« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 May

2012

NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN ŞİİRLERİNDE “HAYAT VE ÖLÜM” TRAJEDİSİ

VEYSEL ŞAHİN 01 Ocak 1970

Özet
Necip Fazıl, Türk edebiyatının önemli şairlerindendir. Edebî hayatında derin kırılmalar yaşayan
sanatçı, varlığını şiir iklimine derin izler bırakacak şekilde örgütler. Şiir, onun iç dünyasının bir aynasıdır.
Şiirlerini modern ve mistik temellerle oluşturan şair, toplumsal sorunlardan olabildiğince
uzaklaşır ve insanın bireysel varoluşunu sorgulayarak iç benliğine yönelir. Böylece sanatçı, hayatın
kabalaşan ve sömürücü yönlerini şiirin içine sıkıştırır. Şaire göre insanın yaşam içinde oturduğu yer, bir
trajedinin oynandığı sahnedir. Bu trajik sahnenin başoyuncuları ise hayat ve ölümdür. Şaire göre hayat,
insana emanet edilmiş kutsal bir süreç ve insanı kaçınılmaz olana taşıyan tek gerçektir. Ölüm ise Necip
Fazıl için hayatın karşısında çekilmiş karanlık bir settir.
Çalışmamızda Necip Fazıl’ın şiirlerinde sık sık vurguladığı “Hayat ve Ölüm” trajedisi üzerinde
durduk.

GİRİŞ
Necip Fazıl Türk edebiyatının önemli şairlerindendir. Edebî hayatında derin kırılmalar yaşayan
sanatçı, varlığını şiirin iklimine derin izler bırakacak şekilde örgütlemiştir. Şiir onun iç dünyasının aynası
niteliğindedir. Necip Fazıl, bu aynaya her bakışında insanı trajik bir çıkmazın içinde dondurur ve öteler.
İnsanın yaşam içinde oturduğu yer şaire göre bir trajedinin oynandığı sahnedir. Şair bu sahneyi farklı
dekorlarla süsleyerek, oturma yerini karanlık, derin, geçici ve ölümcül bir arenaya dönüştürür. O,
şiirlerinde içinde yaşadığı anı kendi benliğinden öteleyerek, görünmeyenin ardındakini görünür kılar.
Necip Fazıl “aslında bir iç huzur arayışındadır. Ve yaşamından memnun değildir.” (Oktay 1993: 993).
Şair, etrafındaki her şeyi “öteki ve ötelerin bakışı” altında karamsar bir yapıya dönüştürür. Her dönüşüm,
onun içsel kırılmalar yaşamasına sebep olur. Etrafındaki nesne ve varlıkları gerçek kimliklerinin ötesinde
bireysel bir dönüşümün merkezine çeken Necip Fazıl, şiirlerinde korku ve tedirginlik nedeniyle karamsar
bir atmosfer yaratır.
Modernlik ve mistisizm onun şiirinin temelini oluşturur. Bireysel ve toplumsal olarak yaşamın
kirlenmiş kutsallığı, şairin nevrotik sancılar çekmesine sebep olur. Fransız şiiri ile klasik şiiri aynı potada
eriten Necip Fazıl, hayatın küçük anlarını yakalar. Yakalanan bu anlar, şairin ruhsal ve düşünsel olarak
ürpermesine neden olur. Böylece “Toplumsal sorunlardan olabildiğince uzaklaşır, insanın bireysel
varoluşunu sorgulayan iç benliğe yönelir.” (Korkmaz vd. 2007a: 238). İç benliğe yönelen sanatçı, hayatın
kabalaşan ve sömürücü yönlerini şiirin içine sıkıştırır. Bu sıkıştırma onun şiirlerinin temel izleğini
oluşturur. Dış dünyanın kabalaşan biçimi, Necip Fazıl’ı kendine ve derinlerdeki ötekine sürükler. Bu
sürüklenişte sanatçı, kendini trajik bir çıkmazın içinde bulur. Şairin trajik çıkmazlıkları yaratıcı
düşüncesini harekete geçirir. İçine düştüğü ruhsal ve düşünsel bunalımlar şaire “daima trajik olan
duyguları düşündürmektedir.” (Okay 1998: 44). Şiirlerini bu duygular içerisinde oluşturan sanatçı, reel
yaşamın üzerine adeta hayat, ölüm, zaman, varlık, ben/lik ve yalnızlık, gibi düşünceleri örter. Karanlık bir
yapıya dönüşen dış âlem artık onun için trajik bir “gayya çukuru” haline gelir. Şairin şiirlerinde sıklıkla
yaşadığı bu ürperiş, sıkıntı ve korkular onun psikolojik yapısını ortaya koyar.
1. HAYATLA İNSANIN TRAJİK YÜZLEŞMESİ
“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…”
(Kısakürek 2003: 35)
Necip Fazıl, şiirlerinde hayatın işleyişi karşısında insanın trajik çıkmazını ortaya koyar. Hayatla
insanın karşılaşması, insanın kendini hayat karşısında sonsuzlama arzusuyla büyük bir çatışmaya
dönüşür. Şaire göre hayat, insana emanet edilmiş kutsal bir süreçtir. İnsana emanet olarak verilen bu
kutsal süreç, onu kendi kaderiyle baş başa bırakır. Tek başına kendi rolünü oynayan insan, her ne kadar
hayatı dizginlemeye çalışsa da bunu başaramaz. Bunun nedeni, hayatın insana istenmeden verilmesi ve
istenmeden alınmasıdır. Nitekim şaire göre hayat, insanı kaçınılmaz olana taşıyan tek gerçektir. İnsan
hayatta iken ölüme her zaman çok yakındır. Hayatta kalma ve hayata tutunma çabası şaire göre insanın
yaşamla kavga etmesine neden olur. Kavganın şiddeti, insanın kimsesiz, çaresiz ve acizliğini gösterir. Bu
yüzden şair, hayata hep başkaldırır. Bu başkaldırış ve çıkamazlar hayat karşısında hissedilen acizliğin
trajikliğidir. Necip Fazıl, “Hayat” adlı şiirinde;
“Ne acı, kaybetmek için sahiplik!
Ölümlüyü sevmek, ne korkulu iş!..
Hayat mı, püf desen kopacak iplik,
Çıkmaz sokaklarda varılmaz gidiş.”
(Kısakürek 2003: 298)
diyerek hayatın insan ile münasebetini ortaya koyar. İnsan için hayat, güzelliklerle dolu olabileceği gibi
korku, acı ve sıkıntılarla da dolu olabilir. Burada önemli olan kişinin hayattan ne beklediği ve onu nasıl
algıladığıdır. Hayat aslında insanın kendisidir. Kendi psikolojik ve ruhi sağaltımlarının dünya üzerinde
yaşayan/yaşanmış görüntüsüdür. Necip Fazıl, dünya/hayatı, karamsar bir ruh hali ile insana yaklaştırır.
Şairin yukarıdaki şiirde de ifade ettiği gibi insanın hayatını yitirmesi acı bir durumdur. Çünkü insanı
dünyalık kılan tek gerçek, beden ve ruh birlikteliğidir. Bu birliktelik insan hayatını simgeler. Şairin insanı
kendi hayatının sahibi olarak algılaması ve gerçekte bunun böyle olmadığını ortaya koyması,
“kaybetmek” kavramıyla acı bir trajediye dönüşür. Zira insan, sevdiklerinin hayatlarını sahiplenen tek
canlıdır. Çünkü insan, hayatı müşterek yaşayan tek canlıdır. İnsanın bireyselleşmesi sahiplenmekten
geçer. Her ne kadar sahiplendiğimiz varlıkların öleceğini bilsek de o acıyı yaşamak hayatın tek trajiğidir.
Şair, “Ne acı kaybetmek için sahiplik/ Ölümlüyü sevmek ne korkulu iş?” diyerek, insanın hayat
karşısındaki çaresizliğini dile getirir. Şaire göre insan, hayatın biteceğini bilen ve onu yaşama ve
tüketmekten başka yapacak bir şeyi olmayandır. Hayat, insan için püf dendiği an kopacak kadar ince ve
narindir. “Hayat mı, püf desen kopacak iplik” ibaresi Necip Fazıl’ın hayata karşı takındığı tavrı ortaya
koyan “açar ibaredir”*. Şair, hayatı çok kısa, bir soluk kadar anlık ve geçici olarak görür. Bunun nedeni
hayatın insan için kısa olmasıdır. Necip Fazıl’a göre hayatın kısa ve anlık oluşu, insanın korkulu tek
gerçeğidir. Hayatla anlık bir sürçme/düşme sonrasında karşılaşan insan, yükselişin de kısa sürede ve anlık
olacağını bilir. Bu yüzden şair için “insanın” varlık düzeni içindeki yeri ve değerini konumlandırmak ve
*
Açar ibare, bir şiirin en anlamlı şekilde açıklanmasını sağlayan anahtar görevindeki mısralardır. Açar
ibare, şiirde bir kelime, bir mısradan oluşabildiği gibi birden fazla kelime veya mısradan da oluşabilir. Açar ibarenin,
anlamlı bir bütünlük kurmasında yardımcı ibare (aracı ibare) devreye girer ve açar ibarenin anlam bütünlüğü ve
derinliği kazanmasını sağlar. Şiirde yardımcı ibare, kavram, simge ve imgeler arasında ilişkiyi güçlendiren, şiirin
dokusunun oluşmasına katkı sağlar. Bu yönüyle açar ibarelerinin bütünlüğü ve zenginliğine yardımcı olur.
Bütün hazinelerin yerin derinliklerinde saklı olması gibi şiir de kendini açar ibare altına saklar. Biz de açar
ibarenin rehberliğinde şiirin eşsiz ve sırlarla dolu evrenine girer ve onu yeniden keşfederiz. Nitekim şiirin içindeki
anlam yoğunluğu en fazla olan kelime veya mısraı, şiiri açan, onu yorumlamamıza yardımcı olan ibaredir. Biz bu tür
kelime ve mısralara açar ibare diyoruz.
anlamlandırmak” (Öztürk 2001: 43) hayatın anlık kopuşu karşısında bir tutunma olarak görülür. Necip
Fazıl, kendini anlamlı kıldığı bu dünyada hayatla var olacağını bilir ve hayatın bir soluk gibi insan
elinden koparılarak alınmasına isyan eder. Onun isyanı, “Çıkmaz sokaklarda varılmaz gidiş”in ince bir
iple dünyalaştırılmasınadır. Sartre’a göre, “hayatın önsel bir anlamı yoktur. Hayatı yaşamadan önce hayat
bir anlam ifade etmez. Ona anlam kazandırmak ve kopuşu trajikleştirmek insanın eseridir.” ( 2001: 62).
Şair, “sevmek”, “sahiplenmek” ve “ölmek” kavramlarıyla hayatı gereklilikler arasında sabitler. Bu
sabitleyiş, şairin bütün algılarını tek yönlü çatışmalar yumağı haline getirir. Hayat karşısında bu tek
yönlülük, onu “çıkmaz” ve “varılmaz” bir sokağa doğru iteler. Bu sokak, onun hayatla yüzleştiği, gerçek
ve kopuşlar arasında sıkıştığı ve sonsuza doğru yürüdüğü trajik ilkidir.
Şiirde “sevmek”, “sahiplenmek” ve “hayat” ibareleri insanî edimlerdir. Bu edimler, incecik bir
iple dünyaya bağlanmıştır. Burada şair, ip sembolüyle hayat ve insan arasındaki bağıntının düzeyini
belirtir. Şiirde ip sembolü, yaşamın insan için kuruluşunu, yükselişini, düşüşünü ve bağlayıcılığını
gösterir. İp simgesi şiirde bu yönüyle kendi anlamının yanında yan anlamlarıyla şiirin merkez gücünü
oluşturan bir değeredir. Şiirde ip sembolü, hayat ve ölüm metaforları ile “sevmek, kaybetmek, gerçek ve
sahip olmak” gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Şiirdeki “Hayat mı, püf desen kopacak iplik,” mısraında ip
simgesi, hayat ve ölümü trajedisini yatay ve dikey boyutları ile sembolize eden aktif bağlayıcıdır. Bu
yönüyle hayat ve ölüm çıkmazı, ip simgesiyle akıl ve ruhun, en geniş anlamıyla insanın, derinliklerinde
yatan gücü/leri aşağıdaki şekilde de görüldüğü üzere hem dikey (yukarı ve aşağı yönde) hem de yatay
(tepe noktası, hayat, insan ve gerçek düzleminde) yönde birleştirir.
İp
Şekilde görüldüğü üzere şair, insanı merkeze alarak insanın hayat ve gerçekler karşısında yaşamış olduğu
çatışmaları trajik son olan ölümle çözer. Hayat, gerçek, ölüm ve insan denklemi dikey boyutta bir
yükselişle yataylığını yitirir. Hayat, bir iplik kadar incedir ve nerede, ne zaman kopacağı belli değildir. Bu
belirsizlik/kader, insanı hayat karşısında korkutan en önemli şeydir. Çünkü hayatı anlamlandıran “sevme,
sahiplenme” gibi kavramlar, insanın ölümle yüzleşme anını acı bir çığlığa dönüştürür.
4
İnsan
Hayat
Ölüm
Gerçek
Çatışma,
Hayat,
Ölüm
Necip Fazıl, hayatın trajikliğini bazı şiirlerinde ironik bir şekilde dile getirir. Ona göre insanın
değişen hayat düzeni içinde kendi yerini belirleyememesi, insanın kendisi ve hayat/kaderle alay etmesine
neden olur. Şair, bu çaresizliği hayata/kadere başkaldırarak trajikomik bir şekilde ifade eder. Necip Fazıl,
“Hayat Mayat” adlı şiirinde;
“Hayat, mayat diyorlar;
Benim gözüm mayat’ta.
Hayatın eksiği var;
Hayat eksik hayatta.”
(Kısakürek 2003: 417)
diyerek hayatın işleyiş biçimi ve gerekliliklerini kendi hayat felsefesine göre açıklar ve hayattan hiçbir
beklentisi olmadığı için de bu hiçliğe, boşluğa savaş açar. Hayatı önemsememek, insanın ve dünyanın
işleyişini önemsememe anlamına gelir. Şair, eksik özne olarak gördüğü hayatı, düzeltmek ve onu anlamlı
hale getirmek arzusundan çok uzaktır. Çünkü ona göre hayatın ne olduğu ve nasıl anlamlı hale geleceği
meçhuldür. Hayatın eksik özne oluşu ve bilinmezliği, Necip Fazıl’ın çaresiz kalmasına, hayat ve
işleyişiyle çatışmasına neden olur. Bu trajik durum şairi, hayat ve varlığın akışı karşısında çaresiz bırakır.
Şair bu çaresizlikle hayatın işleyişine başkaldırır. Ancak hayat kuşatmasıyla çepeçevre sarılan
şairin/insanın ona uymaktan başka yapacağı hiçbir şey yoktur.
İnsan, kendi varlık alanını ihlal eden tek canlıdır. Lakin sürüp giden hayatı ihlal edememe ise
onun tek trajiğidir. Ontolojik olarak hayat karşısında varlığını tamamlamayan insan, fenomenolojik olarak
kendini başka varlıklara dönüştürme arzusundadır. Necip Fazıl da hayatın insanı sıradanlaştıran bu
yönünden kurtulmak ve kendini ötelere taşımak ister. Ancak hayat, insanı dünyaya öyle sıkı bağlar ki,
ondan kurtulmak, ölümün kollarına atılarak gerçekleşir. Şair;
“Gönlüm uçmak isterken semavî ülkelere;
Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere…”
(Kısakürek 2003: 251)
diyerek hayatın insanı “yere” mahsus bir canlı yapışını dile getirir.
Şair hayatın trajik işleyişinden kopup kurtulmak için uçmak ister. Dünya, yer ve topraktan
ayrılış arzusu, hayatın işleyişine bir alternatif sunmadır. Şair, gönlündeki semavî ülkelere kaçma arzusu
karşısında “yerdeki gölgeler”, onu biçare hayata ve dünyaya bağlar. Şairin semavî ülkelere ulaşma isteği
aslında onun içtenlik mekânlarına açılma arzusudur. Şair, bu mekânlar sayesinde kendini tamamlamak
ister. Korkmaz’a göre insanlar içtenlik ve “geniş mekânlarda kendini güvende hisseder; kimliği, varlığı,
değerleri koruma altındadır. Ontolojik anlamdaki bu huzur ve güven duygusu varlığın içten dışa doğru
açılmasını akmasını sağlar. Mekândaki genişlik algısı da fenomenolojik anlamdaki bu akıştan
kaynaklanır.” (2007b: 411). Şairin uçarak varmak istediği ülke, hayatın yersel işleyişine alternatif olarak
sunulur. Fakat şairin ayağının takılı kaldığı “gölgeler” ise dünyanın insanı bedensel olarak kendine çektiği
değerlerdir. Şair, gölge sembolüyle insanın topraktan ve geçici bir suretle yaratıldığını vurgular. Aynı
zamanda şaire göre gölge, karşıt gücü de simgeleyen bir değerdir. Yani düşmandır. Jung; “Gölge,
rüyalarda, genelde rüya gören kişi ile eş cinsiyette sahip, uğursuz ve tehditkâr bir figür olarak belirir. Bu
kişi çoğu zaman farklı bir millete ırka veya renge sahiptir. Bununla beraber şüphe, öfke ve korku gibi
duygulanmalar yol açan düşmanca bir tavır söz konusudur.” (Stevens 1999: 65-66) der. Şair de dünya ve
dünyadaki hayatı korku verici, geçici bir güç/gölge olarak muhayyilesinde canlandırır. “Ayağım takılıyor
yerdeki gölgelere” diyen şair, insanı hayat karşısında aciz bırakan güç karşısında çaresizliğini ortaya
koyar.
İnsan, hayat karşısında mutluluğu arayan bir varlıktır. Mutluluğu, rahatlığı ve sevgiyi hayatın
içinde bulamaya çalışan insan, şaire göre “bir mesut zalim”dir. “Aramak”, “çabalamak” ve “yitirmek”
onun tek kaderidir.
“İnsan, bir mes’ut zâlim, insan bir mağrur cahil;
Tekne kırık, su azgın ve kayıplarda sahil…”
(Kısakürek 2003: 107)
Şair yukarıdaki mısralarda insanı, hayat karşısında cahilliği ve bilgisizliğinden dolayı azgın bir
su içinde yüzen kırık bir tekneye benzetir. Şaire göre hayat bir sudur. Ancak azgın bir sudur. Bu azgın su,
rahminde durmadan kendi değerler dünyasını doğurur. İnsan ise bu azgın suyun içinde kendini bulmaya
çalışan yalnız ve cahil/eksik bir varlıktır. Şaire göre insanın hayat karşısındaki mutluluğu, onun cahil ve
eksikliğinin bir göstergesidir. Dünya hayatında mağrurlanan insan, hayatın trajikliğini unutan “bir mesut
zalim”dir. Oysaki hayat denizinde tekne, muhakkak batacaktır. Sahile ulaşmak ancak hayatın tezadı,
ölümle gerçekleşecektir. İnsan ancak ve ancak bu trajik olaydan sonra sahile ulaşabilir.
Şair hayatı, insana geçici olarak verilmiş kutsal bir emanet olarak ele alır. İnsan ise ona verilen
hayatı/kaderi yaşamaktan başka yapacak bir şeyi olmayan mesut bir zalimdir.
2. YAŞAMI ELDEN ALAN ÖLÜM/ ÖLÜM TRAJEDİSİ
“Ölümü sığdıramaz,
Akıl daracık koğuk.
Ölemez, çıldıramaz,
Ağlarlar boğuk boğuk.”
(Kısakürek 2003: 131)
Necip Fazıl, şiirlerinde ölüm izleğini çok sık kullanan bir şairdir. Ölüm, onun için hayatın
karşısında çekilmiş karanlık bir settir. Ölümün karanlık oluşu, Necip Fazıl için büyük bir trajedidir.
Çünkü şaire göre ölüm, insanı yok eden bir fonemendir. Şair, şiirlerinde ölüm metaforu ile insanın ölüm
karşısında ürperişlerini ortaya koyar. O, şiirlerinde insanı, hayata her zaman aç ve hayatı tüketen bir
varlık olarak görür. Şaire göre insan, ömrü boyunca hayatı yer, fakat ona asla doymaz. Ancak ne var ki
“her canlı ölümü bir gün tadacaktır”. Ölüm bu yönüyle gerçeğin ta kendisidir. Hayattan ayrılmak,
kopmak, düşmek ve sona ermek ölümle gerçekleşir. Bundan dolayı şair/insan, gerçeğin kendisi olan
ölümü trajik bir çığlık olarak duyumsar. Şarin/insanın istemi dışında gerçekleşen bu durum, onun ölüme
başkaldırmasına neden olur. Bu yönüyle ölüme karşı yapılan her başkaldırı, bir trajediyi de beraberinde
getirir. Nitekim ölüm aç bir kurttur ve her zaman insan bedenini kemirir. Necip Fazıl da bu yüzden
şiirlerinde, ölümle hep savaş halindedir.
“Köpek korkusiyle korktum ölümden,
Ölmeden ölmeyi anlayamadım.
Ne güneşler doğup battı üzerimden;
Bir günü bir güne bağlayamadım.”
(Kısakürek 2003: 71)
diyen şair, ölüm korkusunu köpek korkusuyla özdeşleştirir. Çünkü insan, ölümü hayattayken asla tecrübe
edemez. Ölüm, tecrübe edildiğinde varlık canlılığını yitirir. Necip Fazıl’ın ölüm korkusunu hayatta
yaşanabilecek bir korkuyla eşleştirmesi, o korkuyu yaşayan için verdiği trajediyi ortaya koyma
çabasındandır. Şaire göre hiçbir insan, tam anlamıyla ölmeden ölmeyi anlayamaz. Çünkü ölüm, bir
bilinmezliğe çekiliştir. Nitekim “Epikür, ölümü, duygu ve şuurun kaybolup, insanın yok olması şeklinde
yorumlamıştır.” (Koçer 1997: 22) der. Ölüm, bir zaman kesitinin sona ermesi ve insanın bu akışkan
zaman diliminde kendini tamamlayamadan veya kendini kutsal olan yaşama bağlamadan ayrılmasıdır.
İnsan, farkında ya da farkında olmadan kendisine verilen zamanı ölümle tüketir. Ölüm, bize emanet
olarak verilen zamanı, tükenişe çeken trajik bir durumdur. İnsanın kendini bilmek/ tanımak için
kullandığı akıl, ölümü ve onun işleyişini kolay kolay idrak edemez. Çünkü insan, ölümü sadece tecrübe
eder. Necip Fazıl’ın da dediği gibi: “Ne güneşler doğup battı üstümden/ Bir günü bir güne
bağlayamadım.” ibaresi, ölümün, geçici hayat karşısındaki yerini belirler. Çünkü şaire göre doğmak,
ölmek şartıyla insana ödünç verilir. Ödünç verilen yaşamı benzeri biçimlerle ölüme yaklaştırmak, insanı
ölüm mevzuunun nirengi noktasına taşır. Çünkü ölümü düşünmek, ölmekten daha sarsıcıdır. Necip Fazıl
da ölümü köpek korkusunun izlerinde bulmaya çalışır. Burada şair için korku, ölümü trajikleştiren en
önemli metafordur. Ölüm, Necip Fazıl göre korkunun rahminde büyür.
Necip Fazıl, geçici hayat karşısında ölümün insana sunduğu sonsuzluk ve yokluk trajedisini dile
getirir. Ona göre ölüm, “mezar, kefen, kabir, tabut, münkir-nekir, toprak” gibi simgelere bürünür.
Karanlık bir mabedin içinde yankı bulmayan ölüm sedası, onun kişisel trajedisinin derinliğini ortaya
koyar. Çaresizlikler içinde kendi tragedyasını oynayan şair, sonludan sonsuza doğru geçişi dramatik
tablolar zinciri olarak okuyucusuna sunar.
Böylece insana ödünç olarak verilen yaşamın kutsallığı, yine insanın elinden o istemeden alınmış
olur. Şair ise bu alışverişte kendi içine düştüğü durumu, dünyanın yüzüne şiirsel/metinsel/sessel bir çığlık
olarak haykırır. Çünkü ölüme karşı tavır, insanın varoluşsal olarak tek çıkmazıdır.
Şair ölümü, akılın aynasında karanlık bir kuyu olarak görür.
“Ey akıl, nasıl da delinmez küfen?
Ebedî oluşun urbası kefen!
Kursa da boşluğa asma köprü, fen,
Allah derim, başka bir şey demem!”
(Kısakürek 2003: 23)
Şair, akıl ve öngörüleriyle ölüm karşısında aciz kaldığını ve istemeyerekte olsa dünyaya gelerek onun,
“urba ve kefeni”ni giyeceğini insan bilincine imgeler. Şair için ne doğum kişinin kendi isteğiyle, ne de
ölüm kişinin kendi arzusuyla olur. İstemeden yaşamaya mahkûm edildiğimiz hayat, bizi istemeden de
ölüme iteler. Şair ölümle, ölümün diyarında yaşayacağının farkındadır. Bunun nedeni ölüm korkusunun
benimsenmesindendir. Ölümü benimsememek, insanın trajikliği ve çaresizliğini acı bir duygu olarak
hissettirir. Nitekim birey, ölümlü bir varlık olduğunu kavradığı ölçüde, dünyadaki ödevlerinin farkına
varır. “Dinî bakış açası da, bireyin ölüme yaklaşımında sükûnet, boyun eğme ve kabul tutumu meydana
getireceği söylenebilir.” (Koç 2002: 347). Bundan dolayı şair, kendi mizacını ölüm korkusuyla besler.
Çünkü bundan başka yapacak bir şey yoktur.
“Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.”
(Kısakürek 2003: 134 )
Necip Fazıl’a göre ölüm, bir eşiktir. Ölümün eşik olması insanın içinde yaşadığı ortamı terk
etmesini emreder. Çünkü eşik, bütün insanların geçeceği veya geçmek zorunda olduğu bir alan-yerdir.
Necip Fazıl’a göre bu eşiğin insanı trajik bir varlığa dönüştürmesi, hem bedensel, hem de ruhsal olarak
bir değişimi ve dönüşümü de beraberinde getirmesindedir. Her değişim ve dönüşüm insanın isteği dışında
olduğu için insan buna direnmek zorundadır. Zorundadır, çünkü ölüm karşısında insanın trajikliği burada
yatar. Geride kalan dost ve sevgililer, değişimin ve dönüşümün karşısında çığlık çığlığadır. Bunun sebebi
köklü ayrılıktır. Muhakkak ki insan ayrılığın bilincine varan tek canlıdır. Bu sonsuz ayrılığı idrak eden
şair de şiirlerini bu temel izlek etrafında kurar.
Ölüm izleği, Necip Fazıl’ın bilinç ve bilinçaltını adeta bir çatışma alanına dönüştürür. Bilinç ve
bilinçaltı ölümü lanetler, bilinçdışı ise sonsuzluğun eşiği olarak ölümü çoktan kabullenmiştir. Şair
şiirlerinde ölümü insana usulca sokulan ve insanı bu dünyadan ayıran bir metafor olarak ele alır. Sanatçı
insanın ölümle kuşatılmasını, zaman ve mekanın ötesine geçememesine bağlar. Ona göre insan,
yaratılışın bu garip kuşatılmışlığı içinde ontik olarak bir sığınama ve güveneme duygusu eksikliği
hisseder. Nitekim hayatın ip kadar ince ve rüzgar kadar geçici oluşu, bütün varoluşları sonlu hale getirir.
Dikey bir doğrultuda insanı yücelten, büyüten ölüm, Necip Fazıl’ın şiirlerinde insanı geren, karanlığa
taşıyan müphemleştiren bir eşik özelliğe bürünür.
Bilinçaltı
Necip Fazıl için ölüme çekiliş, bireysel anlamda bütün düşlerin sonsuza kadar
gerçekleşmemesidir. Düşler yuvası olan hayatın, ölümle elden alınması, bu yönüyle onun en korkulu,
sıkıntılı düşüdür. Aşağıdaki şekilde de görüldüğü üzere Necip Fazıl, yatay (hayat, beden akıl, bilinç,
bilinçaltı) ve dikey yönleriyle (ruh, ölüm, son gizli, karanlık) kuşatılmışlığın trajedisini yaşar.
Ahiret
Ötekine Çekiliş
Alem
Ahirete Çekiliş
Ölüm Eşik
( Birey )
Düşsel
Eşik Ölüm
Bilinçaltına Çekiliş
Yuva
Bilinçaltına Çekiliş
Sıkıntı
Kaçma
Dünya
Necip Fazıl şekilde de görüldüğü üzere dikey bir doğrultuda ölümü trajikleştirirken yatay bir
eksende kendini ölüme hazırlamak zorundadır. Çünkü bütün canlılar bir inişin sonrasında, tekrardan bir
noktaya kadar yükselir ve daha sonra ölümle evrenin kutsal işleyişine katkıda bulunur. Bu katkıda
bulunuş kimi zaman korkunun ikliminde büyürken, kimi zaman ayrılığın sancılı rahminde kendini
büyütür. Nitekim ölüm trajedisini insanoğlu yaşadıkça hep hissedecektir.
Necip Fazıl ölümü, bir çocuk gibi şiirlerinin rahminde taşıyarak orada büyütür. Çünkü ölüm
bütün insanların yegane kendiliği, kendine “Mutlak” a dönüşüdür. Şaire göre insana verilen bütün
değerler, ölümle tekrardan elinden alınır. Elden alınış insanı kimsesiz, elsiz-kolsuz, güçsüz bir çocuğa
dönüştürür. Şaire göre insanın tekrardan çocuğa dönüşümü, onun trajikliğine bir göndergedir. Necip
Fazıl, hayat denilen olgunun anlık olarak varoluşunu ölümle devingenleştirir. Hatta hayatı üst bir olguyla
görevlendirir.
“Burda gelir insana,
Boş günlerin usancı.
Çalar bir kampana,
Ölüm çanından acı.”
(Kısakürek 2003: 163)
Şiirde dünyada mekânla ortak bir ruh oluşturan insanın, zaman ve mekânla kurduğu ilişkinin
trajedisi ele alınır. Bunun nedeni “Gerçek dünyanın bakış açısı kaçınılmaz biçimde trajik” (Orr 2005: 35)
olmasıdır. İnsan burayla ne kadar çok ilişki kurarsa, o kadar büyük bir çatışmanın içine düşer. Korkmaz’a
göre “mikro kozmik düzlemde bireyin trajiği daima bir kopuşla başlar.” ( 2004: 158). Dünyada, ölümün
eşiğinde bekleyen insan, boşa geçirdiği anların vermiş olduğu baskı ve korkuyla bilincini tahrip eder. Her
tahribata uğrayan bilincin ardında ölümün trajik sessizliği yatar. Ancak dünyada bunun farkına varmak
ölmekten daha acıdır. Bir nevi ölümü hayatta iken yaşamaktır. “Çalar bir kampana/ Ölüm çanından acı”
diyen şair, insanın hayatı boşa geçirmesini ölümle eş değerde görmesindendir. Aynı zamanda şair, ölümü
bir çana benzeterek, ölüm ile zaman arsındaki paradoksu ortaya koyar. Ölüm, zamanın içinde büyür. Şair,
zamanın bir boyutunda insan için çalan ölüm çanını, evrensel bir trajedinin yörüngesine oturtur. Şaire
göre bütün insanlık muhakkak bu çanın sesini duyacaktır. Duyuş anı gerideki yaşanılmışlıkları yeniden
zihnimizde canlandırır. Bachelard, “Yalnızca anılarımız değil unuttuklarımızı da içimizde
barındırılmıştır.” (1996: 28) der. Ölüm korkusu, ayrılık muştusunu insana geride yaşanmışlıklarla
tekrardan yaşatır. Geriye dönüp de anıları hatırlamak zaman içinde kayan insanın trajedisi tekrardan
hatırlatır.
“Ölmemek, ilk ve son, büyük kelime;
Çarpıldık, ölmemek için ölüme!
Ver Allah’ım büyük sırrı elime;
Geçmez an, solmaz renk, kopmaz bütünlük.”
(Kısakürek 2003: 117 )
Şair, “ölmemek” için haykırır. Ölüm karşısında yalvarma ve yakarmaktan başka yapacağı hiçbir
şey yoktur. Şair için en büyük kelime ölmemektir. “Ölmemek”, anın içinde kopmamak, solmamak ve
parçalanmamak anlamındadır. Ölmek ise, solmak, parçalanmak ve zamanın anlık akışlığının içinden
koparak, zamanın içinde yok olmaktır. Bu yüzden şair, ölmemek için elinden gelen bütün gücü gösterir.
Ancak buna rağmen ölüme çarpılmaktan kurtulamaz. Bu yüzden Allah’a yalvararak ölümsüzlüğün sırrını
ister. Ölüm karşısında umutsuz ve aciz bir varlığa dönüşen şair, büyük bir bunaltının ve çıkmazın
içindedir. Necip Fazıl için ölümden kurtulmak aslında ölüme daha da fazla yaklaşmak anlamına gelir. Bu
durum umutların umutsuzluğa dönüştüğü bir noktadır ve umutsuzluğun zirvesidir. “Yaşam, umudu yok
etmektedir ve umutsuzluk son umudun eksikliğidir, ölümün eksikliğidir. Ölüm en büyük tehlike olduğu
sürece, yaşamdan bir şeyler beklenir; ama diğer tehlikelerin sonsuzluğu keşfedildiği zaman, ölüm için
umut beslenir ve ölüm umut olduğu sürece tehlike büyüdüğü zaman, umutsuzluk ölmemenin neden
olduğu umutsuzluktur.” diyen (Kierkegaard 2001: 26), umutsuzluğun ölümü, sonsuz kıldığını söylese de
umutsuzluk, insanın ruhunu boğarak ve enerjisini yutar. Ancak insan, her zaman umudun yaşamın
yanındadır. Şair de ölüm karşısında ölümsüzlüğü Allah’tan ister. Sartre, “insanoğlu hiçbir varlığın hatta
Tanrı’nın bile karşısında yer tutmadan edemeyeceği bir varlıktır.” (2005: 32) der. Bu dolayı insan,
kendini hep trajik bir varoluşun içine çekerek, devamlı kendine çatışmalar sahnesi kurar. İnsan bu
sahnede hep parçalanmış ve bölünmüş bir vaziyettedir. Eski Rafta adlı şiirde;
“Oyuncak kırılır, haydi, ya insan,
Nasıl parçalanır, nasıl bölünür?
Söylerler, mezara kulak dayasan;
Bir daha ölmemek için ölünür.”
(Kısakürek 2003: 118 )
diyen şair, insanı maddî nesnelerle bir izdivaca çıkarır. Metayla karşılaştırılan insan, metaya göre daha
acizdir. Necip Fazıl insanı, kırılıp parçalandığında toplanması imkânsız olan karmaşık bir varlık olarak
görür. Ona göre insanın karmaşık ve keşfedilmesi zor bir varlık oluşu, insanı iyiden iyiye trajik bir varlığa
dönüştürür. Şair için insan yaşarken gerçeği algılayabilecek veya ona (gerçeğe) yaklaşabilecek tek
canlıdır. İnsanın en büyük problemi kendini bilinmezliğin ötesine taşımaktır. Bu yüzden insan evrensel
olarak durmaksızın parçalanmak yerine ölmeyi ve ölümün sonsuzluğunu ister. Ölümün yokluğu, insanın
hayatla bütünleşmesini sağlar. Bu yönüyle insan ölümü düşündükçe hayattan zevk almayan, hayattan
korkan bir varlığa dönüşür. Çünkü hayatın insana ölümü ne zaman sunacağı meçhuldür.
“Ölümse,
Gel dese:
Tak tak tak
Mu-hak-kak!
…..
Bir varmış,
Bir yokmuş,
Kararmış ve kokmuş
Dünyamız.
….
Kafiye,
Hikaye
Dava tek:
Ölmemek!”
(Kısakürek 2003: 262-263-264)
Şair ölümün, insanı çağırışının muhakkak olduğunu dile getirir. Şaire göre ölüm dünyada
gerçekleşen ve gerçekleşmesi “muhakkak” olan bir metafordur. Ölüm insanın kapısını “tak tak tak”
çaldığı an, bütün yaşanmışlıklar geride kalır. Şair, ölümün insanı istemeden ziyaret etmesini, varlığın
gerçeği ve trajik çatışması olarak görür. Hayat ve dünyanın, insan için bir masaldan ibaret olduğunu ve
bir an varken, bir an yok olacağını belirten şair özünde dünyayı kararmış ve kokmuş ortam olarak
değerlendirir. Bunu arkasında yatan sebep ise dünyanın insana sonsuzluğu vermemsi, onu bakî kılmaması
vardır.
Şair ile ölüm arasında davalı-davacı konumu vardır. Davacı “Necip Fazıl”, davalı ise “ölüm”
dür. Necip Fazıl’a göre hayattaki bütün hikâyelerin tek amacı vardır. Bu da hayatın davalısı olan
ölümdür. Şair, ölümün hayattaki gerçeğini sıradanlığa giden yaşamın önünde tutarak, ölümün insanları
kendine davet etmesini trajik bir gerçek olarak görür. Bütün insanların bu davete eşlik etmesi ise
insanların acizliği, kuşatılmışlığını gösterir.
Şair şiirlerinde ölümü, insana usulca sokulan ve muhakkak gerçekleşecek olan korku ve
karanlığın en büyüğü olarak ortaya koyar. Ona göre insanın ölüm karşısında çaresiz kalışı, ölüme yenilen
insanın trajedisi anlamına gelir. Bu yönüyle Necip Fazıl, ölümü insanın hayattaki en büyük trajiği olarak
ele alır. Şair şiirlerinde ölümü hayatın tek soylu gerçeği olarak görür.
Sonuç olarak, Necip Fazıl şiirlerinde hayatla ölümü durmadan karşı karşıya getirir. Bu
karşılaşmada insan çaresiz, hapsedilmiş ve pasif bir konumdadır. Şair’e göre bu kuşatılmışlığın tek nedeni
varoluşun yalnızca insana mahsus olmasıdır. Nitekim insan, kendi hayatını yaşamaktan başka çaresi
olmayandır. Ölümle çepeçevre sarılan insanın var olma sürecini özgürce ortaya koyamaması, Necip
Fazıl’a göre insanın tek trajik gerçeğidir. Ruhun sonsuzluk iştiyakı, hayatın elden alınışı ve zamanın
insanı kısıtlaması onun şiirlerinin temel çatışma noktasıdır. Şair şiirlerinde ideal insanın değil, yaşayan,
beklentileri, korkuları ve kaygıları olan insanın hayat ve ölümle mücadelesini anlatır. Çünkü ona göre
hayatın kendisi ölümün tek muhatabıdır. Ölüm, hayatla kendini insana sunar. İnsan ise bu durumu
bilmeye ve anlamaya çalışarak kendi varoluş sürecini tamamlar. Nitekim insan, hayat ve ölüme anlam
veren en önemli canlıdır. Bu yönüyle Necip Fazıl şiirlerinde hayat ve ölüm trajedisini bütün insanlığın
adına duyumsar ve ortaya koyar

KAYNAKÇA
Bachelard, Gaston (1996), Mekânın Poetikası, çev. Aykut Derman, İstanbul: Kesit Yay.
Kısakürek, Necip Fazıl (2003), Çile, İstanbul: Büyük Doğu Yay.
Kierkegaard, Sören (2001), Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, çev. Mehmet Mukadder Yakupoglu, İstanbul:
Ayrıntı Yay.
Koç, Mustafa (2002), “Ölüm Psikolojisi 2”, Tasavvuf, İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Temmuz-
Aralık s. 338- 362
Koçer, Şevket Servet (1997), Necip Fazıl Ölüm ve Ölümsüzlük, Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri, (Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tezi)
Korkmaz, Ramazan (2004), Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme Sorunu ve Dönüş İzlekleri, Ankara:
Türksoy Yay.
Korkmaz, Ramazan vd. (2007a), “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı,
(Editör. Ramazan Korkmaz), Ankara: Grafiker Yay.
Korkmaz, Ramazan (2007b), “Romanda Mekânın Poetiği”, Edebiyat ve Dil Yazıları, Mustafa İsen’e
Armağan (Editörler: Ayşenur Külahlıoğlu İslam, Süer Eker), s.399–415
Okay, M. Orhan (1998), Necip Fazıl Kısakürek, İstanbul. Şule Yay.
Oktay, Ahmet (1993), Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı 1923–1950, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Orr, John (2005), Trajik Gerçekçilik ve Modern Toplum, çev. Abdullah Şevki, İstanbul: Hece Yay.
Öztürk, Nurettin (2001), Türk Edebiyatında İnsan, Ankara: AKM. Yay.
Sartre, Jean Paul (2001), Varoluşçuluk, çev. Asım Bezirci, İstanbul: Say Yay.
Sartre, Jean Paul (2005), Edebiyat Nedir, çev. Bertan Onaran, İstanbul: Can Yay.
Stevens, Anthony (1999), Jung, çev. Ayda Çayır, İstanbul: Kaknüs Yay.

Ziyaret -> Toplam : 125,32 M - Bugn : 76537

ulkucudunya@ulkucudunya.com