« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 May

2012

AHMED CEVDET PAŞA (1823-1895)

01 Ocak 1970

Osmanlı Devleti’nin âbide şahsiyetlerindendir.
1823’de Bulgaristan’ın Lofça kasabasında doğmuştur. Asıl adı Ahmed’dir. Cevdet ise mahlasıdır ve kendisine tahsîl yıllarında şâir Süleyman Fehim Efendi tarafından verilmiştir.
Küçük yaşlarda kendisini ilim yoluna veren Ahmed Cevdet Paşa, devrin meşhûr üstadlarından muhtelif sahalarda dersler alarak yetişti. Arapça, Farsça, Fransızca ve Bulgarca’yı öğrendi. Daha talebelik yıllarında ders verme icâzetine lâyık görülmesi, ondaki üstün gayret ve muvaffakıyetin bir nişânesidir.
Ahmed Cevdet Paşa, şiir ve edebiyatta da kendisini geliştirdi. Mesnevîhanlık icâzeti aldı. Onun ilimdeki bu ilerleyişiyle büyük bir ilim ve fikir adamı olarak temâyüz etmesi, kendisindeki müstesnâ istîdâd, kâbiliyet ve husûsî gayretlerinin bir neticesi oldu. Zîrâ o, kendi ifâdesine nazaran tahsîli sırasında tatil zamanlarında bile sürekli kitap okumuş ve sadece bayram günlerinde çalışmalarına ara vermiştir.
Zâhirini bu şekilde ikmâl eden Cevdet Paşa, mânevî tahsîlini de ihmâl etmeyip devrin tanınmış mutasavvıflarından Kuşadalı İbrâhim Efendi’nin sohbetlerine katıldı. Zâten kendisini ilimde âbide olmaya yönlendiren asıl sâik de, evliyâullâhın hikmetli, basîretli ve te’sîrli irşâdları olmuştur.
Rivâyete göre Ahmed Cevdet Paşa, gençliğinde Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri dergâhının bir dervişi olarak sırf tasavvuf yolunda ilerlemek istemişti. Bu niyetle de gerekli mürâcaatı yapmıştı. Ancak dergâhın postnişini, derin bir tefekkür ve murâkabeye vardıktan sonra kendisini şöyle istikâmetlendirdi:
“–Evlâdım! Rabbin verdiği istîdâd dolayısıyla seni zâhirî ilimler ve devlet hizmetinde büyük vazîfeler beklemektedir. Bizim himmetimiz de, sana bu yolda olacaktır. Umulur ki ümmet-i Muhammed, bu şekilde senden ziyâdesiyle istifâde eyleye!..”
İşte Ahmed Cevdet Paşa âbidesini vücûda getiren irşâd bu oldu!.. Bu irşâd, onu dergâhda kalan bir mürid değil de, istîdâdı dolayısıyla kendisini bekleyen büyük hizmetleri yürüten ve halk içinde Hakk ile olabilen bir mürîd olmaya yönlendiriyordu…
Bu şekilde maddî ve mânevî tahsil ile olgunlaşan Ahmed Cevdet Paşa, yirmiiki yaşında iken Rumeli kazaskerliğine bağlı Premedi kazası kadılığı ile hizmete başladı. Bir sene sonra da İstanbul müderrisliği ruûsunu alıp müderris olarak İstanbul câmîlerinde dersler verdi.
O, “medresede geçinecek kadar maaşa nâil olup, ilim hizmetinde imrâr-ı hayat etmek” arzusunda idiyse de kendisini siyâsî mes’elelerin içinde bularak zarûreten bunlarla da alâkadar oldu. Böylece engin bilgisi, iknâ gücü, dirâyeti ve vakarı ile temâyüz etmesinin tabiî neticesinde, Devlet-i Aliyye’de birçok mühim vazîfelerde bulundu. Nihâyet adliye nazırlığına kadar yükseldi.
Bu vazîfede Paşa’nın yaptığı hizmetlerin en önemlisi, hiç şüphesiz «Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye» denilen kanun metninin hazırlanmasında gösterdiği dirâyet ve muvaffakıyet oldu. Şöyle ki:
Ahmed Cevdet Paşa’nın adliye nâzırlığı, Osmanlı müesseselerine yeniden ve Avrupaî bir şekil verme temâyülünün filizlendiği bir hengâma rastlamıştı. Bu temâyül, adlî hayatımızı da te’sîri altına almıştı. Bu te’sîr öyle bir safhaya geldi ki, asırlardan beri teşekkül etmiş olan ve örfümüzle yoğrulup dînî olduğu kadar aynı zamanda millî bir karakter de taşıyan hukûkumuz için batıdan kanun alma arzuları ortaya atıldı. Ancak Ahmed Cevdet Paşa, kendi ihtisas sahasındaki bu temâyülü büyük bir basîret ve firâset göstererek aslâ doğru bulmadı. Sarsılmaz bir dirâyetle bu yanlış gidişin önüne geçti. Zîrâ aksi halde zuhûr edecek mahsûrları açıkça idrâk etmekteydi.
İşte bu yoldaki gayretlerinin neticesi olarak, onun başkanlığında bir ilim hey’eti tarafından hazırlanan ve muazzam bir hukûk âbidesi olan «Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye», yâni kısaca «Mecelle» denilen İslâm medenî kanunu meydana geldi.
Mâlum olduğu üzere İslâm hukûku, mes’eleci bir hukûktur. Bunun mânâsı, akla gelebilecek her türlü ihtimâli bir “ictihada” bağlamak demektir. Zîrâ İslâm hukûku beşerî ihtiyaçları kıyâmete kadar gidermek durumundadır. Bu sebeple yeniliklerin dâimâ İslâm’ın temel kaideleri önünde değerlendirilmesi ve hükme bağlanması gerekir. Bunun için İslâm hukûkunda bir ictihad kapısı açılmış ve kıyâmete kadar da açık kalacağı beyân edilmiştir. Ancak bu ictihâd faâliyeti, hukûkun, hakkında “nass” bulunmayan sahasındadır. Zîrâ bu hususta nasslara da şâmil bir ictihad müsâadesi verilmiş olsaydı, dîn asırdan asıra muhtevâ değiştirir ve diğer muharref dînlere benzerdi. Dolayısıyla «ezmânın tebeddülü ile ahkâmın tebeddülünün inkâr olunamayacağı», yâni “zaman değiştikçe hükümlerin değişmesinin de tabiî olacağı” şeklindeki İslâmî kaide, sırf hakkında nass bulunmayan mes’elelere âiddir.
Hayat ve ictimâî nizâmın temel rüknü olan hukûk (ıstılâhî tâbiriyle fıkıh), dînimizde teşvîk edilmiştir: «Allâh’ın bir kimse hakkında hayır murâd etmesi hâlinde onu dînde fakîh kılacağı» hadîs-i şerîfi meşhurdur. Ayrıca gerekli şartları taşıyan bir müctehidin ictihâdında isâbet varsa iki sevap, yoksa bir sevap elde edeceği beyân buyurulmuştur. Bu İslâmî kaideler, ictihadların gelişmesine ve İslâm târihinde çok geniş bir hukûk sahasında ilmî faâliyetin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ancak bunun neticesi olarak ictihadlar, eskilerin tâbiriyle bir bahr-i bî-pâyân (uçsuz bucaksız bir deryâ) hâline gelmesi neticesini doğurmuştur. Bu ise, ele alınan bir ihtilâfa zamanla bu deryâ içinden en uygun ictihâdı bulup çıkarmayı oldukça güçleştirmiştir.
İşte bu sebepledir ki, birkısım çarpık zihniyetli devlet adamları, Fransa’da Napolyon zamanında yapılmış olduğundan “Napolyon Medenî Kanunu” adıyla meşhur kanunu tercüme ve iktibas ederek Osmanlı’da uygulamaya koyma temâyülü gösterdiler. Zaten Tanzîmat da, kendilerine bu iktibas istikametinde bir kapı açmış bulunmaktaydı.
Ancak bu husustaki müzâkere ve münâkaşalara şâhid olan Ahmed Cevdet Paşa, inancı itibarıyla bu harekete karşı çıktı. Hâkimin, İslâm hukûkundaki ictihadlar deryâsı içinde kaybolması yerine, elinin altında net, açık ve derli toplu bir kanun metni bulunması lüzumu gibi bir gerekçe kullanıldığını görünce:
“–Bu bizim hukûkumuzda da vücûda getirilebilir!” dedi.
Ardından da henüz bozulma kemâle ermediğinden başta pâdişâh Sultan Abdülazîz olmak üzere bazı devlet adamlarının da desteğini alarak meydana getirdiği “Mecelle” sayesinde bu ülkeyi Avrupa’ya benzetme temâyülündeki ilerici taslaklarının arzularını kursaklarında bıraktı.
İslâm, inkılapçı değil, tekâmülcüdür. Bu gelişme ise, İslâm hukûku sahasında ciddî bir inkılaptır. Ancak bütün hükümler, şer’î bir muhtevâ ile ve daha evvelki müctehidlerin ictihadlarından derlendiği için bunda bir beis görülmemiştir.
Diğer taraftan bu hareket, bir çeşit telfîk-i mezâhib, yâni mezheplerin birleştirilmesi mânâsına geldiği halde o günün sağlam âlimlerince mahsûrlu telâkkî edilmemiştir. Çünkü telfîkin câiz olmaması, kolaylıkların bir araya toplanması ve böylece dînde bir sûistimâle sebep olması endişesinden doğmaktadır. Burada ise, herhangi bir ictihâd, kolaylığından değil, günün maslahatına uygunluğundan tercîh edilmiştir.
Bir diğer husus da şudur ki, ümmet farklı mezheplere tâbî olsalar da ulû’l-emr olan zât, ictihâdlardan herhangi birini veya bu ictihadların toplu bulunması demek olan mezheplerden birini tercîh edip onun tatbikini emretse, herkes bu emre itâatle mükellef olur. Çünkü ictihâd, nass olmayan mes’elelerdedir. «İctihadın ictihad ile nakzedilememesi» umûmî kaidesinin İslâm hukûkunda tek istisnâsı budur.
Buna göre Halîfe Sultan Abdülazîz’in tasdîkinden sonra farklı ictihadlardan meydana getirilmiş bir kaideler mecmûası demek olan Mecelle, hiçbir İslâmî kaideyi ihlâl etmeksizin uygulama sahasına konulmuş olmaktadır. Mecelle’de Hanefi fıkhı esas alınmakla birlikte diğer bütün mezheplerden de yerine göre kaideler alınmıştır. Hattâ bu kaide alış, uygulayıcısı olmayan ve sırf kitaplarda kalmış bulunan hak mezheplere bile şâmildir.
Mecelle’den önce Şafiî bir mıntıkada Şafiî ictihadları ile, Hanefî bir mıntıkada Hanefî ictihadları ile hüküm te’sîs edilirken Mecelle’den sonra bu durum târihe karışmış ve tek başına o mer’î olmuştur.
Takriben on yıl çalışılarak meydana getirilmiş olan ve 1851 maddeden teşekkül eden bu hukuk âbidesi, târihin en azametli bir kanun meydana getirme hâdisesidir. Öyle ki bu kanun metninin ortaya çıkmasıyla Fransızlar’ın medenî kanununun alınması önlenmiş bulunduğu halde Fransız İlimler Akademisi’nin insaflı âlimleri, Mecelle’yi ortaya çıkaran cemiyetin reisi sıfatıyla Ahmed Cevdet Paşa’yı altın bir madalyayla taltîf etmişlerdir.
Bazı araştırmacılar Mecelle’nin bir komisyon tarafından yazıldığından bahisle onu Cevdet Paşa’nın eserleri arasında zikretmemekle böyle bir âbidevî eserin Cevdet Paşa olmaksızın o devirde ortaya çıkmasının mümkün olamayacağını unutmaktadırlar. Paşa’nın, bu kanun metni hazırlanmadan evvel Fransız medeni kanununun alınmasını isteyenlere ve bilhassa Sadrazam Âlî Paşa gibi Osmanlı’yı gayr-i müslimlere peşkeş çeken bir hâin ile Fransız büyükelçisi De Bourée’ye karşı vermiş olduğu mücadele pek mühimdir. Onun, bu mücâdele ile Fransız Medenî Kanunu yerine kendi bünyemize uygun bir kanun metninin hazırlanması fikrini kabul ettirmesi ve bu yolda sonuna kadar gayret ve azimle hareket ederek Mecelle’nin tamamlanmasını sağlaması, en az te’lîfindeki emeği kadar ehemmiyetlidir. Ayrıca bu eser, bütün İslâm devletlerinde İslâm hukuku alanında hazırlanan ilk kanun olma özelliğine sahiptir.
Uzun yıllar uygulanan Mecelle, ülkemizde İsviçre medenî kanununun tercüme edilip 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girmesiyle mer’iyyetten kaldırılmıştır. Bununla birlikte o, 1918’den sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan birçok ülkelerde, modern laik mahkemelerde medeni kanun olarak tatbik edilmiştir. Lübnan’da 1932, Suriye’de 1949, Irak’da 1953 ve İsrâil’de 1968’e kadar, ayrıca Kıbrıs ve Ürdün’de de uzun süreler, bu kanun mer’î olmuştur.
Diğer taraftan Mecelle, öyle muazzam bir hukûk âbidesidir ki, mer’iyyetten kaldırılmış bulunmasına rağmen birçok kaidesi, yeni kânûnun metnine aksetmiş olmasa da “hukûkun umûmî prensibi”, yâni aklen ve mantıken aksini düşünmenin mümkün olmadığı gerçekler sadedinde tatbik olunagelmiştir. Bilhassa onun başlangıç kısmını teşkîl eden ve “ahkâm-ı umûmiyye”, yâni umûmî hükümler başlıklı ilk yüz maddesi bu durumdadır.
Mecelle’deki umûmî kaidelerden bir kısmı şöyledir:
1. Âdet muhkemdir
Bu, iki küçük kelimeden teşekkül etmiş bir Mecelle kaidesidir. Fakat hukûkun umûmî bir prensibi olarak büyük bir ihtiyacı hâlâ karşılamaya devam etmektedir. Meselâ bir anlaşmanın taraflar arasında belirtilmemiş olan bir husûsundan ihtilâf çıkarsa, bunun halledilebilmesi için âdeten o mıntıkadaki uygulama esas alınır. Çünkü âdet olarak tatbik edilen hususun, mantıken taraflarca bilindiği kabul olunur.
2. Sû-i misâl, misâl olmaz
Bu da üç kelimeden kurulu bir hukûk ve mantık kaidesidir ki, hâlâ geçerlidir. Bunun mânâsı, bir hareketi mâzur kılmak için o hareket gibi kötü olan veya suç teşkil eden başka hâdiseler emsâl gösterilemez demektir. Meselâ bir hırsıza sorulsa:
“–Niçin çaldın?”
O da
“–Falan adam çaldı, ben de çaldım” dese, verdiği misâl, onu mâzûr göstermez.
3. Berâet-i zimmet, asıldır
Yâni aksi isbât edilinceye kadar bir kimsenin suçsuz kabul edilmesi îcâb eder.
4. Şek ile yakîn zâil olmaz
“Kesin olarak bilinen bir şey, şüphe ile yok sayılamaz.”
Herhangi bir şeyin veya bir işin sübûtu yakînen bilindikten sonra aksine delil olmadıkça o şeyin sübûtu ile hükmolunur. Sonradan ortaya çıkan şüphenin bir tesiri olmaz. Nitekim âyet-i kerîmede «Zan gerçek nâmına bir şey ifâde etmez» (Yûnus 36) buyurulmuştur. Bu kaide, ibâdet, muâmelât ve cezâ hukûku olmak üzere bütün hükümlerde geçerlidir.
Bir kimse abdest aldıktan sonra abdestini bozup bozmadığı konusunda şüpheye düşerse abdestli sayılır. Fakat abdest bozduktan sonra abdest alıp almadığı konusunda şüpheye düşerse abdest almamış kabul edilir.
Bir kimse alacaklı olduğu kimseyi borcundan ibrâ etse (bana borcun yoktur dese) sonra da bundan şüphe edip borçlu olduğunu söylese, ibrâ geçerli olup borç düşmüş olur.
5. Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur
“Bir kimse iki şerden birisini işlemeğe mecbur kalsa, hafif olanını işleyip diğerini terkeder.”
Buradaki şer, meşrû olmayan, yâni şer-i şerîfe muvafık olmayan şey demektir.
Osmanlı Devlet geleneği içerisinde çok tartışılan “kardeş katli” meselesi bu ve benzeri kaidelerle îzâh edilmiştir.
6. Zarar-ı âmmı def için zarar-ı hâs ihtiyâr olunur
“Umumî bir zararı ortadan kaldırmak için hususî zarar tercih edilir.”
Câhil tabîbin vazîfe yapmasına mânî olunur.
Fiyatlar aşırı şekilde yükseldiği zaman, kadı ehl-i vukûfla istişâre ederek fiyatların belli seviyede tutulması için tedbir alabilir.
7. Def-i mefâsid celb-i menâfîden evlâdır
“Fesad ile menfaat (fayda) karşı karşıya geldiğinde, yâni fayda getirecek bir işi yapmak aynı zamanda bir fesadı da işlemeyi gerektiriyorsa, bu fesadı işlememek için menfaatin terkedilmesi daha iyidir.”
Çünkü mefsedetten (menhiyyât) kaçınmak hususunda dînin itinâsı, emrolunan (me’mûrât) hususlardaki itinâsından daha ziyadedir. Ancak menfaat ciheti daha büyük olursa o zaman mefsedetin vukûuna bakılmaz. Nitekim yalan söylemek büyük bir mefsedet olduğu halde, iki kişiyi barıştırmada daha büyük bir menfaat olduğu için yalana cevaz verilmiştir.
Bir kimsenin hânesi civarında bir demirci dükkanı açılsa ve bu dükkan sebebiyle hâneye büyük bir zarar terettüp edecek olsa, bu dükkan kapattırılabilir.
8. Bir iş dıyk oldukta müttesî olur
“Bir işte daralma görülünce ruhsat ve genişlik cihetine gidilir.”
Bu kaide de, bir önceki kaideyle aynı muhtevâya sahiptir.
Bir kimseye veya bir cemâate istisnâî bir darlık ârız olursa, bu darlıktan kurtuluncaya kadar onlara kolaylık tanınır. Meselâ borcunu ödeyemeyen kimseye, borcunu ödemesi için zaman tanınır. Bu darlık ortadan kalktığı zaman da hüküm aslına döner.
9. Meşakkat teysîri celbeder
“Bir işte zorluk ortaya çıkarsa kolaylaştırılma cihetine gidilir.”
Bu kaide fıkhın en temel kaidelerinden birisidir. Fukahâ-i kirâmın ahkâm-ı şer’iyyede gösterdikleri ruhsatların ve kolaylıkların bir çoğu bu kaideden çıkarılmıştır. Meselâ caddelerde biriken yağmur sularından kaçınmak mümkün olamayacağından bunların elbiseye sıçraması ma’füv (afvedilmiş) kabul edilmiştir.
Erkeklerin muttalî olamayacakları hususlarda kadınların şehâdetlerinin kabûlü bu kaidenin fer’î hükümlerindendir.
Ancak meşakkatin kolaylığa sebep olabilmesi için ibâdetlerle birlikte normal zamanda bulunan meşakkatten farklı olması gerekir. Meselâ namaz için soğuk günlerde abdest almada ve uzun ve sıcak günlerde oruç tutmada çekilen meşakkatler herhangi bir kolaylaştırmaya sebep teşkil edemez. Yine hakkında kesin delil, yâni nass bulunan, meselâ yapılmaması kesinlikle haram kılınan bir hususta meşakkat özrüyle o nassın hılâfı işlenemez.
Bu şekilde misâlleri çoğaltmak mümkündür.
Ahmed Cevdet Paşa, sadece hukûk sahasında devrinin en büyük âlimlerinden biri olmakla kalmamış, târih ve diğer ilimlerde de aynı seviyede bir âlim ve mütefekkir bir zât olduğunu isbat eden eserler vermiştir.
O, son devir Osmanlı vak’anüvislerinden biridir. “Târih-i Cevdet” adıyla yazdığı dokuz ciltlik Osmanlı târihine ilâveten “Tezâkir” ve “Mârûzât” isimli kaynak kitapları da onun hem târih bilgisinin enginliğini ve hem de târih felsefesi açısından değerini ortaya koymaktadır. Nitekim bazı araştırmacılar, bu yönü dolayısıyla ona “Osmanlı’nın Toynbee’si” lâkabını vermişlerdir.
Diğer taraftan “Kâmûsu’l-Âlâm” adıyla te’lîf eylediği ansiklopedi, bilhassa cihan coğrafyası bakımından büyük bir ehemmiyeti hâiz kaynak kitaplardandır.
Şer’î bir hassâsiyetle kaleme aldığı “Kısâs-ı Enbiyâ” isimli kıymetli eseri ise hemen hemen kendinden sonraki benzer bütün kitaplara kaynaklık etmiş büyük bir eserdir.
Onun fiilî bir eseri de kızı Fâtıma Aliyye Hanım’dır. O da, eserleriyle babası gibi derin bir ilmî kariyere sahip olduğunu ortaya koymuş meşhur kadınlarımızdan biridir.
Hâsılı Ahmed Cevdet Paşa, ilmî derinliği, tefekkür enginliği ve ahlâkî salâbetiyle son devir Osmanlı ulemâsının yüz akı olan âbide şahsiyetlerden biridir. Siyâsî görüşlerindeki sağlamlığı ise, Sultan Abdülhamîd Han Hazretleri’ni sonuna kadar desteklemiş olmasıyla sâbittir. O, Tanzimat ve Meşrutiyet adıyla yapılan mel’anetlere dâimâ karşı çıkmış, hattâ adliye nâzırı sıfatıyla Mithat Paşa’nın Yıldız’da muhâkeme edilmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Cevdet Paşa, ictimâî cephede güçlü olduğu kadar aynı zamanda çocuklarının müşfik bir pederi, ailesinin de vefâkâr bir zevcidir. Nice devlet hizmeti arasında onları ihmâl etmemesi de, onun hak ve adâlet anlayışının derinliğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bir oğlu ve iki kızı olan Paşa, hayatı boyunca tevâzu üzere bir hayat yaşamıştır.
Dört pâdişâh (Abdülmecîd, Abdülazîz, V. Murâd ve II. Abdülhamîd) devrini idrâk eden Ahmed Cevdet Paşa’nın vefâtı, 1895’te vatan semâsını aydınlatan mümtaz bir yıldızın kayışı gibi olmuştur. O devirlerde diğer menfî paşaların cenâzelerindeki alâkasızlık, bu kıymetli şahsiyette görülmemiş, Paşa, ardından bıraktığı ölümsüz eserleri ve büyük hizmetleri sebebiyle halkının gönlünde taht kurduğundan devrinde ender rastlanan muhteşem bir cenâze merâsimine mazhar olarak hayır-duâlarla Fatih Câmii avlusuna defnedilmiştir.
Mezar taşının ilk mısraları şöyledir:
Asrımızın İbn-i Kemâli idi
Hayfâ ki terk i hayat eyledi
Rahmetullâhi Aleyh!
Allâhım! Ahmed Cevdet Paşa gibi siyâsî ve ilmî sâhada âbide şahsiyetlere son derece ihtiyacı olan günümüz insanına maddî ve mânevî nusret ve yardımını böyle mümtaz sîmâları yeniden nasîb ederek ihsân eyle!
Âmîn!

Ziyaret -> Toplam : 125,32 M - Bugn : 77071

ulkucudunya@ulkucudunya.com