Bir Tanzimat Aydını: Ziya Paşa
M. Cahid Hocaoğlu 01 Ocak 1970
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir
nush: nasihat, öğüt
tekdir: azarlama
Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim
Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde
turfa: tuhaf
müneccim: yıldız bilimcisi, falcı
reh-güzer: geçit, geçecek yol
Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde
ayine: ayna
Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma
Zer-dûz palan vursan eşek yine eşektir
bed-asl: soyu kötü, aslı fena
necâbet: soyluluk, soy temizliği.
zer-dûz: sırmalı, sırma işlemeli
Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez
Bâran yerine dürr-ü güher yağsa semadan
bî-baht : bahtsız, talihi kötü
katre: damla
bâran: yağmur
dürrü-ü güher: inci ve cevher, mücevherat
Seyretti hava üzre denir taht-ı Süleyman
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde
seyretti hava üzre: havada gezdi, dolaştı
Bunlar ve bunlar gibi daha nice unutulmaz manzum vecizenin sahibi Ziya Paşa bir Tanzimat aydınıdır. Çağının diğer aydınları gibi o da çok yönlü bir kişiliğe sahiptir; şair, yazar, fikir adamı, devlet adamı ve diplomat. Edebiyat tarihimizde 1839’da ilân edilen Tanzimat'la başladığı kabul edilen Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) döneminin de üç öncüsünden biridir (diğer ikisi Şinasi ve Namık Kemal).
Hayatı:
1825 yılında İstanbul'da, Kandilli’de doğdu. Asıl adı Abdülhamid Ziyaeddin'dir. Babası Erzurum’un İspir kazasından gümrük kâtibi Feridüddin efendidir. Beyazıt Rüştiyesinde ve devlet memuru yetiştiren Mekteb-i Ulûm-i Edebiye’de okudu. İyi bildiği Arapçaya ek olarak, öğretmeni İsa efendiden Farsça öğrendi. 17 yaşında kâtip olarak girdiği Sadaret Mektubî Kalemi'nde 11 sene görev yaptı.
Sadrazam Mustafa Reşid Paşa tarafından 1855'te Saraya alınarak Mabeyn-i Humayun beşinci Kâtipliği'ne atandı. Burada Fransızca öğrenen Ziya Paşa, Reşit Paşanın vefatı üzerine Âli Paşa'nın sadrazam olmasıyla saraydan uzaklaştırıldı. Zaptiye Nezareti müsteşarlığı, Atina Elçiliği, 1861'de Kıbrıs, 1863'te Amasya mutasarrıflığı görevlerine atandı. Bosna ve Hersek bölgesi müfettişliği, Meclis-i Vâlâ azalığı, Devaî nazırlığı, tekrar Amasya ve sonra Samsun mutasarrıflığı yaptı.
1867 de resmî bir görevle Paris’e gitmeye hazırlanırken haber alınan bazı gizli siyasi faaliyetleri sebebiyle ikinci defa Kıbrıs mutasarrıflığına atandı, ancak bu göreve gitmeyerek Avrupa’ya geçti.
Paris ve Londra’da Namık Kemal’le beraber 1868-69 yıllarında Hürriyet gazetesini çıkardılar. Daha sonra (1870) Cenevre’ye geçerek Hürriyet’i 64.ncü sayısından itibaren orada tek başına çıkardı.
1871’de Âli Paşa’nın vefatı üzerine diğer Genç Osmanlılarla beraber yurda döndü. Bu dönüşün de, Avrupa’ya gidişi gibi siyasi ve edebî kişiliğinde değişime, hem de ters yönde bir değişime sebep olduğunu görüyoruz: ikbal yolu tekrar açılmıştır artık. Bu dönemde İcra Cemiyeti Reisliği, Şûra-yı Devlet (Danıştay) âzalığı, Beşinci Murad’ın Mabeyn Başkâtipliği, Maarif Nezareti Müsteşarlığı (1876) görevlerinde bulundu.
Abdülhamid döneminde de itibarı bir süre devam etti. Yeni Kanun-ı Esasi (anayasa) nın hazırlanmasında Namık Kemal ile beraber görev aldı. Yükselmesine sebep olması gereken bu görev tam aksi tesir yaptı. Halk arasında bir dedikodu çıkmış, onun yeni kurulacak meclise halk tarafından mebus (milletvekili) seçileceği konuşulmaya başlanmıştı. Gazetelere de yansıyan bu dedikodu saray’ın hoşuna gelmedi, 1877’de Vezir rütbesi verilerek Suriye Valiliğine tayin edildi. Yani rütbesi yükseltilmiş, ancak görev yeri bakımından uzaklaştırılmıştı.
Daha sonra Adana Valiliğine atandı ve bu görevdeyken 17 Mayıs 1880’de vefat etti.
Sanatı ve Eserleri:
Ziya Paşa’nın edebî zevkini daha çocuk yaşlarda, Lalası İsmail Ağa’dan dinlediği Âşık Kerem, Âşık Ömer ve Âşık Garib gibi halk şiirlerinden aldığını ve Mekteb-i Ulûm-ı Edebiye’de iken hiciv şiirleri yazdığını biliyoruz.
Sadaret Mektubî Kalemindeki memuriyeti esnasında da edebiyata ve özellikle şiire olan ilgisi devam etmiş, Fatin Efendi ve Osman Şems Efendi gibi tanınmış şairlerle bir arada bulunarak onlardan istifade etmiş, bilgi ve tecrübesini ilerletmiştir. Bu dönemdeki eserleri göz doldurmuş olmalı ki, 1861 yılında kurulan ve Hersekli Arif Hikmet Bey’in evinde toplanan Encümen-i Şuara’ya alınmış, şiirleri dillerde gezer olmuştur.
İleriki yıllarda, hayatındaki çalkantılara paralel olarak sanat alanında da zikzaklar çizecek olan Paşa’nın bu dönemde yazdıkları gene de en güzel şiirleri arasındadır. Bunlar arasında en dikkat çekici olanlardan biri de, doğu kültüründen süzülmüş seçme konuların gayet veciz bir şekilde ifadesi olan Terci-i Bend’dir.
Bu döneme ait şiirleri, ölümünden sonra (1882) yayınlanan Divan’ına alınmıştır. 72 sayfalık küçük hacmine rağmen bu eser, klasik divan yapısının bütün özelliklerini taşımaktadır. Münacat ve naat’larla başlamakta, devrin sultanına yazılmış kasideler, cülûsiyeler, önemli olaylara için tarih düşürmeler, murassalar ve noktasız kasidelerle devam etmektedir. Ayrıca Fuzulî, Bakî, Nedîm gibi eslafa (önceki şairlere) nazireler de bu divanda yer almaktadır.
Mabeyn-i Humayun’daki görevi esnasında Mabeyn Müşiri Edhem Paşa’nın Fransız tarihci Vierdot’dan tercüme etmekte olduğu Endülüs Tarihi adlı kitabın daha sanatlı bir dille yazılması bakımından yardımcı olmuş, bu müşterek tercüme genç şairin Fransızca'sını ilerletmesine de vesile olmuştur. Daha sonra Chéruel ve Lavallée’nin yazdığı Engizisyon Tarihi isimli bir kitabı da gene Fransızcadan tercüme etmiştir.
Ziya Paşa’nın, saraydan uzaklaştırılması üzerine; mutlakıyete son verilerek meşrutî bir yönetim kurulması amacıyla kurulmuş, ancak gizli faaliyet gösteren Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ne girdiğini görüyoruz. Ziya Paşanın bu yöndeki faaliyetlerinin itici gücünün, saray camiasında sürekli yükselme eğilimi gösteren ikbal yolunun Sadrazam Âli Paşa tarafından kesilerek saraydan uzaklaştırılması olduğu konusunda araştırmacılar fikir birliği içindedir. Dahası, Ziya Paşa’nın siyasî ve edebi kişiliğinin de bu kötü olay etrafında ve bir bakıma bu sayede geliştiği de yaygın bir görüştür.
1867 tarihine rastlayan bu uzaklaştırma olayının üzerine o öfkeyle Avrupa’ya geçince oradaki Ali Suavi ve Namık Kemal’le beraber çalışmış, Namık Kemal’in başlattığı Hürriyet Gazetesinin 1868’de Londra’da yayınlanmaya başlamasıyla bu gazetede yazmaya başlamıştır. Önceleri yazılarında siyasi tenkit sınırlarını aşmayan Ziya Paşa, Namık Kemal’in çekilmesiyle gazetenin yayınını tek başına üstlenmiş, aynı zamanda da işi şahsiyata dökerek Âli Paşa hakkında ağır yazılar yayınlamıştır. Bunlar arasında Rü’yâ gibi zarif olanlar varsa da önemli bir kısmı sınırları zorlayan, hatta aşan niteliktedir.
Hürriyet gazetesinin Lonra’da yayınlanan 68 ve 69’uncu sayılarında çıkan Rü’yâ, habnâme tarzında, siyasi tenkit, röportaj ve hiciv alanlarında başarılı bir eserdir. Ziya Paşa bir parkta otururken uykuya dalar ve bir rüya görür. Bu rüyada kendisi, padişah Sultan Aziz’le bir mülâkat yapmaktadır. Memleketin içinde bulunduğu kötü durumu maddeler halinde sıralayıp arz ederken bütün bunların Âli Paşa’nın kötü idaresinden kaynaklandığını anlatmaktadır. Sonunda da bütün bunları düzeltecek kişinin bir tarifini yapar ki o da kendisidir.
Londra’da Sultan Abdulaziz’e takdim etmek üzere kendi hayat hikâyesini özetlediği Arz-ı Hal isminde bir yazı kaleme alır. Girişinde Saltanat-ı Seniyeyi bulunduğu muhataradan halâs için hazırladığını belirttiği bu yazının yer yer oldukça sade bir dille yazılmış olması önem taşımaktadır.
Hürriyet gazetesinin Lonra’da yayınlanan 11’inci sayısında yayınlanan Şiir ve İnşa isimli makalesi onu yenilikci edebiyatın öncüleri arasına yerleştiren yazıların başında gelir. Bu yazıda Ziya Paşa, bu konuyu neden ele aldığını açıklarken, o günkü şartlarda eğitim görmenin nazım ve nesirde güzel yazmayı öğrenmek anlamına geldiğini, ancak şiir ve nazımda artık yolların tıkanmış olduğunu, geleneksel usulleri terkedip yenileşmek gerektiğini ileri sürer. Bunun için de gerekli ve geçerli yol: şair ve yazarların olabildiğince sade bir dil kullanmaları, şiirde şekil, içerik ve dil bakımından Halk Şiirine dönülmesi ve Avrupa'dan diğer fenlerle beraber edebiyat da öğrenilmesidir ona göre.
Bir şiirinde
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün viraneler gördüm
diyen Ziya Paşa’nın, çağının aydınlarını kaplamış olan o aşağılık duygusundan payına düşeni almış olduğu anlaşılmaktadır. İnsan hak ve hürriyetlerinin elde edilmesi başlığı altındaki siyasi hedefler için Edebiyat’ı başta gelen araç bilen ve kullanan o zamanın aydınları için bu düşünce tarzının yadırganması söz konusu değildi. Eski dil ve sanat anlayışını değiştirmek, Edebiyatta Avrupa’nın edebiyat anlayış ve uygulayışına uygun bir yol tutmak, bunu sağlayabilmek için de halka dönmek, onun anlayabileceği, alışageldiği şekilleri, üslûbu ve dili kullanmak gerekiyordu. Sonuçta Ziya Paşa bu makalesinde Divan Edebiyatını reddederek dışlamakta, işi başta gelen divan şairlerini şair saymamaya kadar uzatmaktadır.
Otoritelere göre Namık Kemâl’den sonra Türkçe üzerinde ikinci büyük düşünüş olan bu makale, Ziya Paşa’yı Saf Türkçe cereyanının en büyük yol açıcılarından biri yapmaktadır.
Ne var ki Ziya Paşa’nın bu makalede ortaya koyduğu ilkelere uyduğu, bu görüşler doğrultusunda eserler verdiği pek söylenemez. Halk şiiri tarzında yazdığı
Akşam olur güneş batar şimdi buradan
Garip garip kaval çalar çoban dereden
Pek körpesin esirgesin seni Yaradan
Gir sürüye kurt kapmasın gel yavrucağım
şeklinde başlayan şiirinden başka bu alanda kayda değer bir örnek yoktur. Dahası, sonraki dönemde, yurda döndükten sonra bu yenilikci görüşleri devam ettirmeyecek, hatta bunlardan hiç söz etmeyerek yokmuş gibi davranacak; aksi yönde eserler verecek ve makaleler yazacaktır.
Aynı döneme ait Zafernâme, gene Âli Paşa’yı konu alan bir yergi olmakla beraber bir çok bakımdan önemli bir çalışmadır. Mizahla yerginin ustaca birleştirildiği bu manzum eserinde Ziya Paşa, Âli Paşa’nın Girit’e gidişini konu almıştır. 1866’da, başta Rusya, Avrupa devletlerinin destekleriyle Girit’de bir Rum isyanı patlak vermiş ve çok ciddi bir problem haline gelmiştir. Sadrazam Âli Paşa bizzat Girit’e giderek meseleyi, adanın bir tür kısmî bağımsızlıkla yönetilmesi yolunda bir sonuca bağlamış, bu da en azından yükselmiş gerginliğin bir süreliğine de olsa giderilmesini sağlamıştır. Ancak Ziya Paşa bu olayı sivil bir paşanın askeri bir zaferi gibi göstererek çok latif bir şekilde alaya almıştır. Görünüşte Âli Paşa övülüp göklere çıkarılırken gerçekte rezil edilmektedir. Meselâ, Âli Paşa’nın batı hayranlığını:
Öyle nazik ki eğer şapkalı bir kunduracı
Evine gelse eder tâ kapıdan istikbal
istikbal: (burada) karşılama
şeklinde anlatıvermektedir.
Hadise üzerine gûya Âli Paşa’nın hayranlarından biri övücü bir kaside yazmış, ikinci bir kişi bunu tahmis etmiş (her beyte üçer mısra eklemiş), bir üçüncü kişi tarafından da gene kaside şeklinde şerh edilmiştir. Bu eserinde Ziya Paşa hiciv sanatının en önemli örneklerinden birini vermiştir.
İsviçre’de yazdığı Terkib-i Bend, hem Ziya Paşa’yı edebiyat ve kültür tarihimizin unutulmazları arasına katan hem de onu en iyi temsil eden eseridir diyebiliriz. Paşa bu eserini Bağdatlı Ruhi’nin
Sanman bizi kim şîre-i engür ile mestiz
Biz ehl-i harabattanız mest-i elestiz
şeklinde başlayan meşhur terkib-i bend’ine nazire olarak yazdığı ve nazirenin aslından güzel ve başarılı olduğu ifade edilmiştir.
Terkib-i bend, 12 parçadan meydana gelmiştir. Bunların her biri on birer beyittir ki ilk onuna Terkibhane, on birinciye bend beyti denir.
Ey kudretine olmıyan âgaz ü tenahi
Mümkün değil evsafını idrâk kemahi
Her nesne kılar varlığına hüsn-i şehadet
Her zerre eder vahdetine arz-ı güvahi
Hükmün kılar izhar bu âsar ile mihri
Emrin eder ibraz bu envar ile mahı
Dilsir-i bisat-ı niamın mürg-i havai
Siyrab-ı zülâl-i keremindir suda mahi
…
âgaz ü tenahi: başlangıç ve son
evsaf: vasıflar, özellikler
kemahi: olduğu gibi, hakikatteki şekli ile
hüsn-i şehadet: iyi ve güzel şahitlik
güvahi : şahitlik
âsar: eserler
mihr: güneş
ibraz: ortaya koyma, gösterme
mah: ay
dilsir-i bisat-ı niam: nimetler sofrasında doymuş
mürg-i havai: havadaki kuşlar
siyrab: (suya) kanmış
zülal: hafif, sâf ve tatlı su.
mahi: balık
şeklinde, Paşa’nın samimi iman heyecanını yansıtan mısraların yanı sıra yalnız aydınların değil, halkın da dilinde yaşayan vecize niteliğindeki beyitlerinin de çoğu bu şiirindedir:
Allah’a sığın şahs-ı halimin gazabından
Zira yumuşak huylu atın çiftesi pekdir
halim: uysal, sakin, sessiz
…
Erbab-ı kemali çekemez nâkıs olanlar
Rencide olur dîde-i huffaş ziyâdan
erbab-ı kemal: olgun insanlar
nâkıs: eksik, kusurlu, mükemmel olmayan, özürlü
rencide olur: incinir
dide-i huffaş: yarasanın gözü
ziyâ: ışık
…
En ummadığın keşfeder esrâr-ı derûnun
Sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın
esrar: sırlar
derûn: iç kısım, dâhil; kalb, yürek, gönül
Bunların bir kısmında
Kibre ne sebep? Yoksa vezirim diye gerçek
Sen kendini düstur-ı mükerrem mi sanırsın
düstur-ı mükerrem: kanun, nizam üzere hareket eden vezir
şeklinde gene Âli Paşa’ya tarizlerde bulunmaktan da geri kalmadığını görürüz.
Buna rağmen Terkib-i Bend bir şaheserdir. Buradaki hikmet dolu beyitlerin önemli bir kısmı sehl-i mümteni niteliğindedir. Kolayca söylenivermiş gibi görünür, ancak benzerini söylemeye kalkışıldığında bunun ne kadar zor olduğu fark edilir.
Ziya Paşa’nın Avrupa’dan döndükten sonra, 1875’de İstanbul’da basılan üç ciltlik kitabı Harabat da, özellikle önsözüyle önemli bir eserdir. Bir antoloji olan bu eserin ilk cildinde kasideler, üçüncü cildinde mesneviler, ikinci cildinde de diğer nazım şekilleriyle Türkce, Farsca ve Arabca şiirler yer alır. Bunların ortak özelliği hepsinin de eski tarzda, yâni divan tarzında şiirler olmasıdır.
Harabat’ın manzum mukaddimesi (önsözü), başında
Ey varlığı varı var eden var
Yok yok sana yok demek ne düşvar
Der her şeyin lisanı her gâh
Allah Allah Allah Allah
düşvar: güç, zor
her gâh: her zaman, daima
beyitlerinin yer aldığı Tevhid-i Bâri ve Münacat ile başlar ve Naat-ı Nebi ile devam eder.
Daha sonra Sebeb-i Tertib-i Harabat başlığı altında kendi sanat geçmişini ve anlayışını özetler:
On beşde değildi sinn ü sâl’im
Kim nazm ile vardı iştigalim
Mevzun söze can verirdi gûşum
Eş’ar okusam giderdi hûşum
…
Gâhice Garib’i okurdum
Âşık Kerem’e yanar dururdum
…
sinn ü sâl: yaş-baş
gûş: kulak
hûş: akıl
Daha sonra eline bir divan geçince öncekileri beğenmez olduğunu anlatan şair artık divan şairlerine özenmekte, onları taklit etmektedir.
Bu mukaddimede bir tür edebiyat tarihi özeti yapan şairin, ayrıca, halk şiirine ve Türkceye pek sıcak bakmadığını, tersine eleştirdiğini de görürüz.
Çıktıkca lisan tabiatından
Elbette düşer fesahatından
Fa’lün fail olmadan nümayan
Parmak ile idi bizde ezvan
İşte bu sebepledir ki el’an
Türkî’de yok irticale imkân
fesahat: Doğru ve düzgün söyleyiş, açık ve güzel ifadeli konuşma
nümayan: Görünen, meydanda bulunan
ezvan: vezinler
irtical: [şiir ve sözü] birdenbire, düşünmeden içine doğduğu gibi söyleme, söyleyiş
Gene de,
Eslâfde Ahmet ü Necati
Avare-i dilşikeste Zati
Türkî sühane temel komuşlar
Amma temeli güzel komuşlar
eslâf: Selefler, öncekiler, geçmişler
dilşikeste: kalbi kırık
sühan: söz, şiir
diyerek Türkçe’nin hakkını vermekten de geri durmamıştır.
Lâyık mı ki şairim diyen zat
Farketmeye mahrec-i hurufat
mahrec: çıkış yeri
hurufat: harfler
diyerek kendi şiir ve şair anlayışını anlatmaya başlayan şair,
İlm olmasa şair olmaz insan
Dilsiz söze kadir olmaz insan
Sâni-i şürut-i şairiyet
Tahsil-i maarif ü fazilet
Sây eyle ulûma mukdimane
Ez-cümle bedi’ ile beyana
şürut: şartlar
sây: çalışma, emek, gayret
ulûm: ilimler
mukdimane: gayret ve dikkatle
bedi’: söz estetiği
mısralarıyla şair olmanın şartlarını saymakta, şiir yazmak isteyecek olanlara öğütler vermektedir.
Gelse bir araya saye vü mihr
Olmaz bir arada cehl ile şi’r
Olsa ne kadar kavi tabiat
Yoktur cahil sözünde kuvvet
Pek tab’ına itimad edenler
Bulsa dahi bazı hoş suhanlar
Bilmezlik ile düşer hata’ya
Uğrar başı cehl ile belaya
Ya söyle sözü güher nisar et
Ya samt ü sükutu ihtiyar et
saye vü mihr: gölge ve güneş
kavi: kuvvetli
güher: cevher
nisar etmek: saçmak, dağıtmak
samt: susma
sükût: sessizlik
mısralarıyla da şiir için de bilgi’nin ön şart olduğunu, hem cahil hem şair olunamayacağını anlatır.
Avrupa’dan yurda dönüş Paşa’yı Halk şiirinden Divan şiirine rücu ettirmiş olsa da Avrupa ve Avrupalılar hakkındaki fikirlerinde pek bir değişiklik olmamıştır:
İster isen anlamak cihanı
Öğrenmeli Avrupa lisanı
Etmiş orada fünun terakki
Tahsilden eyleme tevakki
Bilmek gerek ondaki fünunu
Terk eyle taassub u cünunu
Ansız kişi tam şair olmaz
Bir kimse lisanla kâfir olmaz
fünun: fenler, ilimler
terakki: artma, ilerleme, yükselme
tevakki: sakınma, çekinme
taassub: körü körüne bağlılık, bâtılda ısrar etme
cünun: cinnet, delilik, çıldırma, mecnunluk
Ancak kastettiği körü körüne bir Avrupa taklitciliği değildir:
Taklit ile aslını unutma
Milliyetini hakir tutma
Kıpti Kıptiliğin bırakmaz
Sair akvama meyli akmaz
Andan alçak gerektir ki maye
Milliyetin etmeye vikaye
…
Bilmem ki neden her işte mutlak
Avrupalıya mukallid olmak
Anlarda bu fikr-i fâsid olmaz
Yekdiğerine mukallid olmaz
kıpti:çingene
akvam: kavimler, milletler
maye: maya
vikaye: Koruma, gözetme, kayırma
mukallid: taklitci
fâsid:bozan, bozucu
Ve şiirle dil ilişkisi çok veciz ifadelerle açıklanmıştır:
Âyinesi şi’rdir lisanın
Her kârı lisanladır cihanın
Eş’ara gelir ise tenezzül
Elbette bulur lisan tezelzül
tenezzül: inme, alçalma
tezelzül: sallanma, sarsılma
…
Mâdem kelam cavidandır
Eş’ar dahi ebed-nişandır
Her hoş söz kim gelir zebana
Âlemde kalır o cavidane
cavidan: sonu olmayan, sonsuz, dâim
ebed: sonsuzluk
zeban: dil, lisan
Daha sonra belli başlı divan şairleri hakkındaki değerlendirmelerin sıralanmasıyla Harabat’ın Mukaddimesi sona erer. Bu arada Vesilet-ün Necat şairine ve eserine, taklid edilememiş olması da vurgulanarak özel bir önem verilmiş olması dikkat çekicidir.
Bu mukaddime bir hayli olumlu – olumsuz tepki almış ve özellikle Namık Kemal’in Tahrib-i Harabat ve Takib-i Harabat makaleleriyle bir hayli eleştirilmiştir.
Tam ismi Veraset-i Saltanat-ı Seniye olan Veraset Mektupları isimli iki mektuptan ibaret çalışması Ziya Paşa’nın edebiyat bakımından önemli sayılmayan bir eseridir. Bu mektuplarda, o günkü şartlarda bazı veraset meseleleri incelenmektedir.
Defter-i Âmal Mukaddimesi isimli çalışması, Ziya Paşa’nın J. J. Rousseau’nun meşhur Emile isimli eserinin tercümesi için yazdığı önsöz olarak bilinir. Ancak bu tercüme ortada yoktur; hiç yazılmamış, başlanmış bitirilememiş veya kaybolmuş olabileceği düşünülmektedir. Mukaddime Paşa’nın samimi bir dille kendi çocukluk hatıralarını anlattığı bir metindir.
Ziya Paşa’nın eserleri arasında bir de Tartuffe Tercümesi sayılmakta ise de bu çalışmanın Ahmet Vefik Paşa’nın yaptığı tercüme üzerinde bazı değişikliklerden ibaret olduğu, Ziya Paşa’nın bu çalışmayı Adana valisi iken, eserin sahnelenmesi maksadıyla yaptığı daha sonra anlaşılmıştır.
Gene eserleri arasında sayılan Telemak ve La Fontaine Tercümeleri de Emile ve Confession tercümeleri gibi bulunamamıştır.
Sonuç:
Ziya Paşa edebiyat tarihimizin önemli kilometre taşlarından biridir. Onda bir adı da Tanzimat Edebiyatı olan Edebiyat-ı Cedide’nin bütün özelliklerinin toplandığını görürüz: Divan Şiiri’nin özellik ve güzelliklerini yaşatma ve sürdürme hevesi, Halk Şiirine ve Âşık ağzına dönüş çabası ve Avrupalılaşma eğilimi. Bu özellikleri yaşar ve yaşatırken katı bir tutuculuk sergilememiş, her üç kaynağa da olumlu ve ılımlı yaklaşmış, iyi ve güzel yönleriyle beraber hata ve noksanları da dile getirmiş olması onu bilimsel anlamda iyi bir edebiyat adamı yapmaktadır.
Bu günkü kuşağa eski ve ağır bir dil gibi görünse de Ziya Paşa’nın dil konusundaki görüşleri de dili kullanış şekli de, bütünüyle ve tutarlı bir şekilde sadeleşme yönünde; eserleri de çağının okuyucusu için yeterince sadedir. Onun gerek nazım gerekse nesir dilinde sürekli bir sadeleşme gösterdiği inkâr edilemez. Eserleri yazıldığı tarihlere göre sıralanıp karşılaştırıldığında bu husus kendini göstermektedir. Buna göre onun dilde sadeleşme ilkesine sadık kaldığını kabul etmek gerekir. Ancak bu sadeleşme, dildeki yerleşmiş unsurları kaldırıp atarak, yerlerine uydurma bir takım yeni kelime ve deyimler koymak suretiyle yapılan yapay bir sadeleşme olarak anlaşılmamalıdır. Öteden beri karşısında olduğu tasannu denilen sanatlı yazma adına ağdalı bir dil kullanmayı, lügat köşelerinde kalmış, kimsenin kullanmadığı hattâ anlamadığı kelime ve deyimlerden uzak durup, yazıda anlaşılabilirliği, gününün okuyucusuna hitap etmeyi ön plana alan bir sadeleşmedir onunki.
Ziya Paşa sanat yönüyle aşılamamış bir üstünlüğe sahiptir. Şiirinde lirizm yok şeklinde lirizm’i şiirin ön şartı sayan görüş onun bu üstünlüğüne halel getirecek güçte değildir. Hayat hikâyesinin açıkça gösterdiği gibi, onun lirizme falan ayıracak vakti olmamıştır. İçinden çıktığı toplumun ortak değer yargılarını sevmiş ve onlara saygı duymuş, sanatını bu sevgi ve saygıyı yaşatıp gelecek kuşaklara aktarmaya adamıştır.
Ruhu şâd olsun.