« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 May

2012

ALİ SUAVİ

01 Ocak 1970

(1839-1878) Siyasî mücadele ve fikir adamı, gazeteci, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyesi ve ilk Türkçülerden.
1255 yılı Ramazanında (Kasım 1839) İstanbul'da Cerrahpaşa'da doğdu. Çan¬kırı'dan gelerek İstanbul'a yerleşmiş, geçimini kâğıtçılıkla sağlayan, fakir fa¬kat dürüst bir adam olan Hüseyin Ağa-nın oğludur. Ali Suâvi'nin tahsile ne za¬man, nerede ve nasıl başladığı kesin ola¬rak bilinmemekle beraber Ulûm gaze¬tesinde bir kısmı yayımlanan “Yeni Os¬manlılar Tarihi” [134] adlı hatıratında verdiği bilgi¬lere göre Dâvud Paşa Rüşdiyesini bitir¬dikten sonra Bâb-ı Seraskerfde Dersa-adet Yoklama Kalemi'ne girdi ve burada iki üç yıl kadar kâtip olarak çalıştı. Adet olduğu üzere bu sırada cami derslerine de devam etti. Muhtemelen Sami Paşa'-nın Maarif nazırlığı sırasında açılan bir imtihanı kazanarak Bursa Rûşdiyesi'ne muallim oldu (1856). Fakat bazı uygun¬suz davranışları dolayısıyla halkın şikâ¬yeti üzerine bir yıl sonra buradan ay¬rılmak zorunda kaldı. 1858 yılında Si-mav'daki rüşdiyede ve Kurşunlu Medre-sede hocalık yaptı. Kendi ifadesine ba¬kılırsa on sekiz yirmi yaşlarında hacca gitti. Dönüşünde yine Sami Paşa'nın ara¬cılığıyla Sofya'da ticaret mahkemesi re¬isliği. Filibe'de rüşdiye hocalığı ve tahri¬rat müdürlüğü yaptı. Azledilince tekrar İstanbul'a döndü. İstanbul'da bir yan¬dan, başta Sami Paşa olmak üzere şeh¬rin o zamanki fikir muhitlerini teşkil eden bazı paşa konaklarına devam et¬meye, bir yandan da Şehzadebaşı Ca-mii'nde vaazlar vermeye başladı (1866) Henüz Muhbir'Ğe yazı yazmaya başla¬madan önce dinî ilimlerdeki vukufu ile dikkati çeken Ali Suâvi aynı zamanda kuvvetli bir hatipti ve kendisini dinle-yenleri kolayca tesir altına alabiliyordu. Adı ve şöhreti kısa zamanda bütün şe¬hirde duyuldu. Yine kendi ifadesine gö¬re bu vaazlara ara sıra Sadrazam Fuad Paşa bile geliyordu.
1867 yılı başında yayın hayatına giren Muhbir gazetesinin sahibi Filip Efendi'nin teklifi üzerine bu gazetenin yazar kadrosunda yer alan Ali Suâvi, gazete¬de devrin çeşitli siyasî ve sosyal mese-leleriyle ilgili makaleler neşretmeye baş¬ladı. Daha sonra “Yeni Osmanlılar Tarihi'nde bu konuda. “Bu işe parmak sok¬maktan asıl muradım, vatanımız gazetelerinin köhne inşâlarını ve mu'tâd-ı ka-dîm üzre bî-ma'nâ sitayişlerini bozmak idi. Hem lisanı bozdum, hem de memle¬ketimize hürriyet-i aklâm soktum” diye¬rek gazetede devrinin yazı dilinde değişiklik yapmak bakımından oynadığı role işaret eder. Bunun yanında, bu ilk ma¬kaleleri arasında yer alan Belgrad Kalesi'nin teslimi ve Mısır'ın devlete bağlılı¬ğı meselelerinde yapmış olduğu tenkit¬lerle kısa zamanda dikkatleri üzerine çekti. 21 Şubat 1867 tarihli Muhbir2de, o sırada henüz gizli olan Yeni Osmanlı¬lar Cemiyeti'nin hâmisi durumundaki Mustafa Fâzıl Paşa'nın Mısır meselesi münasebetiyle Sultan Abdülaziz'e hita-ben Belçika'da Nord gazetesinde neş¬redilen Fransızca mektubunun tercüme edilerek yayımlanması, aynı mektubun iki gün sonra Nâmık Kemal tarafından Muhbirden iktibas edilerek geniş bir yorumla Tasvîr-i Efkâr'da yer alması üzerine, gizli cemiyetten hükümetle bir¬likte az çok efkârıumumiye de haber¬dar oldu. Bunun hemen arkasından Ali Suâvi'nin Belgrad Kalesi'nin düşmesi ve Mısır meselesi hakkında Âlî Paşayı şid¬detle tenkit eden bir makalesi üzerine, meşhur sansür nizâmnâmesi Kararnâme-i Âlî çıktı. Ardından 32. sayıda Muh¬bir hükümet tarafından bir ay süreyle kapatıldı. Nâmık Kemal Erzurum vali muavinliğine, Muhbirde yazan Ziya Pa¬şa Kıbrıs mutasarrıflığına tayin edilir¬ken Ali Suâvi de Kastamonu'ya sürüldü [135] Ali Suâvi Kastamonu'da iki buçuk ay kadar gözetim altında kal¬dı; Mustafa Fâzıl Paşanın ısrarlı daveti üzerine gizlice oradan ayrılarak İstan¬bul'a geldi ve Courrier d'Orient gaze¬tesinin sahibi Jean Pietri'nin yardımıyla Avrupa'ya kaçtı [136] Mesina'da buluştuğu Nâmık Kemal ve Ziya Paşa ile önce Paris'e gitti. Cemiyetin al¬dığı karar doğrultusunda neşriyat yap¬mak üzere bir süre sonra Londra'ya ge¬çerek orada, “Muhbir doğru söylemek yasak olmayan bir memleket bulur, yi¬ne çıkar” ibaresiyle Muhbir'l tekrar neş¬re başladı. [137] Ancak da¬ha İlk sayıdan itibaren gazetenin, “Avrupa'da muvakkaten ikamet eden ve memâlik-i Osmâniyye'nin maârif-i terakkîsine çalışan bir cem'iyyet-i İslâmiyye tarafından çıkarıldığı şeklindeki ilân¬dan başlayarak bazı aykırı ve geçimsiz hareketleri sebebiyle cemiyet mensubu diğer arkadaşlarıyla kısa zamanda ara¬sı açıldı. Bu arada onun tesirini ortadan kaldırmak üzere Nâmık Kemal ve Ziya Paşa tarafından yine Londra'da Hürriyet gazetesinin yayımına başlandı [138]. Bir yandan, şahsı hakkın¬da Muhbir'de çıkan itham edici bazı yazılar dolayısıyla Âlî Paşa'nın Londra sefareti vasıtasıyla yaptığı baskı, öte yandan bu sırada Fransa ve İngiltere'yi ziyaret eden Sultan Abdülazizle anlaşıp İstanbul'a geri dönen Mustafa Fâzıl Pa¬şa'nın maddî desteğinin kesilmesi üze¬rine 50. sayıda gazetenin yayımına son vermek zorunda kaldı. [139] Bu tarihten sonra Avrupa'daki müca¬delesini tek başına sürdüren Ali Suâvi Londra'dan Paris'e geçti ve Paris'te po¬litik olmaktan ziyade ilmî ve fikri bir muhtevaya sahip Ulûm gazetesini 21. sayıya kadar taş basması usulüyle yayımlamaya başladı. [140] Burada daha çok kültür tari¬hi, tarih, dinî konular, felsefe, eğitim ve ekonomi gibi değişik sahalarda yazı¬lar yazdı. Ancak 1870-1871 Fransız-AIman savaşının çıkması üzerine gazeteyi Lyon'a naklederek Muvakkaten Ulûm Gazetesi Müşterilerine adıyla neşre de¬vam etti. [141] Paris'te kaldığı altı yedi yıl içinde, gaze¬teden başka bir yandan da fikri ve siya¬sî muhtevalı bazı küçük risalelerle sal¬nameler yayımladı. 1870'ten sonra Yeni Osmanlılar'la herhangi bir münasebeti kalmayan Ali Suâvi'nin 1876'da İstan¬bul'a dönünceye kadar kaldığı Paris'te kimlerle ve hangi çevrelerle ne gibi mü¬nasebetlerde bulunduğu yeterince bi¬linmemektedir.
Alt Suâvi, Abdülaziz'in tahttan indirilişi ve V. Murad'in çok kısa süren padi¬şahlığı ardından tahta geçen II. Abdülhamid'in izni ile İstanbul'a döndü. [142] Kendisine güven ve ilgi gösteren hükümdar dış meselelerle ilgili olarak Batı'daki neşriyatı takip ve tercüme et¬mek üzere Cem'iyyet-i Mütercimîn adıy¬la kurmayı düşündüğü cemiyete onu da üye seçmişti. Ancak cemiyet daha ilk toplantısından hemen sonra dağıldığın¬dan burada çalışma fırsatı bulamadı. Midhat Paşanın azledildiği ve Meclis-i Meb'ûsan'ın birinci devresinin sona er¬diği günlerde [143] Midhat Pa¬şa ve meşrutiyet rejimi aleyhine yaz¬dığı birkaç makale ile sarayın güveni¬ni kazanan Ali Suâvi padişah tarafın¬dan Mekteb-i Sultanî müdürlüğüne ge¬tirildi. Fakat kısa zamanda okul idare ve disiplininin bozulması ve aslen İn¬giliz olan karısı ile okulda yatıp kalkma¬sı dolayısıyla çıkan dedikodular yüzün¬den bir yıl sonra bütün resmî görevle¬rine son verildi. [144] Böylece Abdülhamid'in gözünden düşen Ali Su¬âvi'nin 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı [145], Meclis-i Meb'ûsan'ın kapatıl-ması gibi memleketin kaderini değişti¬ren bazı önemli olayların cereyan ettiği bu tarihten ölümüne kadar geçen süre içinde ne yaptığı yine kesin olarak bilin¬memektedir. B. Lewis, onun bu sırada Üsküdar Komitesi adıyla gizli bir cemiyet kurduğunu ileri sürerken başka araştır¬macılar İngiliz ve Ruslar'la sıkı münase¬bette bulunduğunu iddia etmektedir¬ler.
Ali Suâvi'nin 18 Mayıs 1878 tarihli Basîret'te şu kısa fakat oldukça anlamlı fıkrası yayımlandı: “Devlet-i Aliyyenin haricî politikası şu sırada birtakım müşkilâta tesadüf etmiş ise de bunun hüsn-i suretle tesviyesi çaresi imkânsız değil¬dir. Pazartesi günü gazeteniz İle neşre¬deceğim makalenin mütalaasını evliyâyı umura ve umum ahaliye tavsiye ede¬rim”. Ali Suâvi bu fıkranın çıkışından iki gün sonra, 20 Mayıs 1878 günü, 93 Har¬bi yüzünden Balkanlar'dan İstanbul'a gelmiş Filibeli muhacirlerden topladığı yaklaşık 250 kişilik bir grupla Çırağan Sarayı'nı basarak büyük bir ihtimalle II. Murad'ı tekrar tahta çıkarmak isterken, Beşiktaş Karakolu muhafızı Hasan Ağa [146] tarafından başına sopa ile vurulmak suretiyle öl¬dürüldü. Ali Suâvi veya Çırağan Vak'ası denilen bu olay üzerine sonraları birçok araştırma yapılmış olduğu halde, hare¬ketin başarısızlığa uğraması dolayısıyla evindeki bütün evrakın karısı tarafın¬dan imha edilmesi yüzünden olay hâlâ tam olarak aydınlanamamıştır. Hayatı gibi ölümünün de perde arkası gizli ka¬lan Ali Suâvi'nin, hangi gaye uğrunda olursa olsun, II. Abdülhamid'e karşı II. Murad'ı yeniden tahta çıkarmak isterken can vermesi, bir süre sonra Jön Türkler tarafından millî bir kahraman olarak benimsenmesine ve bayraklaştırılmasına yol açmıştır.
Tanzimat sonrası yazar ve fikir adam¬larının büyük bir kısmı kültürlü ve zen¬gin ailelerden geldikleri halde Ali Suâvi halk tabakasından çıkmış ve kendi ken¬disini yetiştirmek suretiyle edebiyat ve kültür çevrelerinde yer almıştır. Klasik bir medrese tahsili ve düzenli bir eğitim görmeyen Ali Suâvi felsefeden filolojiye, tarihten coğrafyaya, edebiyattan politi¬kaya, sosyolojiden iktisada ve dinî ilim¬lere kadar birçok konu ile meşgul olmuş tam manasıyla bir “Ansiklopedist” şahsi¬yettir. Devrin diğer yazar ve fikir adam¬larının çoğu gibi o da Osmanlı birliği¬ne inanmış ve daha çok ittihâd-ı İslâm ideolojisini savunmuştur. Büyük ölçüde Şark kültürüyle yetişmiş olan Ali Suâvi, çok sathî de olsa Batı kaynaklı bazı ye¬ni fikirleri öğrendikten sonra kendine göre bir terkip yapmaya çalışmış, bu arada Türkçü görüşler de ileri sürmüş¬tür. Makale ve kitapları dikkatle ince-lendiğinde insicamlı bir kafaya sahip ol¬madığı görülen Ali Suâvi'nin hayatında olduğu gibi savunduğu fikirlerde de bir¬çok tezatlar vardır. Gençlik yıllarında camilerde halka ateşli vaazlar veren, bir ara “Muhaddis” olarak tanınan, hatta Avrupa'da bulunduğu sırada bile başın¬dan sarığını çıkarmayan Ali Suâvi, me¬selâ “Yarım Fakih Din Yıkar” [147] gibi bazı makale¬lerinde, devlet idaresinde din ile dünya İşlerinin birbirinden tamamen ayrılması gerektiğini savunarak laikliği müdafaa eder. Ona göre medenî bir devlet birta¬kım kelime oyunlarıyla değil coğrafya, iktisat ve ahlâk bilgisiyle idare edilebil¬mektedir. Bu yüzden, Osmanlılar'daki devlet yönetiminin serî esaslara dayan¬madığını öne sürerek hilâfet müessese¬sine karşı çıkarken monarşi adını verdi¬ği mutlakiyet rejimi yerine parlamento esasına dayalı meşrutî sistemi savunur. Ancak bir zaman sonra, hâkim nüfus olan Türk unsurunun bütün nüfusun sadece yüzde otuzunu teşkil ettiği bir memlekette meşrutiyet ilân edilemeye¬ceğini anlayarak bu fikrinden vazgeç¬miş görünür. Ali Suâvi hilâfetin ne mu¬hafazasına ne de yıkılmasına taraftar¬dır; çünkü ona göre hilâfet adıyla bir müessese mevcut değildir. “Kudret-i Siyâsiyye der Düvel-i İslâmiyye” [148] adlı makalesinde Hz. Peygamber'in hilâfet adı altında bir vekâlet makamı kurmadığını, bu yüz¬den hiç kimsenin “Halîfe-i Resûlullah” olamayacağını, halife tabirinin “Halef” mânasında yalnızca Hz. Ebû Bekir'e ait bir unvan olduğunu söyler. Monarşi de¬diği ferdî saltanat ve mutlakiyete karşı da cephe alan Ali Suâvi, “Demokrasi” [149] adlı maka¬lesinde ise İslâm devletinin başlangıçta cumhuriyetle idare edildiğinden bahse¬derek mutlakiyet yerine “usûl-i meşve¬rete istediğini açıklar.
Namazda sûrelerin Türkçe'sinin oku¬nabileceğine cevaz verildiğini [150], hutbelerin ise Türk¬çe okunmasında zaruret bulunduğunu ileri süren Ali Suâvi, bununla beraber namazda sûrelerin Türkçe yerine Arap¬ça okunmasını İslâm vahdetine riayeti sağlaması bakımından kabul eder. [151]
Ali Suâvi'nin el attığı diğer konularda olduğu gibi tarih ve özellikle eski Türk tarihi hakkındaki görüşleri de oldukça sathî ve dağınıktır. İlk planda Comte de Gobineau ile Arthur Lumley Davids'in tesiri altında Türk tarih ve medeniyetine eğilmesi, Türk ırkının dünyanın en eski ve medenî ırklarından biri olduğunu id¬dia etmesi, daha sonra haklı olarak Tür¬kiye'de Türkçülük cereyanını başlatanlar arasında sayılmasına sebep olmuştur. Meşhur “Türk” makalesinde [152], Türk ırkının tarih sahnesinde İskitler, Hunlar, Tukyular. Hazarlar. Uygurlar ve Osman¬lılar adıyla önemli roller oynadıklarını belirterek Türkler'in zihnî ve fikrî faali¬yetleriyle Osmanlılar'ın ilme yaptıkları belli başlı hizmetler üzerinde durur. Ona göre Türk ırkı askerî, medenî ve siyasî rolleri bakımından bütün ırklardan üs¬tün ve eski bir ırktır; dünya kültür ta¬rihinde en büyük rolü Türkler oynamış ve özellikle İslâm kültürünü onlar mey¬dana getirmişlerdir. Aynı görüşler doğ¬rultusunda, Ali bîr Nevâfnin Türkçe'nin Farsça karşısında üstünlüğünü ortaya koymak üzere kaleme aldığı Muhâkemetü'l-Iugateyn'mi de Ulûm'da tefrika halinde yayımlayan Ali Suâvi, Türkler'le İranlılar'ın Arapça'yı müslüman miletle-rin ortak kültür dili haline getirdikleri fikrini benimser. Ali Suâvi'nin özellikle Orta Asya ile ilgili yazılarında Rus tehli¬kesine dikkat çekmesi ve bunun İslâmi¬yet'e ve Türkler'e vereceği zararlar üze¬rinde ısrarla durması oldukça önemlidir. Bilhassa “Lisan ve Hatt-ı Türkî” [153] adlı geniş makalesinde Türk di¬linin dünyanın en eski ve mükemmel dil¬leri arasında yer aldığını belirterek, “Osmanlıca” tabirinin ise siyasî bir muhte¬va taşıdığını söyler. Bu yüzden Türk di¬line “Lisân-ı Osmânî” demenin yanlış ol¬duğunu ileri sürenlerin başında yine o gelmektedir. İlk makalelerinden itibaren gazetelerin halkın anlayabileceği sade bir dil kullanması gerektiği üzerinde de duran Ali Suâvi. bütün bunların yanı sıra Arap harflerinin bırakılarak Latin harf¬lerinin kabul edilmesini, ilim terimleri¬nin de Latince'den alınmasını teklif et¬miştir.
Temelde dinî bilgilerle yetişen Ati Su¬âvi. aynı nesle mensup diğer arkadaşla¬rından farklı olarak, ele aldığı birçok ko¬nuyu dinî açıdan değerlendirmiştir. Ge¬rek yaşarken gerekse ölümünden sonra adı etrafında büyük gürültüler kopma¬sına, Avrupa'da kader birliği ettiği en yakın arkadaşlarına varıncaya kadar le¬hinde ve aleyhinde değişik itham ve id¬dialarda bulunulmasına rağmen, 11. Meşrutiyeften sonra ilk Türkçüler'den kü¬çük bir grup dışında, diğer Tanzimat sonrası yazar ve fikir adamları gibi eser¬leri ve fikirleriyle sonraki nesiller üze¬rinde uzun süreli bir tesiri olmamıştır. [154]
Eserleri
Ali Suâvi'nin kendi ifadesine göre, Filibe'den İstanbul'a dönüşünde fıkıh, hukuk, tarih, coğrafya, edebiyat, filoloji ve biyografi alanlarında olmak üzere bir kısmının gazete sayfalarında, çoğunun risale veya yarım kalmış tefri¬ka şeklinde yahut yazma halinde bu¬lunduğunu belirttiği eserlerinin sayısı 127'yi buluyordu.
Muhbir, Tasvîr-i Efkâr, Vakit, Basiret, Müsavat, Ruznâme-i Ceride-i Hava¬dis, Londra'da Hürriyet gazetesi ile ken¬disinin çıkardığı Muhbir, Ulûm ve Mu-vakkaten Ulûm Gazetesi Müşterileri¬ne gibi devrin çeşitli gazete ve mecmu-alarındaki makalelerinden başka bir de tefrika halinde kalan “Ehemmiyet-i Hıfz-ı Mâl” (Tasüîr-i Efkâr), “Ta'rîfât” (Muhbir), “Kaydü'l-mevcûd Saydü'l-mefküd” (Muh¬bir), “Fetâvâ-yı Cihangîrî” (Muhbir) gibi çalışmaları bulunan Ali; Suâvi'nin bunla¬rın dışında kitap veya risale halinde ya¬yımlanan eserleri şunlardır:
1) Kömûsü'1-ulûm ve'1-maârif. Beş forması ya¬yımlanabilmiş bir ansiklopedidir. [155] Ulûm gazetesinin 21. sayısından [156] 25. sayısına kadar [157] on altışar sayfalık ilâveler halinde yayımlanan bu eser sek¬sen sayfadan ibarettir. Ali Suâvi buraya aldığı maddeler arasında ancak sözlük¬lere girebilecek birtakım kelimelere de yer vermiş, buna karşılık mutlaka alın¬ması gereken birçok önemli maddeyi ihmal etmiştir. Almış olduğu maddeler dağınık ve teknik bakımdan zayıf ol¬makla birlikte dil bakımından sadedir. Gazetenin kapanmasıyla birlikte yayını sona eren ansiklopedinin son maddesi “Atabeg”dir.
2) Türkiye fî Sene 1288. [158]
3) Türkiye fî Sene 1289. [159]
4) Türkiye fî Sene 1290. [160]
5) Mısır fî Sene 1288 [161] Ali Suâvi bu salnamelerde sade¬ce birtakım istatistik! bilgiler vermekle kalmamış, bazı konularda çeşitli tenkit¬ler de yapmıştır.
6) Le Khiva [162] Rus¬ya'nın Orta Asya'daki bir müslüman Türk hanlığı olan Hîve'yi zapta hazırlandığı bir sırada kaleme alınan bu eserde Ali Suâvi, Osmanlı Devleti'nin bu Türk han¬lığı ile tarih boyunca iyi münasebetler kurmamış olmasını tenkit ederek dev¬leti bu meseleye müdahale etmeye da¬vet eder. Eserin yeni harflerle de bir baskısı vardır: Ali Suâvî'nin Hive Han¬lığı ve Türkistan'da Rus Yayılması. [163]
7) Nasreddin Chah d'Iran [164] Ali Suâvi bu risalesinde, zamanın İran hü¬kümdarı Nasreddin Şah'ı ülkesinde gerçekleştirdiği reformlar ile değerlendi¬ren bir portresini yapmakta, şahın men¬sup olduğu Kaçar hanedanına dair izah¬tan başka, İran'ın o günkü durumu hak¬kında bazı istatistik! bilgiler de vermek¬tedir.
8) Devlet Yüz On Altı Buçuk Mil¬yon Lira Borçtan Kurtuluyor. [165]
9) A Propos de l'Herzegovine [166] içinde Ali Suâvİ'nin kendi eliyle yaptığı İki haritanın da bulundu¬ğu büyük boy doksan altı sayfadan iba¬ret olan ve devrin siyasî konularının ele alındığı bu eser şu bölümlerden mey¬dana gelmektedir:
a) Şark Meselesi Diye Bir Şey Mevcut mudur?;
b) Milliyetçilik;
c) Pan-İslavizm;
d) Osmanlılar-Din-Milliyet;
e) Avrupa ve Beşeriyet Osmanlılar'a Neler Borçludur?;
f) İstan¬bul ve Rusya;
g) Avrupa Türkiyesi'nin Nüfusu;
h) Osmanlı ve Rus Kuvvetleri;
ı) Şark Meselesi İskenderiye'dedir.
10) Montenegro [167] Karadağ'ın Osmanlılar'a ait olduğunu iddia eden ve Batı dünyasında yazılmış çeşitli eserlerden yaptığı iktibaslarla bunu ispatlayan Ali Suâvi, burada Rusya'nın Hersek ve Karadağ isyanlarını hazırlarken Avus¬turya ve Fransa gibi Batılı devletlerin de buna seyirci kaldığını açıklar. Sultan Abdülaziz'in hal'i ve V. Muradın tahta geçişi münasebetiyle kaleme alınan eserde yeni padişahın meşrutiyete olan inanç ve bağlılığı üzerinde de durul¬maktadır.
11) Defter-i A'mâl-i Âlî Paşa [168] II. Meşrutiyetten sonra Âlî Paşa'nın Siyâseti adıyla ikinci baskı¬sı yapılmıştır. [169] Ali Suâvi bu risalesinde, 1854ten 1870'e kadar sadrazam ve hariciye nâzın olarak idare başında bulunduğu devrede Osman¬lı İmparatorluğu'nda cereyan eden Gi¬rit İsyanı, Kırım Savaşı, İslahat Fermanı, Memleketeyn Meselesi, Düyün-ı Umûmiyye gibi birçok konudan sorumlu tut¬tuğu Âlî Paşa'yı insafsızca ve sert bir dille tenkit etmektedir.
12) Fransa'da Paris Şehrinde Müsâiereten Mukîm el-Hâc Ali Suâvi Efendi Tarafından Yine Paris'te Kânîpaşazâde Ahmed Rif'at Bey'e Yazılan Mektubun Sure¬ti [170] Yeni Osmanlılar'dan Kâni-paşazâde Ahmed Rifat Bey'in kendisi aleyhinde ağır ithamlarda bulunduğu Hakîkat-ı Hâl der Def'-i İhtiyâl [171] adlı risalesine karşılık Ali Suâvi'nin bu ithamlara cevap mahiyetinde kale-me alıp taş basması olarak yayımladığı bir risaledir.
13) Huküku'ş-şevârî' [172] Doğrudan doğruya şehirci¬liğe dair olan bu risalede çeşitli âyet, hadis ve konuyla ilgili muteber kitap¬lardan yapılan bazı iktibaslarla medenî bir şehrin nasıl olması gerektiği üzerin¬de durulmaktadır.
Ali Suâvi'nin tercüme veya birtakım ilâvelerle yeniden neşir mahiyetindeki diğer eserleri şunlardır:
1) Arabî İbare Usûlü'1-hkh Nâm Risalenin Tercüme¬si [173] Ali Suâvi usûl-i fıkhın belli başlı kaidelerini ele alarak bunları kısaca açıkladığını belirttiği önsözde, böyle bir çalışma yapmaktaki maksadı¬nı da. İslâm şeriatının müslümanların XIX. yüzyıldaki ihtiyaçlarını karşılaya¬madığını ve müslüman toplulukların bu yüzden geri kaldığını iddia edenlere kar¬şı hakikati ortaya koymak şeklinde açık¬lamaktadır.
2) Sefâretnâme-i Fransa [174] Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin sefaretnâmesinin haşiyelerle neş-ridir.
3) Takvîmü't-tevârih [175] Kâtib Çelebi'nin eserinin notlar ve zeyil ilâvesiyle neşridir.
4) Tercüme-i Lugaz-ı Kâbis-i Eflâtun [176] İbn Miskeveyh tarafından Yunancadan Arap¬ça'ya tercüme edilmiş olduğu iddiası ile Eflâtun'a nisbet edilen bu eser aslında apokriftir. Kâbis isminin Grekçe Kiyotos'un Arapçalaşmış şekli olduğunu ileri süren Ali Suâvi haşiyeler ilâvesi ile yaptığı bu neşirde, tercümedeki Arapça ha¬talarını da ayrıca düzelttiğini belirtmek¬tedir.

Ziyaret -> Toplam : 125,32 M - Bugn : 78215

ulkucudunya@ulkucudunya.com