Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Romanlarında Türk Tarihinin Yorumu
Kâzım YETİŞ 01 Ocak 1970
ÖZ
Mustafa Necati Sepetçioğlu; sanatkâr, romancı, tarihî romancı olmaz-
dan önce Türkolojiyi bitirmiş bir Türkolog idi. Bunun için de Türk tari-
hini, özellikle Anadolu’daki Türk tarihini derinlemesine inceleyen M.
Fuad Köprülü, Ömer Lütfi Barkan, Osman Turan gibi bilginlerin etki-
si ile yetişti. Bu bilginler, Anadolu’daki Türk kültür ve medeniyetinin,
Orta Asya Türk kültür ve medeniyetinin devamı olduğunu gösterdiler.
Sepetçioğlu, bu bilim gerçeklerini roman yoluyla, tarihî romanlarıyla
işledi. Özellikle Konak romanında Kumral Dede bu devamı gösteren bir
kahramandır.
Başlıktaki iki problemi öncelikle irdeleyelim.
Mustafa Necati Sepetçioğlu daha çok tarihî roman vadisinde eser ver-
miştir. Romancının tarih karşısındaki tavrı nasıl olmalıdır? Tarihî
romanla beraber başlayan bu konuyu tartışmayacağım. Esasen son
zamanlardaki tarihî roman iddiasıyla ortaya çıkan romanları gördükten son-
ra bu meselede sağlıklı bir sonuca varılamayacağını, belki böyle bir sonuca
varmanın gereği de olmadığını söylemek de mümkündür. Biz konumuzu iler-
letebilmek için şöyle bir görüşü dillendirebiliriz. Romancı elbette tarihçi de-
ğildir, ama asıl dayanağı, hareket noktası, cevlangâhı tarihtir. Öyleyse tarih
karşısında bir tavrı vardır ve tarihi, anlayışına, ideolojisine, sanat görüşüne,
döneminin veya geçmiş dönemlerin anlayışına göre yorumlar. Namık Kemal
ve Ahmet Mithat’tan yani ilk tarihî romanlarımızdan beri bu böyle olmuştur.
Şöyle bir hatırlayacak olursak II. Meşrutiyet’e kadarki tarihî romanlarımızın
tarihe bakışı ile II. Meşrutiyet ve özellikle Cumhuriyet döneminin dolayısıyla
romancılarımızın Türk tarihine bakışı farklı olmuştur. Tarihî roman yazarı
olarak Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ile Feridun Fazıl Tülbentçi’nin, Ni-
hal Atsız’ın Türk tarihine bakışları elbette aynı değildir. Kemal Tahir’in Devlet
Ana (1967 )’sını Milât olarak alırsak tarihi yorumda ve bizatihi tarihî roman
yazıcılığında yeni bir dönem başlar. Şu hâlde tereddüt etmeden söyleyebili-
riz ki romancı tarihî roman yazdığı zaman tarihi yorumlar. Bu yorumun arka-
sında elbette bir yığın etken vardır. İşte bu noktada güçlük başlar. Romancı
tarihin içinde kalarak mı tarihi yorumlamalı, yoksa kendine göre bir tarih
mi yaratmalı? Elbette her ikisinde de yorum vardır. Ama yorumun zemini
farklıdır. Konuyu örneklerle ortaya koyarsak daha kolay anlaşılmasını sağ-
lamış oluruz. İstanbul’un fethi tarihte yaşanmış bir olay, hâdise dolayısıyla
tarihin malı. İstanbul’un fetih sebebini Türklüğün kızıl elması olması, Hz.
Muhammed’in hadisi, Türk devletinin coğrafî birliğini sağlama, Anadolu’da
yerleşme, batıya yapılacak akınlarda arkayı sağlama alma vb. sebepleri gös-
terebilir veya bunların hepsini birlikte alabilirsiniz. Bunlardan birini veya
birkaçını almak, öne çıkarmak hepsi tarihin içindeki yorumlardır. Fakat Sul-
tan II. Mehmet’in Bizans kraliçesini gördüğünü, ona âşık olduğunu ve ona
sahip olma istek veya ihtirasını İstanbul’un fetih sebebi diye gösterirseniz
bu tarihin dışındaki bir yorumdur. Konuyu daha iyi anlaşılır kılmak için daha
belirgin bir örnek vereyim. Kemal Tahir’n Devlet Ana’sında Şeyh Edebali’nin
kızı Osman Gazi’nin ikinci hanımıdır. Bu da tarihin içindeki bir yorumdur.
Çünkü tarihte böyle bir rivayet vardır. Şimdi konuyu uzatmadan sadede ge-
lelim romancı tarihi yorumlayabilir. Bu yorumun tarihin içinde kalması mak-
bul olanıdır. Biz bu noktadan bakacağız Sepetçioğlu’na ve romanlarına.
Başlığımızdaki ikinci problem, “Türk Tarihi” kullanışıdır. Tabiatıyla bu,
müstakil kitaplık bir konudur. Yalnız hemen belirtelim ki bizim buradaki
maksadımız kesinlikle yazarın bütün romanlarında söylenenleri ele almak,
yazarımızın yorumlarıyla tarihi karşılaştırmak değildir. Pekiyi nedir başlığı-
mızdaki Türk tarihinin yorumu?
Bu noktada biraz tarihe, geçmişe uzanalım. Türklerin Anadolu’ya gelişinin
tarihi Batı Hun göçlerine kadar çıkar. Fakat bu henüz tarihin karanlık veya
haydi biraz yumuşatalım sisli zamanlarıdır. Nitekim Namık Kemal, meşhur
Hürriyet Kasidesi diye tanınan Besâlet-i Osmâniyye’sinde
Biz ol âli-himem erbâb-ı cidd ü ictihâdız kim
Cihângîrâne bir devlet çıkardık bir aşiretten
demektedir. Tabiî adama sorarlar bir aşiretten cihangirane bir devleti na-
sıl çıkardınız diye. Bunun cevabını o günün şartlarında veremezsiniz. An-
cak batıdaki Türkoloji çalışmaları, onlardan yararlanan Ali Suavi, bize,
geldiğimiz yeri hatırlatacaktır. Tabiî burada Ahmet Vefik Paşa, Şemsettin
Sami, Süleyman Paşa mutlaka hatırlanması gereken isimlerdir. Öte yandan,
Anadolu’nun kuzeyinden olan göçler ve Balkanlara yerleşen Türkler çok son-
raki bilgilerdir. Türklerin Orta Asya’dan çıkıp batıya göçleri dünya tarihinin
en önemli meselelerinden biridir. Fakat Batı Hunlardan ve Attilâ’dan beri
Türklüğe “barbar” gözü ile bakan batı dünyası Türkoloji çalışmalarını bile
görmek istemedi. Hatta oryantalizmin içindeki Türkoloji, Türklüğü yok et-
mek için kullanılmak istendi. Aslında 1860’lı yıllardan sonra Avrupa güçlü,
hoşgörüsüz, ırkçı, emperyalist bir tutum ve tavır içindedir. Burada sadece
Aryan ırkının üstünlüklerini anlatan Houston Steward Camberlain’i, Karl Pe-
arson, von Bernhardi’yi hatırlayalım ve uzatmadan şu sonucu belirleyelim.
Papa XIII. Leo’nun da desteği alınarak Avrapa’nın dışındaki milletler özellik-
le Müslümanlar ve tabiî bu arada Türkler vahşi idiler ve sömürülmeleri, yok
edilmeleri gerekliydi. Üstelik insanlığa, medeniyete bir katkıları da yoktu.
Türkler sarı ırktandı. Dokuz yüz senelik Anadolu’daki medeniyet Türklerin
değildi. Burada bulunan kavimlerindi, Bizans’ındı. İşte yorum meselesine
bu noktadan gireceğiz.
Bu konuda bazı Türkler bilgilerin yetersizliğinden, bazı Türkler de batının
aşırı etkisiyle aşağılık kompleksi içinde olmalarından dolayı batılıların dü-
şüncelerini paylaşıyorlardı. “Biz adam olmazdık”, edebiyatımız, mimarimiz,
musikimiz, kurumlarımız ya Bizans, ya Arap, ya da Acem malı idi. Esasen
buraya dört yüz çadırla gelmiştik. Türkler ancak ata binerler, silâh kullanır-
lardı. Buna benzer daha bir yığın anlayış. Bunun için II. Meşrutiyet döne-
minde Bursalı Tahir Türklerin İlim ve Fünuna Hizmetleri adlı bir kitap yazmak
ihtiyacını duymuştu. Bu batının saldırılarına karşı bir savunma idi. Türk ay-
dınları hatta devlet adamları üçe ayrılmıştı. Bir kısmı batının söylediklerini
bir hakikat olarak kabul ediyor, Türk olarak yaratılmaktan büyük bir utanç
duyuyor, Avrupa’dan tabiî bu dönemde Almanya’dan damızlık getirerek bu
ayıplı durumdan kurtulmayı düşünüyor ve bunu ifade de ediyordu. Diğer
bir kısmı bütün varlığımızı İslâm’a ve Müslüman kardeşlere bağlıyordu. Bizi
İslâm dini ve Müslümanlar adam etmişti. Diğer bir kısmı ise tarihe yönele-
rek Türklüğü arıyordu. Çünkü o, bu kimlik bunalımından geçmişine dayana-
rak kurtulmak istiyordu. Bu üçüncü grup geçmişin sisli/dumanlı dünyasında
kaybolmadan Orta Asya bozkırları ile Anadolu arasındaki irtibatı bir bir or-
taya çıkardı. Elbette Mehmet Fuad Köprülü’yü ve çok genç yaşlarda kaleme
aldığı Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’ı ilk önce hatırlamalıyız. İthaf şiiri ile
Yahya Kemal’i, Hüseyin Saadettin Arel’i, Rauf Yekta Bey’i, Türk Tarih Kuru-
mu ve Türk Dil Kurumu ile Atatürk’ü, Osman Turan’ı, İbrahim Kafesoğlu’nu,
Bahaettin Ögel’i hatırlamalıyız. Bu şahsiyetler Orta Asya’da bir Türk kültür
ve medeniyeti olduğunu, bunun Anadolu’da devam ettiğini veya başka bir
söyleyişle Anadolu’daki Türk kültür ve medeniyetinin Orta Asya’dan geldiği-
ni ilmî usullerle ortaya koydular. Orta Asya’dan gelerek Anadolu’da devam
ettiğini anlattılar. Bu anlatılanlara burada girmek tabiatıyla mümkün de-
ğildir. Meselâ sadece M. Fuad Köprülü’nün Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu kita-
bındakilere yer vermek bile bu toplantının, tebliğin sınırlarını zorlar. Bunun
için burada bunları sadece anmış olalım ve isteyenlerin adlarını andığımız
müelliflerin eserlerine başvurmalarını sağlık verelim. Bu çerçevede Yahya
Kemal’in İthaf şiiri yeni ve farklı bir anlam kazanmaktadır. Şiir bilinir ve ha-
tırlanır. Son dönemde artık Horasan erlerinden gelen olmadığı için Anadolu
âdeta cansız kalmıştır. Şair “camid” kelimesini kullanıyor. Yanlış anlaşılma-
sın Orta Asya’ya gitmek, Orta Asya’daki Türk tarih ve medeniyetini bilmek
yetmez. Esas olan Anadolu ile Orta Asya’yı birleştirmektir. Çünkü ancak bu
şekilde Anadolu’daki medeniyete sahip çıkabiliyoruz. Bu tespiti yaptıktan
sonra asıl konumuza Mustafa Necati Sepetçioğlu’na ve romanlarına gele-
biliriz.
Mustafa Necati Sepetçioğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tür-
koloji bölümü mezunudur. Yani konunun içindedir.
Kilit’te, ki serinin ilk romanıdır, Anadolu’ya giriş, Alpaslan, Yesi’de Ahmet
Yesevî’nin yetiştirip gönderdiği Sarı Hoca ile Küpeli Hafız vardır. Fakat asıl
önemli olan aynı zamanda Tuna’dan geçen Peçenek atlısı Balçar vardır. Yani
Türkler batıya doğru gelirken hem doğudan Anadolu’ya giriyor, hem de Bal-
kanlara sarkıyor. Sonra bunlar birlik olacaklardır. İkinci kitap Anahtar’da Ku-
talmış Oğlu Süleyman Bey, Ebulkasım’a görev verir. “İltutmuş’u bul. Kör, to-
pal, işe yarar yaramaz göçe hazır ne kadar Türkmen varsa durmasın bu yana
salsın... bendin kapaklarını sonunaca açsın...Yetmiyormuş gönderdiklerin,
de; yetmeyecekmiş, de...” (on dördüncü baskı, İstanbul 1988, İrfan Yayımcı-
lık ve Ticaret). Görülüyor ki Anadolu yurt tutulmak için yeni göçler isteniyor.
Bir aşiret gelmiş iş bitmiş değil.
Kapı’da Çaka’nın, Kılıç Aslan’ın maceraları söz konusu edilir. Ama konu-
muza ve başlığımıza en uygun olan eser Konak’tır. Eser şöyle takdim edilir:
“Konak, Çatı, Üçler- Yediler-Kırklar Üçlemesinin Birinci Kitabıdır”. Buna göre ilk
üç kitap, Kilit, Anahtar, Kapı Malazgirt’e geliş ve sonrasını hikâye eder. İkinci
üçleme ise Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını anlatır. İkinci üçlemenin ilki
Konak, Yesevî ocağında “Hazret-i Pîr” in dervişlerinden Kumral Dede ile gö-
rüşmesi ve vedalaşması ile başlar. Kumral Dede toprak, ağaç, su, bitki ve çi-
çek tohumları ile uğraşan bir şahsiyettir. Bu son derece anlamlıdır. O döne-
me göre toprak, ağaç, su, bitki ile uğraşmak coğrafyayı vatanlaştırmanın en
önemli unsurudur. Üstelik bu Anadolu’ya özel olarak gönderilenlerdendir.
Öte yandan 1071’den beri Yesi’den Anadolu’ya göndermeler devam etmekte-
dir. Ayrıca Kumral Dede, yolda Buhara’dan gelen bir gencin, Yağmur’un yar-
dımını görür. Yağmur’un babası daha evvel gelmiştir Anadolu’ya. Moğol’dan
kaçan Türkmen akın akın Anadolu’ya gelmektedir. Nitekim başka bir kafile
ile karşılaşır Kumral Dede. Aybüken Ebe’nin de içinde bulunduğu kafile. Bu
kafile daha önceden gidip Anadolu’ya yerleşmiş Çavuldur boyundandır. Bu
kafilede beyin işlerini yürüten Dalaman Ağa’dır. Rahman handa bir deb-
bağ, bir bileyici, bir de ok ustası ile karşılaşır. Romancı görüldüğü gibi Orta
Asya’dan Anadolu’ya esnafı da taşımaktadır. İlerde bunlar önemli görevler
üstlenecektir. Kumral Dede’nin kuşağında olan tohumlar veya çekirdekler
kiraz, badem, ceviz, kayısı, yumru yumru bitki kökleri, sarımsaklar, soğanlar
ve daha bir yığın tohum. Dede bunları hem tedavide kullanacak hem de çok
sonra kuracağı tekke veya ocakta ekecek sebzeleri ve meyve ağaçlarını, gül-
leri, menevşeleri, Yesi buğdaylarını, kaysılarını, pamuğunu yetiştirecektir.
Ekip bu şekilde yavaş yavaş oluşmaktadır. Nitekim Malatya’da bir dülger, bir
de taş yontucusu katılacaktır aralarına.
Konuyu daha fazla uzatmayıp Sepetçioğlu, tarihi yorumlarken tarihin
içinde kalıyor diye kestirip atarız. Ama konu keşke bu kadar sade ve ba-
sit olsaydı. Mustafa Necati Sepetçioğlu sadece bir roman yazarı değildir.
O, aynı zamanda Türkoloji öğrenimi görmüş bir şahsiyettir. Mehmet Fuat
Köprülü’nün çalışmalarının farkındadır. Bunun için o bilginlerimizin bilim
alanında yaptıklarını sanat alanına taşıyor. Onun romanlarına göre Türk
boyları Orta Asya’dan gruplar veya boylar hâlinde gelmişlerdir. Dolayısıyla
dört yüz çadırdan oluşan bir aşiret değildir. Yüzlerce, binlerce Türk insanı
akın akın Anadolu’ya gelmiş ve Anadolu’nun ve tabiî Rumeli’nin bir Türk
vatanı olmasını sağlamıştır. Hepimiz biliriz ki bu geliş yüzyıllar boyunca de-
vam etmiştir. Anadolu’daki Türk nüfusu her zaman Türklerin lehine olmuş-
tur. Onun kahramanları arasında evlilik veya din değiştirme suretiyle Türk-
leşenler vardır. Nitekim Konak ve Çatı’daki Kendigelen ve Mihail böyledir.
Bunların dışında Türklerle birlikte savaşan, mücadele eden kimse yoktur.
Halbuki Kemal Tahir’in Devlet Ana adlı eserinde Bizanslı, Rum, Ermeni kişiler
vardır ve bunlar Osman Gazi’nin çevresindedirler. Meselâ Mavro çok son-
ra zaruret hâlinde, kendi dindaşlarından gördüğü kötü muamele yüzünden
Müslüman olur ama roman boyunca adı Mavro olarak devam eder. Ermeni
Toros Osman Gazi ile beraber savaşır ve savaş sırasında söyledikleri Hz. İsa
ve Hristiyanlık ile ilgilidir. Kemal Tahir âdeta bir Osmanlı milleti yaratma
düşüncesinin etkisinde kalmıştır.
Öte yandan Sepetçioğlu’nun Kumral Dede’ye Yesi’den bitki ve meyve tohum-
larını getirtmesi son derece anlamlıdır. Bilindiği gibi kültür, “tarım” anlamı-
na da gelir. Belki de tohumlar sembolü ile bütün bir kültür değerleri verilmek
istenmiştir. Kültürümüzün kökleri Orta Asya’dadır ve biz onları Anadolu’da
devam ettirmişizdir. İşte bunun için Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun bu hiz-
meti hiçbir zaman unutulmayacaktır. Çünkü 20. yüzyılın başında Köprülü’nün
Türk ve batılı aydınlara anlattığı, Anadolu’daki Türk’ün, Türk kültür ve mede-
niyetinin kökünün Orta Asya’dan geldiği ve buradaki hayatımızın ve eserleri-
mizin bir sürecin devamı olduğunu, burada oluşmuş bir toplum olmadığımı-
zı, meydana getirilen edebiyat, dil, musiki, mimarî vb. değerlerimizin bize ait
olduğunu sanatla göstermiş bir şahsiyettir.