ÇATIŞAN UYGARLIKLAR ESNEK BATI'NIN ZAYIF SURLARI
10 Ekim 2007
Zbigniew BRZESINSKI *
NPQ: Soğuk Savaş sonrası dönemde dünya meselelerindeki ana sorunların ideolojik ve ulusal değil, daha çok felsefi ve kültürel kaynaklı o1duğunu söylüyorsunuz.
Uluslararası ilişkilere geleneksel jeopolitik bakış tarzımızın, yani uluslar veya bloklar arası güç dengelerinin yerini jeokültürel çelişkilerin, "uygarlıklar arası bir çatışma"manın mı almaya başladığı anlamına geliyor bu?
Zbigniew Brzesinski: Dünya artık çok daha iç içe bir hale geldi. Aynı zamanda politikaya heves duyulmasına neden olan konular da çok farklılaştı. Gelişmiş dünyada, sosyal yaşamın eskiden ulusal sınırlarla veya rekabet halindeki ideolojik sistemlerle ilgili tartışmaları artık yerini "güzel hayat" la ilgili tanımlamalara ve hatta nihai olarak bireyin "insani güvenilirliğinin" sınırlarına ilişkin sorulara bırakıyor. Örneğin bizim toplumumuzu ele alalım. Hayat ne zaman başlar veya ne zaman sona ermesi gerekir, her iki durumda da bu seçimi yapmak kimin hakkıdır gibi sorular en fazla ilgi uyandıran konular. Kürtaj, ötenazi ve -giderek artan oranda- plastik cerrahiden genetik mühendisliğine geçiş, en çok tartışılan belli başlı konular olmaya başlıyor'. Bir anlamda bugünün en önemli tartışma konuları ulus devletin sınırlarından çok kişinin sınırlarıyla ilgili sorunlar.
Biz bu felsefi meselelerle başa çıkmaya çalışırken, yalnızca toplumların kendi içlerinde değil, birbirlerine ticaret, ulaşım ve iletişimle bağlı kültürler arasında da kaçınılmaz olarak çalışmalar yaşanıyor ve yaşanacaktır.
NPQ: İnsan hakları ve bireyin özgürlüğü konusunda daha şimdiden bir çatışma yaşanmıyor mu? Bireyin teslim olup boyun eğmesini savunan İslamî kültürü de, "Tüm çivileri çakmayı" ve otoriteye sadakati "yumuşak otoriterizm"i savunan Konfüçyüsçü kültürü de, Batı liberalizminin birey özgürlüğü anlayışıyla aynı kıstaslara göre değerlendirmek mümkün değil.
Brzesinski: Bundan böyle artık insan hakları bile, dünyanın büyük oranda totalitarizmin tehdidi altında olduğu zamanlarda yapıldığı gibi sadece politik açıdan tanımlanmayacaktır.
İnsan hakları tartışmasının kendisi bile daha şimdiden insanların "güzel hayat"ı nasıl tanımladıkları gibi karmaşık bir sorunun cevabını gerektiriyor. Bu tanım, bugün, hayatın bir bütün olarak değeri gibi "nazik" konuları işin içine katıyor ki, bunlar da tek başına maddi ya da siyasi boyutlarla sınırlanamaz. "Güzel hayat"ın tanımı, erdem, ahlakî düzen ve ruhsal inancın daha derin bağlılıklarıyla ilişkilendirilmelidir.
NPQ: Yirminci yüzyılın ikinci yarısına ait eski sorunlar bile henüz çözülmemişken, insanlık durumuyla ilgili bu yeni felsefî sorunlar öne çıktı.
Deng Siaoping, Tiananmen katliamının ardından insan haklarının iyileştirilmesi için Çin 'e yapılan baskıya atfen "Amerika ile Çin arasında yeni bir Soğuk Savaş var" demişti. Malezya Başbakanı Muhammed Mahathir de, Batı'nın "insan hakları emperyalizmi" olarak adlandırdığı olguya açıkça cephe alıyor.
Brzesinski: Bu çelişkinin bir kısmı, insan haklarının politik tanımının, ideolojik çelişkinin bir parçası olduğu eski dönemin kalıntısıdır.
Bu çelişki ne kadar önemli olursa olsun, inanıyorum ki Batı'da bizler bu tür geleneksel tartışmaları aşma yönünde ilerliyor, insanoğlunun gerçekte ne olduğu, insan haklarının boyutlarını gerçekte neyin belirlediği gibi çok daha karmaşık sorunları tartışmaya geçiyoruz.
Şimdi artık, daha önce de ifade ettiğim türden sorulara yönelmemiz gerekiyor: İster hastanede ister rahimde olsun, bir hayatı sona erdirmek kimin hakkıdır? Annenin mi, doktorun mu, rahibin mi, devletin mi, kilisenin mi? Genetik olarak kendini değiştirme konusu ne olacak? Kimin genetik mühendisliğinin faydalarından yararlanmaya hakkı olacak, kimin olmayacak? Bunun boyutlarını ve sınırlarını belirleme hakkı kimde olacak? Bilim adamında mı, teologda mı? İnsan haklarının yeni boyutları işte bunlar.
NPQ: Ortaya çıkacak kültürel çelişkileri şimdiden tahmin etmek mümkün. Bireyin, ölümün kesinliğiyle sona eren ayrı bir varlık olarak görüldüğü Yahudi-Hristiyan Batı'da kişinin genetik bütünlüğüyle uğraşılması, ayrı bir şey. Ama genetik dönüştürme, ruhun ölümsüz olduğunu ve atalardan sonraki nesillere devrolarak tekrar hayat bulduğunu düşünen Şinto inancının hakim olduğunu Japonya'da nasıl karşılanacak?
İstekler ve amaçlar açısından Amerika'nın 200 yıllık çok ırklı toplumu Jose Vasconcelos'un "La Raza Cosmica" fikrine yaklaştı zaten. Ama Japonya'da hanedan ailesinin genetik soyu hiç ara vermeksizin tam 2600 yıl geriye kadar uzanıyor!
Brzesinski: Bence bu örnekler, kısa bir süre sonra, yirminci yüzyılın ortalarındaki ahlaki açmazlarımızın bugünkülere oranla ne kadar açık ve basit olduğunu düşünüp o günlere nostalji duyacağımızı gösteriyor.
NPQ: İslamiyet konusuna gelirsek, Komünizmin çöküşünden sonra dünya çapında görülen politik uyanışın, "felsefi bir muhtevada ve büyük ölçüde -İslâmiyet dışında- köklü herhangi bir bağlılıktan yoksun bir biçimde gerçekleştiğini" söylediniz.
Dünya siyaset sahnesinin geri kalan kısmına "retoriğin ve esas olarak tüketim kaynaklı değerlerin hakim olduğunu, kişisel tatminin ön plana çıkarıldığını" söylüyorsunuz.
Octavio Paz da bundan sadece biraz farklı bir açıdan aynı gözlemde bulunuyor: Meksikalı şair, "İslâm'da bilim ile inancın uzlaşmaması halinde, şu anda Asya'nın büyük bir bölümünde, Amerika kıtasında ve Avrupa'da çok geniş bir alanda hüküm süren relativist (göreci) uygarlıkla islâm arasında büyük bir çelişki yaşanacak," diyor.
Batı'nın materyalist ve değerlerin göreceliği bakışını göz önüne alırsak, İslâm'la bir uygarlık çatışmasına doğru mu gidiyoruz?
Brzesinski: İslam otomatikman düşmanımızdır ya da İslam, politik açıdan tanımlanmış haliyle insan haklarına otomatikman karşıdır şeklinde bir tutum almamak için çok dikkatli olmamız gerekiyor.
Yeni yeni tanımlamaya başladığımız gibi insan haklarına daha geniş açıdan bakarsak, İslamî ahlâk kurallarının egemen olduğu gerçekten dindar bir toplumun, kişiye sadece politik ya da ekonomik bir unsur değil, bütünüyle "insan" olarak değer veren bir toplum olduğunu görebiliriz.
Tabii ki Salman Rüşdi'nin mahkum edilmesi gibi militan İslâmcı eylemlerle uzlaşılamaz. Ama kültürel alanda, son tahlilde, insanın ruhsal boyutlarına çok daha zararlı bir tür materyalist hedonizmi yaygınlaştırırken, İslâm'ı genel olarak kınamak ve kendi politik insan hakları tanımımızı ona empoze etmeye çalışmak kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet olacaktır.
NPQ: İşte zaten bu yüzden çatışma kaçınılmaz görünüyor. Üstelik bu çatışma İslâm'ın sadece militan uçlarıyla olmayacak. Ticaret ve telekomünikasyonla birbirine bağlanmış bir dünyada, dindar toplumlar modern Batılı radikal dinsizliğiyle zorunlu olarak ihtilaf halindedirler; özellikle de inanç sistemleri, doğası gereği, seküler Liberalizmin materyalist dayanaklarına meydan okuyorsa.
Brzesinski: Şu andaki biçimiyle Batı sekülarizminin insan haklarının en iyi taşıyıcısı olduğunu düşünmüyorum. Batı sekülarizmi "güzel hayat"ın anlamına dayanak oluşturan tanımların, esas olarak hedonizm, kendini tatmin ve tüketim olduğu kültürel bir dalgadır. İnsanlık, bundan daha farklı bir şey olmalı. Bu kadar büyük bir manevi ve ahlakî boşlukta politik bireyin korunması çok fazla şey ifade etmez. Batı'nın çoğunda hakim olan maneviyattan yoksun sekülarizm, kendi kültürel yok oluşunun filizlerini de içinde taşımaktadır. İşte bu yüzden, Amerika'nın süper güç konumunun dayanaklarının bayağı zayıf olduğu endişesini taşıyorum.
Müsamahakâr bir cornucopia * (mitolojide Amalthea'nın boynuzu; bolluk simgesi olarak kullanılan, içinden meyveler taşan boynuz -ÇN) kültürü, Amerika'nın bütün dünyanın saygı duyduğu ahlakî bir otoriteye dönüşmesini engelliyor, çünkü bu kültür Liberalizmin üstünlüğünün tüm dünyada yaygınlaştırılması için gösterilen çabaları ikiyüzlü ve boş bir hale getiriyor.
NPQ: Batı'nın bu zaafı, Batı'yla arasındaki ekonomik uçurumun kapanmasına imkan olmayan Sudan gibi yoksul ülkelerde İslâm'ın gittikçe çekici hale gelmesini de açıklıyor. Belki de Afrika gibi bölgelerde, Amerika önderliğindeki dünya düzenine karşı manevi açıdan güçlenmiş bir alternatif ortaya çıkacak, ne dersiniz?
Brzesinski: Beni en çok endişelendiren şey, politik açıdan uyanan ve daha militan bir İslâm'a yönelen halkların özlemlerine tatmin edici bir cevap veremememiz değil. Kültürel çöküşümüzün, Amerika'nın sadece dünyanın politik önderi olarak kalabilmesini değil, örnek bir sistem olarak kalmasını bile engellemesinden korkuyorum.
NPQ: Bir yanda hem güçlü hem zayıf yönleriyle liberal Batı, öte yanda Doğu Asya'nın yumuşak otoriter toplumları ve militan İslâm. Bu iki taraf arasında jeokültürel bir çatışma potansiyeli kuşkusuz mevcut. Bu tür kültürel çatışmaların bir gün askeri boyut kazanmasından kaygı duymak için bir neden var mı? Bunu söylerken Çin 'in İran'la füze ve muhtemelen nükleer silâh satışını düşünüyorum. Harvard Üniversitesi'nden siyaset bilimci Huntington "uygarlıklar arasında bir çatışmanın yaklaştığını, bu KonfüçyüsçüMüslüman ilişkisinin de Batı için bir tehlike olduğunu söylüyor.
Brzesinski: Çin'in önderliğinde, Rusya ve İran'ın da olduğu bir ittifakın, ABD önderliğindeki mevcut global güç hiyerarşisine karşı bir tehdit oluşturması olasılığını dikkate almak gerekir.
Bu ancak kısmen jeopolitik bir tehdit olabilir. Daha çok kültürel ve sosyoekonomik bir tehdit olacaktır. Çin pekala yeni rolünün hem eski komünist komuta sistemini hem de laissez faire ekonomisini redden bir "üçüncü yol"un önderliği olduğunu ileri sürebilir. Aynı zamanda Batı tipi Hedonizme ve Materyalizme karşı çıkan, onun önünü kesen alternatif bir kültürel-felsefi model ortaya koymak da isteyebilir.
Bu tür bir ittifak, Doğu Asya haritası üzerinde dikdörtgen şeklinde çok geniş bir bölgede bir şiddet girdabı yaratacaktır. Bölge, doğudan batıya, Balkanlar'ın yanında Adriyatik Denizi'nden Çin'in Sinkiang'daki sınırına kadar; güneyden kuzeye ise Basra Körfezi'nin çevresinden dolaşıp Ortadoğu'nun bir kısmını, güneyde İran, Pakistan, Afganistan'ı da içine alarak kuzeyde Rus-Kazak ve Rus-Ukrayna'sının boyunca uzanır.
Bu bölgede, çoğu uluslaşma sürecinin başlarında bulunan 30 ülke ve 400 milyon insan bulunmaktadır. Dinsel, kabilesel ve etnik farklılıklardan kaynaklanan şiddet bölgede zaten patlak vermiştir ve daha da artacağı görülmektedir.
Politik gerginliğin hakim olduğu, dinsel ve etnik tutkuların hararetle benimsendiği bu bölge, çatışan uygarlıkların coğrafi merkezini oluşturmaktadır. Konfüçyüsçü, İslam ya da Hristiyan uygarlıkların dünya ölçeğinde bir çatışmaya girecek kadar birbirleriyle yakın ilişki içinde olduklarını düşünmüyorum. Ama Yugoslavya'da gördüğümüz gibi daha küçük bir ölçekte, bu tür çatışmaların gerçekleşebileceğine inanıyorum.
Demek ki kitlesel imha silahlarına sahip olmak isteyen ya da bunları elde etmeyi başaran ülkelerin yarısının Avrasya bölgesinde bulunması tesadüf değildir. Bu durumda Çin'in bölgedeki silah bağlantıları çok endişe vericidir.
NPQ: Hiroşima ve Nagazaki'deki nükleer patlamalar. Pax Americana dönemini başlatmıştı. Bombanın bu Avrasya kazanında savaşan kabileler veya dinler tarafindan kullanılması da herhalde eski düzeni tamamen sona erdirip net bir biçimde yeni kargaşa çağını başlatacak.
Brzesinski: Doğru. Bence, bundan sonra nükleer silahların tekrar kullanılacağını göreceğimiz ilk bölge muhtemelen burası olacak.
NPQ: Silahlı kabilelerin yarattığı bu post modern gerginlik, bir soru gündeme getiriyor: Bireyin özgürlüğü ya da ruhani otoriteyle dünyevi otoritenin birbirinden ayrılması gibi. Batı değerlerinin evrenselliği iddiaları ne kadar devam edecek?
Birçok açıdan Liberalizm de Marksizm'in yaşadığı sorunları yaşıyor. Marksizm ve Komünizm de toplumun değişik kesimlerinin diğerleriyle nasıl ilişkide olabileceğini gösteren bir politik teoriye sahip değildi. Çünkü Marksizm, günün birinde zafer kazanarak tüm çelişkileri ortadan kaldıracak evrensel bir sınıfın olduğunu varsayıyordu.
Liberalizm de, aynı şekilde, kendi değerlerinin evrensel olduğunu varsayıyor; dolayısıyla, aynı ölçütlere göre değerlendirilmesi mümkün olmayan uygarlıkların yeni bir dünya düzeninde bir arada nasıl yaşayacaklarına ilişkin bir politik teoriye sahip değil.
Soğuk Savaş sonrasında dünya kargaşa içine girerken böyle kurallar belirlemeye ihtiyacımız yok mu sizce? Bu tür değerleri, örneğin insan haklarından sorumlu Fransız bakanın önerdiği "müdahale hakkı" gibi yöntemlerle başkalarına empoze etmeye çalışmalı mıyız?
Brzesinski: Bunu yapabileceğimizi sanmıyorum. Batı'nın bunu yapmak için ne gücü var ne de arkasında kamuoyu desteği. Böyle bir şey, günümüzün rahat tüketim toplumlarının bazı fedakarlıklar yapmasını gerektirir ki, bu söz konusu bile edilemez.
Ancak, bu gerçek Liberalizmin evrensellik eğilimiyle çelişmektedir. Liberalizmin talimatlarının, doğası gereği evrensel geçerliliğe sahip olduğu varsayılır. Bu varsayımla gerçeğin sınırlılıkları arasında açık bir çelişki vardır burada.
Üstelik bu aşamada, tıpkı Marksizm'in evrenselliğe yönelik iddialarının yanlış çıkması gibi (çünkü Marksizm, tarihte belli bir dönemi yansıtıyor ve Avrupa deneyimiyle koşullanmıştır) Liberalizmin de tarihi bir dönemle ve Avrupa orijiniyle sınırlı bir felsefe olabileceğini kabul etmek zorunda kalacağımızı düşünüyorum. Günümüzde liberalizmin evrensel geçerliliği sorgulanmaktadır. Doğu Asya toplumlarının büyük başarısının, Batılı Liberal modelin evrensel geçerliliği iddialarına ciddi bir soru işareti getirdiği kesin. Bu toplumlar ismen Liberal Demokrasi olarak adlandırılabilir ama aslında köklü Konfüçyüsçü etkileri nedeniyle sistem olarak tamamen farklı toplumlardır.
NPQ: Japon filozof Takeşi Umehara da, modernizmin bir yan akımı olan Marksizm'in başarısızlığının, modernizmin ana akımı olan Liberalizmin çöküşünün öncülü olduğunu söylüyor.
Umehara'ya göre her ikisi de seküler toplumlarından manevi yaşamı dışladıkları için başarısızlığı davet ettiler. Bu fikre katılıyor musunuz?
Brzesinski: Şöyle söyleyeyim: Marksizm'in çöküşü, liberalizmin global sınırlılıklarını ortaya çıkardı. Liberalizm evrensel olarak görülüyordu çünkü Marksizm'in insanlığı tehdit eden evrensel iddiaları vardı. Buna cevaben, bu rekabetin bir parçası olarak Liberalizm de evrensel alternatif olarak ortaya çıktı.
Şimdi rekabet sona erdiğine, Marksizm öldüğüne göre Liberalizmin sınırlılıklarını ortaya dökmenin artık tehlikesi ya da politik açıdan yüksek bir faturası kalmadı. Şu anda o aşamaya giriyoruz. Totaliter ütopya ortadan kalkınca, müsamahakâr cornucopia'nın liberal toplumlarımıza getirdiği tehlikeleri görmek kolaylaştı.
Ama bu alışma süreci uzun, acılı ve zor geçeceğe benziyor.
NPQ: Toplumumuzu içten içe çökerten "müsamahakâr cornucopia", tüketim kültürü içine yerleştirilmiş bir usul hukuku cumhuriyetinin yol açtığı kaçınılmaz bir toplumsal özellik değil mi?
Böyle bir toplumda "negatif özgürlük" kavramı bütün değerleri, doğal hukuk olsun geleneksel din olsun, hiçbir pozitif davranış rehberi bırakmadan eşit düzeyde kayıtsızlıkla korumaktadır.
Brzesinski: Olabilir. Bugün kesin olan bir şey varsa, o da kitle iletişiminin, özellikle de televizyonun oynadığı önemli roldür. Televizyon, toplumsallaşma ve değerlerin aktarılmasında temel araç olarak -sırasıyla- ailenin, okulun ve kilisenin yerini almıştır. Televizyon, daha önce değerlerin aktarılmasını ve devamlılığını sağlayan bu üç mutlak kurumun yerini alırken de, Gresham yasasının bir benzeri doğrultusunda tutum almıştır: En çok ilgi çeken konular, insanın en soylu yanı yerine en aşağılık şehevi arzularıyla marazi korkularına ve endişelerine yönelik konular olduğu için, kötü programcılık iyi programcılığı saf dışı eder. Böylece televizyon çürümüş, ahlak dışı ve yıkıcı değerleri yaygınlaştıran bir araç olmuştur.
Uygarlık tarihi boyunca bütün toplumlar ve bütün dinler tarafından yıkıcı ve bölücü olarak kabul edilen değerler -tamahkarlık, sefahat, şiddet, sınırsız ölçüde kendi zevkine düşkünlük, ahlaki sınırların bulunmaması- göz alıcı bir şekilde çocuklarımızın önüne konan yiyecekler olmuşlardır.
Eğer bu gerçek bizi korkutmuyorsa, dünya düzeninin lideri olan ülkenin ruhu, onarılması mümkün olmayacak ölçüde tahrip olmuş demektir.
NPQ: Bu yüzden de Batı Liberalizmi, etnik temizlik arzularına, dinsel fundamentalizme ve Konfüçyüsçü otoriter refah toplumuna karşı zayıf bir surdur ...
Brzesinski: Kesinlikle. Nefsine düşkün, hedonist, tüketime yönelik bir toplum, dünyaya ahlaki bir motif sunamaz.
NPQ: Ahlakî açıdan bu kadar gevşek bir kayıtsızlık, üniversitede çok kültürlülük için Bosna'daki etnik temizliğe karşı harcadığından daha fazla çaba harcayamaz.
Brzesinski: Kesinlikle. Ve yine aynı nedenden ötürü: Ahlaki bilincimiz tüketicilik yüzünden, sanki süpermarket raf1arında birbirleriyle rekabet halindeki mallar karşısındaymışız gibi bütün değerlere gösterdiğimiz eşit ölçüde kayıtsızlık yüzünden çürümüştür.
NPQ: Bosna konusunda Washington ve Avrupa'da tanık olduğumuz politik felç durumu bazı açılardan Batı ruhunun felcini ve ahlaki gücünü yitirmişliği gösteriyor.
Brzesinski: Batı'yı yönlendiren ahlaki bir güdü bulunmadığını ve sloganların da esas olarak kendi kendini kutlama ritüelleri olduğunu gösteriyor.
İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan itibaren, "Bir daha asla!" sloganı yeni bir soykırıma karşı direniş çağrısı olarak algılandı.
Peki, "Bir daha asla!" sloganı işlevsel olarak bugün ne anlama geliyor? Müzeler açmak ve televizyonda soykırımları izlemek anlamına geliyor.
Yahudi soykırmını anarken bile, kendini tatmine yönelik ikiyüzlü bir davranış içine giriyoruz. Kendimizi 1940'larda harekete geçmemiş olanlardan ahlaken üstün görüyoruz ama bunu yaparken şu andaki ataletimizi kendimizi haklı çıkartarak göz ardı ediyoruz. Eğer bu kendini kandıran bir ikiyüzlülük değilse, nedir?
NPQ: Marksizmin, Sovyetler Birliği'nin başarısızlığa uğraması nedeniyle çöktüğünü, Liberalizmin de Amerika'da müsamahakâr cornucopia zafer kazanması yüzünden çökebileceğini söylemek, çok mu ileri gitmek olur?
Brzesinski: Marksizm öldü çünkü insanların ihtiyaçlarıyla ilgisi yoktu, yanlıştı ve pratikte suçluydu. Müsamahakâr cornucopia ise muzaffer Liberalizmi etkileyen, ama hala direnilebilecek ölümcül bir hastalıktır.
Tartıştığımız tehlikeli eğilimler o doğrultuda olmasına karşın müsamahakâr cornucopia henüz Amerika'nın özünü belirlemiyor. Eğer müsamahakâr cornucopia gerçekten Amerika'nın belirleyici gerçeği haline gelirse, Liberalizmin ya da Amerika'nın nüfuzunun dünya ölçeğinde devam edebileceğini sanmıyorum.
NPQ: Octavio Paz ve Czeslaw Milosz gibi şairler, Batı 'nın nihilizminin ve değerlere karşı kayıtsızlığının en az totalitarizm kadar tehlikeli olduğunu uzun zamandır söylüyorlar. Her ikisi de ruhu tüketen ...
Brzesinski: Evet, ama ben ikisini eşit görmüyorum. Eğer liberalizm müsamahakâr cornucopia tarafından belirlenen bir hal alırsa maneviyatının boğulmasına, soluğunun kesilmesine yol açar, oysa totaliltarizm maneviyatı vahşice katleder, ezip geçer.
NPQ: O halde liberal bir toplum müsamahakâr cornucopia'nın ahlâkın çürümesine yönelik saldırılarına karşı kendisini nasıl silahlandırabilir?
Brzesinski: Amerika da, Batı Avrupa'daki liberal toplumlar da işe ahlak bilincini geliştirmekle başlamalıdır; ahlakı motiflerin çekiciliğinin ve yararlarının daha fazla bilincine varılmalı, nefse düşkünlük yerine bunu sınırlayan bir toplumsal özellik benimsenmelidir. Eğer bunu başaramazsak, neyin yanlış neyin doğru olduğunu tanımlayan işlevsel kıstaslara sahip olamaz, böylece de kendi kendimizi mahva sürükleriz.
Tabii ki bu ahlakî kıstaslar birdenbire keşfedilecek bir şey değil. Üç büyük dinden -Hristiyanlık, İslamiyet ve Yahudilik- geleneksel olarak ortaklaşa aldığımız değerlerin doğasında var bunlar. Bütün bu dinlerde, seküler bir toplumunda benimseyebileceği belirli kurallar mevcut; doğru ve yanlış ayrımının duygularda, içgüdüsel olarak belirlenmesi gerektiğine ilişkin bazı kavramlar, mutlak yanlış ve mutlak doğru diye bir şeyin olduğu, her şeyin göreli olamayacağı…
NPQ: Devletin politik yapısı tüm değerlerin göreliliğini anayasal koruma altına almışken bunun nasıl yapılacağı, liberal toplumların açmazını oluşturuyor.
Brzesinski: Geleneksel toplumsallaştırma kurumlarının -aile, okul ve kilise- sapasağlam ayakta olduğu zamanlarda bu mümkündü. Bu kurumlar medyanın zevke düşkünlük propagandasına karşı ahlakî bir temel, bir denge sağlıyorlardı. Geleneksel kurumlar zayıfladıkça, tarafsız devleti ahlakî değil, yasal bir hakem haline getiren, kültürel anlamda yıkıcı bir medya güçlendi.
Kendine sınır koyabilme ihtiyacının, hoşgörülü tüketiciliği sınırlayarak tekrar ortaya çıkması zorunluluğuna ilişkin bazı işaretler var. Belki de bunun en önemli örneği, doğal olarak her şeyin daha fazlasının daha iyi kabul edildiği bir kafa yapısı hakimiyetine direnen çevre hareketidir.
Nihayet, toplumuzda mutlak değerlerin, temel toplumsallaştırma kurumları aracığıyla bilinçli bir şekilde aktarılması olgusunu yeniden canlandırmalıyız. Bu kurumların toplum üzerindeki etki sırası, aile, okul, kilise ve bundan sonra medya olmalı, başka türlü değil.
Başka bir deyişle, maneviyatın dünya çapındaki buhranın üstesinden gelmek için hayatlarımızı yeniden dengeye sokmaya ihtiyacımız var. Hayatın manevi boyutunun da maddi boyutu kadar önemli olduğunu kabul etmenin zamanı gelmiştir. Yirminci yüzyılda "bir daha asla"nın kolaylıkla bir kez daha gerçekleştiğini gördük. İnsanlık, rastlantılara bağlı bir dünyada kaderi üzerinde hak iddia etmekse, ahlakî güdüler merkezi bir yerde olmak zorundadır.
* * *
• Jimmy Carter'ın ulusal güvenlik danışmanı olan Brzesinski, son kitabı Out of Control'da, Amerikan kültürünün "comucopia"sının, ABD'nin Soğuk Savaş sonrası dönemde önder bir rol oynayabilmesine köstek olduğunu söylüyor. NPQ Yayın Yönetmeni Nathan Gardels'in Brzesinski'yle Washington'da yaptığı röportaj.
• NPQ Türkiye, Cilt 2, Sayı: 7, s. 6-1 ı. Çeviren: Levent Cinemre