saat sonra güzel bir deri koltukla geldi. Hamid hoca çok sevindi ve pederime teşekkür etti.
Hoca ileri yaşına rağmen devamlı yazıyordu. Bir gün derse gittim. Sipariş bir yazı yazmış. Celil sülüs, yuvarlak bir ayet istifi. İstif ve yazı çok güzel idi. Ama hoca dalmış ve iki harfi fazla ve bir kelimeyi eksik yazmış. Siparişi veren zat hataları anlamış ve kabul etmemiş. Bundan dolayı Hoca'nın morali bozuk idi ve yazıyı yeniden yazıyordu. Hocam bu hatalı olan yazıyı bana verirmisiniz dedim, kaşlarını yukarı kaldırarak, olmaz dedi. O zaman satın alayım dedim. Olur dedi ve o yazıyı iki yüzelli liraya satın aldım. Bazı yazdığı yazıları yalvar yakar alıp yakın bir yere gidip o zaman yeni çıkan sulu fotokopi ile bir kopyasını alırdım. Derse ilk başladığım aylarda Kültür Bakanlığının neşrettiği Kırk Hadis'i ve ayrıca tevafuklu Kur'an-ı Kerim'i yazıyordu. Bir gün Sahaflar Çarşısı'nda Hoca'nın gençliğinde Musa Azmi imzası ile yazdığı, otuz kırk sayfa civarında ve harf inkilabından önce neşredilen bir ilmihal buldum. Hemen satın aldım, kendisine gösterdiğimde çok sevindi ve benden o nüshayı istedi, ben de Hoca'ya hediye ettim. Hoca dersler esnasında bazı eski hatıralarını anlatırdı. Şişli Camii'in yazıları ile devamlı iftihar ederdi; kapı üstündeki müsenna yazıyı nasıl yazdığını, lam elifleri bir türlü yerleştiremediğini, o esnada uyukladığını ve lam elifi rüyasında yerleştirdiğini, hemen uyanıp yerlerine koyduğunu sık sık anlatırdı. Rakım'ı takliden yazdığı fatihadan sık sık bahsederdi ve eslafa büyük saygı duyardı.
Haydarpaşa Numune Hastahanesi'ne kaldırılınca vakit buldukça oraya ziyarete gidiyordum. Son ziyaretine gittiğimde onu yine hasta halinde yazı yazarken buldum. Baktım merhum Ziyaü'l-Hak adını tuğra şeklinde yazmış, ama yazı çok titrek idi. Artık koca dev formunu kaybetmişti. Kolay değil, yazı ile geçmiş neredeyse bir asır, binlerce levha yazmıştı. Zannediyorum, onun kadar yazı yazan hattat gelmemiştir.
Medine-I Münevvere'ye tahsil için gidince, Arap alemi ile direk temas imkanım olmuştu. Baktım ki Arap aleminde sanat ile ilgilenen herkes onu tanıyor ve takdir ediyordu. Medine'de kendisinden istifade ettiğim değerli hocam Ahmet Ziya Kurucu Bey ile saatlerce Hamid Bey'den bahsederdik. Ziya Bey adeta hamit aşığı idi. Hamid Bey'I en iyi anlayanlardan ve değerlendirenlerden biri idi. Oralarda da Hamid Bey'den istifade etmiş insanlarla karşılaşıyordum. Arap medyasında, Hoca hakkında çeşitli yazılar ve makaleler çıkardı. Hakikaten XX. Asırda İslam yazısına bu kadar hizmet eden, şöhreti ve eserleri ülke sınırlarını aşan, bu derece tanınan ikinci bir hattatımız yoktur. Abdullah Zühdi Efendi, Aziz Efendi, Ahmet Kamil Efendi, Bağdat'ta ders veren Macid Ayral, Mustafa Halim efendiler, İslam dünyasında Hamit Aytaç derecesinde tanınmamaktadır. Bu da Hoca'nın harf inkılabından sonra Arap alemine yönelik ağırlıklı eserler vermesinden, çok üretken olmasından ve hemen hemen bütün yazı çeşitlerini aynı güzellikte yazmasından kaynaklanıyor kanaatindeyim. Arap aleminde önemli bir yayın organlarından olan al-Umme dergisinde hakkında yazılan bir makalenin başlığı "Şeyhul- hattatin fi'lkarnil işrin" yani (20. asırdaki hattatların Piri)" idi. Hoca'nın yazdığı tevafuklu Kur'an-I Kerim o yıllarda Arap aleminde çok rağbet görmüştü.
Hamid Hoca, yazıları çok yavaş yazardı; Halim Efendi gibi seriu'l-kalem değildi. Yazıyı evvela kurşun kalemle müsvedde halinde taslak yapar, sonra onu kamış kalem ile şeffaf kağıda yazar, yazdığı bu yazıyı tashih eder, rötüş yapar, adeta yazı ile oynardı. Bu yazının da üstüne başka bir şeffaf kağıt koyar, daha titiz ve dikkatli bir şekilde, ikinci kağıda aktarırdı. Hoca bu ameliyeyi, yazıyı tam beğenınceye kadar yapar ve kağıda bütün bunlardan sonra yazardı. Kalıplarıda mutlaka muhafaza ederdi. Bir gün titiz ve yavaş yazmasından menzu açılmıştı, dedıki; Bir gün Beşiktaşlı Nuri Korman'ın hanımı geldi, benim böyle yavaş yazdığımı görünce; aaa ! Hamid Bey! Bizim bey kalemi bir aldı mı hemen yazıverirdi, sen böyle ne kadar yavaş yazıyorsun! deyince, canım sıkıldı ve hanımefendi bir seferde yazılan yazıya bir sefer, bakılır atılır; ama emek verirsen o yazı yazı olur, dedim. Kadıncağız bozuldu, ben de utandım ama olan olmuştu. Ne var ki mutlak kemal Cenab-ı Hakk'a aittir. Hamit Bey'in de son dönemde bazen acele yazdığı ve tashıh yapamadığı ve de yaşlılık emarelerinin olduğu yazıları vardır, o yazılar gerçek Hamid Hoca'yı yansıtmaz. Aslında gerçek Hamid'i yansıtan yazılar Hoca'nın 1970'ten önceki yazılarıdır. Yetmişli yıllara kadarki dönem, hocanın kemal dönemidir.
Hamıd Hoca'nın hakikaten gelmiş geçmiş en büyük hattatlardan olduğuna dair şüphe yoktur. Bütün yazıları aynı maharetle ve aynı güzellikle yazan nadir dehalardan biridir. Hoca'nın tam manada, klasik bir hat eğitimi almadığı, Nafiz Bey, Hulusi Efendi, İsmail Hakkı Bey ve Ahmet Kamil Efendi'lerden müzakere yoluyla ders aldığı dikkate alınırsa, Hoca'nın deha yönü daha kuvvetlice ortaya çıkar. Hoca, kendi kendinin muallimi olmuş, Yesari, Rakım ve Sami efendilerin yazılarını kendine muallim etmiş ve kendi kendini yetiştirmiştir. Ciddi bir eğitim almadan yetişen müstesma kabiliyetlerden biridir. Ayrıca, hat sanatı harf inkılabı ile ciddi bir darbe yemiş, o sanat ortamı yok olmuş, sanata alaka kalmamış, birçok hattat mesleği bırakmıştır. En değerli levhaların yok pahasına elden çıkarıldığı hatta bazen çöpe gittiği bir dönemde bu sanatın mücadelesini vermek ve o vasatta yazı yazmak kolay olmasa gerektir. Hamid gibi bir deha, hat sanatının değeri olduğu bir dönemde gelseydi belki daha farklı olurdu kanaatini taşımaktayım. Necmedin Efendi merhumun nefis bir ta'lik hattı ile ebru üzerine yazdığı, "marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir" beyti burada akla geliyor. Hamid Bey'in hangi şartlarda hizmet ettiği ve Hamid olduğu düşünülürse durum daha iyi anlaşılır. Merhum Halim Bey'i de öyle mütalaa etmek gerekir. Hamid Bey sık sık Sami Efendi'nin Yeni Camii Sebili yazılarından bahsederdi. O yazılar benim celide muallimim oldu der ve Sami Efendi'yi hayırla yad ederdi. Hamid Bey'in bir özelliği de Rakım, Sami, Nafiz efendilerin yolundan gitse de sülüs yazılarında, kendine has bir ruh ve şive katmıştır, bunu yazıdan anlayan herkes kolayca görebilir. Hatta Hoca'ya ait bir yazı uzaktan dahi görülse imzaya bakılmadan Hoca'nın ona ait olduğu çok rahat anlaşılabilir. Hoca'nın celi sülüs istiflerindeki tenasüp, kıvraklık, akıcılık, istifteki rahatlık, denge ve okuma kaidelerine uygunluk, leke dağılımı muhteşemdir. Bu, Hoca'nın kuru bir mukallit olmayıp,aynı zamanda eslaftan aldığı kudsi emanetin aslına sadık kalarak, ana birşeyler verebilecek kadar müstesna bir kabiliyet olduğunu gösterir. Bu yönü ile Halim Efendi'den biraz ayrılır. Hamid Hoca'nın güçlü dönemlerinde yazdığı celi sülüs kuşak ve kubbe yazılarında bu yön çok bariz bir şekilde görülmektedir. Hoca kadar velut bir hattat son dönemde azdır. Yukarıda belirttiğim gibi sadece Irak'a 1500'den fazla levha yazdığı düşünülürse gerisi anlaşılabilir. Hoca ta'likte ve celi ta'likte de çok eser vermiştir. Hakikaten bu yazıların çoğu ta'lik'in şahaserleri sayılabilecek evsaftır. Celi divani'de İsmail Hakkı Efendi dahil Hamit Hoca kadar eser veren hattat olmamıştır. Hatta Hocanın yazdığı bazı celi divani levhalar o kadar rağbet görmüştür ki, mesela Yusuf suresindeki "Rabbi kad ateyteni…" ile başlayan ayeti o klasikleşmiş istifi ile onlarca kere sipariş üzerine yazmıştır. Eğer arzu ederse her yazıyı aynı maharette ve aynı güzellikte yazan müstesna hattatımız kendi icazeti olmadığı halde dünyaya icazet verecek hale gelmiş ve dünyanın tanıdığı ve takdir ettiği bir dahi hattat olarak tarihe geçmiştir. Aslında Hamid Bey'i hala sanat ile ilgilenen arkadaşlarımız bile tam olarak keşfetmiş değillerdir. Çinkü Hoca'nın asarı çoktur ve dünyaya dağılmıştır, yazdıkları tam olarak bilinmemektedir, bir sanatkar hayatındaki bütün dönemlere ait yazdıkları ve ortaya koydukları ile tam manası ile değerlendirilebilir. Mesela fakir bu satırları karaladığı bugün bile onun Irak'tan gelen ve olgun dönemlerine ait nefis, celi sülüs bir levhasına rastladım. Hamid Bey'in yazıları Türkiye piyasasında çok yüksek fiyatlardan müşteri bulduğu için geri gelmeye başlamıştır. Eskiden yurt dışına kaçırılan eserlerimiz, Allah'a hamdolsun bu işe sahip çıkan, değer veren insanların sayesinde ülkemize hicrete başlamıştır.
Hocamın bende bulunan asarına gelince fazla bir şey olduğunu söyleyemem. Bana yazdığı meşkler ve karalamalar, bazı muhtelif yazılar, yazı kalıpları arşivimde bulunmaktadır. Ayrıca eşimin büyük dedesinin terekesinden büyük bir fatiha kubbe kalıbı ve bazı celi sülüs yazı kalıpları çıktı. Bu yazılarla beraber kendisinin el yazısı ile Hattat Hamid antetli kağıda yazdığı, büyük dedeme hitaben üç sayfalık imzalı bir mektubunu arşivimde muhafaza etmekteyim. O mektuptan bazı şeyler öğrendim; en mühimlerinden biri de Hoca'nın yazılarını mermere nakletmesi için bizzat Ankara'ya gitmesi ve orada günlerce kalıp hassasiyetle yazılarını mermere nakletmesi ve bizatihi takip etmesi, Hoca'nın titizliğini göstermektedir. Ayrıca, o dönemde Hocam ile beraber çektirdiğim bazı fotoğrafları en kıymetli hatıralar arasında saklıyorum. Merhum Ziya Aydın'dan emanet alıp ozalit fotokopilerini aldığım onlarca metre kuşak vb. kalıpları ve irili ufaklı yüzlerce fotokopi de arşivimde bulunmaktadır. Bu fotokopilerin benim vasıtamla, yazı çalışan arkadaşlara dağılması beni ayrıca mutlu etmektedir.
Gönül isterdi ki, dünya çapındaki bu müstesna üstadımıza devlet sahip çıksın, metrukatı, eşyaları, eserleri muhafaza edilsin, adına müze kurulsun. Hayatında devletten alaka görmeyen, tarihte eşi az görülen bu muhterem sanatkar, bari vefatından sonra alaka görsün. Ama heyhat… Maalesef, geçen sene büyük hattat Halim Özyazıcı merhumun metrukatının tarumar olduğu gibi, onun da metrukatı tamur oldu, dağıldı. Keşke Arap aleminin büyük hattatı ve Hamid Bey'in talebesi olan Iraklı Haşim Bağdadi'nin evinin müzeye çevrildiği gibi Hoca'nın eserleri de kendi adına kurulan bir müzede toplansaydı ve metrukatı korunsaydı. Kendi önündeki hazineyi görmeyen, hatta bilmeyen ve anlamayan bir nesilden ve milletten ne beklenebilir.
Evrensel boyuttaki asarını iftiharla bütün dünyaya takdim edebileceğimiz bu muhteşem sanatkarımızı bu vesile ile rahmet ile anıyor ve rabbimden af ve mağfiret diliyorum.