« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

29 May

2012

ORHAN KEMAL’İN BAZI ROMANLARINDA BİR ELEŞTİRİ UNSURU OLARAK DİN

Fikret USLUCAN 01 Ocak 1970

Dinler, insanlara daha iyi bir dünya, daha iyi bir yaşam
sunmaya çalışır. Bunu başaramayınca da kuru bir öte
dünya vaat eder.
Orhan Kemal1
ÖZET
Bu makalede öncelikle sosyal gerçekçi roman konusu
irdelenmiştir. Daha sonra sosyal gerçekçi anlayışla yazan
Türk romancılarından Orhan Kemal’in toplumsal bir
eleştiri unsuru olarak din ve dinle ilgili meseleleri ele alış
biçimi ortaya konmuştur. Yazarın Baba Evi, Bereketli
Topraklar Üzerinde, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Eskici
Dükkânı, Kanlı Topraklar, Yalancı Dünya adlı eserleri bu
bağlamda değerlendirilmiştir. Orhan Kemal’in eserlerinde
dini, halkın ıstıraplarının sebeplerinden biri olarak
algıladığına işaret edilmiştir.

Sosyal Gerçekçi Roman
Yazar, kendi fildişi kulesine çekilmiş bir insan bile
olsa, içinden çıktığı toplumun bir ferdidir ve o,
toplumundan ayrı düşünülemez. Bir yazar, öncelikli
olarak sosyal bir amaç gütmediğini söylese de, sadece
estetik kaygılarla eserini kaleme almayı amaçlasa da
kendi toplumunu az ya da çok, eserinde yansıtır. Sosyal
bir gâyesi olan yazarlar da toplumunun, kendince,
aksayan yönlerini dile getirir, toplumuna mesajlar verir.
Reçete sunup sunmamaksa yazarın sanat anlayışına
bağlıdır. Eleştirel gerçekçi romanların reçete sunmadığı,
sosyal gerçekçi romanlarınsa, gösterilen aksaklıklara
reçete sunduğu yaygın bir kanaattir.
Sosyal gerçekçi romancı, kendi gerçekçilik anlayışıyla
ele aldığı konuyu romanına aktarırken belirli bir dünya
görüşüne dayanır. Tipleştirme, karakter çizme; doğa,
çevre ve eşya betimlemeleri hep buna göre olur.
Romancılar, insanların toplumsal ilişkilerini belirleyen ve
düzenleyen sebepleri eserlerinde yansıtırken ne kadar
yansız ve nesnel davranırlarsa davransınlar; içinde
soludukları toplumun aksayan, çürüyen yanlarına da
parmak basmışlardır. Çünkü gerçekçi romancılar,
kahramanların kişiliklerini çizerken onların düşünce ve
davranışlarını yönlendirip biçimlendiren, koşullandıran,
toplumsal etkenleri de görmüş ve tanımışlardır. “Bu
yapıtlar varsıllarla yoksulların, yönetici sınıflarla halk
sınıflarının, tüm kurumlarıyla anamalcı ve kentsoylu
düzenin çatışmalarına ayna tutar. Bu düzeni eleştirir,
acımasızlığını, insan dışılığını gösterir.”2
2
Emin ÖZDEMİR, Yazınsal Türler, Bilgi Yay., İstanbul 1999, s.
311.
Yazarlar toplumsal bir yozlaşmanın edebî esere
aktarılması ve bu yolla toplumun etkilenmesinin nasıl
gerçekleştirileceği konusunda farklı düşünceler ileri
sürmüşlerdir. Bazıları, bu amaca ulaşmak için sergileme
ve betimlemenin yeterli olduğunu, yazarın kendi dünya
görüşünü, toplumsal düşüncelerini açıkça söylemesinin
gerekli olmadığını savunur. Etkili olduğu kabul edilmekle
beraber bu yöntem kullanıldığında, olayların canlı bir
şekilde resmedilmesine dikkat edilmeli, hayal
dünyasından ya da gerçek dünyadan alınan olaylar
okuyucuyu, yazarın amaçladığı şekilde derinden
etkileyecek biçimde düzenlenmelidir. Bazıları da yazarın
roman, hikâye ya da tiyatro eserlerinde okuyucusunu
açıkça kendi savunduğu ilkelere çağırmak zorunda
olduğuna inanır.3
Eleştirel gerçekçilerde toplum, çatışan insan ve sınıf
çıkarlarının bir savaş alanıdır. Bu savaş ve savaşın
geçtiği fiziksel ve toplumsal çevreler gerçekçi yazarların
çoğunun eserlerinde görülmektedir. Eleştirel gerçekçilik,
anamalcı ve kentsoylu yaşama biçiminin yırtıcılığına,
insanı sömürüp tüketişine başkaldırır. Çünkü eleştirel
gerçekçi yazarlar, toplumsal çözümlemeye ağırlık
vermişlerdir. Çözümlemeyi derinleştirdikçe anamalcılığın
insan doğasını nasıl çarpıtıp biçimsizleştirdiğini
görmüşlerdir. Yığınların, çalışan milyonlarca insanın
yoksulluğun bataklığına saplandığına şâhit olmuşlardır.
Serveti ve sermayeyi elinde tutanların, sahip oldukları
servet ve sermayeyi, çalışan insanların alın teriyle elde
ettiklerini anlamışlardır. Bu romancılar, anladıklarını
eserlerine aktarırken de kendilerini eleştirel bir tutum
içinde bulmuşlardır. Böylece sermaye ile emek arasındaki
çatışmayı görmüşler; ancak bunu tüm boyutlarıyla
kavrayamamışlardır. “Eleştirel gerçekçiliğin bir ileri
aşamasına toplumcu gerçekçilik adı verilmektedir. Sosyal
gerçekçilik, çağdaş gerçekçiliğin ta kendisidir. Eleştirel
gerçekçiliğin yöntemini, yolunu yordamını tümüyle içerir.
Ondan ayrılığı, belirleyici bir bakış açısı, bir perspektif
niteliğidir.”4
3
Ali ŞERİATİ, Sanat, (Çev.: E. Okumuş, Ş. Öcal, S. Okumuş), Şura
Yay., İstanbul 1997, ss. 155-157.
4 Emin ÖZDEMİR, A.g.e., s. 313.
Sosyal gerçekçilik de eleştirel gerçekçilik gibi insanı,
doğal ve toplumsal çevresiyle birlikte ele alır. Bireyin
ruhsal davranışlarını, edim ve eylemlerini çizerken onu
oluşturan toplumsal yapıdan ayrılmaz. Böylece bu tür
romanlarda da toplumsal çözümleme yöntemi ağır ve
etkin bir öğe olarak ele alınır. İnsan; değişmeyen,
durağan bir varlık olarak ya da tüm bozuklukların bir
bileşkesi biçiminde düşünülemez. Daha doğrusu insan,
kişiliğini biçimlendiren ve yönlendiren toplumsal
koşulların bir oyuncağı gibi algılanmaz.5
Sosyal gerçekçi roman; hem konu, hem konunun
işlenişi, hem insanın algılanışı bakımından kendine özgü
özellikleri olan bir roman türüdür. Sosyal gerçekçilik;
bütün edebî türlerden ve roman türünden insanda
toplumsal bilincin gelişim ve oluşum sürecini
göstermesini bekler. Sosyal gerçekçi anlayış, edebî
eserlerden; toplumu bilinçlendirme, bilinçlenmeyi
devrimci bir dönüşüm doğrultusunda geliştirme işlevini
bekler, edebî eserlere bu işlevi yükler. Sosyal gerçekçi
roman, bu işlevi yerine getirmek için iki yol seçer:
“Yansıtılan gerçek; salt olan, varolan durum değil, bu
olan ya da varolan durumun gelecekte alacağı biçimi de
gösterirler. Şöyle de diyebiliriz, hem içinde yaşanılan
gerçeği, hem de bu gerçeğin toplumcu devinimle alacağı
biçimi de yansıtır. Böylece okuyucunun düş gücü, özlem
ve istemleri de kamçılanmış olur. Bunun gibi olursa
olumlu tip ve kahramanlar sunma da toplumcu gerçekçi
romanın işlevini yerine getirmenin bir başka yoludur.
Çünkü öykünülecek bir kişiliği vardır olumlu
kahramanın.”6 Olumlu kahraman kendi bireysel çıkarını,
toplumun çıkarlarıyla birleştirir. Toplumsal aksaklıkları
gidermek için savaşır. Sınıfsal bir bilince sahiptir. Bu
bilinçle her güçlüğe katlanır, sınıfsız bir toplum
düzeninin gerçekleşmesi için çaba harcar.
Terimsel anlamıyla sosyal gerçekçilik Rusya’da
doğmuş ve gelişmiş edebî akımlardan biridir. Ancak
sosyal gerçekçi roman, birtakım problemleri de
beraberinde getirmiştir. Bunların başında roman
gerçeğinin bir yana atılması, romanın araçlaşması, okuru
5
Emin ÖZDEMİR, A.g.e., ss. 314-315.
6
Emin ÖZDEMİR, A.g.e., ss. 316-317.
bir düşünceye ulaştırmak için romanı oluşturan
unsurların sunîleştirilmesi gelmektedir. Sözgelişi, roman
kişileri bazı kuramları açıklayıcı bir kişilikle okuyucunun
karşısına çıkarlar. Bunların kişilikleri toplumsal
etkenlerle ya da nesnel güçlerce belirlenmez. Tipiklikten
de yoksundurlar. Bu kişiler şematizmin veya bir tür
şablonculuğun ürünüdür. Sosyal gerçekçi romanın
şematizme düşmemesi, roman yazarının, insan
güdülerini ve kişiliğini şekillendiren çatışmaları doğru
algılamasına bağlıdır.
Sosyal gerçekçiliğin, eleştirel gerçekçiliğin daha ileri
bir aşaması olduğu yukarıda belirtilmişti. Emin Özdemir,
bu açıdan bakıldığında, Türk romanında bu türün
belirgin örneklerinin hemen hemen olmadığını söyler.7
Toplumcu gerçekçi romanın “kimi özellikleri (zengin-fakir,
ağa-köylü, patron-işçi, ezen-ezilen çatışmaları gibi) kimi
yazarlarca uygulama alanına konmaktadır. Şöyle de
söyleyebiliriz, son yıllarda romanımızda alttan alta
gelişen bir yönsemedir toplumcu gerçekçilik. Özellikle
insanı
toplumsal
ilişkilerin
dışına
atmadan,
soyutlamadan ele alma; doğal ve toplumsal çevresiyle
verme Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’undan Fakir
Baykurt’un Tırpan’ına, Orhan Kemal’in Bereketli
Topraklar Üzerinde’sinden Yusuf Akçam’ın Kanlı
Derenin Kurtları’na, Yaşar Kemal’in İnce Memet’ine,
Yer Demir Gök Bakır’ına, Ölmez Otu’na, Orta Direk’ine
değin bir çok yapıtta görünür.”8
Bu romanlarda birçok insan kendi emeğinin ve
yerinin bilincine varma yolundadır. Yaşadıkları çağdışı
koşulların farkına tamamen varmasalar da, bunlardan
kurtulma, daha iyi bir yaşama düzeyine ulaşma tutkusu
içindedirler. Bu tutku kuşkusuz bireysel düzeydedir ve
henüz toplumsal çıkarlarla tam bir uyuşma göstermez.
Bu açıdan bakıldığında anılan toplumcu gerçekçi Türk
romanları; Gorki’nin Ana’sı, Şolohov’un Ve Durgun
Akardı Don’u,
Uyandırılmış Toprak’ı, Nikolay
Ostrovski’nin Ve Çeliğe Su Verildi’si gibi eserlerin
7
Emin ÖZDEMİR, A.g.e., s. 319.
8
Emin ÖZDEMİR, A.g.e., s. 320.
düzeyine çıkamamışlardır. “Toplumcu gerçekçi yaklaşım
belli belirsiz bir yönsemedir bugün için romanımızda.”9
Unutulmamalıdır ki, kimi eleştirmenler, romanlarda
işlenen ana konulara bakarak kimileri de romancının
gerçeği algılayış ve yansıtış biçimine ve anlatım
yöntemine bakarak romanları sınıflandırmıştır. Bunların
tümü bir bakıma “kategorik sınıflandırma”dır. Hemen
hemen her romanda değişik boyutlar vardır. Bütün
boyutları kuşatacak ortak bir adla adlandırma bir
bakıma imkânsız görünmektedir. Nasıl ki “sanatçının
yaratım yöntemi için değişmez kurallar konulmazsa;
sanatçının yaratılarını ayırma, adlandırma için de
değişmez kurallar saptanamaz. Bir roman belli bir
yönüyle bir başka ad altına da girebilir. Ancak bu değişik
boyutlardan hangisi romanda daha ağır basıyorsa, daha
çok kuşatıyorsa, o boyutuyla adlanabilir belki.”10
Bir Eleştiri Unsuru Olarak Din
Sosyal gerçekçi sanat anlayışını benimsemiş
yazarların eserlerinde -özellikle köy yaşamını kendine
konu edinmiş romanlarda- birer alt ve üst yapı unsuru
olarak “ekonomik güçlükler ve bunlara bağlı hususlar,
sosyal hayattaki çatışmalar, nüfuz edinme çabaları, din,
gelenek, teknoloji, ideoloji, devlet-halk çatışması, eğitim,
aile vs.” her zaman ele alınmıştır.11 Bir üstyapı unsuru
olarak din ve dinle ilgili meseleler de sosyal gerçekçi
sanatta özellikle de romanda her zaman işlenmiş ve bir
eleştiri unsuru olarak görülmüştür.
Popüler İslâmî romanlar12 bir kenara bırakılırsa, ki
bunların dine ve din adamına bakışları daha baştan
bellidir, Türk romanında dine ve din adamına bakış,
araştırmacılar
tarafından
temelde
üç
kısma
ayrılmaktadır:
9
Emin ÖZDEMİR, A.g.e., s. 320.
10 Emin ÖZDEMİR, A.g.e., s. 320.
11 Ramazan KAPLAN, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy,
Akçağ Yay., Ankara 1997.
12 Şaban SAĞLIK, Kitle Kültürü ve Popüler İslâmî Romanlar,
Dergâh, S. 106-107-108-109, Aralık 1998-Mart 1999. Sağlık, bu
hacimli makalesinde, popüler İslâmî romanların yapısal ve tematik
özelliklerini, ortak yanlarını incelemiştir.
a. Dini ve din adamını tamamen olumsuz yönleriyle
ele alanlar (Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece
romanında olduğu gibi).
b. Hem olumlu hem olumsuz din adamı tipine yer
verenler:
- Olumsuz tipin ön planda olduğu romanlar (Halide
Edip’in Vurun Kahpeye romanında olduğu gibi).
-Olumlu tipin ağırlıkta olduğu romanlar (Ahmet
Altan’ın
Kılıç Yarası,
İsyan Günlerinde Aşk
romanlarında olduğu gibi).
c. Dine ve din adamına olumlu yaklaşanlar (Tarık
Buğra’nın Küçük Ağa romanındaki gibi).13
Gülendam’a göre, Türk toplumunda sosyal hayatı
düzenleyici role sahip olan unsurlardan dinin ve onun
temsilcilerinin yani din adamlarının veya yaşantısını dine
göre düzenlemeye çalışan dindar insanların, Türk
romanında çoğunlukla gerçek veya gerçeğe yakın
yönleriyle ele alınıp işlendiği söylenemez. Özellikle köy
romanları ve Millî Mücadele’yi konu edinen romanlar
düşünülünce, bu hükmün doğruluğu daha iyi
anlaşılmaktadır. Köy romanlarında ve birkaç istisna
dışında Kurtuluş Savaşı yıllarını anlatan romanlarda,
dine ve din adamına veya dindar insana ve dinî değerlere
saldırma, onları aşağılayıp kötüleme, ortak bir tutum
şeklinde görülmektedir. Genel olarak köy romanlarında
haksızlığa ve zulme uğrayan kişiler, dine önem vermeyen
kişilerken; sömürü zulüm ve haksızlığı yapanlar daima
dindar insanlardır. Bu kimseler dini, kendi çıkarlarına
âlet eden şahıslar olsa bile, işin bu yönü köy
romanlarında hiç vurgulanmaz ve insanı, “insan olarak
değil, birtakım kalıplara göre” ele alan “sözde gerçekçi”
bu tip romanların çoğu, “parçayı bütün yerine koyma”
veya “özeli genelleştirme hatası”ndan kurtulamazlar.
Bunun sebebini, Gülendam’a göre, yazarların meseleye
ideolojik yaklaşmasında aramak gerekir.14
13 Ramazan GÜLENDAM, Türk Romanında Dine ve Din Adamına
Bakış, Hece – Türk Romanı Özel Sayısı, S. 65-66-67, Mayıs-
Haziran-Temmuz, s. 303.
14 Ramazan GÜLENDAM, A.g.m., s. 303.
Sosyal gerçekçiliği, sanat görüşü olarak benimsemiş
olan yazarlar, eserlerinde toplumcu gerçekçiliğin temel
argümanlarından alt ve üst yapı oluşumlarını malzeme
olarak seçmiş ve işlemişlerdir. Din, alt yapının belirlediği
bir üst yapı olgusudur ve sosyal gerçekçi romanlarda, bir
toplumsal eleştiri unsuru olarak görülmektedir. Bütün
bunlardan sonra eserlerini sosyal gerçekçi anlayışla
yazan
Türk
romancılarından
Orhan
Kemal’in
romanlarında toplumsal bir eleştiri unsuru olarak din ve
dinle ilgili meselelerin ele alınış biçimine değinilebilir. Bu
başlık altındaki bir araştırmanın, bir makalenin
sınırlarını ziyadesiyle aşacağı düşünülerek, Orhan
Kemal’in romanlarından Baba Evi, Bereketli Topraklar
Üzerinde, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Eskici
Dükkânı, Kanlı Topraklar, Yalancı Dünya
bu
araştırmaya örnek olarak seçildi.
Orhan Kemal’in Romanlarında Eleştiri Unsuru
Olarak Din
Yirmi altı romana, dört uzun hikâyeye, iki yüz kırk
küçük hikâyeye, çok sayıda anı, röportaj, senaryo ve
tiyatro eserine imza atan Orhan Kemal, bu eserlerinde
Türk toplumunun sosyal problemlerini dile getirmeye
çalışmıştır. Orhan Kemal’in eserlerinde “ekonomik
meseleler, sınıf çatışmaları, dinî meseleler, ailevî
meseleler, kurumsal meseleler, siyasî ve ideolojik
sorunlar, parti kavgaları vs.” ele alınan belli başlı sosyal
problemlerdir.
Sosyal gerçekçi edebiyat anlayışına sahip –kendi
deyişiyle aydınlık gerçekçi-15
bir sanatçı olan Orhan
Kemal’in, kendi toplumunun problemlerini romanlarında
yansıtması doğaldır. Sanatçıyı “Herşeyden önce bir fikir
adamı olması lazım gelen sanatçı, sosyal endişelerini
sanat yoluyla belirten insandır.” diye tanımlayan Orhan
Kemal, bu tanımlamanın simgesi bir yazar olarak
gösterilir.16
15 Asım BEZİRCİ, Orhan Kemal, Tekin Yay., 2. bsk., İstanbul 1984,
s. 53.
16 Olcay ÖNERTOY, Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü,
Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara 1984, s. 108. Önertoy,
Orhan Kemal hakkında bunları söyledikten sonra, Orhan Kemal’in
romanlarının konuları bakımından gruplandırılabildiğini ve bu
Orhan Kemal’in romanlarında, ele aldığı konu
çeşitliliğine uygun olarak, günlük ekmeğinin peşinde
koşan, uğradığı haksızlıklar, düzensizlikler içinde ezilmiş,
sevgiden yoksun, başkalarının yüzünden kahır çeken pek
çok kişiyle karşılaşılır. Daha çok köylü, kasabalı ya da
kentlerin yoksul semtlerinde oturan, ırgatlık yapan,
fabrikada işçi olarak çalışanların karşısında patronlar ve
ağalar vardır. Genellikle belli ve düzenli bir eğitim
görmeyen bu kişiler değişik yaratılışta ve psikolojik
yapıdadırlar. Bu insanların büyük bir çoğunluğu, içinde
bulundukları güç koşullara rağmen yine de gelecekten
umutludurlar.
Orhan Kemal, kendi gerçekçilik anlayışını da şu
şekilde anlatır: “... Olmakta olanı olduğu gibi yansıtmak,
başka bir deyimle, doktorun hastasındaki hastalığı
görmekle yetinmesi gibi bir şey. Benim aradığım
gerçekçilik yalnızca bu kertede kalmamalı. Onun için
sanatçı gerçeğin ölçülerini kendinde toplayıp ‘olmuş mu?’
ile birlikte ‘olabilir mi?’nin karşılığını verebilmeli.
Bununla da kalmamalı, ‘nasıl olmalı?’ya da karşılık
bulabilmelidir. Sanatçı doğanın kopyacısı değil,
kendinden bir şeyler katan bileşimci olmalıdır.”17 Orhan
Kemal’e göre dünyada yaşayan her insan daha iyi
yaşamak için uğraşır. Hırsız bile daha iyi yaşamak için
çalar. Dinler, insanlara daha iyi bir dünya, daha iyi bir
yaşam sunmaya çalışır. Bunu başaramayınca da kuru
eserlerde toplumsal kaygının açıkça kendini gösterdiğini söyler.
“Yazar, çoğu gözlemlerine dayanan toplum gerçeklerini olduğu gibi
vermekten kaçınmamıştır.” diye ilave eder. Önertoy’un sözünü
ettiği gruplandırmayı Tahir Alangu, Cumhuriyet’ten Sonra
Hikâye ve Roman (C.2, İstanbul 1965, s. 384) isimli eserinde
yapmıştır. Alangu, anılan eserinde Orhan Kemal’in romanlarını,
“kendi biyografisini konu edindiği romanları, Adana’da toprak ve
fabrika işçilerinin dünyasını konu edinen romanları ve İstanbul’da
küçük adamların hayatlarını anlatan eserler olarak sınıflandırır.
Alangu’nun 1965’teki tasnifinden sonra Orhan Kemal 1970’teki
ölümüne kadar sekiz roman daha yazmıştır ve bu gruplandırma
yeni bir ilave beklemektedir. Mehmet Narlı, bunlara “Mizahî
Romanlar” adı altında bir ilavede bulunmuşsa da “Mizah
unsurlarını kullanmak bir romanı mizahî yapmaz.” düşüncesinden
hareket ederek onun bu ilavesine katılmamızın mümkün
olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Mehmet NARLI, Orhan Kemal’in
Romanları Üzerine Bir İnceleme, KB Yay., Ankara 2002.
17 Süreyya KANIPAK, Dünyada Harp Vardı Üzerine Bir Konuşma,
Yelken, 1.11.1963’ten alıntılayan: Asım BEZİRCİ, A.g.e., s. 53.
bir öte dünya vaat eder. İnsanların daha iyi yaşamasının
tek engeli, bozuk toplum düzenidir. Bir yazarın gerçekçi
olması demek, toplumuna ayna tutması demek değildir.
“Asıl gerçekçilik, asıl yurt severlik, içinde yaşadığı
toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden
geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan
kaldırmaya çalışmak”tır.18
Orhan Kemal’in romanları külliyat hâlinde
okunduğunda gerek anlatıcının anlatımından ve gerekse
roman kişilerinin konuşmalarıyla davranışlarından bu
eserlerdeki din anlayışı şöyle sıralanabilir.
1. Din, devrimleri yok edecek, devleti geri götürecek
bir unsurdur.
2. Din, insanların menfaatleri için, başkalarını
sömürmek için kullanılmaktadır. Din vasıtasıyla kitlelerin
hak aramaları, başkaldırmaları engellenmekte ve insanlar
uyutulmaktadır.
3. Allah, adaletsizdir. Kullarına eşit davranmayıp
zenginleri ve güçlüleri korumakta, fakirleri ve zayıfları
ezmektedir. Bazılarını güzel, kuvvetli ve cüsseli
yaratırken bazılarını da zayıf, çirkin ve çelimsiz
yaratmıştır.
4. Eğer gerçekten varsa, kişilerin isteyip de
ulaşamadığı her şeyden Allah sorumludur.
5. Din insanların zaaflarını alay konusu etmek için
bir vasıta olarak kullanılmaktadır.
6. Bir genellemeyle din, zenginler ve din adamları için
bir sömürü aracıyken, yoksullar için avunma vasıtasıdır.
Zenginlerin hiçbiri gerçek bir dindar değilken, dindar
olan yoksullar da hep küfürbaz ve inkârcı insanlardır.
Samimi bir dindar insan romanlarda görülmemektedir.
7. Din, anne ve baba için evlâdı terbiye etmede ve
yönlendirmede bir baskı ve korku vasıtası, istenilmeyen
davranışları engelleme aracıdır. Ama daima geri
tepmektedir. Din eğitimi verilirken ebeveyn daima sert ve
baskıcı olmaktadır.
18 Nurer UĞURLU, A.g.e., ss. 42-43.
8. Toplumsal yapıdaki tutarsızlıkların, insanlık dışı
durumların, adaletsizliklerin temelinde hep din
gösterilmektedir.
Orhan Kemal’in yazdığı ilk roman olan Baba Evi19,
anlatıcının doğumunun, Çanakkale Cephesi’nde savaşan
babasına, dedesi tarafından “Ben de dehrin sitemin
çekmeğe geldim dehre” mısraı vasıtasıyla telgraf çekilerek
müjdelenmesiyle başlar. Bundan sonra, Birinci Dünya
Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarının vakaları, özetlenerek
anlatılır. Anlatıcının babası, oldukça dindar bir insan
olup, kendisinin beş yaşındayken Kur’an’ı hatim
etmesiyle övünür ve oğlunun da kendisi gibi olmasını
ister. Her akşam oğluna (anlatıcıya) Kur’an dersi verir,
çocuk başarısız olunca da onu feci şekilde döver. Elifba
kitabındaki ders ve ardından gelen dayak faslı istisnasız
her akşam tekrarlanır. (ss. 7-8,34-35,37-38) Bu şekilde
verilen bir din eğitimi sonucunda, roman başkişisi; dine,
başta Allah kavramı olmak üzere dinle ilgili hemen her
şeye ve temelde de tahsile karşı lakayt bir tavır sergiler.
(1. madde)
Romanın ilerleyen sayfalarında, başkişinin babası20
ailesiyle beraber sürgünde yaşadığı Beyrut’ta, memlekette
edindiği bir âdetini devam ettirir. Hemen her cuma günü
aile bireylerini şehir dışında bir mesîre yerine, pikniğe
götürür. Fakat başkişi, kardeşlerinin tam tersine cuma
günlerini hiç sevmez. Anlatıcı, bu pikniğin, bu çalışmada
ele alınan konuyla alâkalı kısmını şu şekilde öyküler: “...
19 Orhan Kemal, Baba Evi, Varlık Yay., 3. bsk., İstanbul 1963 (1.
bsk.: 1949).
20 Orhan Kemal’in babası Abdulkadir Kemali Bey, hakkında
kaynaklarda doyurucu bilgi maalesef bulunamamakta. Abdulkadir
Kemali Bey’in kişilik özellikleri hakkında bkz: Bezmi Nusret
KAYGUSUZ, Bir Roman Gibi, İhsan Gümüşayak Matb., İzmir
1955, s. 75.
Selçuk Orhan’ın, (Baba Evi romanına ve Abdulkadir Kemali’nin
Büyük Doğu’da yayımladığı İsmet Paşa’ya açık mektubuna
dayanarak) Orhan Kemal’in kişiliğinin gelişmesinde babasının
büyük etkisi olduğu ve Abdulkadir Kemali’nin İslâmcı muhâlif
olduğu yolundaki görüşlerine katılmamız mümkün değildir. Selçuk
ORHAN, Muhaliflik Irsi mi?, Gerçek Hayat, 8 Mart 2002 Cuma,
S.72, s. 31.
Orhan Kemal’in biyografisi ve babası hakkında daha geniş bilgi için
bkz. Mehmet NARLI, Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir
İnceleme, KB Yay., Ankara 2002, ss. 1-17.
Adana çiğ köftesini ekseriya kırda yerdik... Erkekler ayrı
ayrı otururlardı. Memleketten bahseder, eski günlerden
konuşurlardı. Bu arada babam bir yolunu bulup bahsi
dine getirir, kara kaplı defterini çıkarır, not ettiği âyet ve
hadîslerden parçalar okur, onları yeni baştan şerhü-îzah
ederken, heyecanlanırdı. O heyecanlandıkça, uzak ve
yakında oturan, yoldan gelip geçmekte olanlar da
meraklanır, gelir kalabalığı arttırırlardı.
Kalabalığa bazan hahamlar, papazlar, bazan da
hocalar karışırdı. Bin şu kadar seneden beri incelene
incelene imanı gevremiş meseleler tekrar tekrar ele alınır,
nefesler tüketilir, saatler geçer, lâkin hiçbir sağlam kazığa
bağlanamadan, gün aşar giderdi.” (ss. 39-40) Özellikle
alıntılanan ikinci paragraftaki anlatım tarzı ve dinî
meselelere bakış şekli, yemek ekmek bulamayan
insanların, kendi açlıklarını ve sefilliklerini unutup hiçbir
şeye yaramayan meseleleri konuşmasını yadırgayan bir
üslupla kaleme alınmıştır. (5. madde)
Aradan zaman geçer ve ailenin maddî durumu
gittikçe dahada kötüleşir. Başkişi babasının bir tanıdığı
vasıtasıyla “Matbaatü-Haceriye” isimli bir matbaada,
kağıt kesme makinesinde işe yerleştirilir. Makinenin hızla
dönen kolu, başkişinin kollarına ellerine çarpar ve
canının yanmasına sebep olur. Çalışmaya başlamadan
önce uzun uzun dua eden başkişi, makineyi anlatırken,
dinî inançları hakkında okuyucuya ipuçları verir.
“...makinelerin olduğu yerde dualar pek zavallı kalıyordu.
Muazzam volânların ve iniltili dev makinelerin santral
dairesinde Allah, çiviye takılmış bir tülbent kadar âciz ve
zavallı geliyordu bana. Makinede Allaha isyan ediş,
mâzeret tanımayan, affetmiyen, miskinliği parçalıyan
sistemli bir hırs görüyordum. Onda hiçbir duanın istop
ettiremiyeceği bir kudret vardı. Bu kudret beni ürkek bir
hayranlığa götürüyordu. Makineyi seviyordum. Makine,
insan kolunun inkişâfı, insanın en namuslu dostu,
yardımcısı, kölesiydi ama, makineden gene de
korkuyordum.” (s. 50)21
21 Bu satırlar, Orhan Kemal ile Bursa Cezaevi’nde üç buçuk yıl
beraber kalan ve Orhan Kemal’i roman ve hikâye yazmaya
yönlendiren Nazım Hikmet’in “Makinalaşmak İstiyorum” isimli
şiirini hatırlatmaktadır.
Orhan Kemal’in beşinci romanı olan Bereketli
Topraklar Üzerinde22’de Orta Anadolu köylerinden,
geçim derdi sebebiyle Çukurova tarlalarına ve
fabrikalarına çalışmaya giden insanların ve onların
şahsında bu iş kollarında çalışan işçi ve ırgatların
öyküleri anlatılmaktadır. Roman boyunca, roman
kişilerinin ve anlatıcının, zaman zaman din ve dinî
konular hakkındaki konuşmaları ve araya girip yorum
yaptıkları görülmektedir. Daha romanın ilk sayfalarında
başkişi Pehlivan Ali, uzun uzun gökteki bulutlara
baktıktan sonra, yol arkadaşları olan Köse Hasan ve
İflâhsızın Yusuf’a, “Allahımız o bulutların ötebaşında mı?”
(s. 8) diye sorar. Yusuf ve Hasan bu sorunun cevabını
bilmemekle beraber, “Töbe estafurullah” diye tepki
gösterir ve susarlar. Bu roman kişilerinin hemen hemen
hiçbir dinî bilgisi yoktur. Bu kişiler, köylerindeki kızıl
sakallı hocanın vaazlarında anlattığı “yasak, haram,
günah”lardan başka bir şey bilmedikleri gibi, “yasak,
haram ve günah”ların gerçekten öyle olup olmadığını
sorgulayacak bilinçten de yoksundurlar.
Bereketli Topraklar Üzerinde’de roman boyunca,
roman kişilerinin bir dilim ekmek için nelere
katlandıkları, nasıl alçaldıkları, ne sefaletler yaşadıkları;
aç ve hasta insanların yokluk içindeki yaşantıları, kişisel
menfaatler için nelerin ayaklar altına alındığı etkileyici
bir üslupla anlatılır. Bu bölüm anlatıcının ideolojik bakış
açısıyla verilmiştir. Anlatıcı bu bölümde, romanın olay
akışını keserek, bu sefaletin asıl sebebini, yani dinî
düşünceden doğan tevekkül anlayışını, yani “o topluluğu
uyuşturan afyon”u anlatır: “Kul acımaz bunlara, Allah
acımaz. Allahın unuttuğu insanlardır bunlar!..
Peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat
getirmişlerdir bunlara. Hiçbir işe yaramayan, hiçbir işe
yaramayacak olan sabır, tevekkül, kanaat!...” (s. 167)
“...sonra, aç çocukların feryâdı göğe yükselir. Önemli
değildir. Peygamberler Allah adına sabır getirmişlerdir ya,
hiç önemli değildir aç çocukların göklere yükselen
feryadı!... Ölseler bile ne? Öte dünya vardır, birer kuş
22 Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, Remzi Kitabevi, 4.
bsk., İstanbul 1975 (1. bsk.: 1954).
olup uçacaklardır Cennet-i Âlâ’ya. Cennet-i Âlâ’da
yağdan, baldan dağlar, sütten ırmaklar...
Analar, bir deri bir kemik analar, kucaklarında
açlıktan ölen yavrularına kana kana göz yaşı bile
dökemezler. Peygamberler mi, hacılar hocalar mı öyle
demiş: Allah verdi, Allah aldı. Kul ne ki Allahın iradesi
karşısında? Ondan daha mı iyi bilecekler? Hikmetinden
sual edilir mi? Yarın onlar, ellerinde bakraç bakraç
Cennet-i Âlâ suları, analarını Cennet kapılarında
bekleyecekler. Analar kucaklarında ölü ölüveren
yavrularına ağlamamalı, sevinmelidirler. Bu yalan
dünyada
yaşayıp
da
günahların
çeşitleriyle
kirleneceklerine, henüz günah çağına varmadan ölerek
Cennet’e uçmuşlardır kuş gibi. Allahın sevgili kullarıdır
onlar!... (ss.167-168)
Sefalet içinde yaşam mücadelesi veren insanlara,
çocukları ölen ana babalara, alıntılanan cümlelerdeki gibi
öğütler veren din adamlarının olduğu mutlaka bir
gerçektir. Dinin kendisini ve dinle ilgili unsurları
insanları uyuşturmak, sömürü sistemini devam ettirmek
için kullanan –sözüm ona- din adamlarının olduğu da,
dini kendisine anlatıldığı gibi sanan insanların varlığı da
bir gerçektir. (2,4,6,8. maddeler)
Bütün bu perişanlıkları yaşayan ve yine de
tevekkülden geri kalmayan bu ırgatlar, çalışacakları
köylere doğru yaya olarak götürülürler. “Buna da
şükür’dür gene de. Kitap öyle söylemiştir. Şükredecek,
kendinden yukardakine değil, aşağıdakine bakacaksın,
bakacaksın, gene bakacaksın, sonra gene. Her baktıkça
da şükredeceksin!” (s. 169) Romanın ilerleyen
sayfalarında kendinden aşağıdakilere bakıp şükredenlerle
kendinden aşağıda bakacak kimse göremeyip
yukarıdakine baktıktan sonra isyan edenlerin veya
sürünmeye devam edenlerin öyküleri anlatılmaya devam
eder.
Vukuat Var23
romanında zengin, çiftlik sahibi
Muzaffer Bey’in çiftliğinde, çiftliğin bütün işleriyle
ilgilenen Yasin Ağa oldukça dindar bir insandır. Din
23 Orhan Kemal, Vukuat Var, Tekin Yay., 5. bsk., İstanbul 1979 (1.
bsk.: 1958).
adamlarına karşı sonsuz bir saygı besler. Dindar bir
roman kişisi olan Yasin Ağa, zaman zaman çiftlikteki
kadınlardan yararlanmayı da ihmal etmez. Yasin Ağa,
insanları iki kısma ayırır. Hâkim anlatıcı, Yasin Ağa’nın
bu düşüncesini şu şekilde aktarır: “Yasin ağa için iki
çeşit kul vardı. Biri Cenâb-ı Allahın sevgili kulları...
bunlar malın mülkün sahipleri, hatırlı, soylulardı. İş
görmek için değil, gördürmek için yaratılmışlardı.
Yaptıkları her şey doğru, olması gerekendi.
Ötekilerse, Allahın sevmediği kullardı ki, Allahın
sevgili kullarının işlerini görmek, azar işitmek, ezâ
çekmek için yaratılmışlardı. Haşerattı bunlar. Her türlü
kötülük, pislik, iffetsizlik bunlardaydı. Bunlara acımak,
kurtarmağa çalışmak boştu. Zülcelâl mâdemki böyle
yaratmıştı onları, böyle kalmalıydılar. Cenâb-ı Allahın da
bir bildiği vardı. Başka türlü olmalarını istese o türlü
yaratmağa kaadir değil miydi?” (s. 71)24 (3. madde)
Yasin Ağa’nın çok sevdiği ve değer verdiği Kabak
Hâfız, köyün imamıdır. Anlatıcı, Kabak Hâfız’ı Vukuat
Var’da okuyucusuna şöyle tanıtır: “Bir oturuşta sıcak
dört somunla iyi kızarmış küçük bir kuzuyu temizleyip
kalkabilir diye düşündüren, dev yapılı biriydi Kabak
Hâfız. Kocaman bir sakız kabağını hatırlattığı için köylü,
Kabak Hâfız derdi. Vâazlerinde dehşet kesilmesine, Allah,
öte dünya, azâb-ı elîm, azâb-ı şedît konularında şakası
olmamasına karşın, su gibi yumuşaktı. Girdiği kabın
biçimini alıverir, mescid dışında güler, söyler, köylüyle
şakalaşırdı. Hattâ vâazlerden hemen sonra, ağzı sıkı
Müslüman kardeşleriyle şarap testisinin başına
oturmaktan çekinmezdi. Köyün azgın dullarından zengin
Naciye’ye uçkur çözdüğü de ileri sürülürdü.
“Olmaz” sözcüğünü hemen hemen hiç kullanmazdı.
Aptessiz namaz kılındığı gibi, üç öğün tıkındıktan sonra
da oruç pekâlâ olabilirdi. Herşey selâvat kuvvetine,
kişinin düşünüşüne bağlıydı. “Âlem-i mümkinât”tı bunun
burası. Mâdem ki Âlem-i mümkinattı, o halde? O halde
her şey olur, olabilirdi, şâyet olmaz, olmazsa, “Âlem-i
24 Orhan Kemal’in Murtaza isimli romanındaki, roman kişisi Bekçi
Murtaza da zengin ve yoksul insanlar hakkında Yasin Ağa gibi
düşünür.
mümkinât” yerine “Âlem-i gayri mümkinât” demek
gerekirdi ki, günahtı böyle düşünmek, küfürdü!” (s. 74)
Kabak Hâfız, bu özelliklerinin yanında, köylüler
arasındaki anlaşmazlıkları, anlaşmazlığa düşenlerden
zengin olanın lehine kolayca çözer, kitapta yerini hemen
bulur; eşek dili yazar, kurşun döker, çarpıntı keser, fiil-i
cimaın en efdalini
İbrahim Hakkı Efendi’nin
Marifetnâme’sine göre tavsiye eder, muhabbet tılsımları
yapar, geçim muskaları yazar; ama kendisi hiçbirine
inanmaz. Onu suçüstü yakalayanlara ise “Sen benim
vaazlarıma kulak asma. Gittiğim yoldan gel, zararlı
çıkmazsın!” diye nasihatte bulunur. (s.75) Kabak Hâfız’a
göre Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmamıştır. Her
yaratılmışın bir vazifesi vardır. Şarabın haram oluşu,
içmesini bilmeyenler içindir. Rakıya gelince, Kur’an onu
yasaklamak şöyle dursun, adını bile anmamıştır. Demek
ki, rakı içilebilir. Kendisinin şarap içmesi ise sadece ucuz
oluşundan kaynaklanmaktadır. (s. 75) “Meşru” ve “gayri
meşru” tefsire bağlı şeylerdir. Tefsir ise din adamlarına
bırakılmalıdır. İnsanoğlu içinden geldiği gibi hareket
etmelidir. İnsanın içinden geleni, Allah istemiştir.
Vâcibu’l-vücûd’un isteğine karşı gelmek ise küfre
girmektir. Bunun için zina dînen suç değildir, haram
değildir. (s. 82) Anlatıcının bu şekilde tanıttığı Kabak
Hâfız, her zaman her yerde dini bütün bir din adamı
rolünü oynamakta oldukça başarılıdır. (6. madde)
Doksan dokuzluk tesbihini elinden hiç düşürmez, yolda
yürürken, köy kahvesinde otururken devamlı tesbih
çeker, kısık gözleriyle yerdeki sabit bir noktaya bakarak
murakabeye dalar. Fakat ona sadece köyün saf insanları
inanır ve bunlar da ekseriyettedir. Yasin Ağa gibi bazı
kişiler, onun velî olduğuna, Allah’ın sevgili kulu olduğuna
inanır.
Kabak Hâfız, maddî menfaati için, çiftlik sahibi
Muzaffer Bey’e, yeğeni Ramazan’ı Cemşir’in kızı Güllü’yle
evlendirmesi gerektiğini, Mehdi-i Resûl’un bu evlilikten
doğacak sülâleden geleceğini söyler. Asıl amacı, Güllü’ye
âşık olan Ramazan’ın bu kızla evlenmesini sağlayıp
bundan menfaat elde etmektir. Bu yalanına daha önce
Yasin Ağa’yı inandırmıştır. Fakat Atatürkçü düşüncelere
sahip, inkılapçı, yenilikçi bir insan olmasına rağmen bir o
kadar da ahlâksız ve zalim bir kişi olarak okuyucuya
tanıtılan Muzaffer Bey, ona inanmaz, çiftliğinden kovar ve
bir daha gelirse de beynini patlatacağını söyleyerek tehdit
eder. (ss. 112-113) Kabak Hâfız’ın şahsında bütün din
adamları hakkında şunları düşünür: “Çingene, pis,
mendebur herifti evet. Yüzyıllar boyu rezaletleriyle tarihi
dolduran bu heriflerin Mustafa Kemal de köklerini
kazıyamamıştı be! Aldattığı yarım papuçlulardan
sanıyordu onu da. ... Deyyus. Elime bir fırsat geçse,
şerefsizim seni ve senin gibileri kilise direği
enselerinizden asarım bir iki demeden... Demek bunlar
işi böylesine azıttılar? Parti toplantısında şu ibret verici
örneği söz konusu etmeli. İnkılaplar tehlikede diyorum da
heriflerin kılı bile kıpırdamıyor be!” (s. 114)
Muzaffer Bey, yeni kurulan partinin elindeki din
silahını ele geçirerek, yeni partiyle (DP) mücadele etmek
için bu gibi adamlara yüz vermenin çok yanlış olduğunu
düşünür. Tarih, gerici insanların eline fırsat geçtiği
zaman neler yapabileceğinin, memleketin başına ne gibi
çoraplar örebileceğinin örnekleriyle doluydu. Bunun için
de bu adamlara yüz vermemek gerekmektedir. “Sonra
daha başka bir şey.. Henüz kesinleşmemekle beraber,
parti ikiye bölünüyordu. Biri Devrimciler’di, öteki
Tutucular. O, sapına kadar Devrimciydi. Devrimciydi
ama, dinsiz anlamında değil. Devrimci Devlet her şeyin
üstünde olmalı, din’se ona sadece yardımcılık etmeliydi.
Din, laik devleti desteklediği oranda vardı, var olmalıydı.
Ama devleti eline almak isteyince...” Muzaffer Bey, bütün
bunları düşündükten sonra, kendi kendine, “Mustafa
Kemal Paşa’nın devrinden beri dincilerin hiçbir zaman
tam anlamıyla yok olmadıklarını yalnızca sindiklerini,
şapka giyecek kadar kendilerini sakladıklarını, partiye de
sızmış olabileceklerini, sistemli çalışmadıklarının ne
malum olduğunu” mırıldanıp durur. (1. madde) Aklına
her gelişinde Kabak Hâfız’a yeniden öfkelenir. Ona göre
bu kara kuvvetin uyanışına göz yummak memlekete
karşı büyük bir ihanettir. (s. 115) “Evet, hükûmet,
bunları kızıl tehlikeye karşı kullanıyor ama, hayır, önemi
yok kızıl tehlikenin. Ona karşı en güçlü baraj, tarih
boyunca süregelen düşmanlık, daha önemlisi de halkın
kızıllara karşı nefreti. Ondan korkum yok. Din ya laik
devleti desteklemeli, ya da....” (s. 116)
Muzaffer Bey’e göre, komünizme karşı bir baraj
olarak
beslenen
gericilik,
dincilik;
gittikçe
kuvvetlenmekte ve dal budak salmaktadır. Daha sonra
da önüne geçilemez bir hâl alacaktır. Görünen köy
kılavuz istemezdi. “Gemi azıya almışlardı. Gün gelecek,
lâiklik, maiklik, devlet mevlet güme gidecekti. ... Mustafa
Kemal ve devrimlere elveda!" (s. 123) Romanda Muzaffer
Bey’in inkılaplar adına, Atatürk adına endişelenmesi
bundan ibarettir. Daha sonra her zamanki sefahat
âlemlerine, yoksul köylülerin ellerindeki toprakları ve
karılarını ele geçirmeye, onlara zulmetmeye, Kabak Hâfız
ise kendi kişisel menfaatleri için dini kullanmaya devam
eder. Sırtlarından geçindiği saf köylülere karşı aynı rolleri
oynarken arkalarından da “Kerhaneciler! ... Şu Cenâb-ı
Allah da olmasa, zırnığınızı koklatmazsınız fakir fıkaraya.
Kurban oluyum kudretine, kuvvetine, kerametine. Zere
dinsizin hakkından imansız gelir!” diye düşünür. (s. 129)
Vukuat Var’ın ilerleyen sayfalarında menfaatlerine
oldukça düşkün bir insan olarak tanıtılan ve Hanımın
Çiftliği
romanında da aynı kişilik özellikleriyle
okuyucunun karşısına çıkan Berber Reşit’in karısının
çocuğu yoktur. Reşit’in karısı, çocuk sevgisini kuzularla
giderir. Berber Reşit’in ona aldığı bir kuzuyu büyütür.
Hayvan kocaman güzel bir koyun olduktan sonra da ölür.
Kocası ona ölen hayvanın yerine yenisini alamaz. Kadının
bütün derdi yine bir kuzu sahibi olmaktır. Aklına ölen
koyunu geldikçe isyan eder. Hâkim anlatıcı, bir geri
kırılmayla, ölen koyunun üzerinde feryatlarla ağlayan
kadının o günkü hâlini şöyle anlatır: “Ağlıyor, yerlerde
sürünüyor, sonra göklere bakışlarını kaldırarak
günahtan günaha giriyordu: Ağzı yok, dili yok, melâike
gibi bir hayvandı. Ne hayvanı? Yavrusu, kuzusu, bir
tanesiydi, ne diye elinden almıştı sanki? Gücü ona, onun
koyununa mı yetmişti? Böyle Allahlık olur muydu?
Kolunu kanadını kırıp onu yeryüzünde yapayalnız
bırakmakla eline ne geçmişti? Hayır, Allahlık değildi bu.
Zâlimdi, merhametsizdi, zenginlere değil, fakirlere gücü
yeten bir Allah’tı işte!” (s. 141) Karısı böyle isyan dolu
sözler söyleyince, komşularının homurtusundan çekinen
Berber Reşit, karısını tekmeyle, tokatla döver; bunca
mütedeyyin, müslüman komşunun yanında, Allah’tan
“kapı komşusu” gibi söz eden, şikâyette bulunan karısını
sürükleyerek eve götürür. (3. madde)
Vukuat Var romanında, bir avlu etrafındaki odalarda
yaşayan yoksul işçi ailelerinin erkekleri, sabahları
evlerinde kahvaltı bile yapmadan, nereye gittiklerini
bilmeden umutsuzca evden çıkar, akşama bir ekmek
parasıyla evlerine dönmek amacıyla iş aramaya giderler.
Romanın hâkim anlatıcısı onların dış görünüşünü ve
onlara bu hayatı yaşatan Allah’ı sorgulamalarını,
kalplerinden geçenleri okuyarak, okuyucusuna şöyle
anlatır: “Yüzlerinden düşen bin parça, insan biçimine
girmiş canlı birer küfüre benziyorlardı. İyi gıda alamamış,
ya da uykuya doyamamışlıkları yanında, işsizliğin verdiği
sıkıntı her hallerinden belli oluyordu. Sabah sabah
nereye gidiyorlardı? Bildikleri yoktu ki! Şehrin çeşitli
yerlerindeki insan pazarlarının kalabalığına karışacak, ya
sırt hamallığı, ya da günü birliğine herhangi birer iş
uydurup üçün beşin yoluna bakacaklardı. Çokluk bu da
geçmiyordu ellerine. Hızla yükselen güneşin acı sıcağı, ya
da mevsim kışsa bardaklardan boşanan yağmurun
altında sırılsıklam, ac acına, bir çatı altı bulup
sığınıyorlardı ki, sıkıntıları alabildiğine artıyor, gelip
geçen pırıl pırıl hususilere öfkeyle bakıyorlardı. Akıl
erdiremedikleri, mâdem bir Allah vardı, ne diye süreli
birer ırgatlığı çok görüyordu da, hususililere lüzumundan
fazla önem veriyordu? Hak mıydı bu? Adalet miydi?
Çalışmaksa, işin en ağırına razıydılar. Yoktu, yoktu Allah
belâsını versin. Keyiflerinden mi sabah sabah tatlı
uykularını bırakıp sokaklara döküldükleri? Yukarda bir
Allah varsa, içlerini de biliyorsa apaçık bilmeliydi ki
keyiflerinden değil. Ne tembeldiler, ne de çalışmadan
kazanıp yemekten yana. Kana kana çalışmak,
karşılığında az buçuk bir şeyler ele geçirip, çoluk
çocuklarıyla yemek, uykuya ekmeğe doymak istiyorlardı.
Buncacık şeyi bile çok görüyordu onlardan yukardaki!
Olmazdı, böyle Allahlık olmazdı işte!” (ss. 253-254)
(3,4,8.madde)
Vukuat Var’da çelimsiz, çirkin, zayıf, menfaatperest
bir roman kişisi olarak tanıtılan Ramazan (köylülerin alay
etmek için taktıkları ismiyle Zaloğlu), bu fiziksel
özelliklerinden ötürü çok üzülmektedir. Güçlü kuvvetli ve
yakışıklı bir adam olarak okuyucuya tanıtılan dayısı
Muzaffer Bey’e benzemediği için de hayıflanmakta, “erkek
çocuğun dayıya çektiğinin söylendiğini, halbuki
kendisinin dayısına hiç benzemediğini” düşünür ve
bundan dolayı Allah’a isyan eder. “Ne diye böylesine
çelimsiz yaratılmıştı sanki? Allah’lık mıydı bu? Böyle
Allah’lık, böyle adalet mi olurdu? ...” (s. 305) (3. madde)
Dağılmak üzere olan bir ailenin yeniden kenetlenme
ve kaynaşma öyküsünün anlatıldığı Eskici Dükkânı25
romanında Topal Eskici ve işgâl yıllarındaki muhâceret
ortamında tanışıp evlendiği karısı oldukça dindar kişiler
olarak tanıtılır.
Topal Eskici ve karısı beş vakit namazlarını kılar,
oruçlarını tutarlar. Topalın ve karısının dinî bilgileri,
atalarından dinledikleri menkıbelere dayanan, yarı
efsânevî yarı tarihî vakalardır. Bunun yanında Topal, çok
üzüldüğünde veya çok sevindiğinde rakı içer, rakı
sofrasında da yine çok sevdiği evliya ve sahabe
menkıbelerini anlatır. Geçim derdiyle bunalıp çıkmaza
girdiği zamanlarda da Allah’ın adaletini ve varlığını
sorgulamaktan çekinmez. Özellikle eski varlıklı günlerini,
Umûmî Harp öncesi yıllarını, dedesinin konağını, bu
konaktaki sofraları hatırladıktan sonra şimdi bir bardak
şarap parası bile bulamadığı, eşiyle dostuyla beraber içip
sohbet etmekten mahrum durumuna bakıp sık sık
“Huzurunda eğilip kalktıkça burnu büyüyor, asker kaçağı
vatan hainlerine, yazının tüyü bozuklarına rızkların
yönünü değiştiriyordu. Olmazdı, böyle Allahlık olmazdı.”
(s. 10) “Olmazdı, böyle Allah’lık olmazdı. Kendi bir kul,
âciz bir kulken...” (s. 11) (3. madde)diye başlayan
düşüncelere dalar. Bazen de bu düşüncelerini kendi
kendine yüksek sesle dile getirir. Kendisi gönüllü olarak
vatanını muhafaza için askere gider ve Trablusgarp
çöllerinde bir bacağını bırakırken, türlü yalanlarla
askerlikten muaf olanları ya da askerden kaçıp zengin
olanları harp dönüşünde mala mülke gömülmüş
görünce, hele hele kendisi zenginlik bir yana kundura
tamiriyle ailesini geçindirmeye çalışıp da başaramayınca
iyice isyan eder.
25 Orhan Kemal, Eskici Dükkânı, Cem Yay., İstanbul 1973 (1.
baskısı: 1962).
Abdestini alıp camiye giderken ezan okunmaya
başlayınca, zaten sert bir mizaca sahip olan Topal Eskici,
öfkelenir ve “Anladık, anladık. Bağırıp durma,
rızklarımızın dibine iyiden iyiye kibrit suyu dökün diye
geliyorduk hadi!” (s. 13) diye söylenmeye başlar. (3.
madde)
Eskici Dükkânı romanında görülen anlaşmazlıkların,
sürtüşmelerin, çatışmaların temelinde, İkinci Dünya
Savaşı sonrasında bütün memlekette başlayan,
makineleşmeye bağlı olarak tarım ve sanayi alanında baş
gösteren işsizlik; bunun sonucunda da hemen hemen
pek çok aileyi vuran geçim derdi vardır. Topal Eskici’nin
büyük oğlu Memet, bir fabrikada işçi olarak çalışırken,
bir bahaneyle işten çıkartılmıştır. Üç çocuk babası
Memet, kendi ailesine bakabilmek için babasının
kundura tamiriyle geçinmeye çalıştığı dükkâna gelir;
babası ve küçük kardeşi, Ali’yle birlikte çalışmaya
başlar. Zaten kazancı çok az olan dükkân iki aileyi
besleyemez. Bu da Topal’ı iyice çileden çıkarır.
Bu sırada büyük oğul, Çukurova tarlalarına gidip
pamuk toplama işinde ırgat olarak çalışmayı teklif eder.
Başlangıçta karşı çıkılan bu düşünce, bir süre sonra
bütün aile fertleri tarafından (Zeliha hariç) benimsenir.
Amaçları, kazandıkları parayı sermaye yapıp dönüşte bir
kundura imalathânesi (ısmarışçı dükkânı) açmak, daha
fazla kazanmak, tıpkı dedelerininki gibi kalabalık ve
zengin bir konağa sahip olmak, kısacası çok daha iyi
yaşamaktır. Bu hayallerde elde edilecek gelirden ve
maddî rahatlamadan başka insanları da yararlandırma
düşüncesi veya bir paylaşım görülmemekte, kişisel
menfaat ön planda durmaktadır. Fakat Çukurova hiç de
hayal ettikleri gibi değildir. Sivrisinekler, sıtma, hastalık,
yorgunluk, çalışma şartları onları hayatlarından bezdirir.
Topladıkları pamuk aldıkları avansı bile karşılamaz. Bu
durumda Topal, çoktandır göstermediği öfkesini gösterir.
Özellikle de hıncını büyük oğlu Memet’ten alır.
Aslında, moral değerlere önem veren, karısına,
çocuklarına ve torunlarına bağlı, onları seven bir aile
babası olan Topal Eskici’yi zaman zaman böyle kızdıran
ve mukaddes kabul ettiği bütün değerlere küfrettiren tek
sebep, ekonomik sıkıntıları ve diğer problemlerdir. Böyle
zamanlarda Topal, bunalıma girer ve “Errızk alâllah,
errızk alâllah... Hangi errızk alâllah? Ne Allah işini biliyor
bu zamanda ne kul!” diyerek, keyfinin yerinde olduğu
zamanlarda söylemeyeceği sözler sarfeder. (3. madde)
Topal’ın büyük oğlu Memet, dinî konularda oldukça
duyarsızdır. Babası dinî kavramlardan söz ettiğinde
alaycı bir tavırla gülümser. Anlatıcının olumladığı bir
roman kişisi olan Memet, babasıyla din konusunda
tartışmaz. Fakat Topal, özellikle onunla didişmek veya
herhangi bir şeye olan öfkesinin acısını Memet’ten
çıkarmak istediğinde, dinî konularda konuşur,
torunlarının dinî bilgilerinin zayıflığından söz açar,
oğlunun o alaycı gülümsemesini bekler ve daha sonra da
oğluna ağır hakaretlerde bulunur. (7. madde) Rızıklarının
az olmasının, sıkıntılarının sebebini din-iman zayıflığına
bağlar. (s. 263)
Romanın sonunda Topal’ın ailesi dağılmaktan son
anda kurtulur. Aile bireyleri birbirleriyle kenetlenir.
Topal, ağır bir şekilde hastalanan büyük oğlunu tedavi
ettirmek için dükkânını satar. Seyyar tamirciliğe başlar.
Sokak başlarındaki gölgelik yerlerde kundura tamiri
yapar. Fakat onun işe çıktığı günlerde hava bulutlanır,
gök gürler, şimşek çakar ve şiddetle yağmur yağar.
Tabiattaki ve toplumdaki hemen her şey, onu, Allah’a ve
dine küfretmesi için zorlamaktadır. Böyle zamanlarda
“Eeey kahpe dünya, demine devranına, ip tutanına
sokim!” dedikten sonra başını yukarı kaldırır ve Allah’a
hitaben “Ordasın deel mi? Yukardan bakıyon şu halime
öyle ya? Bak oğlum, bak yavrum, yüreğin yaprak yaprak
olsun da iftihar et bu aciz kulunnan!” (s. 429) der.
Geçim sıkıntısı çektiği zamanlarda, kadere ve Allah’a
isyan eden Topal Eskici, artık ağzında kalıplaşmış
cümleler söyler: “... Ulan devir, ulan devran, ulan ip
tutan... gün günden kötü gidiyor be. Nedir benden
istediğin? Ulan düş yakamdan! Ne tükenmez kinin
varmış... ulan tavuğuna mı kış dedim, horozuna mı?
Güm güm gümüleyen dedemi, ardından anamı babamı
aldın, beni çöllere attın, herkese dört dene verirken bana
iki bacağı çok gördün. Madem çok görecektin, ne demiye
bu aklı verirsin? Aklı verdin, bacağımın tekini niye geri
alırsın?” Öfkesi gittikçe artar. Yaşadığı bütün
olumsuzlukları hatırlar. Yeniden isyana başlar. Hitap
ettiği varlık bütün kudretine iman ettiği Allah değil de
âdetâ kendisine zulmeden bir kuldur. “...avradım,
çocuklarımnan iyi kötü bir düzen tutturmuştum. Sıçtın
içine. Derken şehire göç ettik, oğlanın aklına kütlü
toplamayı taktın, beni peşlerine düşürdün. O sıtma, o
dizanteri, iflahımı kestin. Kendimi toplayıncaya kadar
aknan karayı seçtim oğlum. Şimdi yavrularım,
torunlarım... kimbilir ne âlemdeler? Ne diye ayırdın onları
benden, beni onlardan? (...) Ulan Allah, ulan Kibriyâ...
düş yakamdan, düş oğlum, düş elhazer! (...) ooof, of!
Sövüyorum hava, sayıyorum hava, camine gidip
huzurunda elpençe divan duruyorum hava. Yahu
arkadaş açık konuş. Var mısın sen? Bunları duyuyor
musun? Duyuyorsan hiç mi vicdan yok sende? Rahm-i
mâderde bu kaderi ne diye yazdın alnıma? Yazdın, bir
yanlışlık ettin, ne biçim mürekkepmiş ki sil sil bozulmaz?
Bennen ne uğraşıyorsun arkadaş? Yoksa sen de bizim
çarşı esnafı gibi kalaylanmaktan mı hazzediyorsun?
Hazzediyorsun öyle ya. (...) Oğlum bennen oynama!
Bende küfür çok, sayende. Yüreği yanık adamım ben.
Fena söğerim. Bak, zât-ı Kibriya, mâtı Kibriya tanımam.
Şurda ne ömrüm kaldı. Öyle söğerim ki bana öte dünyanı
da haram ettirirsin. Düş yakamdan yavrum. Belânı biraz
da başkalarına sürt?” (ss.408-409) (6. madde)
Kanlı Topraklar26’ın
başkişisi Topal Nuri;
okuyucuya, menfaati için yapamayacağı hiçbir şey
olmayan bir insan olarak tanıtılır. Gerçekten de
çocukluğundan beri hep itilmiş kakılmış, örselenmiş bir
kişi olan Topal Nuri, çıkarları için karısını boşar,
sevgilisini patronuna peşkeş çeker, yeri geldiği zaman çok
dindar bir adam rolü oynar, yeri gelince rakı sofrasından
kalkmaz. En yakın arkadaşlarını hapse yollamaktan,
onların karısını kötü yollara düşürmekten, hırsızlıktan
çekinmez. Tanıdığı tek kutsal kendi cinsel tatmini ve
paradır. Onun yaptığı her türlü gayr-i meşru eylem, onun
bütün insanlardan aldığı bir intikamdır.
Topal Nuri, çocukluğunda odun keserken yanlış bir
balta darbesinin kopardığı ayak parmağı sebebiyle topal
26 Orhan Kemal, KanlıTopraklar, Tekin Yay., 5. bsk., İstanbul 1985
(1. Baskısı: 1963).
kalır. Bütün topallamayanlara karşı içinde büyük bir kin
besler. Çevresindeki insanlar ona sürekli olarak Allah’a
şükretmesini öğütlemiştir. Topal Nuri bu tavsiyelere uysa
da geceleri, en ağza alınmayacak küfürleri yaratıcısına
yöneltir ve hayretle hâlâ çarpılmadığını görür. “O zaman
işi daha ileri götürmeyi denedi. Bir gece, ne de olsa içinde
gene de korku, helâya bir parça ekmekle gitti, işedi.
Hiçbir şey olmayınca, ekmeği kubura attı. Gene bir şey
olmamıştı. Hani neredeydi çarpılmak? Ağzının eğilmesi?
Gözlerinin kör olması? Yoksaaa... Evet, yoksa Allah yok
muydu?
Yaz gecelerinin iri yıldızlarına bakarak Allah’ı
düşündü. Sordu karanlık boşluklardan... sıcak yaz
gecelerini şehrin dışında Allah’ı düşünmekle geçirdi.
Nafile. Ne var diyebiliyodu, ne yok. Varsa neden
çarpmamıştı? Yoksa bu dünya, üzerindeki insanlar,
gökyüzü, kırpışan yıldızlar, kocaman ay, güneşin sahibi
kimdi? Kimim emriyle sabahleyin oluyor, akşamları
batıyordu.
Yıllar yılı bunu çözemedi. Çözemedi ama, çözebilecek
birini de aramadı değil. Hacılar, hocalar yanaşmıyorlardı
Allah’ın varlığı, yokluğu üzerine herhangi bir tartışmaya.
Tutturmuşlardı bir ‘Neuzu billah, kâfir olur insan!’” (ss.
15-16)
Anlatıcının buradaki niyeti; okuyucusuna, insanların
kuru kuruya bir din anlayışı olduğunu, aslında
insanların neye niçin inandıklarını bilmediklerini
anlatmaktır. Nitekim Orhan Kemal’in diğer romanlarında
da roman kişisi olarak okuyucu karşısına çıkan Kabak
Hâfız, Topal Nuri’nin bu yoldaki sorularının cevabını ona
verir.
Topal Nuri gibi kendi çıkarlarına ve cinsel tatminine
çok düşkün bir insan olan Kabak Hâfız, anlatıcının din ve
iman meseleleri konusundaki düşüncelerini Topal Nuri’ye
ve dolayısıyla okuyucuya aktarır. Topal, Kabak Hâfız’la
samimiyetini ilerlettikten sonra onun yaşayışıyla fikirleri
arasındaki farkı görür, hiçbir kutsala inanmadığını anlar,
içini ve dışını keşfeder. Kabak Hâfız’a, hiçbir şeye
inanmadığı halde niçin imamlık yaptığını sorar. Kabak
Hâfız’ın “Dünyada iyi ve rahat yaşamak için! Yani,
başkalarının kuru kuruya inançlarından yararlanıp,
geçineceğim. Bu suretle ekmeklerin en hası, en rahatına
ulaşıyorum. Hem de hiç terlemeden. Sana da tavsiye
ederim. İnsanları şuurlandırıp gözlerini açmaya
kalkışma. Bunun sana hiç faydası olmaz. Tam tersi,
zararı olur. Körlerin arasında şaşı badem gözlüdür.” (s.
17) şeklindeki cevabı, Topal Nuri’nin bundan sonraki
stratejisini belirler, davranışlarını yönlendirir. (2,6.
madde)
Hâkim anlatıcı, Topal’ın zihninden geçenleri ve
yaşantısını şu şekilde özetler: “Âl-i Osman yıkılıp, yerine
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti kurulalı beri memlekette
hızlı değişimler olmuştu: Fes atılmış, kalpak atılmış,
şapka giyilmişti. Sağdan sola yazılan eski yazı, yerini
soldan sağa yazılan Lâtin harflerinin millî alfabesine
bırakmıştı. Daha pek çok yenilik. Topal Nuri bunların
hiçbirini yadırgamadığı halde, yadırgayanların arasında
dolaşmayı, onlar gibi beş vakit namaz, niyaz, tenhalarda
inkılaplara fısıltıyla atıp tutmayı uygun bulmuştu. Çünkü
fabrikatörler, büyük toprak sahipleri, tüccarlar öyle
yapıyorlardı. Topal Nuri’ninse çıkarı, fabrikatörler, büyük
tüccar, büyük toprak sahipleriyleydi.” (s. 17) (1. madde)
Kanlı Topraklar’da, roman boyunca, okuyucunun
tanıdığı zenginler mütedeyyin insanlar olarak görünürler.
Namazlarına ve oruçlarına dikkat eder, tesbihi ellerinden
“zikrullah”ı dillerinden düşürmezler. Ama hepsi bu
eylemlerini insanları kandırmak için yaparlar. İnsanların
haklarını vermez, işçilerini her fırsatta sömürür, fırsatını
bulduklarında haram olduğunu düşünmeden zina
yaparlar. Aralarında kendi cinsinden olanlara karşı cinsel
duygular besleyen, hattâ bu duygularını tatmin etmek
için fırsat kollayanlar da vardır. Onlar için din, her
bakımdan amaçlarına ulaşmada ve daha fazla
kazanmada bir vasıtadır; asla bir inanç sistemi değildir.
Bunun sonucunda din; zenginlerin daha da
zenginleşmesine, yoksulların daha da yoksullaşmasına ve
sömürülmesine yol açmaktadır. Kantarcı Mustafa gibi
insanlar Allah’tan korktukları için işlerine hile katmaz,
dürüst çalışırlar, çalmazlar, çalışma saatlerine dikkat
ederler; ama bunun karşılığında ellerine “kocaman bir
hiç”ten başka bir şey geçmez. (2,6. madde)
Topal Nuri, Kabak Hâfız’dan öğrendiklerini zaman
zaman kendisinden menfaat umduğu insanlara anlatır ve
kendince, onların gerçekleri görmesi için gözlerini açar.
Kantarcı Mustafa’ya şunları söyler: “Allah’a ibadet
edebilmek için sağlık lazım. Sağlıksa iyi yaşamakla olur.
İyi yaşamaksa iyi kazanmaya bağlı. Demek Allah’a kulluk
edip öte dünyanı kazanmak için halin vaktin yerinde, işe
boğulmamış, ibadete vakit ayırabilmiş olmak lazım. Yalan
mı? (...) Allah, öte dünya falan diyenlerin teki, bir teki bile
ölmek istemez. İnsan isterse doksanlık, yüzlük olsun,
isterse hay hayı gitmiş, vay vayı kalmış olsun, gene de
ölmek istemez. Neden? Bu dünya iyi, güzel, tatlı da
ondan. Ölmek isteyenler senin gibilerdir. Neden? Bu
dünyada hava almayız diye.” (s. 104)27 (2. madde)
Yalancı Dünya28
romanında, başkişi Neriman’ın
babası Pazarcı Haydar, gençliğinde içki içen, kabadayılık
yapan, can yakan bir insan olmasına rağmen, sonradan
tövbe etmiş, Nur Cemaat’ine karışmış, evliya gibi inandığı
ve Allah dostu mübarek bir insan olarak kabul ettiği
Kabak Hâfız’ın bir dediğini iki etmeyen bir roman
kişisidir.
Pazarcı Haydar, karısına ve kızı Neriman’a karşı
tavırlarını da Kabak Hâfız’ın camide vaaz ederken
söylediklerine göre belirlemektedir. Hemen her
hareketinde imam efendinin söylediklerini hatırlar.
Örneğin imam efendi bir vaazında kadınlar hakkında
şöyle demektedir: “... sokağa çorapsız salmayın karı
kancıklarınızı, sinemaya, tiyatroya salmayın. Nisâ
tayfasının tepesinden yumruğu eksiltmeye gelmez. Kadın
hakları ne demek? ‘Kur’ân-ı azimüşşân’da ‘zât-ı
27 Kabak Hâfız’ın benzer davranış ve söylemleri Orhan Kemal’in
Hanımın Çiftliği ve Yalancı Dünya isimli romanlarında da devam
etmektedir. Hanımın Çiftliği’nde, zina hâlinde köylüler tarafından
yakalandığı Gülizar isimli kadınla evlenmişler ve Yalancı Dünya
romanının kişileri arasına katılmışlardır. Bu kadın, halkın velî bir
şahsiyet gözüyle baktığı Kabak Hâfız’ın eşi, Hanım Sultan olarak
görülür. Ancak anlatıcı Hanım Sultan’ı eşcinsel, sevici bir kadın
olarak okuyucusuna tanıtır. Karı-koca, birlikte hareket ederek,
insanların dinî duygularını sömürmeye ve bundan maddî menfaat
sağlamaya devam eder. Hanımın Çiftliği, Remzi Kitabevi, 2. bsk.,
İstanbul 1972 (1.bsk.:1961).
28 Orhan Kemal, Yalancı Dünya, Tekin Yay., 8. bsk., İstanbul 1995
(1. bsk.: 1966).
Kibriyâ’nın işâret buyurduğu ‘Şeytan-ı lâin’ bunlar işte!”
(s. 18) Pazarcı Haydar, kızını bakkaldan çorapsız bir
vaziyette dönerken görünce, imamın bu sözlerini hatırlar,
kızına ve ona yüz verdiğini iddia ettiği karısına karşı
oldukça sert davranır. Yine imamın vaazlarında
söylediklerine göre Allah, kıyamet gününde karılarının
kızlarının günahını kocalardan ve babalardan soracaktır.
Onların
çorapsız
gezmelerinden,
namahreme
görünmelerinden,
dinlerine
diyânetlerine
dikkat
etmemelerinden erkekleri sorumlu tutup, erkekleri
katran kaynayan kazanlara atacaktır. (s. 19) (7. madde)
Başkişi Neriman ise, babasının bu davranış ve
söylemlerinden rahatsızdır. Onun tek arzusu, bir şekilde
İstanbul’a gitmek, bir film şirketiyle anlaşıp, bir iki filmde
rol almak ve mümkün olan en kısa yoldan meşhur
olmaktır. Doğal olarak bu düşüncelerini en yakın kız
arkadaşlarından başka kimseye söyleyemez. Zaman
zaman kendi kendine şunları düşünür: “...Ona kalırsa
Allah bile düşmandır kadınlara. İyi ama neden? Niçin? Ne
yapıyor kadınlar kızlar? Mâdem herkes, herşey gibi
kadınlarla kızları da o yarattı, kadınlarla kızlara her türlü
duyguyu o verdi, o halde neden sevmiyor? Kadınlar,
kadınlardan çok da kızlar boyanmayı, daracık giyinmeyi,
çorapsız dolaşmayı seviyorlarsa suç onların mı? Kızlarla
kadınların, annesi gibi davranmalarını istiyorsa, hepsini
bir kalıpta, annesine benzer, annesinin kapanıklığına
yatkın yaratırdı. Gücü mü yetmemişti? O öyle yarattı da
kadınlarla kızlar O’nu dinlemiyorlar mı? O zaman nerede
kalırdı Allah’ın –Babasının dilinden düşürmediğince-
‘Karanlıkta, kara taşın üstündeki kara karıncanın bile
atacağı her adımı ezelde tâyin etmiş ‘Kudret-i külliye’si’?”
(ss. 22-23) Neriman, bu düşüncelerini babasının yanında
dile getiremez; ama hemen hemen her gün babasından
cehenneme ve Lût kavminin neden ve nasıl helâk
olduğuna dair vaaz kırıntılarını mecburen dinler. (7.
madde)
Pazarcı Haydar kızı Neriman’ın, karılarını kızlarını
açık bir şekilde gezdiren komşuların evlerine gitmesini,
onların kızlarıyla buluşmasını da istemez. Yalnızca kentin
tek noterinin evine gitmesinde, onun kızıyla arkadaşlık
etmesinde sakınca görmez. Çünkü noter, dindar bir
adamdır ve zengindir. Böyle adamlar ve onların aile
fertleri hem asil, hem dindar hem de zararsız insanlardır.
Fakat, anlatıcı noterin kızının konuşmaları, oğlunun ve
onların arkadaşlarının davranışları vasıtasıyla okuyucuya
Pazarcı Haydar’ın yanıldığını gösterir. Noter, yalnızca
maddî çıkarlarının devamı için bu şekilde dindar bir
insan olarak tanınmakta yarar görür ve rolünü başarıyla
oynar. Gerçek fikirleri ve evindeki yaşantısı ise Pazarcı
Haydar’ın ve imam efendinin “cehennemlikler” olarak
anlattığı insanlardan farksızdır. (6. madde)
Orhan Kemal’in eserlerini külliyat hâlinde
okuyanların, Vukuat Var, Kanlı Topraklar ve Hanımın
Çiftliği romanlarından detaylı bir biçimde tanıma imkânı
bulduğu imam efendi (Kabak Hâfız) de gerçek kimliğini,
Neriman’a tacizde bulunup onun bedeninden
yararlanmak isterken gösterir. (ss. 149-154) Camide ve
sokaktaki imam efendi ile Neriman’la baş başa kalan
imam efendi sanki aynı kişi değildir. Anılan romanlarda
“din, Allah, haram, helâl, cennet ve cehennem”
hususundaki görüşlerini Yalancı Dünya”da da Neriman’a
anlatmakta bir beis görmez. Pazarcı Haydar’ın kızını
evlendirmek istediği Ispartalı zengin Nurcu da Kabak
Hâfız gibi sahtekâr ve iki yüzlü bir insan olarak tanıtılır.
(ss. 185-186) (2,6. madde)
Yalancı Dünya’da, hayatlarını din kurallarına göre
tanzim etmek isteyen insanların hayallerini, hâkim anlatıcı
araya girerek okuyucuya şöyle anlatır: “Baldırı çıplak
takımı, politika kurmaylarının yeşil bayrağı çekecekleri
günü iple çekiyorlar, o günse bir türlü gelmiyor,
gelmiyordu. O günün bir türlü gelmeyip gelemeyişine,
sinirlenenlerse, saf, temiz, aldatılmış, din inançları
kötüye kullanılmağa çalışılan, zamanı gelince politika,
şaka bilmeyen “Halk”tı. İnandıkları yola kellelerini
koymuşlardı ama, bu inancın yanlışlığını onlara kim
anlatacaktı? Böyle şeylere herşeyden önce Dünya’nın
dayanışı
(tahammülü)
kalmadığına
hiç
kimse
inandıramazdı onları. Damarlarındaki kan “inanmışlık”ın
heyecanıyla kurşun gibi dolaşıyordu. Milli Mücadele’de
anayurdu düşmandan kurtaran bu biçim “inanmışlık”ın
damarlardaki kurşun hızıyla dolaşan kanı değil miydi?
Yüzyıllar boyunca, insanoğlunun her yapıcılık ya da
yıkıcılıktaki ileri atılışının nedeni de bu kandı. Bu kan,
bu kanın gücü, çok geri kalmış yurdun kalkındırılması
için kullanılsa, yurdu çok değil beş, on yılda ileri ülkeler
hizasına çıkarabilir, ya da tam tersi, kötüye kullanılırsa
büsbütün yıkar, harabeye çevirebilirdi.
Aç, sefil, perişan, sahipsiz “Halk”ı aldatıyorlardı.
Aldanmış insanlar, aldatılmaktan bıkmış insanlar, artık
aldatılmamak için gözlerini dört açmış insanlar, işte gene
aldatılmaktaydılar.” (ss. 351-352) (1. madde)
Anlatıcının bu şekilde anlattığı insanlar, Neriman’ın
babası Pazarcı Haydar’ın da aralarında bulunduğu,
Kabak Hâfız’ın yönlendirdiği insanlardır. Bu insanlar,
“din” kavramının ne olduğundan, dinin insanlardan ne
istediğinden, insanlara nasıl bir dünya vaat ettiğinden,
hayalini kurdukları sistemin ne olduğundan, onlara ne
getirip onlardan neleri götüreceğinden habersiz oldukları
gibi, bunu merak da etmezler. Tamamen câhil, şuursuz bir
yığındır.
Sonuç
Orhan Kemal, bütün insanların daha iyi bir dünyada,
daha mutlu, daha insanca yaşamak istediklerini, bütün
sistemlerin de insanlara daha iyi bir hayat sağlamak için
ortaya çıktıklarını, hırsızın bile daha iyi yaşamak için
çaldığını, dinin de aynı amacı güttüğünü, bunu
başaramayınca da kuru bir öte dünya vaat ettiğini söyler.
Onun bu görüşlerini yukarıda alıntılamıştık. Bu
düşüncelere sahip olan Orhan Kemal’in, dinden pozitif
yönde bir beklentisi olmasını beklememek gerekir. Zaten
Orhan Kemal’in benimsediği dünya görüşü de dine “halkı
uyuşturan bir afyon” gözüyle bakmaktadır. Nitekim
Orhan Kemal’in romanları üzerine yapılan bir
araştırmada
şöyle
denilmektedir:
“İncelediğimiz
romanlarda, din, namus gibi değerler hep çözülmeler,
sapmalar, yozlaşmalar içinde yansır. Bu romanlarda
dindar görünenler namussuzca işler yaparlar. Şahısların
çoğu ya savruldukları ekmek kavgasında, ya tutuldukları
sınıf atlama mücadelesinde bu iki değerle sağlıklı bir
ilişki kuramazlar. Bozuk ekonomik yapı, bu değerleri
yozlaştırmış veya kendi sistemini oturtmak için
kullanmıştır. (...) Din, gelenekler, aşk, namus gibi
değerler toplumdaki mevcut halleriyle işçi sınıfının
hayatını olumsuz etkileyen olgulardır. İşçi sınıfı,
oluşumunu hazırlarken bu kayıtlardan kurtulmalıdır.
Çünkü, Marksizm’e göre bozuk bir sosyal düzende, bu
tür moral değerler de burjuvanın hizmetindedir veya
onlar her değeri kendilerine çıkar kotarmak, işçi sınıfı
üzerinde baskı kurmak için kullanırlar. Sanatı ekonomik
yapıyla dolaysız ilişkilendiren Marx, onu üstyapı
kurumunun bir parçası sayar. Dolayısıyla hedeflerinden
biri “toplumsallaştırmak” olan Marksist sanat, burjuva
kültüründen kurtulmayı şart sayar.”29
Necdet Subaşı’ya göre, Türkiye’deki solcu aydının dili
“birlikte düşünmeyi kışkırtmayan, bu nedenle sesli
düşünme payı taşımayan, nihai bilgiye daima vakıf
olduğu iddiasında, birlikte “aydınlanmacı” değil hep
“aydınlatıcı” bir dildir.” 30 Bir aydın hareketi olarak ortaya
çıkan Türk solu, İslâm tarihinden kendisine dayanak
teşkil edecek temellerden yoksundur. Çünkü İslâm
toplumu, Batı toplumunun gelişme modelinden ayrı bir
seyir takip etmiş, feodalite ve kapitalizm aşamalarından
geçmemiştir. Dolayısıyla kapitalist gelişmenin olmadığı
bir toplumda da sosyalizmin gerçek maddî ve toplumsal
bir hareket olarak ortaya çıkması da beklenmemelidir.31
Türk solu, hemen hemen bütün dönemlerinde başka
ülkelerden
esinlenmişlerdir.
Uzun
bir
süredir
modernleşme çabası içinde yönünü Batı’ya çevirmiş olan
Türkiye’de, bu durum yadırganmamalıdır. Dine ilişkin
düşüncelerini Avrupa din tarihinden ya da kadim
dinlerden alan Marksistler, Avrupa’da anlaşıldığı
biçimiyle din kavramından temelde farklı bir şey olan ve
gerçekte insanlığın dinî bilincinin mükemmelliğe erişerek
tamamlanması
olan
İslâm’a
eleştirilerde
bulunmaktadırlar.
Solcu aydınlara göre, egemen sınıfların egemenlik
aracı olan din, toplumsal değişmeye karşı güçlü bir fren
teşkil etmektedir. Marx onu, insanoğlunun ıstırabının bir
ifadesi ve bu ıstırabı hafifletme çabası olarak
29 Mehmet NARLI, Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir
İnceleme, KB Yay., Ankara 2002, s. 344.
30 Necdet SUBAŞI, Türk Aydınının Din Anlayışı, YKY, İstanbul
1996, s. 153.
31 Necdet SUBAŞI, A.g.e., s. 154.
değerlendirmişse de, “halkın afyonu” formülüyle ortaya
attığı yorumun, izleyicilerini derinden etkilemiştir ve
dolayısıyla bu izleyiciler arasında dine önem verenlerin
sayıları çok azdır.32
Özellikle Bereketli Topraklar
Üzerinde romanında ağaların kendilerini alıp tarlalarında
çalıştırması için güneş ve yağmur altında bekleşen
insanların kaderlerine boyun eğmelerinin, içinde
bulundukları sömürü ortamını sorgulayamamalarının ve
sömürülmelerinin devam etmesinin temelinde, din
tarafından uyuşturulmuş olmaları yatmaktadır. Bu
insanlar, İslâm inancında gerçekten olup olmadığını,
varsa nasıl bir tevekkül anlayışı olduğunu dahi
bilmedikleri bir imanla kaderlerine boyun eğmişlerdir.
Halbuki, bu tür bir tevekkül anlayışına İslâmcı bir şair
olarak tanınan Mehmet Akif de karşı çıkmaktadır.
Orhan Kemal’in romanlarında görülen din ve dinle
ilgili kavramlar ve uygulamalar, Necdet Subaşı’nın
iddialarını doğrular niteliktedir. Zengin işadamlarının,
büyük toprak sahiplerinin dindar görünmeleri sadece
teşrik-i mesaide bulundukları insanlar üzerinde güven
tesis etmek, onları rahatça sömürmeye devam edebilmek
içindir. Kanlı Topraklar’daki fabrikatör Nedim Ağa,
sebze-meyve komisyoncusu Haydar, daha sonra Topal
Nuri bu karakteri sergileyen birer roman kişisidir.
Gerek Baba Evi romanındaki babanın evladına
verdiği din eğitimi ve gerekse Hanımın Çiftliği
romanında Kabak Hâfız’ın bir geriye kırılmayla hatırladığı
İstanbul’da medrese talebeliği sırasındaki din eğitimi, bir
insana dinin ne olduğunun öğretilmesinden tamamen
uzaktır. Kabak Hâfız’ın medresede “ders-i âm” olan
hocasının talebeleriyle olan münasebeti, cizvit
papazlarının rahip adayı öğrencilerle olan ilişkilerinden
farksızdır. Bu düşünce Marksist bir aydının
yeryüzündeki bütün dinleri ortaçağ Avrupa’sındaki
hristiyanlığın
özelliklerine
sahip
görmesinden
kaynaklanmaktadır. Romanlarda dinin emirlerine
muhatap olan insanların hiçbiri doğru dürüst bir din
32 Necdet SUBAŞI, A.g.e., s. 156. Subaşı’na göre, solcu aydın, Türk
toplumunun kimliğini oluşturduğu iddiasına dayalı olarak dini
tanımlamakla birlikte, onu kendi kökenleri içinde tanıyarak
değerlendirme konusunda oryantalist malzemenin sunduğu
subjektifliği aşmayı henüz başarabilmiş değildir.
eğitimi almamıştır. Bereketli Topraklar Üzerinde
romanında olduğu gibi, hepsi kulaktan dolma bilgilere
sahiptir ve duyduklarının gerçek olup olmadığını
sorgulayacak bilinçten de yoksundurlar. Dinî bir eğitim
almış Kabak Hâfız gibi kimseler ya da din adamları ise
dinî bilgileri ve genel olarak din kurumunu kendi bireysel
çıkarları için kullanırlar.
Orhan Kemal’in din adamlarına bakışı, üç ayrı
romanda okuyucu karşısına çıkan Kabak Hâfız’ın
şahsında görünmektedir. Yazar, Kabak Hâfız’ı
okuyucuyu tiksindirecek tarzda resmeder. Kabak Hâfız,
yiyeceklerin en iyisini yemek, içkinin en kalitelisini
içmek, fırsatını buldukça önüne çıkan her kadınla
beraber olmaktan başka bir düşüncesi olmayan bir
insandır. Bu amaçlarına ulaşmak için dini bütün bir
insan, ulu bir din adamı rolünü ustalıkla oynar ve bunda
da çoğunlukla başarılıdır. Foyasının meydana çıktığı
zamanlarda ise mekân değiştirir. Kabak Hâfız gibi din
adamları, birtakım hurafelerin ve batıl inanışların
insanlar arasında din gibi algılanmasına neden
olmaktadır. Kendileri asla inanmadıkları halde, muska
yazmaları, sihir yapmaları vs. hurafeleri devam
ettirmeleri yalnızca kişisel çıkarları içindir.
Hanımın Çiftliği romanında Kabak Hâfız’a, zengin
toprak sahibi ağalar veya onların kâhyaları (ırgatbaşı)
tarafından, sabah ezanını normal zamanından bir saat
daha erken okuması hususunda istekte bulunulur. Bu
arzuyu memnuniyetle yerine getiren Kabak Hâfız’ın
şahsında bütün din adamları; ezenin, sömürenin
yardımcısı, daha doğrusu onun bir vasıtası durumuna
gelmektedir. Çünkü sabah ezanı bir saat erken
okununca, ırgatlar da bir saat daha fazla çalışmakta,
böylece ağalar işgücünden kazanmaktadırlar.
Kabak Hâfız’ın şahsında genelde din adamlarına,
özelde ise yalnızca Kabak Hâfız’a acımasız eleştirilerde
bulunan, onun gerçek yüzünü anlayan Muzaffer Bey
isimli roman kişisi, aynı zamanda Atatürkçü düşünceye
sahip bir insandır. Sahtekâr dindarlar sebebiyle
devrimlerin tehlikeye düşeceğinden korkmaktadır. Aynı
kişi diğer taraftan, yeğeninin evleneceği kızı onun elinden
alan, tarlalarında çalışan köylü kadınları gerekirse zor
kullanarak kocalarının yanından alıp yatak odasına
götüren, köylülerin ekip biçtiği toprakları ellerinden alan,
kazandığı paraları Avrupa’daki sefahat âlemlerinde
harcayan bir kişi olarak tanıtılmaktadır. Bu durumda,
samimî bir Atatürkçü portresiyle karşılaşılmamaktadır.
Muzaffer Bey de; Kabak Hâfız’ın dini, çıkarları için
kullanması gibi, devrimleri ve partiyi kullanıyor
denilebilir. Nitekim, kendi çıkarlarının muhalefet partisi
saflarında olduğunu anladığında hemen gidip üye olur.
Muzaffer Bey’in iktidarda bulunan ve başlangıçta
kendisinin de desteklediği partiyi, muhalefet partisinin
elinde bir silah olarak bulunan “din”i, iktidardaki
partinin de kullanmasına karşı çıkması; dinin yalnızca
devrimci devlete yardımcı olduğu müddetçe yaşatılması
gibi düşünceleri; Üç Kağıtçı33 romanında da milletvekili
adayı Kudret Yanardağ’ın, romanın pek çok yerinde
seçim propagandası konuşmalarında sürekli dinsel
motifleri kullanması ve hatta “hilâfeti bile geri getirme”
gibi cüretkâr sözler sarf etmesi “din”in devlet ve hükümet
elinde de bir hükümranlık silahı olarak kullanıldığını
göstermektedir. Bu durumda din, asla moral bir değer
değil, yalnızca bir sömürü vasıtasıdır. Hizmetini
tamamlayan din ise bastırılması gereken bir sistem
olmaktadır.
İnsanlar kendilerini dindar görünümleriyle aldatan
toprak ağalarının, işadamlarının ve Kabak Hâfız gibi din
adamlarının elinde sadece bir oyuncak olmaktan başka
bir şey değildir. Bunlar, çoğu zaman, acınası hallerinin
farkında bile değildir. Dinî bilgileri ya çok az, ya da hiç
yoktur. Hanımın Çiftliği’nde olduğu gibi din adına
yapılan kışkırtmalara kolayca kanarlar. Başlarına gelen
bütün felaketleri, sıkıntıları; yaşadıkları sefaleti,
açlıklarını, yokluklarını sadece “kader” olarak yorumlar
ve öte dünyanın mutluluklarıyla avunurlar. Kendilerini
din adına, dini vasıta ederek sömürenlerin gerçek
yüzlerini ya göremezler ya da hiç fark edemezler. Çoğu
zaman onları Allah’ın sevgili kulları olarak görürler.
Gerçekleri fark edenlerse, ya korkarak seslerini
çıkaramazlar ya ağızlarına çalınan bir parmak bala
33 Orhan Kemal, Üç Kağıtçı, Tekin Yay., 7. bsk., İstanbul 1985 (1.
bsk.: 1969).
kanarak susar, ya da onlardan öğrendikleriyle, Kantarcı
Mustafa gibi, aynı yolun yolcusu olur; ama bunu da
başaramazlar.
Topal Eskici gibi bazı roman kişileriyse, içinde
bulundukları bütün olumsuzlukların müsebbibi olarak
Allah’ı görür. Allah’a şüphesiz olarak inanmaktadırlar.
Fakat isyan ettiklerinde sarf ettikleri cümleler,
alışılagelmiş “Allah” kavramıyla uyuşmaz. Adeta Allah,
yoksullara zulmeden bir diktatördür. “Gerçekte var olan
Allah, kuluna zulmetmez. Eğer, her şeye gücü yetiyorsa
bu insanları, niçin bu perişanlıktan kurtarmamaktadır?”
sorusu satır aralarına gizlenmiş ve cevabı okuyucuya
bırakılmıştır. Vukuat Var’da Ramazan’ın kendi çirkinliği
ve çelimsizliği, dayısı gibi yiğit bir adam olamayışı
sebebiyle isyan etmesi ve Allah’ın kudretini sorgulaması;
Berber Reşit’in karısının, çok sevdiği koyununun ölmesi
nedeniyle Allah’ı sorgulaması; Güllü’nün “gerdek gecesi
kızların acı çekmesi sebebiyle Allah’ın kızlara düşman
olduğu”nu düşünmesi gibi örneklere bakılırsa, bu
romanlardaki “Allah’a bakış”, Yunan mitolojisindeki
“Zeus’a bakış” gibidir. Kanlı Topraklar’da Topal Nuri’nin
Allah’a küfrettiğinde, tuvalete ekmekle gittiğinde ve
ekmeği tuvalet deliğine attığında çarpılmayı beklemesi, ve
çarpılmayınca da “Acaba Allah yok mu?” diye sorması,
hep cezalandıran, yok eden bir Tanrı anlayışından
kaynaklanmaktadır. Bu bakış, İslâm’ın kendisinde olan
bir “Allah” anlayışı mı yoksa Batılı bir “Tanrı” anlayışı
mıdır? Görünen odur ki, Orhan Kemal’in romanlarında
anlatıcının okuyucusuna gösterdiği “Allah”, Türk
toplumunun inandığı İslâm dininin temel kaynaklarında
anlatılan “esirgeyen, bağışlayan, merhameti bol,
zulmetmeyen bir Allah” değildir.
Romanlarda dinin kendisinin temel kaynaklarına
bağlı din anlayışı yerine, “töre, gelenek, hurafe”ye
dayanan, din olmadığı halde roman kişilerinin din
zannettiği, -toplum içindeki pek çok insan gibi- bir din
anlayışı sergilenmektedir ki Marx’ın bir üst yapı kurumu
olarak gördüğü baskı vasıtası “din” de aynı “din”dir. Bu
din sebebiyle dinî duyguları istismar edilerek işçiler,
köylüler yani emekçiler ezilmektedir.
Yalancı Dünya romanında Kabak Hâfız’ın camideki
vaazında kadınları “şeytan-ı lâin” olarak göstermesinin
temelinde de, kadınların ezilmesinin müsebbibi olarak
dini görme ve gösterme düşüncesi yatmaktadır.
Bir eleştiride olumsuzlamanın olması doğaldır.
Eleştiriyi yapan, olumsuzladığı olgu ve kişilerin (din ve
din adamı gibi) yerine hiçbir şey koymuyorsa bu
durumda olumsuzlanan kişi ve olguların tamamen
ortadan kaldırılmasını, problemlerin çözümü için bir
merhale olarak görüyor demektir. Neticede eğer din ve
dinsel olgular kitleleri uyuşturan bir afyonsa, o zaman bu
kitleleri uyandırmak, kendine getirmek için sebebi yani
ortadan kaldırmak ya da olabildiğince pasifize etmek
gerekmektedir. Nitekim yukarıda, Orhan Kemal’in bu
düşüncemizi destekler nitelikte olan “Asıl yurtseverlik,
içinde yaşadığı toplumun bozuk düzenini görmek,
bozukluğun nereden geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu
bozuklukları ortadan kaldırmaya çalışmaktır.” şeklindeki
cümlelerini alıntılamıştık.
Orhan Kemal, sanatında, sahip olduğu ideolojinin
görüşleri doğrultusunda bir yol izlemiştir. Halkının
ıstıraplarının tek kaynağı olarak değil; fakat
sebeplerinden biri olarak dini göstermiştir. Saf ve temiz
kalpli insanlar, inançları kullanılarak kolayca
kandırılmakta ve sömürülmektedir. Okuyucusuna “senin
inandığın sistem işte benim resmini çizdiğim bu
fenalıklar yumağıdır, senin felaketinin sebebi ve kaynağı
senin din adını verdiğin, kaderim dediğin şeydir” mesajını
vermektedir.

Ziyaret -> Toplam : 125,32 M - Bugn : 80393

ulkucudunya@ulkucudunya.com