Refik Halit?in Muhalifliği, Sürgünlüğü ve Merkez-Taşra Açısından Hikâyeleri
Necati Mert 01 Ocak 1970
Refik Halit Karay?ın iki hikâye kitabı var: Memleket Hikâyeleri ve Gurbet Hikâyeleri.
Ama önce bir başka hikâye: Kürşad Bumin, ÖDP Kadıköy örgütünün seçim yemeğine
katılmış, ardından şunları yazıyor: “Yemeğe katıldığım için memnunum. „Folklor?u, birkaç
müsameremsi sunuşu ve de kulaklarımızı sağır eden çok yüksek hacimli müziği saymazsam
iyi vakit geçirdik.” Fakat devamı şöyle: “Neşeli vakit geçirdik diyemem. Bütün halk oyunla-
rına rağmen salonda neşeli bir havanın olduğunu da söyleyemem. Tam tersine salondaki ha-
vanın genelde hüzünlü ve hatta kimi zaman depresif olduğu da ileri sürülebilir.” (Yeni Şafak,
2 Nisan 1999).
Bunun da devamı var ya, ne olduğunu şimdilik söylemeyip yeniden Refik Halit?e geçmek
istiyorum.
Memleket Hikâyeleri, Refik Halit?in ilk sürgünlüğünün (1913-1918), Gurbet Hikâyeleri
de ikinci sürgünlüğünün (1922-1938) ardından yayımlanır. İlki 1919?da, ikincisi de 1940?ta.
Memleket Hikâyeleri?nin ilk baskısında, Sâtı Erişenler?den1 öğrendiğimize göre, on dört
hikâye var. İkinci baskı (1939 [?]) üç hikâye (Ayşe’nin Talii, Garip Bir Hediye, Bir Taarruz)
eklenerek çıkar. Üçüncü baskıda (1964) buna bir hikâye (Garez) daha eklenir. Sonraki baskı-
lar ise bu üçüncü baskıya uyar.
Ancak hikâyelerin hepsi de sürgünde yazılmamış. Memleket Hikâyeleri?nde 1913 önce-
sinde yazılmış hikâyeler (Ayşe’nin Talii, Kuvvete Karşı, Hakkı Sükut, Cer Hocası [1909],
Komşu Namusu, Yılda Bir [1910]) olduğu gibi sürgünlük sonrasında yazılmış hikâyeler (Ko-
ca Öküz [1918], Yatık Emine, Şeftali Bahçeleri, Garip Bir Hediye, Bir Taarruz [1919], Garez
[1947]) de var.
Gurbet Hikâyeleri?nin de 1940?taki ilk baskısı ile 1965?teki ikinci baskısı birbirinden
farklı. Bunu da Uğur Kökden?den2 öğreniyoruz. 1940?taki baskıda yer alan “ülke içi sürgün
yılları”na ait kimi notlardan, anılardan, kesitlerden oluşma metinler ikinci baskıda yok. An-
cak bu baskıdan “memleket” metinlerinin yanı sıra bir de “gurbet” metni çıkarılmış: Fırat.
1 Türk Dili/Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Temmuz 1975, s.286.
2 “Refik Halid Karay?ın Gurbet Hikâyeleri”, Adam Öykü, Eylül-Ekim 1996, s.6.
Böylece hikâyelerin sayısı on yediye düşürülüyor ve sonraki baskılarda da bu baskıya uyulu-
yor. Yalnız bu on yedi “gurbet” hikâyesinin de sekizi gurbette, dokuzu -Memleket Hikâyele-
ri?nde olduğu gibi- sürgünlük sonrasında yazılmış.
Refik Halit, 1888 doğumlu. İlköğreniminden sonra Galatasaray Lisesi?ne gidiyor, fakat bir
olay üzerine hocalarına öfkelenip orayı bırakıyor. Sonradan, babasının zoruyla Hukuk Fakül-
tesi?ne giriyor, bir yandan da Maliye Nezareti?ne bağlı bir dairede iş bulmuş, çalışıyor; fakat
Hürriyet ilan edilir edilmez (23 Temmuz 1908) “hür meslek arzusuna kapılıp” bu kez de hem
Hukuk Fakültesi?ni, hem de işini bırakıyor -Ahmet İhsan [Tokgöz] aile dostlarındandır- onun
yanında, Servet-i Fünûn?da -ki Servet-i Fünûn o sıralar günlük de çıkmakta- gazeteciliğe baş-
lıyor. Başlayış o başlayış.
Refik Halit?in okulla, okumayla başı hoş değil. Bunu kendisi de şöyle anlatır3:
Küçükken fena huylarımdan birisi, mektepten kaçmaktı. Sekiz yaşından on sekiz yaşına kadar, yani
mektebe devama mecbur kaldığım bu on uzun sene zarfında kaçmak fırsatını hiçbir zaman kaçır-
mazdım.
Ne iptidaisini (ilkini), ne leylisini (yatılısını), hatta ne âlisini (yükseğini), hülasa (özetle) mek-
teplerden hiçbirisini sevmek, hatta sevmekten vazgeçtim, benimsemek bile bana müyesser olama-
mıştı (elimden gelmemişti); gözüm hep dışarda yaşardım. Fakat öyle çocukların yaptığı gibi azgın-
lık ve haşarılığa meydan bulmak için değil, sırf kırlarda dolaşmak, mevsimlerden istifade etmek
için.
Refik Halit, gezip tozmayı, yemeyi, eğlenmeyi, hayatın nimetlerinden kâm almayı seven
biri. Haldun Taner?in nitelendirmesiyle “hedonist”; fakat o ölçüde de “kirpi”, yani heccav,
yani müthiş mizahçı.
Kirpi, takma adıdır Refik Halit?in. Celâl Esat?la Salah Cimcoz?un çıkarttıkları Kalem?de,
karikatürist Cemil?in çıkardığı Cem?de bu adı kullanır, bu yazıları sıcağı sıcağına da bir ki-
tapta toplar (1911) Refik Halit: Kirpinin Dedikleri. Daha sonra Şehrah?ta, hatta ilk sürgünlü-
ğünden sonra Alemdar?da da imzası yine bu ad (Alemdar?da, Kirpi?nin yanı sıra Aydede de)
olur.
Refik Halit, İttihatçılar?ın ilk hışmına işte bu yazılarla uğrar.
İttihat ve Terakki, malumunuz Askeri Tıbbiye?den beş öğrencinin 3 Haziran 1889?da kurdu-
ğu gizli örgüt İttihad-ı Osmanî Cemiyeti?ne dayanır. 1894?te öğrenci dışına çıkma kararı alı-
nır, Paris?te bulunan Ahmet Rıza Bey?le ilişki kurulur, yine Paris?te 1895?te yayımlanan prog-
ramın ardından da eylemler dönemine geçilir. Eylemler önceleri yurtdışına dönüktür ve ya-
yınla sınırlıdır; fakat Selanik?te 1906?da kurulmuş olan subay ağırlıklı Osmanlı Hürriyet
Cemiyeti ile birleşilince (1907) eylemler yurtiçinde de, özellikle başta Selanik olmak üzere
Makedonya?daki şehirlerde yükselir.
Cemiyet?in amacı; 1878?te II. Abdülhamit tarafından kapatılan Meclis?in yeniden açılma-
3 Ago Paşa’nın Hatıratı (Üçüncü Baskı), İnkılap, İstanbul, 1967, s.122.
sı, yürürlükten kalkmış olan 1876 Anayasası?nın da yeniden yürürlüğe konmasıdır. Yükselen
eylemler netice verir: İttihatçılar 23 Temmuz 1908?de Selanik duvarlarına bildiriler asarak
Meşrutiyet?i kendiliklerinden ilan ederler, padişah da ertesi gün bu fiili durumu kabul etmek
zorunda kalır.
Cemiyet, II. Meşrutiyet?in ilanındaki bu rolü ile büyük saygınlık kazanır, bu arada, bir iki
kez değişmiş adını bir daha değiştirip İttihat ve Terakki yapar, ayrıca kendisini de fır-
ka?laştırır. Ancak, Fırka?yla Babıâli (Hükümet) ve Saray arasında denge kolay kurulamaz.
Sık sık istifalar olur. Hükümetler değişir. Fakat İttihatçılara sadece Meclis?te değil, basında
da bir muhalefet vardır; onlar da, faili güya meçhul cinayetlerle susturulmak istenir: Serbestî
başyazarı Hasan Fehmi?nin vurulması gibi.
İttihatçılar, baştan zorlanır; bereket 31 Mart Vakası çıkar/çıkartılır (13 Nisan 1909) da
yerleri sağlamlaşır: Selanik?ten Hareket Ordusu gelir -başında Mahmut Şevket Paşa; kurmay
başkanlığında, İstanbul?a girilene kadar Kolağası Mustafa Kemal vardır- 23-24 Nisan gecesi
İstanbul?u işgal eder, “gerici” ayaklanmayı bastırır; beş gün sonra da, olayları padişahın ter-
tiplediği ileri sürülerek II. Abdülhamit tahttan indirilir. İttihatçıların istediği de budur. Mah-
mut Şevket Paşa, İttihatçılara yakındır ama, fırka adına hareket etmediğini de özellikle belir-
tir; bu ise iktidarın ordu eline geçmesi, İttihat ve Terakki?nin ikinci plana düşmesi demektir.
Dolayısıyla yeniden siyaset kavgaları: istifalar, hükümet değişiklikleri, hatta askeri hizipler
(Halâskâr Zabitan, Hizb-i Cedîd)... Bu arada İtalyanlar?ın Trablusgarp?ı işgali, Balkan Harbi
vs. İttihatçıların iktidarı yeniden ve tamamen ele geçirmeleri ta 1913?te mümkün olur.
1913?ün 23 Ocak?ında o meşhur Babıâli Baskını?yla Kâmil Paşa Kabinesi?ni düşürür İttihat-
çılar. Mehmet Reşat, kabineyi kurması için Mahmut Şevket Paşa?yı görevlendirir. Çok geç-
mez, muhalifler de, Mahmut Şevket Paşa?yı öldürerek (11 Haziran 1913) Babıâli Baskını?nın
öcünü alır.
Paşa?nın öldürülmesi iki bakımdan önemli: Bu olayla İttihatçılar muhaliflerin üzerine gi-
dip onları sindirir, onlardan iyice kurtulur, bir; iktidar da ordudan Fırka?ya, Merkez-i Umu-
mi?ye geçmiş olur, iki. Fakat bu da ta 17 Ekim 1918?e, Talat Paşa?nın istifasına kadar süre-
cek bir İttihat ve Terakki diktası demektir.
İttihat ve Terakki ilginç bir örgüt. İlhamını Fransız İhtilali?nden alıyor. İktidarın burjuvazide
olduğu bir meşrutiyeti savunuyor. Laiklikten yana. Başlangıçta millet ayrımı yapmıyor, fakat
giderek, özellikle Balkan Harbi?yle Türkçü, milliyetçi politikalar izliyor.
“İllegal” bir geçmişten geliyor ya, Fırka?ya, yasal döneminde de geçmişinin karanlık
usulleri hep egemen oluyor. Teşkilat-ı Mahsûsa bunun kanıtı. Nedir Teşkilat-ı Mahsûsa? Ör-
güt içinde örgüt. Kurucusu, sonradan Enver Paşa olan Enver Bey. Namı diğer, Kahraman-ı
Hürriyet. Amacı? Amacı, “derin devlet”i yaratmak. Eh, dönem savaş dönemidir, şartlar buna
fırsat verir. Ayrıca İttihatçıların birbirine benzemezliği de işi kolaylaştırır. Murat Belge?ye
göre de4:
4 “Teşkilat-ı Mahsusa”, Birikim, Aralık 1998
Hepsi milliyetçiydi, ama hepsinin milliyetçiliğinde farklılıklar vardı. Enver?in dinciliği, Bahattin
Şakir?in Türkçülüğü ağır basıyordu vb. Ama sonuçta hepsi „vatanı kurtarmak?, „büyük ve güçlü bir
devlet kurmak? gibi amaçlarla oradaydılar ve verecekleri cevap, son analizde, Enver?inkinden o ka-
dar farklı olmazdı (Fakat bunun bir sakıncası da var, sakıncasına dikkat!): Bu gibi oluşumlarda, yol
uzadıkça yol ayrımları çoğalır
Evet, Enver Bey de İttihatçı?dır, Yakup Cemil de. Fakat Anadolu direnişçileri, İzmir Sui-
kastçıları da. Yani, “yol uzadıkça yol ayrımları uzuyor”. Yeniden Murat Belge5:
Ama İttihat ve Terakki?nin sonunun gelmesi, bütün İttihat ve Terakkiciler?in sonunun gelmesi de-
mek değildir. Celâl Bayar, Kel Ali, Kılıç Ali, Yunus Nadi, Hamdullah Suphi ve daha birçokları
Mustafa Kemal?in yanında kesin yerlerini almışlardı. Karabekir, Orbay, Okyar gibileri kolay doku-
nulamayacak bir prestij edindikleri için hayatta kaldılar, ama etkin politikadan büyük ölçüde de si-
lindiler (ya da, Fethi Okyar gibi, Mustafa Kemal?in iradesine bağlı olarak orada yer alabildiler).
Bazıları da Atatürk?ün ölümünden sonra bir rehabilitasyon sürecinden geçtiler (örneğin Karabekir
Meclis Başkanı, Esendal parti sekreteri oldu
Görüyorum, bu İttihat ve Terakki parantezi uzadı; ama lüzumsuz değil. Zira Refik Ha-
lit?in çilesi sanırım bununla anlaşılacak. Hatta parantezi kaparayak bir noktaya daha bir alın-
tıyla parmak basmak istiyorum6:
...bazı zamanlarda ...gizlenme ihtiyacını hissetmişler ...çalışmalarını ...esrarlı bir hava içinde uygu-
lamışlardır, kimliklerini saklamışlardır. Fransız İhtilali, İtalyan İhtilali, Car-bonari Hareketi, II.
Meşrutiyet ve İttihat Terakki gibi
Kim mi bu gizli çalışanlar? Alıntının kaynağının, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Derne-
ği Türkiye Büyük Locası?nın 90. kuruluş yıldönümünde Locanın Büyük Üstadı Sahir Talat
Akev?in davetlilere yaptığı konuşma olduğunu söylemem cevap yerine geçer herhalde.
Mahmut Şevket Paşa?nın hatıra defterinin 15 Mayıs tarihli sayfasında şu not vardır7: “İs-
tanbul Muhafızı Cemal Bey?e (Paşa) dedim ki: Mahkeme kararı olmaksızın insanları sürgüne
yollamak âdetinden vazgeçiniz”. Tuhaftır, bu notun üzerinden bir ay geçmeyecek, Mahmut
Şevket Paşa öldürülecek, ertesi gün de altı yüz, belki daha fazla kişi, yüzlerce “muhalif”, bu-
günkü dille “siyasi suçlu”, Bahr-i Cedîd vapuruyla Sinop?a, sürgüne gönderilecektir.
Kimler yoktur o gemide: Burhan Felek, Refi Cevat Ulunay, Osman Cemal Kaygılı, Mus-
tafa Suphi, Pehlivan Kadri, Bestekâr Muhlis Sabahattin, Ahmet Bedevi Kuran, Dr. Celâl Pa-
şa (Refik Halit?in ilk eşinin babası), Mehmet Bey (Sadrazam Kâmil Paşa?nın oğlu)... tabii Re-
fik Halit. Fakat başkaları da.
Refik Halit, manzarayı şöyle anlatıyor8:
5 a.e.
6 Ahmet Taşgetiren, “Açıl Mason Açıl/İhtilallerin, Baskınların Örgütü”, Yeni Şafak, 2 Mayıs 1999.
7 Anan: Uğur Kökden, “„Memleket Hikâyeleri?nin Yüzü ve Tersi”, Argos, Ocak 1990, s.17.
8 Bir Ömür Boyunca (İkinci Baskı), İletişim, İstanbul, 1996, s.22.
...sırf haysiyetimizi kırmak maksadıyla Hükûmet siyasî mevkuflar arasına birtakım serserileri de
katmış ve isimlerini gazetelerde ilân etmişti. (...). Onlar siyasîlerle eşit muamele görmekten mem-
nun, biz meyus bir halde idik.
Refik Halit?in Sinop?la başlayan sürgünlüğü, Çorum ve Ankara?yla devam eder, Bile-
cik?le de sona erer. Bu beş yıllık dönemde yazılmış altı hikâyesi var Refik Halit?in. Bunlar-
dan Şaka (1915) Sinop?a, Sarı Bal ile Küs Ömer (1916) Çorum?a, Yatır (1916) Ankara?ya,
Vehbi Efendi’nin Şüphesi ile Boz Eşek (1918) Bilecik?e ait.
Refik Halit?in hikâyelerinden söz ederken “Anadolu” vurgusu muhakkak yapılır. Bu, Memle-
ket Hikâyeleri?ndeki “memleket” sözcüğünün, hikâye coğrafyamızı genişletme arzusuyla
“Anadolu” okunmasından mı geliyor acaba? Hoş, Refik Halit?te Anadolu yok değil. Hatta
onun Anadolu?su, selefleri Nâbizade Nâzım?ın (Karabibik, 1890), Ebubekir Hâzım Tepey-
ran?ın (Küçük Paşa, 1910) Anadolu?sundan da farklı. Bir kere daha inandırıcı. Bunda, Refik
Halit?in, Nâbizade Nâzım gibi “asker”, Tepeyran gibi “vali, nazır” olmayışının payı var sanı-
rım. Refik Halit, “sivil”. Ayrıca beş yılı geçmiş Anadolu hayatında, Anadolu insanının ara-
sında. Bu Anadolu?yu da hikâye türü içinde ilk kez o işlemiş.
Yalnız, vurgu o kadar kuvvetli ki Refik Halit bütünüyle ve sadece Anadolu sanılıyor ade-
ta. Oysa sürgün yıllarında yazılmış altı hikâyeye, o yılların hatıralarıyla sonradan yazılmışlar
(Koca Öküz, Yatık Emine, Şeftali Bahçeleri), hatta Aydın, İzmit/Karamürsel ve Bursa gibi
yakın taşradan sürgünlük öncesi kotarılmış gözlemlerle ve yine hemen o günlerde yazılmışlar
(Yılda Bir, Cer Hocası, Hakkı Sükut) eklendiğinde bile geriye Anadolu?yla ilgisi olmayan altı
hikâye kalır. Gurbet Hikâyeleri ise zaten çok uzak coğrafyanın hikâyeleridir.
Refik Halit?i “daha inandırıcı” buluyorum. Anadolu?ya el atan sonraki yazarların hemen
hepsinden de. Ancak onun Anadolu?su da ne kadar Anadolu?dur? Demirtaş Ceyhun?a katılı-
rım9: “Ne var ki, bu gerçekçi öykülerin ...Anadolu’nun gerçekliğini yansıttığını söyleyebil-
mek, bizce gerçekten olanaksızdır”. Neden? Yaşananlar gerçek mi değil? Okuyalım10: “Kuş-
kusuz ...anlatılan olaylar Anadolu köy ve kasabalarında geçmektedir. (...). Ne ki, bu öyküler-
de işlenen temalar da zaten taşraya atanmış dışarlıklı (İstanbullu) bekâr memurların yalnız-
lık ve cinsellik sorunlarıdır genellikle.”
Evet, Memleket Hikâyeleri?nde taşraya düşmüş İstanbullular var. Memleket Hikâyeleri de
“taşradaki İstanbul” açısından okunabilir. Ama yetmez. Çünkü Memleket Hikâyeleri farklı
perspektiflerden de okunmaya müsait. Üstelik “merkez-taşra” ana ekseni bırakılmaksızın.
Ayrıca böyle bir okuma, hem ülkenin siyaset geleneğine hem de Refik Halit?in dönemine ve
mizacına belki daha uygun bir okuma da olur.
Nedir İstanbul? Merkez. Neyin merkezi? Rejimin. Ya devlet memurları? Onlar kim? Onlar
da rejimin sahipleri.
9 Türk Edebiyatındaki Anadolu, Sis Çanı, İstanbul. 1996, s.27.
10 a.e. s.27
Akla ilk gelenler Yatık Emine?de Jandarma Teğmeni Dal Sabri, Kaymakam; Sarı Bal?da
Komiser; Boz Eşek?te Jandarma Çavuşu, Kaymakam, Kabak Kadı. Bunlar görevli bulunduk-
ları “taşra”da, halka karşı -“taşra” demek, “dışta olan” demektir ya, bunu vurgularcasına san-
ki- ya müthiş kıyıcı ya da tamamen ilgisizdirler.
Kaymakam, “ahlakını ıslah etmek için” kasabasına gönderilmiş olan “uygunsuz takımın-
dan” Emine için, bir olay üzerine “Geberseydi de kurtulsaydık!” der. Ya Teğmen Dal Sabri
nasıldır: “Emine’yi çağırtmıştı. İki jandarmaya tutturup kılıcının kabzasıyla onu bir iyi dö-
verken, „Geldiğin gün sana uslu otur, yoksa kemiklerini kırarım, dedimdi; al işte!? diye söy-
leniyordu. Her vuruşta biraz daha sakinleşiyor, yatmadığı bu kadını dövmekten lezzet alıyor-
du.” Teğmen?in bir jandarması bile Emine?yi bakın ne hale koyar: “...jandarmanın akıl al-
maz bir ahlaksızlıkla şurasına burasına attığı çizmelerin tekmeleri altında, kamçı zoruyla
kalkan bir lagar at gibi burnundan korkunç sesler çıkarıp soluyarak kendini toparlayabilmiş-
ti.” Bir diğeri ise, Emine?nin hamamdan dönerkenki aldırmazlığına içerleyen çavuşu şöyle
doldurur: “İndireydin kafasına kasaturayı!” Hele Teğmen Dal Sabri ile Emine?nin bir merdi-
ven inişleri var, orada iki insan anlatılmamakta, iki ülke resmedilmektedir: “Konuşa konuşa,
biri arkada itaatli, ezgin (Bu, tabii, Emine!), öbürü önde hâkim ve dik (Bu da, Teğmen),
merdivenleri indiler.”
Sarı Bal, “elekçilerin oturduğu alçak damlı, dar sokaklı, murdar, ışıksız bir mahalle”nin
kadını. “Yerliden, yabancıdan, memurdan her çeşit müşterisi” var. Memleketin “itibarlı bir
ailesine mensup” Külahçızade Hilmi Ağa?nın ve takımının eğlenmekte olduğu bir akşam,
evi, kasabaya yeni gelen Komiser?in baskınına uğrar; kimse karşı koymaz, kaçmaya yelten-
mez; hatta odadakiler “saygı ile ayağa” da kalkmışlardır; fakat Komiser komiserliğini yine
yapacaktır: “Komiser, „Dağılın!? diye bağırdı. Aynı zamanda elindeki kamçıyı Sarı Bal’ın
sırtı üzerinde şaklattı. Kimse ses çıkaramıyordu.” Bu Komiser, “Yatık Emine”nin kamçı dilli
Komiser?inin ağabeyi olacak; birbirlerine öylesine benziyorlar. Emine açtır, ağzına günlerdir
bir lokma bir şey girmemiştir; polisliğe “yeni kaydolmuş bir delikanlı” -belli ki yeterince po-
lisleşmemiş- merhamete gelir, çantasını açar, bir kuruş çıkarır: “Bir kuruş koca bir ekmek
demekti. Lakin nasılsa bu sadaka hazırlığı Komiser’in gözüne ilişti; tutuşmuş gibi bir hamle-
de gözleri dönmüş, kendini dışarı attı, „Verme, verme!? diye bağırdı.”
Rejimin Boz Eşek?teki sahipleri ise, taşralıya karşı, kıyıcı olmaktan çok ilgisizler. İlgisiz-
lerden biri Jandarma Çavuşu, öteki de Kaymakam. Taşralı da Hüsmen Hoca. Köylerinde ölen
bir yolcudan kalma sekiz altınla bir merkep, köylüye dert olur. Yolcu, son söz olarak bunları
Mekke?ye vakfettiğini söylemiştir çünkü. Kazaya gidilip Kadı?ya danışılmasına karar verilir;
bir sabah da Hüsmen Hoca bu iş için değirmenin önünden uğurlanır. Kadı izinlidir, İstan-
bul?a gitmiştir. Hüsmen Hoca Jandarma Çavuşu?yla konuşmak ister: “Hikâyesi daha yarıyı
bulmadan (Jandarma Çavuşu) uzaklaşmış, derede yüzen ördeklere ekmek atıyor, köşede çar-
dağın altında nargilesini höpürdeten bir sarıklıya, „Ne o, hacı efendi sabah keyfi mi?? diye
sesleniyordu.” Kaymakam?a gider Hüsmen Hoca, yine nafile: “Kaymakam, arkasında çividi
dalgalanmış bir keten ceket, bıyıkları boyalı, dişsiz, hımhım bir adamdı. İşin tamamını din-
lemek tahhammülünü göstermeden, „Çağırın çavuşu!? diye seslendi.” Hüsmen Hoca üç beş
gidiş gelişten sonra nihayet Kadı?ya rastlar, gereğinin yapılması için emanetleri Kadı?ya ve-
rir, verdiğine dair de mühürlü belgeler alır. Eh, Kadı ilgilendiğine, hatta devir teslimi belge-
lediğine göre gerekeni de yapmıştır herhalde: “...vaka-nın yılında, kasabaya pirincini satma-
ya giden Hüsmen Hoca aptallaşmış gibi dönmüştü: Pazar yerinin tam kalabalık zamanında
uzaktan bir „Savulun değmesin!? nidası duyulmuş, halk ikiye ayrılmış ve Kabak Kadı, altında
boz eşek ... iri gövdesini sarsan bir süratle etrafa selamlar dağıtarak geçip gitmişti.”
Jandarma Teğmeni?nin, Kaymakam?ın, Kadı?nın, Komiser?in dışlayıcı tavırları mesnedini
nerede bulmaktadır acaba? Bir inançta, bir ideolojide, bir sınıfsal tabanda mı? Yoksa rejimin
sadece bekçiliğinde mi? İlginçtir, bu bekçilik, halkın rejimden umudunu kesmesiyle, bir dış-
lanmışlık psikolojisi içinde geri çekilmesiyle yumuşamıyor, aksine sertleşiyor, daha baskıcı,
daha dayatmacı bir hal alıyor.
Bu otoriter hal, Memleket Hikâyeleri?nde çeşitli sembol kişilerle önümüze çıkmakta.
Komşu Namusu?nda üç memur vardır: Baki Efendi, Şakir Efendi ve Osman Bey. Baki
Efendi?nin karısı eve erkek almaktadır; Şakir Efendiler?in evi, Baki Efendiler?le karşı karşıya
olduğu için bu durumu Şakir Efendi bilir, onun “ahlaklı bir zat tavrıyla” defalarca anlatmala-
rıyla Osman Efendi de durumdan haberdar olur. Bir akşam, daire çıkışı, bir birahanede, iki
arkadaş -özel hayatı kamu adına düzenlemek adına adeta- durumu Baki Efendi?ye açarlar.
Baki Efendi, dinler, sonra, “Anlamadım, ne?” der. Tekrar anlatırlar, tekrar anlatırlar. Baki
Efendi, bu kez de “durmuş, paslanmış bir sesle”, “Söylediklerinizden emin misiniz?” diye so-
rar. Daha sonra iki efendi, Şakir Efendi ile Şakir Efendi?ye “öksüz tavrı”yla sokulmuş olan,
eli her akşamki gibi yine “karısına ait ufak tefeklerle dolu” Baki Efendi, Şakir Efendiler?in
evine gelirler. Baki Efendi pencereye oturur, bekler. Denilenleri görünce, “Boşayacağım!”
diyerek kalkar gider. Gelgelelim, Şakir Efendi birazdan görür ki Baki Efendi, yabancıyı, “o
her gecenin adamı”nı misafir uğurlar gibi nezaketle uğurlamaktadır. Merak eder -yani bekçi-
lik ebedidir, bitmez- ertesi gün, dairede, Baki Efendi?den akşamki işin ne olduğunu sorar.
Aldığı cevap, hikâyenin finali olup dışlanmışlık psikolojisinin kamufle edilmiş tipik bir hali-
ni verir: “Baki kızardı; rahatını feda etmemek, alıştığı rahattan, sakin, gürültüsüz hayattan
ayrılmamak için her şeye katlanmış bir adam vaziyetiyle, en açık bir hileye aldanmış görün-
dü, „Nafile endişe etmişiz,? dedi, „gelen doktormuş, bizim Doktor Hüsnü Bey. Haremim
(eşim) sancılanmış da.?”
Baki Efendi bürokrattır ama merkez?de değildir. Çünkü “merkez” egemendir; norm koyar
ve sorgular. Baki Efendi ise edilgendir burada; norm almakta ve sorgulanmaktadır. Yani
Komşu Namusu?nda merkez-taşra ilişkisinin alan değiştirdiğini, coğrafya?nın veya idare?nin
dışına çıkıp üslup?la veya duruş?la ilgili bir ayrılıkta kendini tekrarladığını görüyoruz.
Vehbi Efendi’nin Şüphesi?nde ise, merkez?de olan, sokaktan biridir: Tabakların Kâmil.
Hikâyedeki gibi söylersek: “mahalleyi altüst eden şu çapkın”. Kâmil?in yeri, fonksiyonu
önemlidir; ama Kâmil, hikâyede fazla yer almaz. O, merkez?dir; hikâyelik olana, yukardan
vaziyet eder. Hikâyenin asıl kahramanı, Vehbi Efendi?dir. Hikâye şöyle başlar: “Vehbi Efen-
di bu ufak kazanın Düyunu Umumiye İdaresi’nde kantar kâtibiydi. Lakin bir türlü yerli aha-
liye (halka) mahsus (özgü) kisveyi üzerinden atamamış, bir türlü memur kılığını alamamıştı.”
İşte statünün hakkını veremeyişi, beceriksizlik ayrıca bezginlik gösterişi, dahası, otuzunu
geçtiği halde kadınsız ve ailesiz oluşu, merkez?in işini kolaylaştırır; Vehbi Efendi?ye atılan
iftira kolaylıkla tutar. İftira pazarlayıcıları arasında İmam, Kadı, Düyunu Umumiye Müdürü
Bitlisli Kürt vardır; dediklerine göre, Vehbi Efendi, komşu kızı Hanife?yi hamile bırakmıştır.
İşin aslı ise finalde anlaşılır: “Tabakların Kâmil, Vehbi Efendi’nin dalgın, ciddi şekli, ağır
ağır kahvenin önünden geçerken, arkadaşlarına manalı manalı işaretler ediyor, „Yutturduk
öküze!? diyordu.”
Ben-merkezcilik açısından en güçlü hikâye belki de Küs Ömer?dir. Küs Ömer, merkez-
taşra ilişkisinin kasaba ve aile ortamında izini süren bir hikâyedir adeta. Tabii, ilişki, burada
fert-toplum ve erkek-kadın ilişkisi olarak önümüze çıkıyor. Ömer, “atıcı, binici bir delikan-
lı”dır. “Karşısındakinin bir yumrukta göğüs tahtalarını göçertecek kadar kuvvetli”dir. Bir
gün, kızmış, “Terzi Veli?nin kafasına kahvede nargileyi bir atış atmıştı(r) ki, kanlı şişe parça-
larını cerrah iki ayda cımbızla güç ayıklayabilmişti(r)”. Hiç yenilmez mi? Yenilir. Ama o
zaman da kendini cezalandırır. Örneğin, çocukken, bir güreşte sırtı yere geldi diye yaz boyu
kasabaya uğramamıştır. Buna çocukluk diyelim; fakat işi olan arabacılığı da bir mağlubiyet-
ten sonra bırakmış, kendine tütün kaçakçılığını iş edinmiştir. Adı bu yüzden Küs Ömer?dir.
Ömer, “haftada bir, enli kuşağına silahlarını takar, kısrağına atlar, gecenin karanlıkları için-
den adı sanı belirsiz yollardan aşar giderdi. Sonra, yine bir gece, hiç korkusuz, yükü heybe-
sinde, kaldırımları çatırdatarak -evet, „kaldırımları çatırdatarak?- evine dönerdi”. İşte gözü
peklikte Yakup Cemil?le yarışır bu Küs Ömer, Zehra ile evlendirilir. Zehra, kasabanın, “kâfur
gibi dökme beyaz” vücutlu bir kızı. “Bütün memlekette namlı” bir pehlivan kazı vardır, hiç
yenilmemiştir; Zehra, gelin gelirken onu da getirir. Bir gün, Aktarın Abbas, “Benim hödüğü
yenemez.” diye kahvede meydan okur Küs Ömer?e. Köylü de iddiayı kızıştırır. Kazlar kapı-
şır; Zehra?nın pehlivanı yenilir. Okuyalım: “Ömer, „Hay miskin!? diye koştu, hayvanın tam
başından sımsıkı tuttu. Sıktı, sonra yerden çekerek havada çevirdi, çevirdi. Kaz, iki misli
uzayan boynunun ucuna asılı kocaman, iri, yağlı vücuduyla fırıl fırıl dönüyor ve boşlukta be-
yaz bir çizgi, bir daire resmediyordu. Birden Ömer’in avcu açıldı, kaz yayından kurtulan bir
ok gibi fırlayarak gitti, şadırvanın mermer oluğuna hareketsiz, cansız düştü.” Dahası var, yi-
ne okuyalım: “Küs Ömer eve gelince bir kelime söylemeden ahırdan kısrağını çıkarmış, hey-
besini vurmuş, hüzünlü ezan sesleri arasında kaldırım taşlarını çatırdatarak başını alıp git-
mişti.” Gider, bir daha dönmez Ömer. Bu, mağlup adamın gidişi değil. Bu, eve, “yükü hey-
besinde” dönerkenki gibi “kaldırım taşlarını çatırdatarak” gidiş, kendini merkez bilenlerin,
yaptıklarının doğruluğuna mağlubiyette bile inanan, bu inanmayla büyüklenenlerin gidişidir.
Enver Paşa?nın, Talat Paşa?nın, Cemal Paşa?nın gidişidir.
Memleket Hikâyeleri?nde gücünü tabiatından alan bir başka Küs Ömer daha yok. Öteki
merkez insanları genellikle bürokratlar. Fakat mesnedini daha somut yerlerde bulanlar da
unutulmamış. Örneğin Ayşe’nin Talii hikâyesinde Ayşe?yi talihsizliğe uğratan Ali Bey, evle-
rine, temizlik için Ayşe?nin anasının gitmekte olduğu bir zengin çocuğudur. Hakkı Sükut?taki
Saatçizade Hidayet Bey, ölümlerin peş peşe görüldüğü ipek fabrikasının sahibi. Bir Taar-
ruz?daki Hayrullah Efendi, “mütareke seneleri”nin bir harp zengini. Keza Garip Bir Hedi-
ye?deki ihtiyar Yahudi de, vinç kancasından ayrılmış iri bir dengten habersiz, “hırs ve heye-
can içinde eşyalarını (gemiye) istif etmekle meşgul iken” ölümden Feridun sayesinde kurtu-
lan bir tüccar.
Memleket Hikâyeleri?nde, taşradan oldukları halde merkeze kayanlar var bir de. Bunlar
taşralarından çıkmıyorlar, ama merkezleşiyorlar. Merkez?in taşra?daki mutemetleri oluyorlar
yani.
Külahçızade Hilmi Ağa, bunlardan biri. O baskın akşamı, Sarı Bal?ın kızları, Ko-
miser?den dolayı kapıyı açmakta tereddüt ederler; fakat... hele okuyalım: “Külahçı-zade,
„Açın be, gelsin!? diye haykırdı. Onun pervası yoktu. Memleketin o kadar eski, itibarlı bir ai-
lesine mensuptu ki devri sabıkın (önceki iktidarın) bu ihtiyatlı hükümetinden daima yumuşak,
geçiştirici muamele görür, (Buraya dikkat!) fakat buna karşı Hicaz şimendiferi ianesinde
(Hicaz demiryolu yapımı için toplanan yardımda), eşkıya takibinde tesirli yardımı olurdu;
dayılarından biri de Yıldız’da bekçibaşı idi.”
Aslında Sarı Bal da merkezleşmiş taşralılardan sayılır. Müşterileri arasında memurlar da
olmasından, hatta evinde Kaymakam?ın yakalanmasından da değil. Şu ayrıntıdan dolayı:
“(Kızlardan biri) hem çalıyor, hem Külahçızade’nin gönlünü alacak ... sözler söylüyordu. Ne
kadar zaman vardı ki gelmemişti. Artık Sarı Bal’ı unutmuştu; (Can alıcı nokta, burası!) kale
dibindeki kasaba kahpeleriyle mi vaktini geçiriyordu?”
Külahçızade ile merkez arasındaki bağ hemen hemen organik. Şaka?daki Şakir Efen-
di?nin merkez?le ilişkisi ise farklı. Onunki tam bir yanaşıklık. Hem de en pespaye biçimiyle.
Bu hikâyede, merkez, taşraya düşmüş memurlardır: Servet Efendi, Nedim Bey. Bunlar “ha-
vası, suyu, yemeği arzular uyandıran bu memlekette kadınsızlıktan şikâyetçiydiler”. Peki
Şakir Efendi? Şakir Efendi, “mintanlı, kocaman gümüş köstekli, cılız, uçarı bir yerli” olup
“bu hayata otuz senedir tahammül ede ede artık alışmış görünen” biridir. Tüccardır. Amma,
deniz kenarında dolaşırken İstanbullulara söyledikleri “esnaflık”ını fazlasıyla ele verir:
“...gittikçe yaklaştıkları meyhane masasının keyfiyle şimdi gevezeleniyor, geçtikleri sokakta
takım takım dolaşan kızları, açık kapılardan içerisi görünen avlularda oturup denizi seyre-
den kadınları göstererek, „Nasıl bu tombalak? Fena mı şu küçük?? gibi sözlerle arkadaşları-
nın dalgınlığını gidermeye uğraşıyordu.”
Merkez?le organik bağı olmayan bir diğer taşralı da, Yatır?daki İlistir Nuri. O, “vaktini
kahvelerde, gezmelerde, rakı âlemlerinde geçirir, işsiz güçsüz yaşar” biridir. “Herkesin mi-
zacına göre şerbet verdiğinden bütün kaza ahalisinin dostu, her eğlencenin davetlisi, her yol-
cunun kılavuzu”dur. Öyle ki “kasabaya inen yabancılar karşılarında onu bulurlar, bildiklerini
ona söylerler, anlayacaklarını ondan öğrenirler”. Dahası, “etraftaki üç vilayetin haberlerini
fazla ilavelerle büyütüp kahve kahve yayan (da) hep Nuri”dir. Bir bakıma ayaklı gazetedir
Nuri. Amiyane jargonla “medya”. Arkadaşlarına sorarsanız, “şeytanın bilmediğini (de) bilir”
İlistir Nuri. O zaman bu nasıl taşralılık? İlistir Nuri, bizatihi merkezdir.
Merkez?dir, yalnız, taşra?da merkez. Ya da şöyle: Merkez?in usullerini hiç eksiksiz be-
nimseyip uygulayan bir taşralı. İki yıllığına hamam kiralıyor İlistir Nuri; fakat -harp yılları-
dır- odun bulmak zorlaştığından sıkıntıda kalıyor. Ya hamamı kapatacak ya da içinde yatır
bulunan yakındaki ormandan ağaç kesecektir. Makul olan, ikincisidir ya, köylüyü ikna ede-
bilse. Bereket Abdi Hoca vardır. “Kerametimsi halleri” ile “nüfuzlu bir mevkie çıkmış” biri-
dir Abdi Hoca. Ona gider İlistir, üç gecedir rüyasında kendisini sık ormanlar içinde kaybol-
muş gördüğünü, “kan ter içinde böyle uğraşırken birden karşısında beyaz arakiyeli, yeşil
cübbeli, nur yüzlü bir ihtiyar peyda” olduğunu, “Bekle, oğlum, Abdi Hoca yakında seni de
feraha çıkaracak beni de!” dediğini anlatır. Hatta merakla kadiri şeyhine gittiğini, kadiri şey-
hinin, “Bunu git ehlinden sor!” dediğini, Abdi Hoca?ya bunun üzerine geldiğini de. Eh, ma-
dem kendisine müracaat edilmiştir, Abdi Hoca fırsatı kaçırmaz, İlistir?e, „“Sen rahat ol, oğul.
Ben dedenin emrini çoktan aldım!”? der.
Bu hikâye, sanırım, hep Abdi Hoca olumsuzlanarak okundu. İyi de İlistir Nuri çok mu
olumlu? Hoca?nın fetvasına muhtaç olan kim? İlistir. Ne yapıyor İlistir? Tilkinin kargaya
yaptığını. Hoş, sipariş üzerine fetva veren Abdi Hoca?yı savunacak değilim; değilim ama,
İlistir?in provokasyonunu da görmemezlikten gelemiyorum. Bu hikâyede, merkez?in hem
suçlu hem güçlü oluşu var bence: Menfaati için başkasını kullanan da o, kullanılanla dalga
geçen de o.
Abdi Hoca, kullanıldığının farkında değil. Dolayısıyla acı çekmiyor. Hakkı Sükut?taki
Hasip Efendi ise farkında ve acı çekmekte. Neden? Hasip Efendi, Saatçizade Hidayet Bey?in
fabrikasında amele kâtibidir ve çalışan kızlardan Fotika?ya da ölen karısını hatırlattığı için
yakınlık duyar. Gelgelelim peş peşe ölümler sırasında Foti-ka?sını da kaybeder. Sebep, fabri-
kadaki çalışma şartlarıdır. Hasip Efendi, öfkeyle Hidayet Bey?e çıkar, “(Fotika?yı) bu fabrika
öldürdü!” der; der demesine de, bir “hakkı sükut”la, yani ücret artırılışı ile de susturulur.
Hasip Efendi?ye giran gelen bu durumu ve bulduğu teselliyi okuyalım: “...birden Fotika’sını
düşündü, onu daima sevdiğini tekrar anlayarak geçmiş günleri hatırladı; sonra kendisini bu
aşka rağmen hâlâ fabrikaya bağlayan kuvveti, artan maaşının ağırlığını düşündü. Bu bir
hakkı sükuttu. İşte susturuyordu; halbuki onun zalim ve kuvvetli tesiri altında değil yalnız
kendisi, asıl daha yüksektekiler susmuşlardı; daha yüksektekilerde bile tesir gösteren bu ted-
bir sermayedarlara altın, mezarlara ölü yetiştiriyordu.”
Garez, merkez?e gitmekle merkez olunmayacağını anlatan bir hikâye. Kasabadaki dük-
kânına mal almak için İstanbul?a giden Çerçi Halil, bir daha geri dönmez. Orada da iş kur-
muştur, işi yolunda gidince karısıyla kızı Nebile?yi de yanına alır. Ancak “sonradan görmüş-
lüğün en kaba, zevksiz, tuhaf sahneleriyle” yüklü bir hayata yuvarlanırlar. Ardından gelense,
iflas ve memlekete dönüş. Bu hikâyede, İttihatçılar?ı kızdıran yazılarındaki o “kirpi” diliyle-
dir Refik Halit. 21 Eylül 1958?de Mustafa Baydar?a şöyle der11: “Ben Anadolu’yu bir köylü
olarak değil, varlıklı bir şehir delikanlısı olarak gördüm ve anlattım.” Bu ifade Garez için
11 “Refik Halit Karay Anlatıyor”, Varlık, 15 Ocak 1959, s.494.
geçerli değil. Çünkü Garez?deki Refik Halit, o “varlıklı şehir delikanlısı”nı mumla aratır. Ga-
rez?de, varlığıyla ve şehirliliğiyle kibirli ve alaycı mı alaycı bir Refik Halit vardır.
Yuvarlanan kahraman, Yılda Bir hikâyesinde de var: Elif. Ancak Elif?in yuvarlanışı taş-
ra?da oluyor. Hikâyenin diğer kahramanlarından Değirmenci Bekir -ki Tesel-yalı?dır- “dağa
kadın oynatmaya giden „Alaylı? çapkınlar” karşısında bir yalnızlık ve dışlanmışlık psikolojisi
içindedir, bunu da, çingenelerin yılda bir değirmen civarına gelişlerinde Elif?le gidermeye
çalışır. Fakat, bir gelişlerinde Çeribaşı?ndan öğrenir ki, Elif, “kasabada kalmış, kötü evlere
düşmüştür”. Elif, Nebile?nin anlatıldığı gibi anlatılmaz ama. Refik Halit, Elif?i öte-
ki?leştirmez. Onu eğlencelik görmez.
Dikkat edilirse Refik Halit?in kahramanları ya merkez insanları ya da merkez?de yer al-
mış veya merkez?e yanaşmış veyahut yanaşırken ziyan olmuş taşralılar. Peki yerlerini be-
nimsemiş taşralılar hiç yok mu? Var tabii! Bunu her hikâyede hissediyorsunuz. Ancak, onlar
pek yükseltilmiyor. Hatta onların çok zaman adları da olmuyor. Demirtaş Ceyhun diyor ki12:
“...bütün bu öykülerde Anadolu doğası çok güzel betimlenmekte, o yıllardaki köylerin, kasa-
baların fakirliği bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir”. Bu Anadolu tasvirinde, o
insanlar da tasvire karışmış olarak vardır işte. Böylesi, “din ü devlet”in ve “mülk ü millet”in
birliğine inanmaktan henüz vazgeçmemiş o insanlar için belki en uygunudur.
Acaba harp zengini Hayrullah Efendi?nin yolunu kesip cüzdanındaki “altı tane yüzlük ve
birçok da beşlik banknot”tan sadece bir beş liralığı alan hırsız, bir istisna mı? İstisna mı diyo-
rum; çünkü hikâye, Bir Taarruz, bu adamın ve değerlerinin yükseltilmesi üzerine kurulmuş.
Hayrullah Efendi?nin “gırtlağına sarılan adam”, dört yıldır harp meydanlarındadır, yeni
dönmüştür, fakat açtır. Cüzdandan aldığı ise “sadece bir beş liralık”. Öyleyse o “bir hırsız
değil, namuslu bir aç adam”dır. Hatta Hayrullah Efendi gibi bir harp zengininden “zorla al-
dığı para; bir hisse, bir hak”tır da. Nasıl ki zabit namzeti Mehmet Muzaffer de, Yahudi tüc-
cardan, üzerine “Bedeli Çanakkale’de altun olarak tesviye olunacaktır (ödenecektir)” yazdığı
taklit kaime ile alayına otomobil lastikleri alırken namuslu ve aldığı lastikler de haktır.
Koca Öküz?ün kahramanı da adsız. Kahraman kim derseniz, bir hayvan: Öküz. Hacı Mus-
tafa, vaktiyle İstanbul görmüşlüğünden olmalı, gözü açık ve hilekâr bir taşralıdır. İşinin dü-
şeceği devlet adamlarına karşı ikramlı ve onlarla senlibenlidir. Adetidir, her yıl harman ba-
şında, kasabaya iner, “kart, hurda bir öküz alır”, harman kalktıktan sonra da satar; böylece
hayvanı boğaz tokluğuna çalıştırmış olur. Gel-gelelim Koca Öküz, öncekilere benzemez.
Yer, içer, geviş getirir. Ama iş zamanı geldi mi yerinden kımıldamaz; ip, tekme, kürek de
fayda etmez; onca “acıya karşı kayıtsız, güya rahatta, yalnızmış gibi yatışı, aynı ağırbaşlılı-
ğıyla” durup durur. Hacı kızar, Cavga Rıza adlı bir kasap vardır, onunla pazarlık eder, öküzü
ona satar. Öküz, kasabı görünce “kirli elbiselerini derin derin, gürültülü bir nefesle” koklar,
koklar, adeta hasret giderir; sonra da birlikte yola koyulurlar, aktarmaya değer: “Sanki da-
marlarındaki son kuvveti toplamış, son dermanını, kendisini senelerce süren yorgunluklar-
dan sonra bir bıçakta ebedi rahata kavuşturacak olan bu adama saklamıştı. Çalışmaya git-
12 a.g.e., s.28
meyecekti, fakat ölüme hazırdı; büyük bir filozof gibi başı yerde, ağır ağır, gözlerinde kayıt-
sızlık, yürüyor; oylukları arasında dolaşan ... sineklerin üzerinden arasıra kuyruğuyla, in-
citmek istemeyen bir yelpaze geçiriyordu.”
Kimdir bu Öküz? Metaforu nereye kadar zorlayabiliriz? Bu yorgunluk, bu filozofluk ve
bu ölümüne gidiş; bir övgü mü, bir yergi mi, sadece bir tespit mi? Yoksa hepsi birlikte mi?
Memleket Hikâyeleri?ndeki merkez insanlarının Batıcı/modern olduklarını, merkez?de yer
almış, merkez?e yanaşmış ya da yanaşırken ziyan olmuş taşralılarınsa merkezdekilerin haya-
tından taklit aldıklarını söylemek, sanırım bilineni tekrar etmek olacak.
Ancak şu var ki merkez?inki de bir başka taklit. Değerleri görünüştedir; temelli değil. Ör-
nekse Cer Hocası?ndaki Asım. İstanbul?a sekiz yaşında gelmiş bir Trabzonlu?dur Asım.
Mülkiye mezunudur; Saray?daki bir yakınından dolayı da Maarif?te iş bulmuş çalışmaktadır.
Fakat “Meşrutiyet ilan olununca ilk tensikatta” yani sözüm-ona düzenlemede açığa çıkarılır.
Yakını da açıktadır, hatta yirmi beş kişilik ailesiyle İstanbul?dan firar da etmiştir; bu, Asım
için felakettir. Şu vurgu önemli: “...bu milli taassup (öfke, kin, galeyan) esnasında mensubi-
yet (önceki yönetime bağlılık) lekesiyle müracaat edebilecek kimsesi olmayan zavallı Asım,
on günde serseri halini aldı.” Zamanında ufak tefek iyilikler ettiği hemşehrilerinin yanına
gider. Bunlar aptesli, sarıklı insanlardır; iki gün sonra cerre, yani taşrada gezici hocalığa çı-
kacaklardır; Asım için durum vahim: “...ne tanıdığı taraf, ne bildiği adam, ne de candan ar-
kadaşı vardı; bütün o tanıdıkları şimdi o kadar vatanperver ve Meşrutiyet’e âşık olmuşlardı
ki kendisini kovmaya hazırlanmışlardı; bunu pek iyi hissediyor, onlardan, bütün bu taassup
ve sarhoşluk devresi geçiren İstanbul halkından iğreniyordu.” Arkadaşlarıyla cerre çıkmaya
karar verir Asım. “Şimdi düşünüyordu: Bu uzun sefere, bu garip yolculuğa nasıl razı olmuştu
...cer mollası olmaya ...nasıl cüret göstermişti. Bu hal (Bu hal, bakın neye, devamında da ne-
yin temelsizliğine bağlanacak!), bütün maneviyatının bir anda değiştiğini, heybeleri hazır
hemşehrilerinin karşısında ...birdenbire on yaşındaki eski köy çocuğu olduğunu anlatıyordu.
Demek İstanbul’da geçen on beş senesi, on beş yıllık terbiyesi (eğitimi, görgüsü) onu tekrar,
evvelki haline dönmekten alıkoyamayacak kadar eksik ve kuvvetsizdi.”
“Alaturka hayat”a böylesine kolay dönüş, merkez?in “alafranga masallar” boyasının tut-
mayıp aktığını anlatır, başka bir şeyi değil. Bir başka Refik Halit hikâyesinde, Şeftali Bahçe-
leri?nde, Şerif Mardin?in gördüğü de sanırım budur13: “...atandığı küçük kasabada boğucu
yaz günlerinde kolalı yakayı, kravatı, redingotu ve o dayanılmaz kuralcılığı bir yana atarak
alacakaranlıkta gecelikle şeftali bahçesinde oturmanın keyfini çıkaran modernleşme yanlısı
bir Osmanlı bürokratını anlatıyordu”.
Şerif Mardin aynı yazısında, Osmanlı pratiğiyle Cumhuriyet ideolojisi arasındaki farkı da
şöyle belirtiyor14:
13 “Modern Türk Sosyal Bilimleri Üzerine Bazı Düşünceler” ?Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Tarih Vak-
fı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998??içinde, s.61.
14 a.e., s.62.
Yeni Cumhuriyet ideolojisi, bir söylem olarak İslamiyetin yerini ve toplumun „çimentosu? olma ro-
lünü reddederek okumuş çevrelerle okumamışlar arasındaki mesafeyi derinleştirmişti. Eski sistem
toplumsal sembiyozu kendi dayanağı olarak gerekli gördüğü için toplumsal heterojenliği hoşgörüy-
le karşılıyordu. Yeni sistem (nihai olarak) Jakobenliğin „une et indivisible? [tek ve bölünmez] cum-
huriyet ilkesi üzerine kuruluydu ve cumhuriyetçi ideologların „feodal kalıntılar? diye nitelendirdiği
aykırı grupları özümleme politikasına dayanmaktaydı. Eski sistem varoluş sorunlarını ciddiye alır-
ken, yeni sistem bunları „metafizik? ve skolastizm kalıntısı sorunlar saymaktaydı.
Gerçi Memleket Hikâyeleri?nde Garez hariç hiçbir hikâye Cumhuriyet dönemine ait de-
ğil. Ancak, görüyoruz, “okumuş çevrelerle okumamışlar arasındaki mesafe” Osmanlı?nın son
döneminde de derindir. Asım, bana öyle geliyor ki, Refik Halit?in, bu derinliği görmüş, bun-
dan rahatsız olmuş, giderilmesi için de kendince bir şeyler yapmış bir kahramanıdır.
Vaazlarında neden söz eder Asım: Meşrutiyet?ten. Yani yaşanılan hayattan. Yani hayatla
dini birbirinden ayırmaz. Kullandığı dil de önemli. Asım?ın dili, taraflar arasındaki derinliği
giderici bir dildir: “...açık Türkçe ifadesi vardı. İki dizinin üzerine oturup etrafında halka teş-
kil eden köylüye cana yakın, tahassürlü (özlem yüklü), az Arapçalı ve gürültüsüz ifadesiyle
nutka başlayınca, dinleyen, camilerde bu yolda vaaz edilmesine hayret ediyor ...bir vaizin es-
rarlı ve karanlık lezzetini bulamayarak yeni yenilen bir yemeğin tadına bakar gibi bir onu,
bir de kendini dinliyor, fakat bir müddet sonra, senelerden beri işitmediği bir ana sesine ka-
vuşur gibi ta kalbinden, duygulu ve memnun, zevkine varıyordu”.
Memleket Hikâyeleri, görüldüğü gibi, “merkez-taşra” ekseninde perspektif zenginliği
olan bir eser. Zenginlik, taşranın ve taşralının kendisi için söylenemez bir tek. O da şüphesiz,
Refik Halit?in, “Anadolu?yu bir köylü olarak değil, varlıklı bir şehir delikanlısı olarak” gör-
mesinden. Fakat bu “dışarıdan” bakışa rağmen, taşraya ve taşralıya karşı -Garez hariç- bir
saygı ahlakı içindedir Refik Halit. Tarafsız bir gözlemcidir. Merkez?e ise acımasız. Sebep,
merkez?den çektikleri olmalı. Buna rağmen, merkez de, Refik Halit?te duyusal gerçeği pek
aşmış değil. Hoş, hikâyelerden, kimi disiplinler için yararlanıyoruz bugün; ancak, Refik Ha-
lit?in, merkez?i ve taşra?yı sosyal, siyasal vs. bir sorun olarak ele almadığı da açık.
Refik Halit?in Bilecik?ten dönüşüne gelince: İlk çocuğunun doğumu yaklaştığında, yanında
bulunan eşini İstanbul?a gönderir Refik Halit, ardından da kendisi için telgrafla on günlük
izin ister. İzin kolay verilir. Zira daha önce Refik Halit?ten Celâl Sahir aracılığıyla Türk Yur-
du için hikâye istenmiş, o da Boz Eşek?i göndermiştir. Ardından da Ömer Seyfettin Bilecik?e
mektup yazıp, henüz yüz yüze gelmediği Refik Halit?ten Yeni Mecmua için hikâye istemiştir.
Bu kişilerin İttihatçılarla içli dışlılığı, dergilerinse İttihatçı doğrultuda oldukları malum. Za-
ten istenen iznin kolay alınışı da, bir rivayete göre, Ziya Gökalp -o da İttihatçı- aracılığıyla
olur. Fakat Refik Halit, bir daha Bilecik?e dönmez, İstanbul?a yerleşir, Yeni Mecmua?da
yazmaya başlar. Bunu sağlayan, bu sefer kesin, tabii Ziya Gökalp.
Refik Halit, bu dönemde, Mütareke?ye (30 Ekim 1918) kadar Yeni Mecmua?da, sonrası da
Vakit?te, Tasvîr-i Efkâr?da, Zaman?da yazıyor. Yazılarsa yine eski tarzda. Eleştiri, İttihatçılı-
ğın kendisine değil, yine İttihatçılara dönük. Yarattığı hararet, haliyle yine yüksek. Sözgelimi
Harp Zengini başlıklı yazı, “zamanın en büyük harp zenginlerinden biri olan Bayram-
zâde?yi” ve “hamisi Topal İsmail Paşa?yı”, bağlı olarak da Talat Paşa?yı küplere bindiriyor;
o kadar ki, Talat Paşa, Refik Halit?i Bilecik?e yeniden gönderecek oluyor. Öyle ya, böyle
şeyler, hem de İttihat ve Terakki?nin Yeni Mecmua?sında nasıl yazılır! Mütareke sonrası,
Zaman?da çıkanlar da aynı minval üzredir. Yazı başlıkları şöyle: “Sakın Aldanma, İnanma,
Kanma”, “Ortada Kabahatli Yok”, “Efendiler Nereye?” Bu yazılarda neler söyler Refik Ha-
lit? Birincisinde, politikacıların ceplerinden başka bir şey düşünmediklerini; ikincisinde,
1914-1918 Umumi Harb?inin ortada hiç sorumlusu kalmadığını, herkesin sulhçu kesildiğini.
Üçüncü ise şöyle başlar: “Ziyafet bitti, ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kah-
vemizi içmeden efendiler nereye?” İttihatçıların yaptıkları da şöyle vurgulanır: “Ermeni mi
kes kafasını, Rum mu al parasını, Türk mü sür ölüme!”
Mütareke?yle birlikte İttihatçı paşalar -Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa- Odesa?ya
kaçıyor; kimi İttihatçılar da, İngilizler tarafından savaş suçlusu olarak tutuklanıp Malta?ya
sürülüyor. Bu arada Hürriyet ve İtilaf Fırkası da yeniden canlanıyor. Yenidendir; çünkü fırka,
ta 21 Kasım 1911?de kurulmuş. Yani II. Meşrutiyet?in ardından. Tabii, müthiş muhalif. Ta-
banı var. Nitekim yirmi günlükken İttihat ve Terakki?ye karşı İstanbul?da -tek oyla da olsa-
ara seçim kazanıyor. Kazanıyor ya, İttihat ve Terakki?nin “illegal” usullerine de maruz kalı-
yor. Bunların en ibreti ise Babıâli Baskını. Hatırlayın ardından olanları: Baskın?ın öcünün,
Mahmut Şevket Paşa öldürülerek alınması, bir. İtilafçı veya değil, bütün muhalif?lerin Si-
nop?a sürülmeleri, iki. Bu, Hürriyet ve İtilaf Fırkası?nın kapatılması demektir. İşte ne zaman
Mütareke olur, sürgünler döner, Fırka yeniden canlanır. Tarih: 10 Ocak 1919. İlginçtir, mu-
halifliğini o güne kadar partisiz sürdürmüş olan Refik Halit de Fırka?ya bu canlanma tarihin-
de girer.
Peki, nedir İtilafçılık? Ya da şöyle: Nedir Hürriyet ve İtilaf Fırkası?nın amacı? Tarık Za-
fer Tunaya?ya15 göre „“Meclis-i Mebusan?ı „Meclis-i Mensûban? (bağımlılar partisi) olmak-
tan kurtarmak, İttihatçıların çeteciliğini ve komitacılığını önlemek, iktidar tekelini kırmak”.
Yani Hürriyet ve İtilaf?la İttihat ve Terakki arasındaki mesele ideolojik değil. Hatta araların-
da hayli ideolojik benzerlik de var. Mesele iktidarın kullanılmasıyla ilgili daha çok. Bu ne
demek? İttihat ve Terakki diktasına muhalif herkesin Hürriyet ve İtilaf içinde yer alması de-
mek. Öyleyse Hürriyet ve İtilaf da homojen değil. Değil, ama merkezden dışlanmışları temsil
ettiği için de muhalefet tabanı geniş.
Refik Halit?in Hürriyet ve İtilaf?a girişi, ikinci sürgünlüğünü hazırlayacaktır. Çünkü 14
Nisan 1919?da Posta Telgraf Umum Müdürü olur Refik Halit. Aşağı yukarı altı ay süren bir
dönem hariç, 23 Eylül 1920?ye kadar da bu görevde kalır. Yani Milli Mücadele yıllarında
haberleşme örgütünün başındadır. İşte ne oluyorsa ilk umum müdürlüğü sırasında -14 Ni-
san?la Ekim?in ilk haftası arasında- oluyor: Önce Redd-i İlhak Cemiyetlerinin, sonra Teşki-
15 Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt I/İkinci Meşrutiyet Dönemi, 1908-1918, (3. Baskı), İletişim[de 1. baskı], İstanbul,
1998, s.298.
lat-ı Milliye ve Kongre üyelerinin ve daha sonra da askerlerin haberleşmeleri yasaklanıyor,
askeri makamların şifreli haberleşmelerine Harbiye Nezareti şartı getiriliyor. Aksi halde?
Aksi halde, emre uymayan bölge telgraf müdürleri azledilecektir. Fakat Anadolu?da işler İs-
tanbul?un istediği gibi yürümez. Emirler havada kalır. Uyanlarsa -Erzurum?da olduğu gibi-
Mustafa Kemal Paşa tarafından tutuklanır. Artık ipler kopmuştur. Mustafa Kemal, İstanbul?a
çağrılır. Fakat, Paşa gitmez. Bunu istifası izler: 8 Temmuz 1919.
Şimdi bir soru: Hürriyet ve İtilaf Fırkası?na acaba hangi sebeple girer Refik Halit?
Mahmut Şevket Paşa?nın hatıra defterindeki not burada işe yarayacak sanırım: “İstanbul
Muhafızı Cemal Bey’e (Paşa) dedim ki: Mahkeme kararı olmaksızın insanları sürgüne yolla-
mak âdetinden vazgeçiniz.”
Daha açık bir cevap da Refik Halit?in şu notunda16: “Beni Hürriyet ve İtilaf’a sokan, Da-
mat Ferit Paşa değildi; aleyhimde sorgusuz cevapsız sürgün kararı veren Talat Paşa’ydı,
Cemal Paşa’ydı.”
İzlediğim bir filmi hatırlıyorum şimdi de: Palmetto. Yönetmen: Volker Schlön-dorff. Ka-
sabadaki soyguncuları ortaya çıkarmaya çalışırken kendini hapiste buluveren bir gazeteci, çı-
kışında işe yeniden koyulmak ister. Fakat içinde önceki soyguncuların da bulunduğu bir çe-
tenin planında bir parça olacak, bunun da, sonuna kadar farkına varmayacaktır. Kendisine,
niçin böyle bir yanlış yaptığı sorulduğundaysa verdiği cevap şöyle: “Suçsuz yere iki yıl yat-
tım. Bu iki yılı birilerinin ödemesi lazım.”
Refik Halit?in psikolojisini anladığımı sanıyorum. Fakat anlamak yetmiyor. Hayat yine
Refik Halit?e ödetiyor çünkü.
Posta Telgraf Umum Müdürlüğü?nden daha ilk ayrılışıyla gazeteciliğe döner Refik Halit.
Yazılar bu kez Anadolu Hareketi?ne ve Mustafa Kemal?e karşıdır tabii. Anadolu Hareketi ba-
şarılı olup TBMM saltanatın kaldırılmasına karar verene kadar da sürer bu. Vaktaki ilk
umum müdürlüğü zamanında bakanı olan Ali Kemal Bey -yani Artin Kemal- bir berber dük-
kânından alınıp kaçırılır ve Ankara?ya götürülmek üzere motora bindirilip İzmit?e getirilir ve
halka teslim edilerek linç ettirilir, Refik Halit de hemen üç gün sonra ailesiyle birlikte Pierre
Loti vapuruyla Beyrut?a kaçar (9 Kasım 1922)17.
Kaçışı, 1 Haziran 1924?te Hükümetçe Yüzellilikler listesine alınıp vatandaşlık hakların-
dan edilmesi izler. Ta 16 Temmuz 1938?e kadar da uzak coğrafyada yaşar Refik Halit. Tam
on altı sene.
Şimdi bir soru daha: Mustafa Kemal?e ve Milli Mücadele?ye karşı mıdır Refik Halit? Bu
soru lüzumsuz bulunabilir. Refik Halit?in, Anadolu?da Milli Mücadele yükselmekteyken
Alemdar?da yayımladığı yazılarından kimilerinin kimi satırlarına hele bir göz atar mısınız?18
16 Anan: Uğur Kökden, “„Memleket Hikâyeleri?nin Yüzü ve Tersi”, Argos, Ocak 1990, s.17.
17 Özellikle Mütareke ve Milli Mücadele yıllarındaki Refik Halit hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Nihat Karaer, Tam
Bir Muhalif: Refik Halid Karay, Temel, İstanbul. 1998, s.53-87.
18 a.e.. s.79-80.
“...Cemâl’in yerine Kemâl geldi.”, “Anadolu Kemâliler, Celâliler istemiyor.”, “Artık size
kimse ne Osmanlı tahtını, ne de Osmanlı ülkesinin geri kalan kısmını güvenebilir.”, “On se-
nedir İttihat ve Terakki zihniyetinde hiç bir fark olmamış... Bir zamanlar Rumeli’de süngüler,
toplar çıkaran İttihat ve Terakki şimdi de Anadolu’da „İzmir’e Doğru?lar, „Müdâfaa-i Milli-
ye?ler çıkarıyor. Küfür, iftira, meydan okuma, harp ve hile teranesi...” Fakat, yukarıdaki so-
ru, bu satırlara rağmen lüzumsuz bulunmamalı. Tam tersi, özellikle sorulmalı. Zira Refik Ha-
lit?in en yakın arkadaşları Milli Mücadele?nin en ateşli taraftarlarıdır: Falih Rıfkı, Yakup
Kadri, Ruşen Eşref... Ve bu dostluk Refik Halit Posta Telgraf Umum Müdürü?yken de bo-
zulmamıştır. O kadar ki Akşam?daki yazılarından dolayı Falih Rıfkı Divan-ı Harb?e verilir
de, kurtaran, Refik Halit olur. O zaman Alemdar?da yazılanların anlamı nedir? Cevabı Refik
Halit?ten almaya çalışalım19:
Anadolu Kurtuluş Hareketi?nin esas ve gaye bakımlarından taraftarı olmakla beraber, komitacılar-
dan (metinde: „komitecilerden?) birçoğunun o harekete katılmasına bakarak tekrar hortlayacakları
ve günün birinde yeni hükûmeti de ele geçirerek yine vatanı parçalatmaları ihtimalinden korkmuş,
eski kinimi bir türlü yenememiş, o tesir altında atıp tutmuştum.
Meğerse haksız değilmişim.
Zira ben kaçıp vatanıma en yakın, kapı komşusu bir bölgeye ...yerleştikten sonra Millî
Hükûmet, mâhut (herkesçe bilinen, belli) komitacıları (yine, „komitecileri?), hem de Büyük Kurta-
rıcı?yı öldürmeye kalkıştıkları için temizlemek zorunda kalmıştı. Ben de bu tarihten ve temizliğe
iyice inandıktan sonra, Hükûmet aleyhindeki yazılarımı kesmiş -zira gurbette de gazetecilik ediyor-
dum- fassallığı (dedikoduculuğu), kötülemeciliği bırakmış uysal bir sürgün vatandaş olmuştum.
Refik Halit?e inanıyorum. Zira Alemdar?daki yazılarında da Mustafa Kemal?e ve Milli
Mücadele?ye hep İttihatçı komitacılık açısından baktığı görülüyor.
Daha sağlam bir delilse Kuvvete Karşı hikâyesi. Bu hikâye Amerikalı dokuz gemicinin
Mütareke yıllarında, yolda, tiyatroda ve Tokatlıyan?da yaptığı rezillikleri ve Suphi?ye, Rum
sevgilisi İzmaro?nun yanında ettiği hakaretleri anlatır. Ve Suphi?nin cevabını. Suphi, İzma-
ro?yu evine bırakıp hakarete uğradığı yere gelir: “Tokatlıyan’ın camına dayandı, kendisini
öldüren haksız, sefil kuvvete, bir anarşist kiniyle baktı.” Gemiciler gitmiştir. Gidebilecekleri
yollardan gider, gemicileri bulur Suphi. Sâtı Erişenler?in yorumuna katılıyorum20:
Bu öyküde Amerikan askerlerinin şımarıklığı, görgüsüzlüğü, azgınlığı betimlenmektedir. Sanırız
ki, bu, daha o yıllarda, 1909?larda belki de dünyada ilk kez çizilmiş „Çirkin Amerikalı? tipidir ve
„Go Home? kampanyasının başlangıç noktasıdır.
Refik Halit, uzak coğrafyadaki sürgünlüğünde, sürgünlerden Celâl Kadri ile Hasan Sa-
dık?ın Doğruyol gazetesinde yazar. Gazete rejim aleyhindedir. Fakat Refik Halit?in yazıları
1926 yılından sonra görülmez. Bu tarih önemli. Çünkü bu tarih “mâhut komitacıların Büyük
Kurtarıcı?yı öldürmeye kalkıştıkları” İzmir Suikastı?nın tarihidir. Refik Halit?i, daha sonra,
19 Bir Ömür Boyunca, (İkinci Basım), İletişim, İstanbul, 1996, s.12.
20 Satı Erişen, a.g.e., s.72
Nuri Genç?in, Vahdet gazetesinde, gazetenin 18 Mayıs 1928?de çıkan ilk sayısından itibaren
edebi müdür olarak görmekteyiz. Vahdet, farklı bir gazetedir. Rejimin aleyhinde değil, lehin-
dedir. Ne diyordu Refik Halit: “Ben de bu tarihten ve temizliğe iyice inandıktan sonra,
Hükûmet aleyhindeki yazılarımı kesmiş ...fassallığı, kötülemeciliği bırakmış uysal bir sürgün
vatandaş olmuştum.” Sanırım, Refik Halit bir daha doğrulanıyor.
Gurbet Hikâyeleri?nin 1965?teki ikinci baskısında ve sonraki baskılarında yer alan on yedi
hikâyeden sekizinin sürgünde, dokuzunun da sürgünlük sonrasında yazıldığını biliyoruz.
Bunların en eskisi, Çıban. Yazıldığı yıl ve yer: 1930, Lübnan. Bunu, 1935?te Halep?te yazı-
lan iki hikâye izliyor: Zincir, Hülle. Ardından 1936?da yine Halep?te yazılanlar geliyor: Kek-
lik, Akrep, Lavrens, Güneş ve İstanbul. Şurası açık: Bu sekiz hikâye olsun, dönüş sonrası Şiş-
li?de yazılan dokuz hikâye (Yara, Eskici, Kaçak, Dişçi [1938]; Antikacı, Testi, Fener, Gözya-
şı, Köpek [1939]) olsun hikâye tanımına fazla uyan hikâyeler değil. İstisnalar var tabii. Mese-
la Eskici. Ama genellikle hikâyeden uzaklar, uzakçalar. Şerif Aktaş?a kulak verelim, bakın
Zincir için ne diyor21:
...bu yazı, hikâyeden daha çok hatıra, hatıradan daha çok fıkradır. Hatıradır, çünkü, yazar, gurbet
günlerinin nasıl geçtiğini, eşya ve tabiatın üzerinde bıraktığı tesirleri belirterek anlatıyor. Fıkradır,
çünkü ...aslında gücü olmayan insanların, eline geçirdiği fırsatları iyi değerlendirmesi, durumuna
şükretmesi gerektiğini, aksi, köpek Fuju gibi alay konusu olacağını ifade eder. Böylece, yazar, fıkra
türünde olduğu gibi günlük basit olayları anlatarak öğüt ve bilgi verir.
Denilenlerin, hikâye, hatıra, fıkra nispetleri farklı olarak ötekiler için de geçerli olduğunu
düşünüyorum.
Gurbet Hikâyeleri uzak coğrafyanın hikâyeleri. Uzak diyoruz ya, aslında, bu coğrafya, o
yıllarda, İmparatorluk?tan henüz kopmuş bir coğrafyadır: Halep, Rakka, Hadramut, Hayfa,
Ucra... Bu coğrafyanın dışından iki hikâye var: Biri Gözyaşı, mekân Erfice; öteki Kaçak,
onun mekânı da Sibirya.
Bu yüzden Gurbet Hikâyeleri?ne de “merkez-taşra” ekseninden bakılabilir.
Merkez insanları, tabii, görevli Osmanlı bürokratları: Çıban?daki Binbaşı, Hülle?deki
Sürre Kâtibi, Akrep?teki Mutasarrıf, Güneş?teki Hünkâr Yaveri, Yara?daki Teğmen, Diş-
çi?deki Başçavuş, Fener?deki Süvari Bölüğü Kumandanı gibi.
Bir de uzak taşraya düşmüşler var, yani sürgünler: İstanbul?daki Kadın?la Erkek, Eskici?deki
Eskici, Köpek?teki Osman.
Bu hikâyelerde, Osmanlı?nın, Meşrutiyet öncesinde bu topraklarda bir ağırlığı olduğunu
(Süvari Bölüğü Kumandanı: “Meşrutiyet’ten önce, Badiye’de, güneşi bile geri çevirme gü-
cünde bir üstün adam sayılırdı.” [Fener], “Paşa dediği benim. Daha o zaman [Abdülhamit
zamanı] teğmendim. Fakat bedevinin gözünde bir Türk subayı her zaman Paşa’dır. [Yara]),
fakat I. Dünya Savaşı?ndan sonra bunu yitirdiğini (Dişçi) görüyoruz. Neden yitirir? Refik Ha-
21 Refik Halid Karay, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1986, s.67-68.
lit, sebebi, bir hissettirme ile söyler gibi. Osmanlı, haritasından bihaberdir. O kadar ki Emir
Sadun?a götürülmek üzere Hünkâr Yaveri?ne teslim edilen “iki heybe dolusu altın”, ancak
aylar süren bir yolculuktan sonra yerine ulaştırılabilir. Zira Emir?in bölgesi Fellaha?yı, bölge
civarındaki bürokratlar bile bilmemektedir (Güneş).
Osmanlı için önemli olan, asayiştir, büyük politika değil; bürokrat, bir bakıma emniyet
görevlisidir. Akrep?ten bir alıntı: “...ikide bir çölde aşiret kavgaları, kanlı olaylar, diyet işleri
çıkıyor, Mutasarrıf ara bulmaya, sinir yatıştırmaya gidiyordu.” Bu, Yara?dan: “Sorun her
zaman olan işlerden: İki aşiret, bir gazve (gaza, savaş) sırasında çarpışmışlar, bu dört kişi
güç bela baskından kurtulup bana (Teğmen?e) sığınmış, geceyi geçirmek istiyorlar.” Bir de
Çıban?dan: “Bize dost iki Arap emiri arasındaki gazvelere son vermek, dostluk kurmak için
Yemen vali ve kumandanı İzzet Paşa, beni uzak çöle, ta Hadramut hududuna göndermişti.”
Asayişin ardından egzotizm ve cinsellik geliyor. Ancak egzotik ayrıntı, her zaman sıcak
değil, hatta çok zaman mesafeli: ameliyat yapan cadı (Çıban), akreplerle dost Ebu Akrep
(Akrep), dayanıklı bedevi (Yara), testiden su içerken yuttuğu eşekarısından ölen genç (Testi)
gibi. Kimilerinde ise cinsellik öncelik alıyor. Mesela Hülle?de. Sürre Kâtibi?nin başından
Şam?da bir hülle evliliği geçer. Yani kadının, boş düştüğü kocasıyla yeniden evlenebilmek
için bir yabancıyla yaptığı bir gecelik sözde evlilik. Sürre Kâtibi, bir gecelik misafirlik için
alınıp götürüldüğü evde işin aslını bakın nasıl öğreniyor:
Göğsü kalkıp kalkıp iniyor, elleriyle mendilini büküyor, bir ayağı yerde halıyı dövüyor, helecandan
bitiyordu. Karşılıklı oturuyorduk. Odanın ortasındaki sular, ambardan boşanıp kileye akan buğday
gibi hışıldıyordu; bir türlü konuşamıyoruz. Neden sonra ben kekeledim:
„Rahatsız ettim. Emrederseniz artık gideyim?
Kendimi beğendiremediğime hükmettiğim için böyle demiştim. Kadın al al oldu.
„Estağfurullah, biz sizi rahatsız ettik. Ricam şu idi, söylemeye cesaret edemiyorum.?
Gene durdu, fakat birden kendini zorlayarak dedi ki:
„Beni bir gece için nikâh eder misiniz??“
Cinsellik tema?sıyla hatırlanacak diğer iki hikâye de, Keklik ve İstanbul.
Hikâyelerden, sürgünlerin suçlarını nedense öğrenemiyoruz. Bu gizli tutuluyor. “Günah”
veya “kabahat” sözcükleriyle geçiştiriliyor: “„Haydi,? dedi, „ben, bu Allah’ın cehennemine
düştüm, günahımı çekiyorum, siz ne arıyorsunuz??” (İstanbul); “Bir kabahat işledik de kaç-
tık!” (Eskici); “Osman bir kabahat işleyip bu yabancı illere düştüğü zaman...” (Köpek) gibi.
Sürgün yerinden “Allah?ın cehennemi” diye söz eden, İstanbul?daki Kadın değil sadece.
Eskici?deki Eskici için de sürgün yeri bir “cehennem”dir; Eskici, Hasan?a sorar: “Ne diye
düştün bu cehennemin bucağına sen?”
Bereket hatırlamak serbesttir; Sürgün, İstanbul hatıralarıyla yaşayan insandır bir bakıma.
Örnek, haliyle İstanbul?dan: “Ben Arnavutköylü’yüm. Ah, kim bilir şimdi oraları ne güzeldir.
Bilirsiniz ya, Akıntıburnu’ndaki gazinoları. Hani sular şıpır şıpır, serin serin oynar da gazi-
noların aynalarına vurur, aynalarda vapurların geçtiği görülür.”
Memleket hasreti bir de “dil”le dışa vurulur: “Burada kimi seveceğim? Dilleri dilime uy-
maz, huyları huyuma.” (İstanbul)
Eskici?de ise dil hasreti, sözü edilen değil, yaşanan?dır. Bu hasret işitilmez, ama görülür
ve hissedilir. Dahası, dil, Eskici?de sözcük, cümle vs. olmaktan çıkar, memleketin, coğrafya-
nın kendisi olur.
Eskici?yle Hasan rastlaşırlar. Hasan, “anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun
yardımıyla halasının yanına, Filistin?in sapa bir kasabasına” gönderilmiş bir çocuktur. Yani
onunki de bir çeşit sürgünlük. Hasan, Eskici?nin Türkçe bildiğini ve İzmit?ten, İstanbul taraf-
larından geldiğini öğrenince başlıyor konuşmaya: “Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri
susan Hasan. Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pambe pembe,
dudakları taze, gevrek, billur sesiyle sürekli konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu.
(Dil?in memleket olması şimdi!) Eskici hem çalışıyor, hem de arasıra „Ha! Ya? Öyle mi? gibi
dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir
rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri,
kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.”
Eskici?yle Hasan arasında görülen kader ortaklığı İstanbul?da Kadın?la Erkek, Köpek?te
Osman?la Köpek arasında da var.
İstanbul hasreti çeken Kadın, uyuşturucu almaktadır; fakat, uyuşturucu ile hasret arasın-
daki ilgi ancak hikâyenin finalinde ortaya çıkar, yanı sıra Erkek?in kim olduğu da:
„İşte,? dedi, „bunu (tozu), onun için kullanıyorum, gidemediğim İstanbul?a kavuşmak için. Bu be-
nim pasaportumdur.
Erkek şişeyi kaptı, dedi ki:
„Öyleyse bana da ver. Çünkü ben de gidemiyorum!? (İstanbul, [Alıntılardaki düz parantezlerin
hepsi benim -NM.])
Köpek, “Hoşt!”lara alışmış bir köpektir; ilk “Kuçukuçu!”yu Osman?dan duyar. Böyle
başlar arkadaşlıkları. Okuyalım:
(Osman) olmayacak bir şeye inanmıştı. Bu Köpek de Osman?ın memleketinden nasılsa buralara
düşmüştü; o da kendisi gibiydi; yurt özlemi, acısı çekiyor, buraların havasına, suyuna, güzelliğine
ısınamıyordu. Her şeyi garipsemişti, onun için böyle yılgın, kamburu çıkık, kuyruğu bacaklarının
arasında, yaşlı gözlüydü.
Birbirlerinden hazzedişlerinin nedeni de aynı yurdun yavrusu, aynı dert ortağı oluşlarıydı. (Kö-
pek)
Refik Halit?in gözünde görevli bürokratlar da bir sürgünden farksızdır. Çünkü çevre il-
keldir, şartlar güçtür, güvenlik yoktur.
Çıban?da Hadramut çıbanının çok ilkel tedavisi anlatılır. Kazaya uğrayan, Binbaşı?dır.
Final, bu uzak coğrafyada görev yapmanın güçlüğünü apaçık söyler:
Binbaşı, şakağında eski bir yanığa benzeyen küçük kırışıklığı gösterdikten sonra, özlem sezilen bir
sesle:
„İmparatorluk subayı neler çeker, fakat neler görürdü!? dedi, elini kadehine götürdü.
Güçlükten, hele eziyetten söz edildi mi Kaçaktaki Ebu Hemal Kaymakamı?nı, Dişçi?deki
Başçavuş?u hatırlamamak olmaz. Kaymakam, “Büyük Savaş?ın başlangıcında”, Muş?un eli-
mizden gittiği sıra Ruslara kıtasıyla esir düşer. Hikâye onun bu çilesi ve Sibirya?dan kaçışı
üzerine kuruludur. Dişçi?deki Başçavuş da aynı savaşın sonunda, yenilmiş bir ordunun askeri
olarak Suriye?den Anadolu?ya kaçarken bedevilerin eline düşer, ağzındaki bir kuronlu dişe
göz koymuş bir bedevinin taş eziyeti altında üç dişinden olur.
Gözyaşı?ndaki Dul Ayşe?ninki de bir başka çile. Gerçi coğrafya, bunda da farklıdır: Ru-
meli?dir. Kahramansa resmi bir görevli değil, halktandır; ama Balkan Savaşı?nda düşmandan
kaçarken üç çocuğunu yitiren bir anne anlatılır Gözyaşı?nda; bu yüzden bu kaçış hikâyeleri
arasında anmak yanlış olmamalı.
Akrep?te bir aşiret şeyhi, Anlatıcı?yla Mutasarrıf?a ziyafet verir. Ardından da akrep göste-
risi için huzura Ebu Akrep?i çağırır. Ebu Akrep, akrep sokmasıyla ölmeyen, ama sokan akre-
bi öldüren bir adamdır. Anlatıcı?nın, dolayısıyla Mutasarrıf?ın hali ve bulundukları sığınma
psikolojisi ilginç: “Artık bakamadım; bizi bekleyen flamalı mutasarrıf otomobiline doğru,
hükümetten yardım umar, ona sığınır bir adam ümidiyle, o telaşla koşmaya başladım.”
Görevliler de tıpkı sürgünler gibi İstanbul hasreti içindedirler. Akrep?ten bir örnek:
“Uzakta kalanlar için İstanbul’un kaldırımları bozuk değildir, sokaklarda çamur ve süprüntü
yoktur; tramvaylarda ve vapurlarda azap çekilmez. Musluklardan Terkos yerine kevser akar,
sersemletici lodos ılık bir öpücük, dişleyici poyrazı bir serin nefestir.”
Bir diğer hasretlik, görevliler için de yine “dil”dir.
Hünkâr Yaveri?nin şerefine Emir ziyafet verir. Ziyafette Emir?in, “dünyanın en seçme
güzelleri”nden kırk karısı da vardır. Bunlardan biri, Emir?in işaretiyle oyuna kalkar. Okuya-
lım:
Gergin, dar bir Hint kumaşıyla örtülü ufacık, toparlacık kalçaları uyumla yalpa yaparak karşıma di-
kildi, bir kadeh uzattı ve gülümseyerek şöyle dedi:
„Buyurunuz aslanım, hurma rakımızdan tadınız!?
Bunu Arapça değil, peltek bir Kafkas şivesiyle, Türkçe söyledi.
Bir çekişte içtim. İçime bir kürek kor serpildi, ağzım taze kopmuş pişkin hurma kokusuyla dol-
du. Yüzüne, etrafıma, kendime baktım.
„Rüyada mıyım?? diye sordum.
Kafkasyalı güzel kız gülümsemişti:
„Dalının üzerinden süzülüp ağacın lifleri içinden geçerek toprak testilere damlayan bu hurma
rakısı gerçeği rüya gibi gösterir aslanım!? (Güneş)
Hünkâr Yaveri?ni bu egzotizm ve cinsellik ortamında çarpan, biraz hurma rakısı, biraz
Kafkasyalı güzelse biraz da Türkçe?dir sanırım.
Uzak coğrafyanın yerlilerine gelince... Bunları ikiye ayırmak mümkün: Bir grubu, ağalar,
şeyhler, emirlerdir, ki bölgelerinin merkezini temsil ederler. Diğeri de bedevilerdir.
Ağalar, şeyhler, emirler avlanmayı (Keklik), Osmanlı?yı ağırlamayı (Çıban, Akrep, Gü-
neş) severler. Yiyip içmeye düşkündürler (Akrep, Güneş), fakat mecbur kaldıklarında hekim-
lik gibi işlere de el atar, ameliyat da yaparlar (Yara).
Bedeviler ise pistir (Akrep), iğrençtir (Çıban), vahşidir (Dişçi), acımasızdır (Köpek), ca-
hildir (Fener), ders almaktan uzak ve ihtiyatsızdır (Testi). Fakat falcıdırlar, dedikleri çıkar
(Lavrens). Ayrıca dayanıklı mı dayanıklıdırlar. Omuzda kalmış bir kurşunun bir çakı, bir çü-
rük değnek, pis bir paçavra ve kızdırılmış zeytinyağı ile çıkartılması sırasında dahi gıkları
çıkmaz. Ayrıca iyiliği de karşılıksız bırakmazlar. Sözgelimi, böyle bir ameliyata sadece ev
sahipliği etmiş olan Teğmen?e, bir bedevi, bindiği kısrağın yavrusunu hediye edebilir (Yara).
Gurbet Hikâyeleri?nde bir de yabancılar var. Gayri Müslimler. Bunlar, dünya ölçeğinde bir
merkez?in temsilcileri.
Örnekse, adını hikâyesine de veren Lavrens. 1914-18 Savaşı?ndan önce Ortadoğu?da gö-
revli İngilizlerden biridir Lavrens. Geziyor, çevreyi tanıyor, aşiretlerle görüşüyor, hatta
Arapça da öğreniyor. Bir gün bir bedeviye fal baktırır. Bedevi, “Ya Emir! Döktüğün kan,
yaptığın gazve, saçtığın altın, Fırat gibi boşa akıyor.” der. Lavrens?in yanında bulunan Hacı
Kasım, Lavrens?e fısıldar: “Sizi bir aşiret emirinin oğlu sandı, ona göre bir şeyler uydurdu!”
Fakat, Lavrens?in cevabı, gayet öğreticidir: “Doğru bildi. Ben dünyadaki en büyük aşiret
emirinin manevi oğluyum.”
İlginç bir yabancı da, adını Lavrens gibi hikâyesine veren Antikacı. Bu adam, adı üzerin-
de, antikacılık yapmakta. Türk Anlatıcı, Lübnan?da belediye danışmanlığı görevinde bulunan
ibrik koleksiyoncusu Fransız arkadaşıyla Halep?teki bu ünlü Antikacı?ya gider. Antikacı,
Şeyh Efgani diye bilinen “hatları nazik, teni beyaz ...gözleri sanki mavi ve saçları sarışın” bi-
ridir. Türk, bu ırk özelliklerine bakarak Antikacı?nın Afganlığından şüphelenir. Gerçi adam
her lafa “Biz Afganlılar” diye girmektedir; ama bu ısrar bile şüphe artırıcı değil midir? Ayrı-
ca, Antikacı?da Afganistan?dan, İran?dan, Irak?tan gelme onca mal vardır; kimini kendi top-
lamış, kimini de getirmişlerdir; fakat, Antikacı, Türkiye?ye ayak basmamıştır. Öyle söyler.
“Acaba?”
Antikacı?nın asıl kimliği “aradan on yıl geçtikten sonra” anlaşılır: Filistin olayları başla-
mıştır. Kudüs?teki King David Oteli?ndeki İngiliz subayları arasında bu Şeyh Efgani de var-
dır. Halep?teki işin başına da “kendi halinde saf bir delikanlı” olan kardeşini bırakmıştır.
Zincir?deki yabancı ise bir Senegalli. Bu, “Kardif kömüründen yaratılmış, et ve kasları
ziftle yoğrulmuş” biri olup bir büyük yabancının, bir Fransız?ın Buldok?unu gezdirmekle gö-
revli bir erdir. Fakat bu er, Buldok?a hava aldırmakta zorlanır: “O köpek, koskoca, kapkara
adamı, sanki, iri şilepleri götüren römorkörler gibi sürüklüyordu.” Ya bir zincirinden boşa-
nıverse! “Zincirinden boşanıverse, kuşkusuz, önüne insan ve hayvan ne gelirse, neresi gelir-
se, hemen mengene gibi tuttuğunu bırakmaz ...göreceğiz.” Sonunda, merak edilen, olur; Bul-
dok, zincirinden boşanır; fakat korkulan, başa gelmez. “O eski, korkunç yaratık ...basbayağı
bir köpek” olur. Neden? “Çünkü bütün gösterişini, kahramanlığını o kopmayacak sandığı
zincire borçlu idi.”
Bu hikâye, Buldok?a yüklenen insani vasıflardan dolayı Köpek?i, Keklik?i -ki bunda da
Nazlı adlı bir kekliğe dişilik içgüdüsü yüklenmiştir- ve tabii Koca Öküz?ü hatırlatır. Üstelik
metaforun nereye kadar zorlanabileceği sorusuyla birlikte. Gerçekten de başıboş kaldığında
mahalle çocuklarının bile eğlencesi olan Buldok?la kimler anlatılmak istenmiştir? İmparator-
luk?tan kopan Araplar mı? Veya ne anlatılmak istenmiştir? Sömürge ülkeleri -mesela Sene-
gal?i- veya kimi ayrılıkçı grupları kopma halinde bekleyen tehlike mi?
Lavrens, Antikacı ve Zincir hikâyeleri emiriyle, bedevisiyle Osmanlı?ya saygılı Arap-
lar?ın niçin birdenbire diş sökücü düşman kesildiklerini açıklar. Birinci Dünya Savaşı, bu
yüzden kaybedilmiştir. Fakat suç, Ortadoğu?yu karıştıran sömürgeci yabancıların mıdır sade-
ce? Bu üç, özellikle ilk iki hikâyeye bakarsak belki öyle. Ama, hatırlayın Gurbet Hikâyele-
ri?nin bütününü. Osmanlı?nın, haritasından habersizliğini. Ortadoğu?yu sadece egzotik bir
dekor olarak gördüğünü. Ortaya payitahtın miyopluğu çıkacaktır. Diyeceğim, Gurbet Hikâ-
yeleri de bir muhalif?in eseridir.
Refik Halit?in hikâyeciliği kesintilidir.
Mesela 1911 ile 1914 arasında hikâye yazmaz. Neden? Kalem?de Kirpi imzasıyla başla-
yan politik hicivleri Cem?de sürmektedir, ardından Şehrah?takiler gelecektir. Buna Kasım
1912?de başlayıp yedi ay süren Beyoğlu Belediyesi Başkâtipliği?ni de ekleyin. Neden yaz-
madığı, sanırım anlaşılır. Ya 1913-1914? Haziran 1913?te Sinop sürgünlüğü başlar Refik Ha-
lit?in. Bu suskunluğu anlamak daha kolay. Ama o günlerde bile boş durmaz, “Nevsal-i Millî
isimli bir eser için kendisinden yazı” istenir, gönderir Refik Halit; Peyâm?da da Nakş-ı Berâb
başlıklı bir yazısı Aydede imzasıyla yayımlanır.
İkinci kesinti 1919?la 1930 arasındadır. 1919, Memleket Hikâyeleri?nin ilk basım yılıdır;
1930 da, Refik Halit?in ikinci sürgünlüğünün ilk hikâyesi Çıban?ın yazıldığı tarih. Bu on bir
yıllık kesinti de sanırım şu hatırlatmalarla açıklanabilir: Refik Ha-lit?in Hürriyet ve İtilaf Fır-
kası?na girişi, Posta Telgraf Umum Müdürü oluşu, Alemdar?la başlayan, Peyam-ı Sabah ve
kendi gazetesi Aydede?yle süren, Milli Mücadele?ye muhalif gazeteciliği, gazetecilikten yurt
dışında da kopmayışı: Doğruyol ve Vahdet.
Refik Halit, 1930?da Çıban?ı yazıyor, 1935 tarihli iki Halep hikâyesine kadar hikâyeye
yine ara veriyor. Bu beş yıl, Vahdet?te başlayan, yeni rejim lehine tutumunun daha da güç-
lendiği yıllardır. Hatay Meselesi 1936?dan sonra hızla çözüme yöneldiyse bunun ardında Re-
fik Halit?in hayli gayreti vardır. Neticesini de görür. Mesela Yüzellilikler?den eski Dahiliye
Nazırı Mehmet Ali Bey, Paris?te çıkardığı gazetesinde “kalemini Ankara?ya satmakla” suçlar
Refik Halit?i. Bu, olumsuzu. 12 Temmuz 1934?te de Ankara?ya davet edilir Refik Halit. Da-
vet, Türkiye?nin Halep Konsolosu Celâl Bey?e bir “Hariciye şifresiyle” ve telgrafla, Refik
Halit?e de Celâl Bey aracılığıyla ve açıklanarak bildirilir. Buna göre, Refik Halit, “hemen Ki-
lis tarafından hududu geçerek ilk jandarma karakoluna teslim” olacak, bundan ötesini Ankara
halledecektir. Gerçi Refik Halit gitmez, resmi affı bekler; ama davetle de “adeta taze can”
bulur.
Bunlara bir de, Refik Halit?in, kimi kroniklerini (Bir İçim Su, Bir Avuç Saçma), bir roma-
nını (Yezidin Kızı), bir oyununu (Deli) bu yurt dışı sürgünlüğünde yazıp ilk basımlarını da
yine yurt dışında yaptığını; anılarını (Minelbab İlelmihrab, Bir Ömür Boyunca), kimi roman-
larını (Çete, Sürgün) yazmaya da yine yurt dışında başladığını ekleyelim, sadece bu beş yılda
değil, 1919?dan 1935?e kadarki on altı yılda neden tek hikâyeyle kaldığı daha kolay anlaşılır.
Son kesinti 1939?la 1947 arasındadır. Ya da şöyle diyelim: Gurbet Hikâyeleri?nden sonra
1947?de Garez?i yazar Refik Halit, bir daha da hikâyeye el atmaz.
Şimdi de son soru: Acaba neden?
Şerif Aktaş, yazarın büyük oğlu Ender Karay?ın, Refik Halit?ten aktardıklarına dayanarak
diyor ki22: “...terk etmesinin en önemli sebebi geçinecek parayı sağlamakta güçlük çekmesi-
dir”.
Her üçüne de inanmak isterim. Ancak zorlanıyorum.
Aklıma anında şu sözleri düşüyor çünkü: “...Hükûmet aleyhindeki yazılarımı kesmiş ...
fassallığı, kötülemeciliği bırakmış uysal bir sürgün vatandaş olmuştum.”
Sonra, siyasete uzak duruşunu, o kadar ki, Adnan Menderes?in siyasi görev teklifini kabul
etmeyecek kadar uzak duruşunu hatırlıyorum.
Ardından eserleriyle ilgili şu yaygın kanaati23: “...ülkeye dönüşünden sonra yazdığı -Bu
Bizim Hayatımız (1950) dışındaki- romanlarda, daha geniş okura ulaşma amacıyla eski sa-
nat beğenisinden uzaklaşarak edebiyatımıza bir katkısı olmayan eserler verdiği genellikle
kabul edilmiştir”.
Refik Halit?i Refik Halit yapan, politik hicivdir. Yani gazetecilik, mizahçılık. Yani muha-
liflik.
Hikâyeleri de, gördük, türün izin verdiği ölçüde muhaliftir.
Bana öyle geliyor ki, Refik Halit?in hikâyeyi bırakışı, muhalif olmadıktan sonra hikâye-
nin ne kıymeti var, anlamında bir bırakış.
Diyeceksiniz ki, gazeteciliği ve mizahçılığı bırakmıyor ama?
Evet, öyle. Bırakmıyor. Bundan da gelin hikâyeyle mizahın Refik Halit?e göre tanımını
çıkaralım: Hikâye, muhaliftir; mizah, muhalif olmasa da olur.
Kürşad Bumin?e dönmenin ve yazıyı bağlamanın zamanıdır.
Kürşad Bumin, ÖDP Kadıköy örgütünün seçim yemeğine katılmış, salondaki havayı hü-
zünlü ve depresif bulduğunu söylemişti ya, şunları da söylüyor: “Eğer Türkiye başka bir
Türkiye olsaydı, bugün ÖDP’de toplanan ve ülkenin, siyaseti çok seven (ve de bilen) bu kad-
roları mutlaka çok daha „neşeli? siyaset yapıyor olacaklardı.”
Refik Halit hikâyesine olsun, hikâyemizin bütününe olsun, hatta bütün edebiyatımıza ol-
sun bakarken “eğer Türkiye başka bir Türkiye olsaydı” şartıyla bakarsak daha gerçekçi olu-
ruz demek istiyorum ama, bilmem, günlük politikadan fazla etkilendiğimi göstermiş mi olu-
yorum?
Kaynakça
22 a.g.e., s.53.
23 Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı: Meşrutiyet Dönemi, May, İstanbul, 1976, s.305.
Aktaş, Şerif (1986), Refik Halid Karay, Ankara: Kültür Bakanlığı.
Baydar, Mustafa (1959), “Refik Halit Karay Anlatıyor”, Varlık, 15 Ocak 1959.
Belge, Murat (1998), “Teşkilat-ı Mahsusa”, Birikim, Aralık 1998.
Ceyhun, Demirtaş (1996), Türk Edebiyatındaki Anadolu, İstanbul: Sis Çanı.
Erişenler, Satı (1975), Türk Dili/Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Temmuz 1975.
Karaer, Nihat (1998), Tam Bir Muhalif: Refik Halit Karay, İstanbul: Temel.
Karay, Refik Halit (1996), Bir Ömür Boyunca (İkinci Baskı), İstanbul: İletişim.
Karay, Refik Halit (1967), Ago Paşa’nın Hatıratı (Üçüncü Baskı), İstanbul: İnkılap.
Kökden, Uğur (1996), “Refik Halit Karay?ın Gurbet Hikâyeleri”, Adam Öykü, Eylül-Ekim 1996.
Kökden, Uğur (1990), “Memleket Hikâyeleri?nin Yüzü ve Tersi”, Argos, Ocak 1990.
Kurdakul, Şükran (1976), Çağdaş Türk Edebiyatı: Meşrutiyet Dönemi, İstanbul: May.
Mardin, Şerif (1998), “Modern Türk Sosyal Bilimleri Üzerine Bazı Düşünceler” ?Türkiye’de Modern-
leşme ve Ulusal Kimlik (1998), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları??içinde.
Taşgetiren, A. (1999), “Açıl Mason Açıl: İhtilallerin, Baskıların Örgütü”, Yeni Şafak, 2 Mayıs 1999.
Tunaya, Tarık Zafer (1998), Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt 1: İkinci Meşrutiyet Dönemi, 1908-1918
(Üçüncü Baskı), İstanbul: İletişim.