« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

12 Haz

2012

TAŞER'İN BÜYÜK TÜRKİYESİ

01 Ocak 1970

Nadir olarak öfkelendiği zaman gözlerini yere eğiyor; belli ki sevginin yukarıdan, öfkenin aşağıdan geldiğini pek iyi anlıyor. Ailesinin küçük yaştaki fertleri dışında hiç kimseye küçük adıyla hitab ettiğini gören olmadı; yüzlerine karşı saygı gösterdiği insanların arkalarından da hep saygılı konuştu. Siyasi hasımlarından bir teki için bile bir tek kaba sıfat kullanmadı. İnsanlar hakkında hüküm verme yolunu seçmedi, onları tahlil etmeye çalıştı. Kendisine tuzak kurarak yurdundan dışarı çıkaran eski kader arkadaşlarını bile cenazesinin arkasından sürükleyen kuvvet işte buydu.
Fazileti kıskanan biri olsaydım, bu adamdan nefret etmem için her türlü sebep mevcuttu. İyi niyetim kusurlarıma galebe çaldı ve ben onu bir insana duyulabilecek sevginin de ötesinde bir ihtirasla sevdim. Hayatta olduğu sürece ona olan yakınlığımı şiddetli bir dostluk gibi görüyordum; şimdi de bu dostluğun hatırası bana sonsuz bir gurur veriyor. Ama aradan zaman geçip de şahsî münasebetler bir hatıradan ibaret kalınca, aramızdaki şeyin bir dostluktan çok farklı olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Şimdi karşımdaki adam Gaziantepli Dündar Taşer değil, ben de onun bir dostundan ibaret değilim. Taşer bizim milletimizin dün yaşadığı gerçeği, bugün de gördüğü büyük rüyayı temsil ediyordu. Bu yüzden onu dinlerken, onunla bir arada bulunurken kendimizi birdenbire büyümüş hissediyorduk; üzerimizde yüz yılın biriktirdiği pis ağırlıktan eser kalmıyor, kaybolan şahsiyetimize yeniden kavuşuyorduk. Taşer efsunlu konuşmasıyla, parlak muhakemesiyle, bütün tavır ve hareketleriyle bizim gözlerimizdeki perdeyi aralıyor, önümüze yeni bir dünya açıyordu. Bu dünya aslında gerçekti, ama biz körlüğü alıştırıldığımız için onu yine kapalı gözle görülen bir rüya sanıyorduk.
Partisiyle ilgili bir seyahatten dönüşü sırasında bize Erzurum köylülerinin söylediklerini anlatmıştı: "Beyler, siz bizim yoksulluğumuzu anlatıp duruyorsunuz. Aslında sizin bildiğinizden daha yoksul haldeyiz, ama bütün bunlara katlanabiliriz; bizim yüreğimizi asıl yakan şey, devletimizin üç tane haydut talebe ile başa çıkamayacak kadar aciz kalışıdır."
Şu sözler Türk halkının kafasında yüzyılların yerleştirdiği bir tavrı aksettiriyordu. Ve Erzurum'un yaşlı köylüleri herhalde ilk defa bu tavrı anlayan bir münewerle, bir siyaset adamı ile karşılaşmış bulunuyorlardı. İnsanın anlayışlı bir muhatap bulması ne büyük saadettir! Ama bu saadeti Taşer de en az onlar kadar duyuyordu, çünkü böylece kendi milleti hakkında ortaya attığı tezin bir defa daha ve pek veciz bir şekilde ispatlandığına şahit olmuştu. Ömrünü hep bu hakikati anlamak ve anlatmakla geçirdi; Türk Milleti için en büyük, en önemli müessese devlettir. Bu yüzden milletimiz tarihin hiçbir devrinde devletsiz kalmadı, yoksa millet de kalmazdı. Türk tarihi, herşeyden önce, devletin kutsallığı prensibine dayanır. Bu zihniyet Osmanlı Türk'ünün dilinde şu düstur halinde ifadesini bulmuştur: "Din ü devlet, mülk ü millet." İnsan işte bunlar için çalışır, bunlar için yaşar ve bunların uğruna ölür. Devletin milletten, vatandan ve dinden farkı yoktur, çünkü devlet gidince bunlar da gider. Saadetimizin anahtarı kuvvetli bir devlete kavuşmaktır, felaketimizin kaynağı ise başka hevesler uğrunda devletin kudretine zaaf getirişimizdir. Taşer sağ olsaydı, bu noktaya nasıl geldiğini size şöyle anlatırdı:
Benim neslimden olanlar İmparatorluğumuzu haritada, yani kağıt üzerinde gördüler. Devletimiz bize göre bir coğrafya parçasından ibaretti, ama bu büyük coğrafya bile kitap sahifesine çizildiği zaman adeta avuç içi kadar ufak görünüyordu. Zaman idraki kendi çocukluk çağı, mekan idraki de içinde yaşadığı kasaba hudutları içinde kalmış olan genç bir insan elbette ki, dünyanın yarısını kucaklayan bir tarih vakıasını kavrayamazdı. Biz dağılan devletimizden elde kalan topraklarını da haritada gördük, ama bu harita aynı ebatta kağıtlara çizildiği için en az İmparatorluğumuz kadar yer kaplıyor, hatta teferruatlı olması yüzünden bize daha büyük gibi geliyordu.
Yaşımız ve bilgimiz ilerledikçe önce coğrafyayı tanıdık. Cihan Harbi'ndeki bozgunda topraklarımızın elden gittiğini, bize sadece Anadolu yarımadasının kaldığını anladık. Ama öğretmenlerimiz bize hep yabancı milletlerin bizden ayrıldığını, bizim de kendi topraklarımıza çekildiğimizi söylüyorlardı. Biz bu tarih görüşü ile radyolarda hergün okunan Rumeli, Kırım, Yemen türküleri arasındaki tezadı da farkedecek halde değildik. Ailemizde ve yakınlarımız arasında Hicaz'da, Gazne'de, Balkanlar'da, hatta Azerbaycan'da savaşmış ihtiyarlar vardı; bunlar kaybettiğimiz topraklar için ağlar dururlardı. Öğretmenimize göre bunlar Arab'ın, Acem'in ülkesini korumak için boş yere kan dökmüşlerdi. Ama Kâbe'nin müdafaasında bulunan dedem Arap diye bir millet veya devlet tanımıyordu, o İngiliz'lere karşı devletimizin topraklarını korumak üzere savaştığına inanıyordu.
Bilgisine saygı duyduğum öğretmenimizin ilkokul görmemiş dedemden cahil olduğunu anlamam için aradan uzun yıllar geçti. Bir gün İstanbul ve Edirne'de elimizden çıksa, öğretmenimiz herhalde oraların zaten Bizans toprağı olduğunu, bizim yine vatanımıza çekildiğimizi söyleyecekti. Bize vatanın iyi bir tarifini yapan olmadı, ama öyle anlaşılıyordu ki, vatan düşmanlarımızın bizden henüz alamadıkları yerdi. Vilson'un teklif ettiği plan gerçekleşseydi Türk vatanı Konya vilayeti olacaktı. Acaba o zaman birisi çıkıp da bizim buraya Orta Asya'dan geldiğimizi, başkalarının yurdunda haksız yere bulunduğumuzu söylese ne yapacaktık? Rumeli gibi, Suriye ve Irak gibi, Arabistan gibi, Mısır ve Kuzey Afrika gibi, Akdeniz adaları gibi, Balkanlar gibi, Budin ve Belgrad gibi Anadolu yarımadasını da sonradan almış değil miydik?
Bize verilen tarih bilgisine göre, milletimiz yüzlerce yıl Arap ve Acem'in manevi hükmü altında şahsiyetsiz bir hayat sürmüş, siyasi bakımdan da Osmanlı denilen bir zümrenin hakimiyeti altında yaşamıştı. Dedelerimizden bize kalan şey bir paslı kılıçtan ibaretti; onların konuştukları dil, yazdıkları kitaplar, bütün sanat ve edebiyat eserleri, yaşadıkları sosyal hayat, kurdukları müesseseler hep Arab'ın ve Acem'in kültür ve medeniyetine ait şeylerdi. Ama, sonunda Türk Milleti bu hayata tahammül edememiş, Araplar'dan, Bulgaristan'dan, Yunanlılar'dan, Sırplar'dan, Arnavutlar'dan sonra Türkler de Osmanlı hakimiyetine isyan ederek hem istiklallerine, hem de Avrııpa'da kalan kendi öz kültür ve medeniyetlerine kavuşmuşlardı. Eğer sizin kafanız da benimki gibi bu fikirlerle doldurulmuşsa, kendinizi küçük bir Balkan devletinin vatandaşları gibi görüyorsanız, dedelerinizin elde kılıç fütuhat yapmaktan ve başkalarının yurtlarını zaptetmekten başka bir iş yapmadığına inanıyorsanız, şu birkaç soru bile daldığınız gaflet uykusunu bozmaya yeter:
Batılılar niçin bize nefretle karışık bir saygı duyuyorlar? Doğu Avrupa, Kuzey Afrika ve Güney-Batı Asya halkları niçin bize eski efendileri olarak bakıyorlar? Kuzey Afrika'yı bizden istiklal heveslisi Berberiler mi geri aldı? Şimdiki Arap devletlerini kurulması için dökülmüş bir damla Arap kanı var mıdır? Bulgaristan bizimle savaşarak mı istiklal (!) kazandı? Yugoslav devletini bizden ayırmak için çırpınan Sırplar mı kurdu? Budin'i bizden Macarlar mı aldı? Suriye'de ve Irak'ta hangi milletler yaşıyordu ki, bunlar birer devlet oldular? Arap ülkelerinde ve Kuzey Afrika'da Türkler'e ait olmayan kaç eser gösterebilirsiniz? Bütün bu ülkelerin halkları imparatorlıık içinde yaşarlarken mi daha mesut idiler, yoksa Avrupalı'lar ve Ruslar'ın elinde kukla birer devlet haline geldikleri zaman mı? Çin'e kadar elini kolunu sallayarak gezen bir Macar şimdi kendi köyleri arasında pasaportsuz dolaşabiliyor mu?
İmparatorluktan ayrıldıktan sonra bunlardan hangisi şerefli ve itibarlı bir devlet olabildi? Kendi haline bırakılsaydı, Osmanlı vatandaşlığını bırakarak Suriye, Ürdün veya Irak vatandaşı olmayı tercih edecek tek kişi bulunur muydu? Türk hakimiyetinin sona erişinden yüzelli yıl sonra bir Yugoslav tarihçisine "İmparatorluğumuz yıkılmadan önce ne kadar mesud ve haysiyetliydik" dedirten kudret nedir? "Bizi bıraktığınız için kabahat sizdedir" diyen Yunan askeri ataşesine bu sözü kim söyletiyor? Yunanistan'la mübadele edilen Anadolu Rumları niçin "gavur elinde kaldık" diye şikayet ediyorlar? Gül Baba türbesi önünde milletinin kaderine ağlayan Macar tarihçisi, "Arap birliği sadece Türkler zamanında vardı" diyen Lübnanlı tarihçi, Türklerle birlikte huzur ve bereket de gitti diyen Yemenli, Osmanlı valilerini evliya mertebesine çıkaran Bağdadlı, Türkler geliyor diye evine Türk bayrağı çeken Suriyeli hangi hasreti dile getiriyor?
Niçin dünyanın büyük hukukçuları arasında bir hukuk fakültesi profesörünün değil de, Ahmet Cevdet Paşa'nın adı geçiyor? Niçin Fransa Devlet Başkanı; "Siz Baki gibi şairler yetiştirmiş bir milletsiniz" diyor? Niçin bir divan katibinin yazdığı müsvette de bir tek Türkçe hatasına rastlanmadığı halde, bir üniversite profesörünün yazdığı makale anlaşılmıyor? Niçin dünküler önem verdikleri medrese ilmini mükemmel şekilde bildikleri halde, biz bugün önem verdiğimiz modern ilimde varlık gösteremiyoruz? Niçin artık ilim ve edebiyat yapacak bir dilimiz bile yok?
Atalarımız ülkeler fethedip yağmacılıkla uğraştılar ha! Siz bütün bu yüksek aklınız ve ileri bilginizle iki dönümlük bir yer fethedebilir misiniz? Bir orduyu bir yerden başka bir yere götürebilmek, üstelik yabancı topraklarda zafer kazanabilmek için nelerin gerektiğini bilir misiniz? Bunun için herşeyden önce saat gibi işleyen bir idari sistem lazımdır; böyle bir sistem kuramayanlar sadece kendi ülkesinde birbirinin arazisini işgal etmekle, kendi vatandaşına karşı zafer kazanmakla uğraşır. Yağmacılıkla altıyüz değil, altmış sene ayakta kalmış bir devlet gösterebilir misiniz? İdaremiz altındaki milletleri sömürdüğümüze dair en ufak bir örnek verebilir misiniz? Bizim Macaristan'a, aldığımız gelirden fazla masraf yaptığımızı sosyalist bir ülke olan Macaristan'ın tarihçileri ortaya koydular. Siz devletin bu masrafa niçin katlandığını da kolayca anlayamazsınız; bunu ancak dünya çapında dış politika yürüten bir devletin idarecileri bilirler.
Haçlı ordularını imha eden devletin küçük bir Karaman Beyliğine niçin harp açamadığını, Rum Kara Todori Paşa'nın azınlıkları şımartmak isteyen Avrupa diplomatlarını, karşı devletin hükümranlığını niçin müdafaa ettiğini, Yavuz'un kendi öz kardeşlerini, Kanuni'nin kendi oğullarını niçin idam ettirdiğini, ordulara hükmeden paşaların iki satırlık bir ferman karşısında boyunlarını cellada niçin uzattıklarını, Romanya'da bir kalenin düşman eline geçmesi üzerine İstanbul'daki padişahın niçin felç olup öldüğünü, soylu bir ailenin kızıyla evlenen bir padişahın niçin öldürüldüğünü, krallara baş eğdiren insanların yoksul bir derviş karşısında bütün gurur ve azametlerini niçin terkettiklerini, deli denilen bir sultanın ekmek fiyatları artınca niçin geceleri uyuyamadığını hiç düşündünüz mü?
Geçmiş şeyleri kurcalamakta ne fayda var, diyeceksiniz. Hatta aranızda, eskiyi bırakalım da şimdiki halimize bakalım, bugün dünyanın sonuncu devletleri arasında geliyoruz, diyenler de bulunacaktır. Taşer o zaman size şu cevabı verir: İşte bugünkü hale gelişimiz o eskiyi bırakmamızdandır. Eğer yukarıdaki sorulara ciddi bir şekilde cevap arayacak olursanız, karşınızda dünyaya hiç benzeri gelmemiş bir devlet görürsünüz. Bu devleti iyice bilmeden Türk Milletini tanımaya, bugün içinde bulunduğumuz çıkmazları izah etmeye imkan yoktur. Üzerinde yaşadığımız Türkiye o devletin bir parçası, halkımız da o devletin sahibi olduğuna göre, bu ülkeyi ve halkı nasıl bileceğiz? Büyüklüğümüzün olduğu kadar küçüklüğümüzün de sebeplerini nasıl bulacağız?
Taşer bu tarihi nasıl görüyordu? Önümüzdeki yazıda da bunu anlatmaya çalışacağız. Anadolu'da kurduğumuz devlet sadece bizim devamlı hakimiyet ve bağımsızlık karakterimizin yeni bir örneği olarak kalmamış, aynı zamanda siyasî, idarî ve askerî tecrübelerimizin de mükemmel bir terkibi olmuştur.
Bizimle çağdaş milletler içinde hiçbiri aynı ülkede veya çeşitli yerlerde bin yıllık bir devlete sahip olmuş değildir. Bize bu ülkeyi ve devleti Selçukoğulları'nın idaresi altındaki Oğuzlar kazandırdı. Bugünkü Türkler Alparslan'la birlikte ve ondan sonra Anadolu'ya, daha sonra da Rumeli'ye gelen Oğuzlar'ın torunlarıdır; Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti de Selçukoğlu Tuğrul ve Çağrı beylerin kurduğu devletin bir devamı olmuştur. Fakat bu devamlılıktaki sırrı iyi kavramak lazımdır. Osmanoğulları'nın siyasî dehası olmasaydı belki Anadolu Türk devleti de tıpkı Cengiz imparatorluğu veya Timur Bey'in imparatorluğu gibi dağılıp gidecekti ve belki biz bugün Doğu'da kalan amca çocuklarımızın kaderini paylaşacaktık. Bizim tarihimizde milletimizin tek bir büyük devlet halinde toplandığı devirler yok değildir, fakat Osmanoğulları'na kadar bu birlik bazı kudretli hükümdarların şahıslarına veya dünya şartlarına bağlı kalmış, hiç bir zaman bir müessese bütünlüğü arzetmemiştir. Timur Bey Yıldırım'ı mağlup etti, fakat aradan on yıl geçtikten sonra mağlup Yıldırım'ın devleti bütün haşmetiyle yeniden toparlandığı halde Timur'un imparatorluğu parçalandı. Timur Bey'in devleti de, Selçuklu Sultanları devrinde olduğu gibi, hanedan mensupları arasında paylaşılmış, böylece dışarıya karşı tek vücud olması gereken millet kendi içinde tefrikaya düşmüştü.
İlk defa Osmanoğulları devletin bütünlüğü prensibini her türlü endişenin üzerinde tutarak, bu bütünlük uğrunda evlatlarını veya öz kardeşlerini dahi feda etmek cesaretini ve basiretini gösterdiler. Biz bugün devlet için bir uyuz kedimizi bile feda edemez hale geldiğimizden, onların bu tavrını anlayamıyor ve işi bir saltanat hırsı ile izah etmeye çalışıyoruz. Onlar da pekala memleketi şehzadeler arasında paylâştırarak hem saltanatlarına devam ederler, hem de büyük bir manevi ızdıraptan kurtulabilirlerdi. Oğlu Mustafa'nın cenaze töreninde gözyaşlarını tutamayan, bu yüzden namaz kılmakta bile güçlük çeken Kanuni'nin duyduğu acıyı düşünebiliyor musunuz? Kardeşi Korkud Sultan'ın gönderdiği mektubu okurken gözlerinden sel gibi yaş boşalan Yavuz'a "kardeş kaatili" diyebilmek için bir insanın mesuliyet duygusundan nasipsiz olması gerekir. Onlar kardeşleri veya oğulları ile birlikte devlet ve millet için kendilerini de kurban vermekte tereddüt etmeyen insanlardı. Devletin bütünlüğü uğruna oğlunun gözlerine mil çektiren Hüdavendigar Murad Han, yine devleti uğrunda şehit oldu. Devlet için iki oğlunu idam ettiren Kanuni, ömrünün en güzel yıllarını çadırlı ordugâhta geçirdi ve nihayet bile bile ölümün kucağına atıldı. Kardeşi Yakub Çelebi'yi katlettiren Bayezid hayatı boyunca ölümle kol kola gezdi, milletinin karşısındaki her tehlikeye karşı en önde ve tek başına çıktı. Çelebi Sultan Mehmed, kardeşlerinin ölümü pahasına milletini dağılmaktan ve esir olmaktan kurtardı.
Kısacası, kardeş veya evlat kaybederek saltanat sahibi olan hiçbir Osmanlı Sultanı, elde ettiği tahtı şahsî rahatı için kullanmış değildir. Bugün sözde insanî duygular adına onları ayıplayanlar, hatta gayretkeşlik ederek Fatih'in kardeş veya evlat katli hakkındaki kanununun asılsız olduğunu iddiaya kalkanlar bilmiyorlar ki, ken di hayatları da bu prensip sayesinde garantiye alınmıştır.
Kendini âlem serîrinde Süleymanb oldu tut,
Tâc ü taht ü saltanat berbad olur çün âkrbet.
Şu beyit, sefaletine teselli arayan yoksul bir şairin hülyasından değil, hakikaten "âlem seririnde Süleyman" olan Kanuni'nin kaleminden çıkmıştır. İşte Türk kültürünün yetiştirdiği bir hükümdarın hayat felsefesi budur. İnsan ancak Tanrı'nın kullurana hizmet etmek için saltanat sürer, çünkü hayatın sonunda ölüm ve ölümün sonunda da en büyük padişahın kurduğu bir büyük mahkeme vardır. Bir gün o mahkeme de hesap vereceğine samimiyetle inanan bir kimsenin devlet mesuliyetini üzerine alması ne demektir? Bu mesuliyet, halk ekmek sıkıntısı çekince İbrahim Han'ın gözlerine uykuyu haram eder, bir savaşla bir ülke fetheden Kanuni'nin zaferden sevinç duymasına bile imkan vermez. İkinci Osman'a kanı ile ödetir, İkinci Mahmud'u kahrından öldürtür. Hüdavendigar'ın Kosova sahrasındaki yakarışını, Kanuni'nin sedye ile savaş meydanına gidişini, Birinci Abdülhamid'in Özi kalesi düşünce geçirdiği şoku, Üçüncü Selim'in, çalışmaya ve istirahate ayırdığı zamanların nisbetini düşünürseniz, Türk geleneğinde hükümdarlığın nasıl bir ateşten gömlek olduğunu anlarsınız. Sadece devlet reisleri değil, devrimcilerin şimdi eli kamçılı derebeyi gibi tasvir ettikleri bir köy ağası veya aşiret beyi de hep aynı mesuliyet içinde olagelmiştir. Koyununu kurt kapan çobandan, ayağına çalı batan çocuğa kadar herkesin derdiyle ağa uğraşır, uğraşmazsa zaten ona kimse ağa demez. Bizim geleneğimizde, bir yerde reis olan kimse etrafındakilerin babası veya hamisi demektir, devlet reisi ise milyonlarca çocuğu olan bir baba hükmündedir. Demokrasiye geçtiğimiz bugün bile milletimiz hâlâ bu geleneğin tesiriyle bütün mesuliyeti bir taraftan "aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim, az milleti çok ettim" diyen Bilge Kağan devrine, bir taraftan da yatalak bir kadının evini tamir etmek için sırtında kerpiç taşıyan Hazreti Ömer'e dayanıyor. Bu anlayış yüzündendir ki, devlet hizmetinde kusuru görülen herhangi bir memurun idam ettirebilen bir sadrazam, bir dul kadının evini istimlak ettirmekten acizdir; bir vilayet kadısı "Padişahımın emri başım üzeredir, ama şeriatın (kanunun) hükmünden çıkamam" diyebilir.
Töre dışında iktidar almak isteyenler ancak başlarını ortaya koyarak yola çıkarlar, başaramazlarsa artık kendilerine gerekmeyen başlar da alınır. Devlet kuşu başa konmadığı takdirde kuzgun kuşu leşe konar. İki taraf da bunun "kanun-ı ezel" olduğuna inanır. Galip gelen, başı gidenin gövdesi üzerinde hora tepmez, ona bir ölüye gösterilen müslüman saygısı ile muamele eder. Ne kimse galibe bu iş için alkış tutar, ne de kimse mağlubun ardından yıllarca mateme girer veya intikam peşinde koşar. Bir dava mahşere kalmışsa, kullara fuzulî kadılık düşmez. Tanrı'nın emrettiği birliği şahısların heves ve heyecanı uğruna bozmaya kimsenin hakkı yoktur; hele bu yolda taraf olup kan dökmek bizim devlet geleneğimizde hiç yoktur. Başı ile devlete oynayan iki şehzade karşılaştıkları zaman, ordulardan biri öbürüne iltihak eder ve mesele biter, bu da çok defa "ashab-ı rey ve tedbir" denilen gün görmüş, sözü tutulur kimselerin müşaveresi sayesinde olur. Davayı kaybedenin taraftarları hiçbir zaman devletin başına gaile çıkarmazlar.
Kul taifesi denen hizmetlilerin durumunda bu prensibin işleyişi daha açık ve seçik bir şekilde görülebilir. Kapı kethüdasından sadrazama kadar herkes adeta devlet için yaşıyor gibidir. Hizmette büyük kusur eden bir memur, üzerine gelen devlet hükmü karşısında sadece birşey ister: Tanrı'dan af dileyecek kadar zaman. Dünyanın en büyük devletinin başkumandanı olan Kara Mustafa Paşa, daha ordusunun başında iken binlerce kilometre ötedeki İstanbul'dan gelen iki haberciyi görünce sükunetle "Bizim için siyaset (idam) var mı" diye sorar. "Beli sultanım" cevabını alınca artık onun işi Tanrı'ya kalmıştır. Namazını kılar, tövbe ve istiğfar eder ve "Ağalar, elinizi tiz tutun" der. Onun bu tavrı şahsına ait değildir, devlet geleneğinin güzel bir nümunesinden ibarettir. Bilir ki, kendine gelen hüküm bir şahsî garazın veya düşüncesizce verilmiş bir kararın eseri değildir; hatta daha başında bu riski göze alarak vazife istemiştir. Bazan bu hizmetlilerin içinde şahsi menfaatı için halka zulmeden veya nüfuz ve kudretini kötüye kullananlar da çıkabilir; düne kadar azametinden yanına varılamayan bu adamların başlarını bir gün ibret taşı üzerinde görürsünüz, altında da şu yafta vardır: "Sabıkan filan mansıpta iken celb-i menfaat kasdıyla ibadullaha zulm ü taaddi eden filancanın ser-i maktuudur." İşte bu adalet anlayışıdır ki, Türk hakimiyetinin kalkışından yüzelli yıl sonra bile bir Yugoslav tarihçisine "İmparatorluğun Bosna paşası bir çocuğu tokatlasa kadı huzuruna çıkarılırdı, şimdi bir parti şefi otomobiliyle bir adamı çiğnese kimse hesabını soramaz" dedirtiyor. Devletin kendisine verdiği vazifeyi kötü yaparak devletin "kadr ü itibarı"nı zedeleyen bir kimsenin akıbeti bellidir. Viyana'ya tenbih ne kadar manalıdır: "Baka âdem! Allah sana bu mertebe ihsan etti, kim din uğruna din düşmanları olan Nemçe keferelerine varup hast ü denaet edip ırz-ı padişahiye bir şeamet getiresin, herbar Beç'e benim çaşıtlarım gidip gelmektedir, işidem ki kafirin maline meyl ve muhabbet edip sözünde sabit kadem olmayup ticarete ve kafirin tayinat ve hedaya maline tama edesin, Allah hakkiyçün sen Beç'de otururken anda başını keserim... Heman temaa düşme... Sadrıazamın defterinde ve hatt-ı hümayun-ı saadet-makı-unda ne yazmış ise ona göre amel edip..."
Devlet çok sağlam gelenekler üzerine oturtulmuştur. İdare sanatı kitaplardaki kanun maddelerini ezberleyerek değil, uzun süren bir çıraklık devresi içinde geleneklerin ve tatbikatın öğrenilmesiyle kazanılır. Yazılı kanunlardan ziyade hukuk geleneği hakimdir, zaten geleneğin adı da kanundur. Birşey geleneğe aykırı ise "Bizim kanunumuzda yoktur" denir. Kanun geleneğin yazıya geçirilmesinden başka nedir ki? Üstelik bir şahıs veya heyet tarafından konan kanun bir başka şahıs veya heyet tarafından kolayca değiştirilebildiği halde, gelenek gayr-i şahsîdir ve asıl kuvvetini de buradan alır. Eski Türk devletleride töre denilen geleneğe imparatorluk devrinde "Kanun-ı Kadîm" veya "De'b-i dirîn-i Osmaniyan" deniyordu. Esasiye hukuku geleneğe dayandığı için İngiltere'yi övenler, vaktiyle, İngilizler'in Türk hukuk müesseselerini örnek tuttuklarını bilmezler.
Daha da kötüsü, İmparatorluk devrinde can ve mal emniyeti olmadığını, çünkü kanundan ziyade şahsî kararların rol oynadığını iddia eden münevverler vardır. Bizim Tanzimatçılar da batılıları örnek alırken, artık Türkiye'nin bir hukuk devleti olacağını söylüyorlardı; bu yüzden, Türkiye'de hukukun vicdanlardan çıkarılarak kitaplara sokulması ve orada kalması Tanzimatçılarla başlamıştır. İsmi hep "hürriyet kahramanları" arasında sayıldığı için gereksiz bir adam zannetiğimiz Namık Kemal'in bu hukuk devrimi hakkında yazmış olduğu tenkidleri okursanız meseleyi daha iyi kavrayabilirsiniz. Taşer bu fikirler üzerinde niçin ısrarla duruyordu? Geçmişteki tatbikatı bir siyasi program haline getirmek için mi? Hayır. Onun bütün emeli gençlere Türk Milletini iyi tanıtmak, bunun için de tarihimiz ve kültürümüz hakkındaki yanlış kanaatları ortadan silmekti. Cami avlusunda bıılunmuş bir çocuk olmadığımızı, şerefli bir aileye mensup bulunduğumuzu anlatmak istiyordu. Bir kargaşalıkta babasını kaybederek yetimhaneye konulan çocuk, dünya kadar bir mirasa dayandığını öğrenmeliydi.
Yahya Kemal, İstikbal Harbi'nde savaşan Türk askerlerini anlatırken, bütün ecdad ruhlarının bu askerlerle yan yana çarpıştığını, hatta eskiden sadece yeşil bayrakla saflar önünde görünen ecdadın bu defa ordu halinde savaşa katıldığını söyler. İstanbul fethedilirken de ordunun önünde bir ruh ordusu vardı: Eyüp Sultan, Hacı Bektaş, Hacı Bayram ve daha niceleri. Fethettiğimiz her yerde, müdafaa ettiğimiz her yerde daima ruhlar önümüzde olmuştur. Türk topraklarını, bugün elimizde bulunmayanlar da dahil, karış karış gezin, her kasabanın bir fetih hikayesi vardır. Ya ora halkını müslüman etmek için gitmiş bir veli kafirler tarafından şehid edilerek mezarı düşman elinde kaldığı için kurtarılmasını ister ve fetihte askerin önüne düşer, ya muhasara sırasında evliyadan biri askere gizli bir giriş yeri gösterir, ya bir veli düşmanın toplarını eliyle tutarak İslam askerini zarardan korur, ya muharebenin en sıkıntılı bir anında beyaz atlı, yeşil sarıklı insanlar peyda olarak düşman saflarını darmadağın ederler. Bu ruhlardan hiçbiri gelmese bile, fetih sırasında asker içinde bulunan bir veli şehit olarak yeni alınan yere defnedilir ve orası mukaddes bir toprak olur. İsterseniz Türk'ün vatan anlayışı için şöyle pratik bir formül bulabiliriz. Nerede evliya kabri varsa orası Türk toprağıdır. Evliyası olmayan yerde Türk de yok demektir; eğer olsaydı mutlaka içlerinden ya bir şehit, ya bir ulu kişi çıkardı ve halkın gönüllerini kendi kabri üstünde birleştirirdi. Zaten manevi kudretiyle halkı koruyacak birinin bulunmadığı yerde Türk nasıl yaşar?
Halkımızda çok köklü olan bu bağlılığın hangi kaynaklardan geldiği araştırılabilir. Hepimizin bildiğine göre, kabirlerin ziyaret edilerek dua okunması, hatta sıkıntılı anlarda ölmüş büyüklerden yardım dilenmesi hakkında hadisler vardır, fakat aynı İslam ümmetine mensub olanlar arasında Türkler kadar ölüleriyle elele yaşayan, her adımda onların yardımını alan bir başka millet gösterilemez. Birinci Dünya Harbinden sonra Araplara paylaştırılan Osmanlı topraklarındaki bütün kutsal merkad ve makamlar taşından toprağına kadar Türk eseridir. Eğer atalarımız bunlara kıymet vermeseydi hiçbirinin yerli yerinde kalması beklenemezdi. Cezayir'den Macaristan'a, oradan Bağdad'a ve Yemen'e kadar her türbe Türklerin eseri olmuştur. Bağdad surlarına hücum ederken can veren Türk erlerinin gönlünde İmam-ı Azam'ın türbesi yatıyordu; Fahreddin Paşa'nın ordusu çekirge yeyip çarık kemirerek Peygamber'in merkadini müdafaa etti: Bursa'yı işgalden kurtaran Türk askeri, Osman Gazi'nin türbesi önünde hora tepen Yunanlı'yı kovalıyordu. Macaristan'a gidip de -eğer devrimci değilse- Gül Baba türbesini ziyaret etmemiş Türk'e rastlayamazsınız. Binbir günaha boyanmış alüftelerimiz bile Eyüp Sultan türbesi önünde diz çökerler. Güreşçimiz, boksörümüz, er bekleyen kızlarımız, kocasıyla geçinemeyen kadınlarımız, işi ters giden tüccarımız, oğlu gurbete giden analarımız, savaşa giden neferimiz hep türbe önündedirler.
Okumuş gençlerimizin çoğu, aldıkları materyalist terbiye dolayısıyla, ecdat ruhlarından yardım almanın bir bâtıl itikad olduğunu sanırlar. Hatta akıllı-başlı bir insanın nasıl olup da bunlara inandığına hayret ederler. Bu çocuklara kısaca şunu haber verelim ki, insanların sosyal hayatta kıymet verdikleri hiçbir şeyin fizikî temeli yoktur. Muhtaçlara yardım etmenin, vatan veya insanlık için fedakârlık yapmanın niçin gerektiğini kimse isbat etmiş değildir. İnançlar da, yaşadığımız hayat içinde, en az fizik kanunları kadar gerçekliğe sahiptir, çünkü insanların hayatını onların inançları idare etmektedir. Hatta isterseniz Eyüp Sultan'ın güreşçiye kuvvet vermesine, Beşiktaşlı Yahya Efendi'nin dargın eşleri barıştırmasına, Telli Baba'nın genç evlilere saadet getirmesine, Dumlupınar'daki askerin önünde Hüdevendigar'ın yeşil sancak açmasına maddeten imkan olmadığını isbat edin. Sizin isbatınız hiçbir zaman o inanç kadar güçlü olamaz. Aslında evliyadan yardım umanların sizi buna inandırma endişesi veya ihtiyacı duyduğunu da sanmıyorum. Böyle bir münakaşanın kimin lehinde netice vereceği aşikârdır: Velilelerle el ele verenler bize bu vatanı bağışladılar, onların maneviyattan mahrum materyalist torunları kendi ocaklarını söndürmekten başka varlık gösteremiyor.
Türk kültürünün bu hususiyeti bilhassa istiklal ve hürriyet konusunda ehemmiyet kazanmaktadır. Şunu katiyen hatırdan çıkarmayalım: Türk Milletinin düşmanı çoktur ve bu düşmanlar tarihin her devrinde bize karşı topluca hücum etmişlerdir. Anadolu'ya girişimizden ta 1914'teki son Haçlı seferine kadar lıiçbir zaman karşımızda tek düşman olmadı. Bugün bile batı dünyasında birkaç insaflı münevver ve mütefekkir dışında hemen herkes Türklerin Anadolu'dan kovulmasını ister. Hristiyan dünyasının barışmaz düşmanlığı yanında, bir de kuzey komşumuz Rusya'nın asırlık istila planları bulunmaktadır. Etrafımızdaki devletlerin hepsi ile dost, bir kısmı ile de ittifak içindeyiz, ama bunların hepsi bizim aleyhimizdedir. Dış düşmanlar yetmiyormıış gibi, son zamanlarda kendi çocuklarımızın bir kısmı da Türkiye'yi esir edecek bir sistemin ajanları haline gelmiş bulunuyor. Bütün bunlara karşı kim duracak? Hangi kuvvet milletimizi eskiden olduğu gibi bundan sonra da koruyacak? Elbette ki Türk ordusu. İşte bu ordu bize geçmişimizden kalan en büyük miraslardan biridir ve asıl kuvvetini maziden, ecdadın ruhlarından almaktadır.
Bütün ordular muhafazakârdır veya öyle olmak zorundadır. Savaş gücünün temeli olan disiplin, maneviyat, hiyerarşi ve bunlarla ilgili her türlü sembol, merasim ve itiyadlar tamamen geleneklere dayanır, geleneği eski ve güçlü oldukça da kuvvet kazanır. Bizim savaş geleneğimizin kuvvetli oluş sebeplerinden biri de, ordunun bir ücretli asker sınıfi halinde olmayışıdır. Bu hususiyet, ordunun doğrudan doğruya milleti besleyen kaynaklardan, yani milletin manevi gücünden faydalanmasını temin eder. Vaktiyle bizim karşımızdaki Avrupa orduları para ile toplanmış sergerdelerden meydana geliyordu. Bunlara maneviyat vermek üzere çok defa kadınları ve çocukları da birlikte gelir, ordugahları birer düğün alayı manzarası alırdı. Kökleri, mensup oldukları sosyal tabakalar, bilgi ve inanç sistemleri birbirinden çok farklı olan bu adamların yegane ortak tarafı, zafer kazanıldığı takdirde mümkün olduğu kadar çok çapul yapmak arzusuydu. Bir Osmanlı müşahidi bıınlar için "bir alay veled-i zina" diyor. Hakikaten, "ölürsem şehid, kalırsam gazi" diye savaşa giren insanlara kıyasla ücretlilerden rastgele toplanmış ordularda saygı değer bir taraf bulmak çok zordur, belki çoğunun babaları da belli değildir. Böyle bir ordunun maneviyatı savaş sırasında değil, savaştan sonraki yağma sırasında yükselir ve bu yüzden asıl kahramanlıklarını kadın ve çocuklara karşı gösterirler. Avrupa tarihinde bu orduların bizzat hristiyan halka yaptığı muamele bile eşsiz birer gaddarlık örneği olmuştur. Rusya ordusunun kuvveti muhakkak ki köklü ailelere dayanmasından ve bunların savaşı yüksek seviyede insanlara mahsus bir faaliyet saymalarından ileri geliyordu.
Türkler hep ordu-millet oldular. Yeniçeriler dışında bizim devamlı asker sınıfımız da yoktu. Savaşacak çağda bulunan herkes asker olabiliyordu. Düşmanla hudut olan yerlerde, yani taaruza uğrayan yerlerde halkımız normal işini bıkarak bir an içinde ordu teşkil ederdi. Sokaklarda "Ey Ümmet-i Muhammed, kafir geliyor" diye bağırılması bütün Türklerin silaha sarılması için kafi idi. Ordunun belkemiğini teşkil eden Yeniçeriler de halkımızın diğer fertleri gibi yetişiyorlardı. Herhangi bir Türk köyünde geceleri okunan Ahmediye, Muhammediye, Hazret-i Ali cenkleri gibi kitaplar yeniçeri kışlalarında da okunur, ihtiyar yeniçeriler gençlere eski savaşların hatıralarını anlatırlardı. Savaşa dua ile başlanır, gülbank çekilir, yürüyüşte ve hücumda tekbirler alınır çarpışma sırasında sancak dibinde ordu hafızları tarafından Fetih süresi okunurdu. Bu gelenek Mohaç'ın gazilerini ta Malazgirt gazilerine, oradan da Bedir'de çarpışan iman ordusuna bağlıyordu. Nitekim Çanakkale'de ve Dumlupınar'da, hatta Kore'de çarpışanlar da aynı geleneğin yeni örneklerini verdiler. İstanbul'u alan Yeniçeri, yine Yahya Kemal'in söylediği gibi, fetih müjdesini veren Peygamber'in, İslam'ın kılıcını pençesinde tutan Ali'nin, gülbankı gökleri tutan Hacı Bektaş Veli'nin ve nihayet kaderin yüce sahibinin aşkına vuruyordu.
Bizim İslam olmayan atalarımız da, tıpkı müslümanlar gibi, ruhlarının Tanrı'ya uçacağını düşünerek dövüşürlerdi. Savaşta ölen bir kişi mutlaka ve mutlaka Tanrı'nın cennetine giderdi. Sonra Türk'ün mizacı bu yeni imanla ne güzel birleşti! İnsanlık tarihinde bu kadar güzel bir terkib görülmüş müdür? Öyle bir millet ki, hayatı boyunca geliştirmiş oldıığu en güzel hasletleri yine en yüce bir sistemle birleştiriyor. Onun nazarında savaş başkalarının malını gaspetmek veya kabilesinin intikamını almak için değil, inandığı büyük gerçeği duyurmak ve savunmak için yapılıyor. Bıı yüzden bizim tarihimizde aman dileyene kılıç kalkmamış, hiçbir zaferden sonra en ufak bir gaddarlık görülmemiştir.Türk halkı ileride asker olacak çocuklarına korku vermemek için erkek evladını dövmez; sonra bu çocuk kendi canına kasdeden düşmanı esir alarak köyüne getirdiği zaman herkes bu düşmana garip nazarıyla bakar ve öyle muamele eder. İşte ordu-millet olmanın en güzel taraflarından biri de budur. Ordumi-millete, işi savaş yaparak adam öldürmekten ibaret bir sosyal sınıf mevcut değildir. Ülkenin halkı ve hükümeti hangi gayelerle savaşa giriyorsa ordu da aynı gayelerle dövüşür, savaş bitince de işine döner.
Okumuş gençlerimizin birçoğu, yine aldıkları materyalist terbiye dolayısıyla, harbin artık bir ağır sanayi ve teknoloji meselesi olduğunu söyleyeceklerdir Aslında bu fikir doğrudur, ama sadece böyle düşünenler için. Kalbinde savaşacak iman olmayanlar için geriye ancak demir ve çelikten yapılmış silahlar kalıyor. Ancak kendini yapayalnız hissedenler, hiçbir güç kaynağı bulamayanlardır ki demir ve çelikten medet umarlar. Silahın insandan daha güçlü olduğunu kim görmüştür? Zannedilmesin ki savaş meydanlarında yapılan mücadele fikir ve inanç kavgasından apayrı bir şeydir. Asker olanlar, modern harplerde manevi gücün eskisinden de büyük bir önem kazandığını bilirler. Çünkü artık çarpışan kuvvetler birer ordu değil, topyekün millî varlıklardır. Ordu-millet olmanın ehemmiyeti burada tekrar ortaya çıkıyor. Milletin her ferdi kendini bir ordu mensubu olarak görmeli, herkes yan yana çarpışacağı insanlarla aynı duyguları, aynı inançları paylaşmalıdır.
Bizim münevverlerimiz arasında artık eski inanç birliği yok, ama halkımız yine ecdad rııhlarıından aldığı ilhamla dimdik duruyor. Vaktiyle pozitivizm cereyanına kapılarak dinsiz olan İttihatçı zabitler, Gazze muharebelerinde düşman kurşunu karşısında Allah'a sığınmışlardı. Belki bizim bugünkü devrimcilerimiz de, istihfaf ettikleri halkın kudretini görünce onlara iltihak edeceklerdir. O kadar köklü ve kuvvetli bir millî kültürümüz var ki, elbette kendisinden kopmaya çalışan çocuklarını birgün hizaya çeker.
Kaynak: Ülkücü Hareket , Cilt 6 (Portreler), Hakkı Öznur
(Erol Güngör, Töre, Ekim 1972, Sayı 17-19)

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 48891

ulkucudunya@ulkucudunya.com