« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

03 Tem

2012

HOCA TAHSİN

01 Ocak 1970

(1811-1881) Tabiat ilimlerine geniş ilgisi ve vukufu ile tanınmış Türk bilgini ve eğitimcisi, Darülfünun'un ilk müdürü.
Asıl adı Hasan Tahsin'dir. Yanya vilâ¬yetinin Çamlık bölgesinde Filat kazası¬na bağlı Nİnat köyünde doğdu. Öncele¬ri 1228(1813) (İbnülemin. s. 1871) veya 1227 (1812) [267] olarak kaydedilen doğum tarihini Ar¬navutluk'taki bazı yeni yayınlar 7 Nisan 1811 şeklinde gösterir. Vefatında yet-miş yaşlarında olduğu yolundaki bilgi de [268] bunu doğrulamaktadır. İlk dinî ve edebî bilgileri, çeşitli yerlerdeki nâiblik-lerinden sonra İşkodra'da Berat müftüsü olan babası müderris Osman Efendi'-den aldı. Rumeli'de yetişen medreseli öğ¬renciler gibi daha ileri seviyede medre¬se eğitimi görmek arzusu ile İstanbul'a gitti. Vidinli Hoca diye ün kazanmış mü¬derris ve dersiam Hoca Mustafa Efendi'-nin derslerini takip ederek ondan icazet aldı.
İlmiyeye mensup olmakla beraber kırk yaşını geçtiği bir çağa kadar nerelerde bu¬lunduğuna, ne gibi vazifeler aldığına dair herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Hal tercümesi, ancak Avrupa'ya gönderi-lişiyle ilgili haber ve kayıtlar sayesinde kıs¬men açıklık kazanmaya başlar. 1856 yılı¬nın sonlarında Mühendishâne, Harbiye gibi resmî mekteplerle Babıâli ve diğer yerlerden tahsil için Avrupa'ya gönderil¬miş bulunan Türk öğrencilerinin Arapça ve Farsça ile dinî bilgilerini geliştirmeleri¬ne yardımcı olmak, aynı zamanda gayri müslim tebaadan orada tahsilde bulu¬nanlara da Türkçe'yi öğretmek yolunda devletçe bir karar alınırken Hoca Tahsin bu iş için ilk başta hatırlanan isimlerden biri olmuştur. Bunun üzerine Hoca Tah¬sin ile o sırada Dârülmuallimîn'in parlak bir öğrencisi olan Selim Sâbifin bu göre¬ve yollanmalarına karar verilir. Bunların Avrupa'ya gönderilmesindeki esas mak¬sat, açılacak Dârülfünun'da riyaziye ve ta¬biî ilimleri okutacak birer hoca olarak ye¬tişmelerine imkân hazırlamaktı. Nitekim bu düşünce Meclis-i Maârifin karar yazı¬sında açıkça görülmektedir.
Hükümetin Avrupa'daki Türk talebe¬si için düşündüğü bahis konusu düzenle¬menin basında bildirilmesinin hemen ar¬dından Hasan Tahsin ile Selim Sâbit'in hocalıkla Paris'te görevlendirilmiş olduk¬ları haberi devrin bazı gazetelerinde yer alır.[270] Bunlar 20 Mart 1857'de Paris'e varmışlardı. Nitekim çe¬şitli eğitim müesseselerinden Paris'e gön¬derilmiş bulunan Türk ve gayri müslim öğrencileri bünyesinde disiplin altın¬da bir araya getirmek üzere, onların gidiş¬lerinden az bir müddet sonra orada açı¬lan Mekteb-i Osmânî'nin öğretim kadrosunda Türk hoca olarak bu ikisinin yer al¬dığı görülecektir.
Hakkındaki yazıların çoğunda. Hoca Tahsin'in talebelik ve hocalık yanında Pa¬ris sefareti imamlığı ile de görevlendiril¬diğinden bahsedilmektedir. Ancak bu bil¬gi zaman itibariyle yanlış olup elçilik imam¬lığı kendisine çok daha sonraki yıllarda verilmiştir. Bunun gibi, Paris'teki Mekteb-i Osrnânî'ye müdür olduğu veya Osmanlı öğrencilerine nezaret etmek üzere gön-derildiği yolundaki bilgiler kadar Avrupa'¬ya yollanışının doğrudan doğruya Reşid Paşa'nın takdirini kazanmış olmasına bağ¬lanması da doğru değildir. Onun ve Selim Sâbit'in Avrupa'ya gönderilmesi Âlî Pa¬şa'nın ikinci sadâretinin sonlarına doğru alınmış bir kararın sonucu olup Reşid Pa¬şa İle ilgisi sadece, başlatılmış muamele¬lerinin yürütülmesi ve yurt dışına çıkma¬ları Reşid Paşa'nın sadâret dönemine rastlamasından ibarettir.
Meclis-i Maârifin tanzim ettiği özel ta¬limattan, her ikisinin döndükleri zaman Dârülfünun'da okutacakları riyaziye ve tabîiyyât dallarından birini şahsî istidat ve isteklerine göre seçmelerinin kendilerine bırakılmış olduğu anlaşılmaktadır.[272] Selim Sâbit'in riyâzî ilimleri, Ho¬ca Tahsin'in tabiî ilimleri seçtiği bilin-mekteyse de Paris'te hangi tahsil mües¬seselerine devam ettikleri, dersleri nere¬lerde ve ne derecede gördükleri hususun¬da elde bilgi ve vesika yoktur. Selim Sabit diploma alarak yurda döndüğüne göre bu Hoca Tahsin için de bahis konusudur. Ancak almış olabileceği sertifikalara da¬ir herhangi bir vesika mevcut değildir. Daha sonraki ilmî ve fikrî şahsiyetiyle or¬taya koyduğu faaliyet ve eserlerinden belli olduğu üzere o, Paris'te büyük bir azim ve gayretle tabiî ve tecrübî ilimlere yönelmiş ve bu sahada zengin bir birikim edinmiştir.
Paris'e gönderilişi fikrî hayatına yepye¬ni bir istikamet çizen Hoca Tahsin, bura¬da o zamana kadar içinde yoğrulduğu ak¬lî ve şerT ilimlerden modern ilimlere ge¬çiş heyecanını yaşar. Modern ilmin çeşitli sahalarına hitap eden matematik yanın¬da fizik, kimya, mekanik, jeoloji, özellikle de astronomi ve kozmografya onun ön planda ilgi sahaları olmuştur. Tabiî ilim¬ler ve fen alanında Darülfünun hocalığı için namzet seçilmesinde belki daha Pa¬ris'e gidişinden önce Avrupai ilimlere, öncelikle de hey'et ilmine karşı merakıy¬la tanınmasının, hatta Mekteb-i Fünûn-ı Nücûm ile bir ilişkisi bulunmasının da ro¬lü olabilir.
Selim Sâbit'in yirmi yedi yaşında olma¬sına mukabil yaşı itibariyle durumu tale¬belik statüsü içine girmeye uygun gözük¬meyen Hoca Tahsin'in Selim Sabit ile bir¬likte ayrıca hocalıkla görevlendirilmesi şeklindeki bir formülle tabiî ve tecrübî ilimler sahasında tahsil görme imkânı te¬min edilmiş oluyordu.
Hoca Tahsin'in Paris'te Societe Asiati-que mensupları ile tanıştığı söylenebilir. Nitekim Fransız şarkiyatçısı Bianchi ora¬da görüştüğü Hoca Tahsin'den ulemâ sı¬nıfının seçkin bir siması diye bahseder ve onun kendisini, İstanbul kütüphanelerindeki bütün eserleri toplu olarak göste¬ren bir umumi katalogun varlığından ha¬berdar ettiğini söyler.
Hoca Tahsin'in Pariste kalış süresi için de yanlış şeyler söylenmiştir. Meselâ öm¬rünün büyük bir kısmını veya on altı se¬nesini yahut da on iki senesini Paris'te ge¬çirmiş olduğu yolundaki bilgiler doğru değildir. Gerçekte Hoca Tahsin sanıldığı gibi Paris'te aralıksız on iki yıl kalmamış. 1862'den önce İstanbul'a dönmüştür. Kendilerine tanınan öğrenim süresi ta¬mamlandığında 1861'de Paris'ten ayrılıp yurda gelmiş olan, aynı statüyü paylaştı¬ğı Selim Sabit ile birlikte ve aynı zaman¬da onun da İstanbul'a döndüğü muhak¬kak gibidir.
1862 yılı Eylülü başlarında bu defa Ab-dülhak Hâmid ve onun ağabeyi Abdülhâ-lik Nasûhî Bey ile birlikte Hoca Tahsin'in yeniden Paris'e gittiği görülür. Yolculuk¬ları esnasında Nasûhî Bey'in. babası Hay-rullah Efendi'ye gönderdiği mektuplarda şimdiye kadar meçhul kalmış bu nokta etrafında çeşitli bilgiler yer almaktadır.[274] Roma'yı ziya¬retlerinde kendisinin Saint Pterre Kilise-si'nde namaz kıldığını söyleyen Nasûhî Bey, daha sonraki bipzamanda Hoca Tah¬sin'in de o vakit kilisede kürsüye çıkıp yük¬sek sesle ezan okuduğunu nakleder.
Hoca Tahsin'in sefaret imamlığı ise Pa¬ris'e bu ikinci gidişinde olmuştur. İmam¬lıkla görevlendiril işi, bu husustaki sadâ¬ret arz tezkiresinden [276] anlaşıldığı üzere Fuad Paşa'¬nın ikinci sadâreti ve Âlî Paşa'nın da yedinci defaki Hâriciye nazırlığı zamanına rastlar. Paris elçisi Cemil Paşa, daha ön¬ceki elçilik devresinden tanıdığı Hoca Tahsin'i yeniden Paris'te görmekten mem¬nun olur. Abdülhak Hâmid'in anlattığına göre Hoca Tahsin Paris'te bulunduğu bu ikinci dönemde bir ara sarığını çıkarmış, başına bir hasır şapka geçirmişti. Onun bu gibi hareketleri adının bazılarınca "Mösyö Tahsin" veya "Gâvur Tahsin" diye çıkmasına yol açacaktır.[277] O yıllarda Avrupa'yı pe-şinden sürükleyen materyalist felsefe ce¬reyanına merak sardığı kaydedilen Hoca Tahsin'in Paris hayatına dair çeşitli hâtı¬ralar ve fıkralar vardır. Müdavimi bulun¬duğu Paris kahvehanelerinin ilgi çekici bir siması olarak hafızalarda orijinal şah¬siyetiyle iz bırakmıştı. Paris'in sanat ve kültür çevresinden ünlülerin uğrak yeri olan Cafe Vachette'in tanınmış çehreleri arasında onun da adı geçer.[278] Burada, Cor-neille görmüş olsa ruh büyüklüğüne hay¬ran kalacağı belirtilen bu eski ulemâdan zatın Paris'in şüpheci simaları ile görüşe görüşe sonunda materyalist kesildiğin¬den söz edilir. Paris sefaretinde kendisi için bir imamlık kadrosunun ihdası, ameldeki ihmalkârlığı bilinen Hoca Tahsin'in Paris'e yeniden gitmesine fırsat hazırla¬yıp çalışmalarını kaldığı yerden sürdür-mesine imkân sağlamak üzere düşünül¬müş bir çareden başka bir şey olmamalı¬dır. Hoca Tahsin. 1867 ilkbaharı sonunda Paris'e gelen Nâmık Kemal ve diğer Yeni Osmanlılarla ilişki ve dostluk kurmuştu. Avrupa'da Yeni Osmanlılar'la görüşen Fransız tarihçisi Leon Cahun, Hoca Tah¬sin'i onlar arasında sayarak onun Nâmık Kemal'in de içinde bulunduğu ihtilâlci ve cumhuriyetçi kanattan olduğunu söyler¬se de [279] bu yazarın Ye¬ni Osmanlılar hakkında söylediklerinin ya-nıltıcı olmak bakımından çok tenkide uğ¬radığını belirtmek gerekir. Hoca Tahsin İstanbul'a dönüşte artık kendileri de bir müddet sonra yurda gelmiş olan Yeni Os¬manlılar'la dostluğunu sürdürmüş, fakat onlarla siyasî faaliyet içine girmekten uzak durmuştur.
Paris'teki Türk kolonisinden şair Ha¬yalî, Hintli İskender Efendi ve 1851'deki Londra sergisi için yurt dışına çıkıp daha sonra geri dönmemiş olan Tarakçı Said Ağa gibi ilginç şahsiyetlerle münasebet¬lerine dair fıkralar nakledilen Hoca Tah¬sin'in oradaki yaşayışı hakkında o yıllarda Paris'te tahsilde bulunan Azaryan Efen-di'clen de çeşitli bilgiler aktarılır.
Hoca Tahsin'in bu ikinci Paris devresi öncekinden edinilmiş tecrübe ve birikim¬le daha feyizli olmuştur. İlgisini çekmiş olan materyalist felsefeyi daha iyi tarta¬bilmiş, bu cereyanın bazı yönlerinden is¬tifade ile yaratılış ve varlık üzerindeki dü¬şüncelerinde yeni bazı terkiplere gitmiş-tir. Medeniyetin merkezi saydığı Paris'i görmemeyi dünyaya gelmemiş olmakla bir tutan Hoca Tahsin'in bu defaki ikame¬ti 1869 yılının ilk aylarına kadar sürdü. Fu-ad Paşa, hava değişimi ve tedavi için gel¬diği Nice şehrinde 29 Şevval 1285'te (12 Şubat 1869) ölünce oraya giderek cenaze-sini hazırlamakla görevlendirilen Hoca Tahsin cenaze ile birlikte 16 Zilkade 1285'-te (28 Şubat 1869) İstanbul'a döndü.
Paris dönüşüyle birlikte Hoca Tahsin'in hayatında eskisinden çok farklı yeni bir sayfa açılır. Çağdaşlarının makam ve un¬vanlarla dolu hal tercümelerine nisbetle hayli fakir kalan, bunun için de Şemsed-din Sami'nin "çok sadedir" demek ihtiya¬cını duyduğu hal tercümesi, yaşı artık elli sekize vardığı sırada Avrupa'da elde etti¬ği ilim ve kültür seviyesine uygun bir yük¬selişle birden bire renklenir. Dönüşte, bir hocası olması düşüncesiyle Avrupa'ya gön¬derildiği Dârülfünun'un başına getirile¬cek ve burayı yönetebilecek kabiliyette bir şahsiyet olarak görülmüş, gelişi üze-rinden henüz bir buçuk ay kadar zaman geçmişken 8 Nisan 1869'da padişahtan tayin iradesi çıkarak kendisine "Dârülfü-nûn-ı Osmânî müdîri" sıfatıyla, kuruluş hazırlıkları sürmekte olan müessesenin idarî ve ilmî sorumluluğu verilmişti.
Dârülfünun'un Mayıs ayında yapılması tasarlanan açılışının gecikmesi üzerine, hiç değilse bu yılın Ramazanında halka açık konferanslarla işe başlanılması uy¬gun görülerek konferansların programı Ramazan'dan önce basında "Dârülf ünûn-ı Osmânî Müdîri Tahsin" imzasıyla ilân edilir.[283] Geceleri tera¬vih namazından sonra yapılan bu konfe¬ranslar Hoca Tahsin'in yönetimindeydi. Kalabalık bir dinleyici topluluğu tarafından takip edilen konferanslarda sıra kendisi¬ne geldiğinde su konusunda yaptığı çok etraflı ve ilgi çekici ilmî açıklaması büyük takdir toplayan Hoca Tahsin, Ramazan'ın 26. gecesinde de teleskop ve mikroskop¬tan hareketle modern ilimle felsefeyi iç içe götürerek "asgarî ve azamî namütenahi" meselesi üzerinde konuşur. Gördüğü ge¬niş rağbet ve takdire mukabil hemen hepsi tabiî ilimlere ait konulan işleyen bu konferanslardan hoşlanmayan mutaas¬sıp şahıs ve çevrelerce bunların dine ay¬kırı şeyler olduğu yolunda yapılan dediko¬du ve tenkitler de hemen daha işin başından itibaren ortada dolaşmaya başlar. Ta¬biatta görülen hârikaları inceleyip bunla¬rı idare eden sırları anlamaya çalışmanın dinî duyguları zedelemek bir tarafa, ya-radanın varlık ve kudretini tanımak ve bilmek bakımından zihinlerin yeni yeni deliller kazanması demek olacağı ifade edilirken konferanslara kötü gözle bakan çevrenin bu endişelerinin yersiz bir vehim olduğunu farketmekte gecikmeyecekleri ümit ve temenni edilir.
Nihayet 19 Zilkade 1286'da (20 Şubat 1870), Hoca Tahsin ve Cemâleddîn-i Ef-gânînin de söz aldığı büyük bir merasim¬le açılarak resmen faaliyete geçen Dârül¬fünun'un altı aylık eğitim devresi bitip 1287 yılı Ramazan'ı (Aralık 1870) geldiğin¬de halka açık konferanslar yeniden baş-ladığı zaman bunlarda tabiat ilimleri ve fen sahasında anlatılanlara karşı mutaas¬sıp çevrelerce duyulan tepki bu defa çok daha belirginleşir. Ramazanın ikinci gece¬si Hoca Tahsin ile Cemâleddîn-i Efgânînin yaptığı konuşmalar mevcut havayı büs¬bütün alevlendirmişti. Aleyhlerinde ko¬pan şiddetli tepkiye Babıâli karşı duramadığından ikisi de Dârülfünun'dan hemen uzaklaştırıldı. Vazifelerine son verilmesi¬ne yol açan husus kaynaklarda farklı şe¬killerde anlatılmaktadır. Bir anlatışa gö¬re, oksijen olmaksızın canlılarda hayatın devam edemeyeceğini açıklamak üzere, içine konulduğu fanusun havası boşaltıl¬dığında bir kuşun nasıl öldüğünü tecrübî olarak göstermesi Tahsin Efendi'nin Da¬rülfünun hayatının sonunu hazırlamıştı. Başka bir anlatışa göre ise görevden alın¬ma sebebi, onun ve Cemâleddîn-i Efgâ-nî'nin konuşmalarının muhtevaca dinî akidelerle bağdaşmaz görülmesidir. Ho¬ca Tahsin'in tepkiler uyandıran konferansının adı, kendisinin önceden ilân etmiş olduğu programa göre [285] "Terakkiyyât-ı Ulûm" idi. Her ikisi¬nin aynı gece [286] söylediği sözler İslâmiyet'e tama¬mıyla aykırı bulunarak meselenin Sad¬razam Âlî Paşa'ya büyük bir tepkiyle du¬yurulması sonucu kendisinin ve Cemâled¬dîn-i Efgânî'nin Dârülfünun'la ilişiği der¬hal kesilmişti.[287] En büyük tepkiyi davet eden ise Cemâleddîn-i Ef-gânî'nin "Hakîkatü's-sınâa" adlı konuş¬masında peygamberliği bir nevi sanattan sayması olmuştu. O günlerin diğer gaze¬teleri, ikisinin Dârülfünun'dan uzaklaştı¬rıldığı havadisini birkaç günlük gecikme ve birbirinden farklı açıklamalarla duyu¬rurlar.
Başında yirmi ay kadar kalabildiği Dâ¬rülfünun'dan uzaklaştırılan Hoca Tahsin, Babıâli'de Tersane emini Yûsuf Efendi'¬nin Taşmektep diye de anılan sıbyan mek¬tebi binasına çekildi ve içine düştüğü du¬rumdan dolayı hissettiği kırgınlığı, "Ce¬halet mültezem kesb-i kemâldir cünha¬mız bildim / İlâhî cürm-i tahsîl-i ilmden tevbeler olsun" mısralanna döken Hoca Tahsin, kendisini tamamen ilmî araştırma ve tecrübelere adamak, kitapları arasına daha da gömülmek fırsatını bulduğu bu yıllarında İsteyenlere Dârülfünun'da ve¬remediği dersleri okutuyor ve sayısı zaman zaman beşi, on beşi bulan isteklile¬re tabiî ilimlerden jeoloji, fizik, kimya, astronomi, kozmografya ile riyaziyeye ve Fransızca'ya, çağının başka tahsil mües¬seselerinde kolayca ve aynı seviyede görmek imkânı bulunmayan felsefe ve fel¬sefe tarihine kadar çeşitli konuları anlatı-yordu. Bazı yerlerde onun bu derslerden aldığı ücretle geçimini sağlamaya çalıştı¬ğı söylenirse de arkadaşı Sami (Paşa) ile o derslere devam etmiş olan Necib Âsim hocanın para almadan ders verdiğini söy¬lerler.
Hoca Tahsin'i Dârülfünun'dan uzaklaş¬tıran mutaassıp zihniyet kendisini bura¬da da rahat bırakmak istememiş ve barın¬dığı yerden çıkarılması için çeşitli girişim¬lerde bulunulmuştur.[289] Hatta onun Taşmektep'te etrafına topladığı kimse¬lerin zihinlerini çeiip akidelerini bozacak birtakım şeyleri ders diye öğrettiğinden bahisle hakkında tahkikat açılması yönün¬de Maarif Nezâreti ve Bâb-ı Meşihat nez-dinde teşebbüse bile geçilmiştir.[290] Fa¬kat kendisini Darülfünun müdürlüğüne getirmiş olan Saffet Paşa'nın Maarif na¬zırlığı zamanına rastlayan bu teşebbüsle¬rin sonuçsuz kaldığı anlaşılmaktadır. Ho¬ca Tahsin'in meziyetlerini çok iyi bilen, bil¬gisini ve modern zihniyetini takdir eden Münif Paşa da aleyhindeki teşebbüs ve ithamlar ne olursa olsun ondan ilgisini esirgememiş, kendisinin Maarif nazırlığı sırasındaki son yıllarında onu özellikle hi¬mayesi altına almıştır.
Darülfünun müdürlüğünden atılması ve sonraki tatsız gelişmeler yanında sağ¬lığının da gitgide bozulması üzerine Ho¬ca Tahsin'in 1874 yılında bir ara memle¬ketine giderek teselli ve şifa aradığı gö¬rülür. Ancak burada da sıkıcı bir muame¬leyle karşılaşır. Rivayete göre Filat'ta iken etrafındakilere Allah'ın mekândan mü¬nezzeh oluşunu birtakım kozmografik gö¬rüşler çerçevesinde anlatan sözlerinin yanlış anlaşılması sonucu o zamanki Yanya Valisi Mustafa Âsim Paşa tarafından tutuklanarak İstanbul'a gönderilmiş, bu¬rada Zabtiye Nâzın Hüsnü Paşa kendisini hapiste tutmuşken devrin ricalinden Av-lonyalı İsmail Kemal'in araya girmesiyle serbest bırakılmıştır[291]. Onun, Arap harfleriyle tertipleyip bastır¬dığı Arnavut elifbasını orada halka dağıt¬maya kalkışması üzerine hükümetçe İstanbul'a çağırıldığı da rivayet edilir.
Hümanist görüşler taşımakla beraber hıristiyan Batı'dan devamlı zarar gördüğüne inandığı İslâm âleminin uyandırıl-ması ve İslâm milletleri arasında bir ya¬kınlaşmanın doğması idealini taşıyan Ho¬ca Tahsin, 1870'li yılların başında Cem'iy-yet-i İttihâd-ı İslâmiyye adı altında bir ce-miyet kurmak istemiş, fakat böyle bir teşebbüsün Batı siyaset dünyasında doğu¬racağı tepkiler dikkate alınarak bunun ye¬rine şüphe uyandırmayacak Memâlik-i İslâmiyye Coğrafya Cemiyeti adı tercih edilmişti.[293] Münif Paşa'nın da bu cemiyetin kuruluşuna yardımcı olduğu söylenir.[294] Bir yazısından 1877yılı ilkbaharında onun Prizren'de bulunduğu anlaşılmaktadır [295] Türk-Rus savaşı patlak verdiğinde düşmana karşı bir Arnavut gönüllü tabu¬ru kurma girişiminden de söz edilir.
Münif Paşa'nın delaletiyle bir ara Hoca Tahsin'e kütüphaneler müfettişliği vazi¬fesi verilir. İlmiye hizmetindeki kıdemine rağmen emsaline nisbetle maaşının azlı¬ğını belirterek müderrislikteki rütbesinin yükseltilmesi ve maaşına zam yapılması hususunda 1878 yılı Nisanında şeyhülis-lâmlığa yaptığı müracaat da Münif Pa¬şa'nın Maarif Nezâreti'ne gelişinin ilk haftalarına rastlamaktadır.[297] Ne¬ticede geçimine biraz rahatlık sağlamak ve itibarını iade etmek düşüncesiyle 15 Mayıs 1878'de 400'er kuruş maaşla Dâ-rülmuallimîn son sınıf kozmografya ve müsellesat hocalığına tayin edilir.
1878 Prizren İttihadı'nın kuvvetlendir¬diği duyguların eseri olarak Arnavutlar'ın kültürüne sahip çıkmak, öncelikle de Arnavut dilinin alfabesini hazırlamak ama¬cıyla 26 Şevval İ296'da (13 Ekim 1879) kurulan Cem'iyyet-i İlmiyye-i Arnavudiy-ye'nin alfabe müzakerelerine katıldığı bi¬linen, ancak Arnavutluk namına olan ça¬lışmalarda siyasî gayeli faaliyetlerden kendisini uzak tutan Hoca Tahsin, aynı yıl Cem'iyyet-i İlmiyye adını taşıyan bir ilim kuruluşunun meydana gelmesine Ön ayak oldu. Bu cemiyet adına 1 Zilhicce 1296 (16 Kasım 1879) tarihinden itibaren ya-yımlanmaya başlanan Mecmûa-i Ulûm'a yön verdiği gibi çeşitli yazıları ile de ona devamlı destek sağladı.
Tutulduğu veremin gittikçe ilerleme¬siyle ölümünün yaklaştığını hisseden Ho¬ca Tahsin, Mecmûa-i Ulûm'un yayımının durmasından bir sene sonra çıkmaya başlayan Hazîne-i Evrak mecmuasına gönderdiği yazı ve manzumelere bu psi¬koloji içinde "Bir Marîz" diye imza koy¬maktaydı. Münif Paşa, günden güne du¬rumu ağırlaşan Hoca Tahsin'i Erenköy'de¬ki köşküne aldırmıştı. Eşiğinde hissetti¬ği ölümü için ayrı birer zaman tahminiyle üç ayrı manzum tarih dahi söyleyen Ho¬ca Tahsin bu arada Allah'a sığınışını ifade eden, felsefî düşüncelerle yüklü ve hüzün¬le dolu uzun bir manzume kaleme aldı.[299] Ölümünden bir gün evvel kendisiyle yapılan bir röportajda ömrünün felsefî düşüncelerle örülü bir muhasebesini ya¬parak en yüce din diye vasıflandırdığı İs¬lâmiyet'e bağlılığını, Allah'a imanını ve Hz. Muhammed'e sadakatini ifade eden açıklamalarda bulunur.[300] 3 Temmuz 1881'de Erenköy'de vefat eden Hoca Tahsin Sahrayıcedid Me-zarlığı'nda toprağa verildi.
Ölümünün ardından Hazîne-i Evrak, namını canlı tutmak için onun bazı yazı ve manzumelerini yayımlarken Tercü-mân-ı Hakikat ve diğer bazı gazeteler de bunları sütunlarına geçirmekteydiler. Kendisini yakından tanıyan Şemseddin Sami, onun şahsiyet ve meziyetlerini ta-nıtmaya ve hakkındaki yanlış zanlan gi¬dermeye çalışan uzunca bir makale yazdı [302] Rize'de bulunduğundan ve¬fatını geç duyan Abdülhak Hâmid de he¬nüz küçük yaşlarında iken kendisinden fe¬yiz aldığı hocasının sahip olduğu değer¬lerle uğradığı haksızlıkların muhasebesi içinden manevî portresini çizdiği uzun bir manzume ile teessürünü dile getirmeye çalıştı.
Hoca Tahsin, Batı'nın modern ve müs-bet ilimlerine geçiş süreci içindeki Türk bilgi dünyasının XIX. asırdaki orijinal bir siması olarak görülür. Rus şarkiyatçısı ve Türkologu Smirnov onu kendilerinin ilim, eğitim ve edebiyat adamı Lomonosov'a benzetir.
Hoca Tahsin'in, tek başına yaşadığı Taş-mektep'teki teleskoptan mikroskoba ka¬dar türlü ilmî cihaz ve aletlerle donatılmış odası bir tabiat ilimleri müzesine benze¬mekteydi. Nitekim eserlerinin yayımını üstlenen Nâdiri Fevzi, kendi eseri olan Te-şekkülât-ı Avâlim'ın (İstanbul 1309) mu¬kaddimesinde bu odadan "Hoca Tahsin Efendi merhumun rasathanesinde ted¬risle meşgul olduğum esnada ..." diye bahseder. Hoca Tahsin'in, Ahmed Mid-hat'ın Acâibü'1-âlem adlı fennî romanın¬da bile övgülü ifadelerle anılan buradaki ilmî sohbetleri ve özel dersleri Önemli te¬sirler bırakmıştır. Kendisinden feyiz almış olanlar arasında Şemseddin Sami, Necib Âsim, Sami (Paşa), Abdülhak Hâmid ve kız kardeşi Abdülhak Mİhrünnisâ, Bere-ketzâde İsmail Hakkı, şair Üsküdarlı Ta¬lat, Hattatzâde İsmail Paşa, Nâdiri Fevzi en başta bilinebilen isimlerdendir.
Ülkede modern astronominin tanınma¬sına gayret eden Hoca Tahsin, bu alana il¬giyi arttırmak ve duyulan ihtiyaca cevap vermek için Mir'âtü's-semâ adıyla bir gökyüzü haritası, coğrafya öğretimine yardımcı olmak üzere bir de yer küresi ha¬zırlayıp bastırmıştır. Paris'te iken 1867'-de bastırılmak üzere tertip ettiği Saat-nümâ adlı küçük kıtadaki güneş saati elde olduğu gibi.[305] oturduğu Taşmektep binasının güneybatı yüzüne mermer üzerine yaptığı amudî güneş sa¬ati de ondan bir hâtıra olarak günümüze gelmiştir.
Paris arkadaşı maarifçi Selim Sabit. Ho¬ca Tahsin'in Dârülfünun'da verilmesine ön ayak olduğu tecrübî derslerin durdu¬rulmasını ülke için önemli bir kayıp sayar.
Zamanının Türkiye'sindeki diğer tecrü¬bî ve tabiî ilim mensupları gibi Hoca Tahsin de bu ilimlerin vukuf kazandığı şube¬lerinde yeni buluşlar ve katkılar ortaya koymak yerine bir nâkil vevulgarizatör durumundadır. Hizmeti, Türk fikir ve bilgi dünyasının uzunca bir müddet ka¬palı ve uzak kaldığı modern bilgilere mü¬nevver kesimde yaygınlık kazandırmak yolunda olmuştur, öteki çağdaşlarında kendi içine kapalı birer ihtisas konum ve seviyesinde kaldığı görülen tabiî ilimlere Hoca Tahsin sırf mücerred bilgi edinmek, bunları zihinde ansiklopedik bir hazine gi¬bi tutmaK gayesiyle öğrenmeye değil fel¬sefî ve metafizik bir ihtiyaçla tanımaya yönelmiş, bunlar üzerinde tefekkür kur¬maya çalışmıştır. Tabiî ilimlerde merakı¬nın derinleştiği konular onu devamlı su¬rette felsefî tefekküre götürmüştür. De¬rin bir tecessüsle yöneldiği astronomi, modern bir ilim dalı olarak merakını çe¬ken jeoloji onun tefekkürüne alabildiğine ufuk açar. Bunlarda kâinatın büyüklüğü, yaratılışın sırrı, insanın kâinattaki yeri, hayatın mahiyeti, var oluştaki gaye gibi sorulara cevap bulmaya çalışır.
Tabiat ilimlerinin verilerine dayandır¬mak istediği felsefî ve metafizik görüş¬lerini Kur'ân-ı Kerîm'den naklettiği âyet¬ler, başvurduğu hadislerle de irtibatlan-dırmaya özen göstermiş olan Hoca Tah¬sin, akidesine karşı yöneltilmiş olan bü¬tün şüphe ve ithamlara kapıyı kapatacak surette, kendisinin tabiî ilimlere yönelişi¬nin dinî ve metafizik bir ihtiyaç tesiriyle ve mevcut inancını daha da kuvvetlendir¬mek gayesiyle olduğunu, hayatının son demlerine geldiği bir sırada bu konuda söyleyebileceği son sözler olarak veciz bir şekilde açıklar: "Benim ilm-i namütena¬hiye meyi ü teveccühüm bilakis hakkıyla dindar olmak ve aklımın batâlet ve aczini imtihan etmek içindi.[307] Onda ima yoluyla dahi İslâmî zihniyete karşı bir çıkış görülmez. Bir materyalist olarak tanıtılmak istenmesi¬ne rağmen yazılarında ruhu inkâr ederek insanı sadece fizyolojik varlığa indirge¬mek, maddeyi ezelî ve ebedî saymak, ölümden sonra var oluşu kabul etme¬mek, ulûhiyyeti tanımamak gibi mater¬yalist bir tutum kesinlikle görülmez. Bu sebeple Fransa'da iken devrin moda akı¬mı olan "tabîiyyûn" felsefesinin tesiriyle materyalizmi benimsediğine dair vaktiy¬le söylenmiş sözlerin [308] hiçbir kontrol ve tenkitten geçirilmeden günümüzün bazı yazarların¬ca hâlâ kabul ve tekrar edilmesinin [309] haklı bir gerekçesi yoktur. Aynı şekilde onun panteist bir Bektaşî olduğu iddiası da [310] temelsizdir.
Şerhu'l-Mevâkıf'ı elinden düşürmedi¬ği belirtilen Tahsin Efendi'nin, gördüğü kuvvetli medrese tahsili yanında ayrıca şahsî merak ve gayretiyle elde ettiği şerî ve naklî ilimlerden aldığı güçle yazı ve soh¬betlerinde metafizik meseleleri vukufla işleyişi kadar, yüceliğini her fırsatta be-lirtmekten geri kalmadığı İslâmiyet'in medeniyete ve ilerlemeye mani olduğu yolundaki iddialara karşı çıkıp bunları na¬sıl geçersiz kıldığı bilinmektedir. Aiman bilgini Paul Grünfeld ile bu konuda giriş¬tiği hararetli münakaşaya şahit olan Şemseddin Sami, bu Batılı ilim adamının ileri sürdüğü görüşleri onun nasıl çürüttü¬ğünü ve yenik düşen inatçı muhatabının İslâmiyet'in ilim ve medeniyete hizmeti hakkında Hoca Tahsin'in söylediklerini nasıl kabule mecbur kaldığını nakleder.[311] Yine Şemseddin Sami, Hoca Tahsin'in hac mü¬nasebetiyle her yıl Arafat'ta bir araya gelen Muhammed ümmetine okunmak ve dağıtılmak üzere hutbeler, lâyihalar, broşürler kaleme aldığını önemle kayde¬der (a.g.e., nr. 6, s. 93). Necib Âsim da Hoca Tahsin'in, bunların Arapça ve Fars¬ça'dan Cavaca'ya kadar diğer dillere de tercüme edilmesini arzuladığını söyler (7TEM, s. 62).
Eserleri.
Bir tercümesiyle ortaklaşa yapılmış iki telifi bir tarafa bırakılırsa bazı dergilerde çıkmış yazıları dışındaki eser¬leri küçük hacimde dört kitaptan ibaret gözüken Hoca Tahsin'in, kendisini yakın¬dan tanımış olanlarca belirtildiğine göre bunlardan başka eserleri ve yazıları da bulunmaktaydı. Bunların, düştükleri ka¬dir bilmez ellerde dağılıp kaybolduğu tah¬min edilmektedir. Ölümünün üzerinden on sene geçtiği sırada Şemseddin Sami eserlerinin hâlâ derlenip basılmamış ol-masından şikâyet etmekteydi. Nihayet çevresinde bulunmuş olanlardan Nâdiri Fevzi eliyle "Kü!Iiyyât-ı Hoca Tahsin'den" adı altında anılan dört kitabı 1891-1892 yıllan arasında yayın sahasına çıkar. Rıza Tevfik'in de dikkat ettiği üzere bu eserle¬rin bir kısmı tamlığını koruyamamış, ara¬dan bazı kısım ve sayfalan eksik çıkmıştır. Bunlardan Esrâr-ı Âb u Hava ile Esâs-ı İlm-i Hey'et kendi sağlığında dergi ilâ¬vesi şeklinde yayımlanmaya başlanmişsa da gerisi tamamlanmadığı gibi kitap şeklindeki baskıları arasında da ifadece bazı farklar görülür. Hoca Tahsin'in ba¬his konusu dört eseri ihtisas veya ders kitabı değil, ele aldıkları konulan geniş bir okuyucu topluluğuna ulaştırmak dü¬şüncesiyle hazırlanmış birer vülgarizas-yon çalışmasıdır. Batı'nın tabiî ve tecrübî ilimlerinin son verilerini zamanının Türk okuyucusuna anlaşılabilir bir şekilde ilet-meye gayret eden Hoca Tahsin, bu konu¬ları kuru ve yalın bir ilim diliyle anlatmak yerine müşahhas ve sevimli kılan çeşitli benzetmeler ve imajlarla işleyen bir ifa¬de tarzını benimser; birçok filozofun baş¬vurduğu teşbih ve mecaz yolunu bunlar¬da tatbik eder.
1. Esrâr-ı Âb u Hava (İs¬tanbul 1309). Dârülfünun'da 1869 yılı Ra¬mazanında su konusunda verdiği, çok ilgi ve takdir uyandırmış konferansının [312] tam metnidir. Kitap olarak basılmadan önce Hoca Tahsin'in sağlığında baş tarafından mühimce bir kısmı İle aynı ad altında ma¬kale şeklinde yayımlanmıştır.[313] Zamanına göre dinleyicisine ve oku¬yucusuna çok yeni şeyler söyleyen eser suya dair fizik, kimya ve meteoroloji yö¬nünden getirdiği açıklamaları ve zamanı için şaşırtıcı yeni bilgileri, edebî bir tarz ve üslûpla merak çekici ve zevkli bir ba¬his haline getiren, suyun İnsan ve dünya hayatı bakımından taşıdığı hikmetler, tabiattaki nizam ve denge içinde sahip olduğu yer ve rol üzerinde okuyucuyu te¬fekküre sevkeden özlü bir kalem tecrübe-sidir. Müellif, suyun hidrojen ve oksijen¬den ibaret cansız bir varlık olduğu halde can taşıyan bütün varlıklar için, yerini baş¬ka hiçbir şeyin tutamayacağı bir hayat kaynağı oluşuna dikkat çeker. Bu küçük eser. geniş bir kozmik müşahede açısın¬dan su hakkında tabiî ilimlerle içten içe dinî bir hayranlığın el ele yürüdüğü, Türk fikir hayatında daha evvel ve daha sonra benzeri ortaya konmamış bir deneme ol¬ma sıfatını günümüzde de korur.
2. Psi-holoji yahut İim-i Rûh (İstanbul 1309). Müellif, derslerinde ve çeşitli yazılarında devamlı bir yer tutan ruh konusunu bu eserinde psikoloji yahut kendi zamanın¬daki tabirle "ilm-i rûh" veya "ilm-i ahvâl-ı rûh" adı altında müstakil bir ilim disiplini içinde ele almaktadır. Bir yerindeki kayıt-tan 1873 yılı sonrasında yazıldığı anlaşı¬lan eser, aradan bazı kısımlarının atlan¬mış olması dolayısıyla tam ve muntazam bir çerçeve göstermez. Böyle de olsa ru¬hî faaliyetlerin açıklanmasında psikofizyo-lojik bakışa yer vermesi gibi önceki telif¬lerde bulunmayan bazı yeni görüş ve bilgilerle onlardan ayrıldığı hemen göze çar¬par. Ancak telif tarihinden uzun bir süre geçtikten sonra basılmış, arada geçen zaman içinde psikolojiye dair başka eser¬lerin ortaya konulmuş ve bunlarda kendi-sininkine benzer yolda yeni bilgilerin yer almış olması esere sahasında bir öncü gi¬bi bakılmasını önler. Eserin bütünlüğünü muhafaza edememiş olması, ruh konu¬sunda Hoca Tahsin'in spritüalist veya ma¬teryalist psikolojiden hangisini tercih et¬tiği yönünde sıhhatli bir hüküm vermeyi güçleştirmektedir. Nitekim zihnî hadise¬yi fizyolojik esaslarla açıklayan bakış tar¬zına rağmen Rıza Tevfik'in eseri özellikle spritüalist anlayışla yazılmış kabul etme¬si de bu hususta bir fikir verebilir. Bu kü¬çük eserin dikkat edilmeye değer bir ta¬rafı, insanın psikolojik hallerinin bir ifade vasıtası olması sıfatı ile, o zamana kadar psikoloji alanındaki eserlerin kadrosu içi¬ne girmemiş bir bahis olarak "dil" konu¬suna başlı başına yer verip psikolojik ve sosyal fonksiyonları bakımından dile dair devri için yeni ve dikkat çekici düşünce ve açıklamalar getirmesidir.[314] Çe¬şitli zihnî ve ruhî faaliyetleri beyinde, be¬lirli merkezlerle bağlantılı gösteren, bir bakıma materyalist psikoloji doğrultusun¬daki açıklamalarına mukabil Hoca Tah¬sin'in, düşünceyi beyindeki fosfor madde¬sinin kimyevî faaliyetinin mahsulü yahut beynin bir İfrazatı gibi gösteren materya¬list fikirleri tekrar etmemiş olması onun materyalist psikolojinin uç noktalarına gitmediğine işaret eder. Zihnî lokalizas-yona dair İzahlarında fizyolojik unsuru ru¬hî hadisenin esası ve asıl sebebi değil sa¬dece bir şartı suretinde kabul etmesi de onu yakınlaşmış göründüğü materyalist psikolojiden uzaklaştırır. Telif yılı dikkate alınacak olursa eserin Türkiye'de Avrupaî psikoloji yolunda ilk deneme olduğu söy¬lenebilir.
3. Esâs-ı İtm-İ Hey'et (İstan¬bul 1311). Hoca Tahsin'in tabiî ilimler içinde en fazla ilgi duyduğu ve öncelik verdiği gökyüzü ilmi üzerinde hazırladı¬ğı küçük bir el kitabıdır. Sağlığında baş tarafından bir kısmı İle kitap ilâvesi şek¬linde ve değişik bir ad altında bir bas¬kısı yapılmıştır.[315] Bu baskı kitabın 28-63. sayfalarını içine alır. Bunun eserin değişik adı olduğunu farkedemeyen bazı müellifler "Hey'et-i Âlem"i Hoca Tahsin'in başka bir eseri gi¬bi gösterirler.[316] Hsâs-i İlm-i Hey'et'in baş tarafına Hoca Tahsin'e dair Şemseddin Sami'nin Hafta mecmuasındaki makalesiyle ismi belir¬tilmeksizin Abdülhak Hâmid'in mersiyesi ve Tahsin Efendi'nin Mir'âtü's-semâ ile birlikte bastırdığı astronomi kasidesi ilâ¬ve edilmiş bulunmaktadır.[317] Ki¬tapta gök ilminin kısa bir tarihçesi veril¬dikten sonra gezegenlerin hareketinin izahı yapılarak Batlamyus'tan Coperni-cus'e kadar mevcut kozmografya teorileri kısaca gözden geçirilmekte, daha sonra Kepler'den hareketle güneş sistemi ve bu sisteme tâbi gezegenler üzerinde durul¬makta, son olarak da dünyanın kozmog¬rafya bakımından açıklanmasına geçil¬mektedir. Kendinden önce yayımlanmış kozmografya kitaplarına göre yeni ve ol¬dukça farklı bir özellik taşıyan eser, tek¬nik tef erruata kapılmadan konuyu kolay¬ca kavranacak şekilde derli toplu anlatır. Modern kozmografyaya kapı açan Başhoca İshak Efendi'nin Copernicus'ten sonra biraz zayıfça olarak Kepler'e de dokunduğu eseriyle [318] Hoca Tahsin'in kitabı arasında küçük bir mukayese aradaki farkı gösterecektir. Çok özlü bir şekilde kaleme alınan eserde Hoca Tahsin imajlı bir üslûp yerine yalın ifadeyi tercih eder. Daha sonraları astronomi ve kozmograf-yayı halkın seviyesine İndirmek yolunda Fransa'da Camille Flammarion'un yaptı¬ğı işi Hoca Tahsin bu eseriyle ondan önce Türkiye'de yapmıştır.
4. Tûrîh-i Tekvin yahut Hilkat (İstanbul 1310) Tabiî ilim¬ler sahasında sahip olduğu geniş bilgiyi ortaya koyması, varlık ve yaratılış mese¬lesi karşısındaki tavır ve felsefesini ifade etmesi bakımından Hoca Tahsin'in eser¬leri içinde en mühimi olan bu kitap, Türk kültüründe kozmoloji alanında ilk kalem tecrübesi olmakla da hususi bir değer taşımaktadır. Müellif, dünyamızdan baş¬layarak ondan Önce vücut bulmuş gök¬yüzü âlemlerine doğru giden bir seyir¬le kâinatın var oluş tarihini ele aldığı, hacminin büyük olmamasına mukabil kuvvetli bir terkip kabiliyetiyle yazıl¬mış olan bu özlü eserinde, milyarlarca senelik bir oluş sürecinde geçirilmiş mer¬haleler silsilesi içinden yaratılış ve kâ¬inatın var oluş macerasını jeoloji, astro¬nomi, kozmografya, mekanik, kimya, zooloji, botanik, coğrafya, cebir ve yük¬sek matematiği kuşatan zengin bir bil¬gi birikiminin eşliğinde açıklamaya ça¬lışır. Tertibinde, önce biri dünyanın var oluşundan geriye doğru, diğeri, henüz dünya ve hayatın mevcut olmadığı devirlerden onların vücut bulduğu en son saf¬haya gelmek üzere iki yönlü bir anlatışın yer aldığı eserde dünyanın jeolojik yapısı, dünya ile içinden koptuğu güneş siste¬minin nasıl teşekkül ettiği, bunun önce¬sindeki nebülözler devri ve nihayet astro¬nominin izahtan âciz kaldığı, varlığın he¬nüz mücessem madde şekline gelmeyip gazdan ibaret kimyevî bir unsur halinde bulunduğu, daha da öteye gidildiğinde ancak cebir ve mekanik ilminin kılavuzlu¬ğunda kavranılabilecek bir kuvvet halin¬deki ilk oluşum bahis konusu edilir. Akıl¬ların durduğunu, ilimlerin ve fenlerin su¬sup bütün istidlal yollarının kapandığını söylediği bu merhalede sonsuzluğa açı¬lan, başı ve sonu olmayan lâhût âlemi başlamaktadır. Bu noktaya gelindikten sonra eserde konunun daha iyi anlaşıla¬bilmesi için bu defa yaratılış kronolojisi¬ne göre bir sıralama ile, her şeyin meka¬nik bir nizamın hükmü altında ve cevher halinde bulunduğu bir var oluş devresin¬den başlayarak canlı varlığın meydana ge¬lişine kadar var oluş silsilesinin tablosu ve¬rilir. Târîh-i Tekvin, adının da ifade etti¬ği üzere konuyu buraya kadar "tarih'1 ya¬ni "olmuş olan" planında ele aldıktan son¬ra kâinat ve varlığın geleceği meselesine yönelir. Burada Hoca Tahsin, bütün kâinat ve varlığa hükmeden tekâmül kanu¬nu gereğince kâinatın gelecekte erişmiş olacağı değişim merhaleleri yönünden konuyu fütüroloji zeminine nakleder. Her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi bir de sonunun olacağını kabul etmekle bera¬ber insana varacağı akıbet bakımından farklı bir statü tanıyarak gelecekte in¬sanoğlunun bugün içinde mahpus bulun¬duğu gezegenin dışına çıkma imkânına kavuşacağını, ilim ve fenlerin çok iler¬lemiş olması sonucu "tayy-i zaman" ve "tayy-i mekân"a erişilmekle gezegen¬leri çevreleyen sınırların aşılıp artık ge¬zegenler arasında dolaşma imkânına kavuşulacağını ileri sürer; insan zekâ¬sının hayat ve varlığın sırlarını keşfede¬cek noktaya ulaştığı bir tekâmül durağı¬nı kurgular. Böylece maddî varlığın yok olmaya mahkûm oluşuna mukabil erişil¬miş tekâmülün gereği olarak manevî var¬lığın ve dolayısıyla ruhun yok olmayıp de¬vam edeceğine inanan Hoca Tahsin, "sal-tanat-ı akliyye denilen bir vazîfe-i nazîfe ve saâdet-i ebediyye-i fevkalâde için ya¬ratılmış" olduğunu söylediği insanın ilâhî kudret tarafından sayısız tasfiye ve deği¬şim potalarından geçirilip bütün bunla¬rın sonunda mükâfat olarak ebediyete nail olacağını açıklamaya çalışır ki bu nok¬ta. Hoca Tahsin'in felsefî görüşlerini ve materyalist felsefe karşısındaki davranı¬şını göstermesi bakımından eserin en dik¬kat çekici tarafıdır. Maddenin ezelî ve ebedî olduğunu ileri süren materyalist felsefeye mukabil dünyanın bir başlangı¬cı ve sonu olduğunu kabul etmekle mad¬denin sonsuzluğu ve ebedîliği görüşünü reddetmesi, ruhu beyinle kaim gören ve maddenin eseri sayan materyalist zih¬niyete karşı onu bedenden müstakil ve onunla birlikte yok olmayacak bir cevher olarak kabul etmesi, materyalist doktri¬nin maddenin yaratılmamış olduğu iddi¬asına iltifat etmeyip geçirmiş olduğu bü¬tün safhaları ile kâinatın Tanrı tarafından yaratılmış olduğu inancını ifade etmesi ve böylece maddenin "hadis" olduğunu kabul etmiş bulunması, nihayet yaratıcı kudret olarak mekân ve zamandan mü¬nezzeh Tann'nın varlığını kabul ve tasdik etmesi, eserin Hoca Tahsin'i materyaliz¬min dışında tutan taraflarındandir. Esas böyle olmakla beraber içinde materyalist görüşü okşayan, bazı ince noktalarda ör¬tülü biçimde o yöne meyleden unsurların da var olduğunu bütün bütüne gözden kaçırmamalıdır. Hoca Tahsin'in eserlerini neşre hazırlayan Nâdirî Fevzi, kendi eseri olan Teşekkülât-ı Avâlim'üe ileri sürdüğü fikirlere delil olarak Târih-i Tekvîri-den geniş şekilde iktibaslar yapmıştır.
5. Mürebbî-i Etfâl (İstan¬bul 1289). Müellifin Mahmud Nedim ile müşterek telifidir. Onun eğitimci yönünü yansıtan eser, Türkiye'de o zamanlar pek az telifin bulunduğu bu sahadaki ihtiya¬ca cevap verme amacı taşır.
6. Usûl-i Fenn-i Felâhet-Kimyâ-yı Zirâat (İstanbul 1291). Hoca Tah¬sin'in yine Mahmud Nedim ile birlikte ve ders kitabı olarak hazırladığı eser ziraata dair umumi bilgilerden sonra ziraat ba-kımından toprak çeşitleri, toprağın zira¬atça değerlendirilmesi, ekime elverişli ha¬le getirilmesi ve ekim usulleri konularını içine alır.
7. Nevûmîs-İ Tabîiyye. Volney'in La loi na-turelle ou catechisme du citoyen fran-çais adlı eserinden yaptığı tercümedir. Her türlü dogmaya cephe almış bir zihni¬yeti ifade ve telkin eden eserin, mütercim olarak kendisinin adıyla basılamayacağı-nı bildiği İçin çeviricisi Necip Âsim göste¬rilmek suretiyle basılmasını İstemiş, fakat baskı izni çıkmamıştır. Necip Âsim müel¬lif nüshası üzerinden istinsah ettirdiği nüshayı İstanbul Üniversitesi Kütüphane-si'ne verdiğini söylerse de böyle bir kayda rastlanmamaktadır. Buna mukabil Ata¬türk Kitaplığı'nda [322] bir nüshası vardır. Hoca Tahsin, başka yazılarında da görüldüğü gibi hu¬kukî bir muhtevası olan kanun kelimesi yerine yine "kanun" mânasına gelen, fa¬kat hukukî mânada kullanılmayan "nâ-mûs" sözünün cemi şekli olan "nevâmîs" kelimesini ad olarak kullanmayı tercih et¬miştir. Daha sonraları İbnürreşad Ali Fer-ruh tarafından yapılan ve baskı izni alına¬bilen tercümesinin sansürce pek çok yeri çıkarılmış, baştan başa denecek derece¬de budanmış hali. Volney'in kitabının dev¬rin zihniyetince kolay kolay hazmedileme-yecek bir eser olduğunu göstermektedir. Bazı kaynaklarda, yanlış bir gazete ilânın¬dan dolayı Hoca Tahsin ile Mahmud Ne¬dim'in ortak tercümesi olarak gösterilen Svvift'in Güliver'in Seyahati adlı eser ise sadece Mahmud Nedim'e ait bulun¬maktadır.
Bu eserlerin yanında, başta gelen bir kurucusu olduğu Cem'iyyet-i İlmiyye'nin yayın organı Mecmûa-i Ulûm'u da için¬deki imzalı ve imzasız yazılardan mühim bir kısmının kendi kaleminden çıkmış, mecmuanın bütünüyle onun tarafından yönlendirilmiş olması bakımından Hoca Tahsin'in eserleri arasında saymak yerin¬de olur. Mecmûa-ı Ltfûm'daki yazılar, Ho¬ca Tahsin'in diğer eserlerinde yeterli şe¬kilde farkedilmeyen cephelerinin daha iyi görülebilmesini sağlaması, eğitimci yönü¬nü iyice meydana çıkarması, felsefî gö¬rüşleri yanında materyalist felsefe karşı-sındaki tavrının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olması gibi yönleriyle ihmal edi¬lemez bir değer taşımaktadır. Bunlar ele alınmaksızın sadece ortadaki birkaç kü¬çük kitabı ile yetinmek, hem kendisini ek¬sik tanımak hem de hakkındaki yanlış hü¬kümleri sürdürmekten başka bir sonuç vermez. Onun buradaki "İlme Dair Bir İki Söz-Şeref-i FazI u fim". Terakkî-i Maârif-Târîh ü Taksîm ü Semerât-i Ulûm". "Târîh-i Terakki" gibi çok ilgi çekici yazıları yanında "Aklâmü'l-akvam" adlı inceleme¬si özellikle belirtilmesi gereken bir değer¬dedir. Hacmi ve zengin muhtevası bakı¬mından başlı başına bir eser sayılacak hü¬viyetteki bu çalışmasında Hoca Tahsin, çeşitli kavimlerdeki alfabe sistemlerini geçirdikleri tarihî seyri İçinde vukufla ele alarak o sıralar tartışma konusu olan al¬fabemizin yetersizliği ve değiştirilmesi meselesine âlimane bir cevap getirmek ister.
Hoca Tahsin sadece bir ilim adamı ol¬makla kalmayarak dile hâkimiyet, edebî üslûp sahibi olma gibi meziyetleri yanın¬da şiir sahasında da varlık göstermiştir. Müsbet ilimlerle uğraşması kendisini şiir yazmaktan alıkoymamış, ilimden aldığı objektif terbiye ve tutum tesiriyle şiirle-rinde hep kendisi dışında konulara yönel¬miştir. Başta aşk olmak üzere sübjektif mahiyetteki konu ve hallere hiç yer ver¬meyip ilhamını ilimden alan konulara açıl¬ması onun şiirinin önde gelen özelliğidir. Ancak yaşlılığı ve hastalığı dolayısıyla yaz¬dığı uzun bir manzume ile dağınık birkaç beytinde kendi hayat arızalarından bah¬settiği görülür. Öte yandan geleneğe uya¬rak çevresinden bazı aktüaliteyi aksetti¬ren çeşitli tarih manzumeleri de kaleme almıştır. Düşürdüğü tarihler zaman za¬man devrin gazetelerinde çıkmaktaydı. Paris'e gideceği sırada cevaplandırılması istenen bazı lugazlara gelenek icabı ver¬diği manzum karşılıklar onun basında en erken rastlanan manzumeleri arasında¬dır [324] Hocası Vidinli Mustafa Efendi'nin vefatı (1271/1855) [325] Reşid Paşa'mn son sadâreti.[326] Şirvânîzâde Meh-med Rüşdü Paşa'nın sadâreti ve Cevdet Paşa'mn Maarif nazırlığı için söyledikle¬ri [327] onun beğenilen ta¬rihlerinden olmuştur. Dârülfünun'un ikinci açılışı münasebetiyle tanzim ettiği tarih yeni binanın kapısı üzerine levha olarak konulmuştu.[328] Kendi¬sinin Darülfünun müdürlüğünden uzak¬laştırılmasında başlıca rolü ve tesiri oldu¬ğu söylenen Şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi'nin ikinci meşihatine (1874) teb¬rik tarihi düşürmesi [329] düşünülecek bir davranıştır. Hoca Tahsin, üç ayrı zaman İçin tahmin ettiği kendi ölümüne de birer tarih düşürmüştür.[330] Tarih düşür¬me yolundaki manzumelerinin en ilgi çe-kici olanı, Paris'te dost olduğu Tarakçı Said Ağa'nın 1868'de orada vefatı müna¬sebetiyle yazdığı 112 beyitlik biyografik tarih kasidesidir.[331] Bu uzun manzume. Hoca Tah¬sin'in Avrupa ile İlgili görüşlerini aksettirmesi bakımından da ayrıca dikkate de¬ğer.
Onun en önemli manzumeleri ise ilha¬mını ilimden alan felsefî şiirleridir. Hoca Tahsin, özellikle örneklerine XVIII. asır Fransız edebiyatında rastlanan "poesie scientif ique" çığırında şiirler yazarak ilmî ve felsefî konulan işlemeye önem vermiş¬tir. Modern ilmin verilerini hareket nok¬tası alan bu şiirlerde astronomi etrafın¬da gelişen bir ilham daima ön plandadır. Mir'âtü's-semâ adlı gökyüzü haritası ile birlikte bastırdığı 130 beyitlik kasidesi, baştan başa astronomi bilgileriyle gök¬yüzü temaşasının davet ettiği felsefî dü¬şünceler eşliğinde kâinatın ihtişamını terennüm eden. derin ve kesif kozmik du¬yuşlar ifade etmesi bakımından Türk ede¬biyatında eşi bulunmayan bir poemdir. Ziya Paşa"nın "Tercübendi"nin bunun gibi modern astronomi bilgilerinden hareket eden ikinci bendi onun yanında oldukça sönük kalır. Hoca Tahsin, Allah'ın yüce eseri olarak gördüğü gökyüzü âleminin azameti ve sonsuzluğu karşısındaki duy¬gularını, astronominin ortaya koyduğu bilgiler ve gerçekler dairesinde onlara dayanarak dile getirmektedir. Bütün bir manzume için, astronomi ve kozmograf-yanin insan zekâsı önüne serdiği ilmî tesbitlerin hayret ve hayranlık duyguları içinden geniş bir şerhidir demek onun belki en iyi tanımı olacaktır. Manzumeyi baş¬tan başa idare eden kozmik ilham, mı-raların gerçek muhtevasını kavrayabil¬mek için -tıpkı mazmun çözmekte ge¬rekli ön bilgiler gibi- modern astronomi¬nin gökyüzü âlemi hakkında söyledikleri¬ni bilmeyi gerektirmektedir. Bu astrono¬mi kasidesi, gökyüzünün sonsuzluğu kar¬şısında Pascal'ın duyduğu ürpertiye ben¬zer bir ilhamın ifadesini Türk şiirine ge¬tirmiştir.
Hoca Tahsin'in. "Kitâb-ı âlemin evrakı¬dır eb'âd-ı nâ-mahdûd Sutûr-ı hâdisât-ı dehrdir a'sâr-ı nâ-ma'dûd Basılmış dest-gâh-ı levh-i mahfûz-ı tabiatta Mücessem lafz-ı ma'nîdârdır âlemde her mevcûd" sözleriyle kâinat ve hilkat temaşasını dört mısra içinde en veciz hadlerine indiren kıtası, onun her anlayış ve görüşten ke¬simlerce devamlı kabul görmüş bir şiiri¬dir. Pek çok yazı ve eserde alıntı olarak yer almış bu kıta, Paris arkadaşı hattat Vahdetî'nin hattı ile taş baskısı yapılıp lev¬ha olarak duvarlara, camekânlara asılmış bulunuyordu. NecibÂsım, 1876 yılında İstanbul'a geldiği zaman hemen her kö¬şede bu levhaya rastladığını kaydeder.
Hastalığının ağırlaştığı bir sırada yaz¬dığı son ve yine geniş hacimli şiiri "Fuzalâyı Benâmdan Bir Marîzin Eser-i Hazi¬nidir" başlıklı terciibendi, ömrü ilimle ha¬kikati arayış peşinde geçmiş bir ihtiyar insanın hayat muhasebesi içinden yaklaş¬makta olan ölüm karşısındaki duyguları ile birlikte ruh meselesi etrafında mer-kezleşerek yaratılışın gayesi, varlığın ne¬reye gittiği, ruhun ebedîliği gibi temleri içine alan. her terdin sonunda Tanrı'ya ilticalarıyla Türk edebiyatının benzer ör¬neklerini pek tanımadığı bir manzume¬dir. Günden güne, saatten saate tükeni¬şe doğru gittiğini hisseden yaşlı ve hasta bir adamın hayat arızası ile felsefî tefek¬kür ve kurtuluşu imanda bulan din duy¬gusunun bir "tecdîd-i îmân" havası eşli¬ğinde iç içe yürüdüğü bu geniş soluklu terciibend, Türk edebiyatının müstesna bir örneği olarak başlı başına tedkik ve tahlile konu olacak bir değer ve orijinalli¬ğe sahip bulunmaktadır.

Ziyaret -> Toplam : 125,25 M - Bugn : 11382

ulkucudunya@ulkucudunya.com