« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

17 Tem

2012

MEMLEKET HİKÂYECİSİ REFİK HALİT KARAY’IN “YATIK EMİNE” ADLI HİKÂYESİ ÜZERİNE BİR TAHLİL DENEMESİ

Arif ÖZGEN 01 Ocak 1970

ÖZET
Refik Halit Karay (1888-1965) Türk hikâyeciliğinde oldukça önemli bir
yere sahiptir. Yazar bu önemi, Anadolu insanının psikolojisini, yaşayışını ve
hayat karşısındaki duruşunu, tüm bunlarla birlikte Anadolu coğrafyasının
imkân ve imkânsızlıklarını hikâyelerinde etkili bir gözlem gücü ile işlemiş
olmasıyla kazanır. Sürgün yılları (1913-1918) sırasında gezdiği Sinop, Çorum,
Ankara ve Bilecik’te tanıdığı coğrafyayı ve
bu coğrafyanın insanlarını
“Memleket Hikâyeleri” adlı eserinde derinlemesine yansıtır, Türk hikâyeciliğini
İstanbul dışına çıkarma konusundaki öncülerden biri olur. Yazar, o yıllara
kadar birkaç hikâyenin dışında hikâyeciliğimizde yeteri kadar yer bulamayan
Anadolu’yu, farklı bir soluk ve bakış açısının yanı sıra özgün bir üslûp ve
sade bir Türkçe ile hikâyelerine taşır.
Bu çalışmanın amacı, sözünü ettiğimiz “Memleket Hikâyeleri” adlı
eserin içerisinde yer alan ve yazarın edebî anlayışını önemli ölçüde
karakterize eden Yatık Emine adlı hikâyeyi, “Hikâyenin Muhtevası”,
“Hikâyenin Yapısı” ve “Hikâyenin Dili, Anlatım Tarzları ve Üslûbu” olmak
üzere üç ana başlık altında incelemektir.
Giriş
“Fecr-i Ati topluluğuyla sanat hayatına giren Refik Halit [Karay]?ın (1888-1965) ilk kalem
tecrübeleri 1909?dan itibaren bu topluluk içinde oluşur. Halit Ziya ile Hüseyin Cahit?in mahallî
yaşama tarzını yansıttığı hikâyeleriyle Mauppasant tekniğinin izlerini taşıyan bu hikâyelerde yerli
konu ve tipler işlenir. Türk hikâyesinin gelişmesi yolunda önemli katkılar sağlayan yazar, asıl büyük
hikâyelerini topluluktan ayrıldıktan sonra Memleket Hikâyeleri (1919) ile verecek ve bu türün gelişme
çizgisi üzerinde önemli merhalelerden biri olacaktır.” (Gariper 2007: 166) Yazar hakkında verilen bu
bilgilere ek olacak olan Cevdet Kudret?in şu görüşleri ise, Refik Halit Karay hikâyeciliğinin
tanımlanmasında daha da etkilidir: “O zamana kadar Nabizâde Nazım?ın Karabibik hikâyesiyle,
Ebubekir Hazım?ın Küçük Paşa romanı ve Halit Ziya?nın birkaç hikâyesi bir yana, İstanbul sınırları
dışına çıkamayan Türk hikâyesini Anadolu?ya yöneltmekle hikâyeciliğimize yeni bir ufuk açmış, yeni
bir soluk getirmiştir. Genç yaşta sürgün edildiği Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik?teki gözlemlerinden
yararlanarak yazdığı bu hikâyelere „Memleket Hikâyeleri? adını vermesi de, bu işi bilinçli olarak
yaptığını gösterir. Gözlemlere dayanarak yurt gerçeklerine ve çeşitli insan katlarına yönelme
yöntemini daha henüz sürgüne gitmeden, Maupassant etkisiyle benimsemiş bulunan ve 1909-1910
yıllarında bu yolda birkaç da örnek veren yazar Anadolu?da bu yöntemi uygulayacak elverişli bir
ortam bulmuştur (..) Böylece, o zamana değin yalnız türkülerde ve halk hikâyelerinde sözü edilen
Anadolu insanı, Refik Halit?in „Memleket Hikâyeleri? ile, ilk kez düzenli, sürekli ve bilinçli olarak
aydın toplulukların edebiyatına girmiş; bu tutum, daha sonraki kuşakların eserleriyle bugüne değin
sürmüştür. Yazar bir konuşmasında şöyle demiştir: „Memleket Hikâyeleri, çığır açma bakımından
bugünkü köy hikâyelerinin nüvesini teşkil eder. Ben Anadolu?yu bir köylü olarak değil, varlıklı bir
şehir delikanlısı olarak gördüm ve anlattım.? ” (Kudret 2004: 162)
Refik Halit?in hikâyelerindeki muhteva anlayışına göndermeler yapan Cevdet Kudret,
yazısının devamında bir başka önemli unsur olan “dil” meselesine de değinir. Refik Halit?in o yıllarda
dahi dilimizin kendi imkânlarından yararlanmasına, Servet-i Finûn ve Fecr-i Ati topluluklarının
anlatım yollarındaki Fransız cümle yapısına benzer bir cümle yapısının kullanımından uzak durmasına
ve dilimizin olanaklarıyla varolmuş bir üslûbu eserlerinde yaşatmasına şu düşünceleriyle dikkat çeker:
“Refik Halit?in bütün yazılarının en önemli yanlarından biri, dilidir. Daha 1910-1914 sıralarında,
Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının „Yeni Lisan? davasını ileriye sürmelerinden (1911) bir iki yıl önce
yazdığı hikâyelerinde (Hakk-ı Sükût, Kuvvete Karşı, Cer Hocası, Yılda Bir, vb.) konuşma dilini bütün
incelikleriyle kullanmış; bu alanda, Ömer Seyfettin?le birlikte, yeni yazı dilinin tutunup
yaygınlaşmasına öncülük etmiştir.” (Kudret 2004: 163) Anlaşıldığı üzere böylesi bir muhteva ve dil
anlayışı doğrultusunda eser veren Refik Halit, Memleket Hikâyeleri1 adlı eserinin ilk hikâyesi olan
Yatık Emine?de bu tavrını önemli ölçüde yansıtmaktadır.
1.
Hikâyenin Muhtevası
Refik Halit Karay?ın Yatık Emine adlı hikâyesi, Vilayet merkezi Ankara?da olumsuz birtakım
olayların doğmasına sebep olan “uygunsuz takımından” (s.11) Yatık Emine?nin ahlâkının ıslah
edilmesi amacıyla -Haymana Ovası?nın ortasındaki- bir kasabaya gönderilmesini, bu kasabada çektiği
zorlukları ve trajik sonunu konu edinir.
Eserde, düşkün fakat sevme ve acıma duygularına sahip olan bir kadın (Yatık Emine) ile, aşırı
namuslu geçinen ve dinine son derece bağlı görünen fakat merhamet, sevgi gibi duygulardan yoksun
kasaba halkının yaşayışları hikâye edilir. Yazar, toplumsal değerlerin yitirilişini hikâyenin kahramanı
Emine?nin yaşadıkları üzerinden bizlere aktarır. Emine?nin varoluşu, kasaba halkının yaşayışını,
düşüncelerini, olaylara bakış açısını ve kültürünü bizlere derinlemesine karakterize eden en çarpıcı
olgudur. Emine düşkün bir kadındır, onun karakteri ve insanlarla olan ilişkileri hikâyenin belli
safhalarında okuyucuya aktarılır. Kasaba halkının Emine?ye karşı olan tutum, davranış ve hislerine de
olayların akışı içerisinde tanık olunur.
Kasaba halkının yaşayış tarzı ve ruh yapısı, barındığı coğrafya ile olan alâkası hikâyenin
başlarındaki şu cümlelerle yansıtılır:
“Yöreye oranla o kadar yolsuz ve yüksekti ki sanki buraya insanlar yokuşları tırmana
tırmana değil, gökten serpilerek gelmişler ve inmeye iz bulamayarak öyle dünyaya ilgisiz bir
küme halinde kalmışlardı. Haymana Ovası?nın ortasında en yüksek bir yerde gözcü gibi
bekleyen kasaba, kerpiç evleri ve ağaçsız sokaklarıyla ne kadar zevksiz, yürek karartıcıydı.
Bütün ömürlerini sonuç vermeyen davalar arkasında büyük ümitlerle koşa didişe geçirip
sonunda umduklarını bulamadan yıkılıp ölen adamlar gibi buraya tırmananlar da hiç
kuşkusuz arayıp beklediklerini bulamamaktan ileri gelme bir kederle düşüp kalmışlardı. (…)
Zaten yöredeki halk ile kolayca buluşup ilişkiye girişememek yüzünen bu kasaba gayet geri,
gayet uyuşuk ve atılımsız kalmıştı. Ne gençlerinde hayatın ilk tatlarını duymaktan gelen bir
iştah, bir sıcaklık; ne de ihtiyarlarında rahat bir yaşlılığın verdiği çubuklu, hikâyeli bir keyif...
Kadınlar ise taş gibi duygusuz, kütük kadar hareketsiz ve donukturlar. (...) Sıtmaların
tırmanamadığı, hastalıkların barınamadığı bu dağ sırtında çınarlar gibi gelişe genişleye uzun,
bıktırıcı bir ömür sürüyorlardı. Ne kadar heyecansız, ne derece uyuşuk bir ömür! (...) Gelin
bir evde kayın babasından kaçar, güvey baldızının yüzünü tanımazdı. Sazsız, sözsüz;
düğünsüz, derneksiz bir ölü hayatı geçiriyorlardı.” (s.12-13)
Kasaba coğrafyasının zor koşulları ve bunun bir yansıması gibi görünen kasaba halkının
karakteristik yapısı metinde geçen bu ifadelerde etkileşimli bir şekilde yer bulur. Olumsuzluğun,
zevksizliğin, tatsızlığın hüküm sürdüğü ve tekdüze bir hayatın hâkim olduğu bu yerleşim yeri,
insanlarının yaşayışlarını hem etkilemekte hem de etkilemiş olduğu yaşayışlarını simgelemektedir. İşte
Yatık Emine, uygunsuz hâllerini ve bozuk ahlâkını böyle bir coğrafyanın imkânları çerçevesinde
düzeltmeye mahkûm bırakılmıştır. Emine?nin bu zorlu coğrafyaya gönderilmesi kasaba halkı için
önceleri bir “utanç” olarak yorumlanır. Kahvelerde sohbet eden erkekler, çeşme başlarında konuşan
kadınlar, “Hele hükûmatın ettiğine bak, kötü karıları gönderecek bizim memleketi mi bulmuşlar?”
(s.15) diye söylenirler. Sonraları ise bu durum bir “övünç” sebebi olarak yorumlanır. Valiliğin emriyle
gönderilen düşkün bir kadının bir halk ayaklanmasıyla geri gönderilemeyeceğinin farkına varan ve bu
durumu memleketleri için bir şeref olarak niteleyen kasaba halkı, valinin de bu doğrultuda düşünerek
böylesi bir tercihte bulunduğuna kanaat getirirler. Zira “Günah yoluna sapmış bu kadın
memleketlerinde ahlâkını değiştirecek, doğru yolu bulacaktı(r); bunun hayrı, sevabı onlara(dır).”
(s.15) Ne var ki olayların ilerleyişiyle beraber muhtevada şekillenen toplumsal çarpıklıklar, kasaba
halkının dillerinde yaşattıkları “namus” olgusunu yaşam değerlerine yansıtmaktaki yetersizlikleri,
hikâyede gizlenmiş büyük bir “tezat”ı gözler önüne serer. Aşağıdaki konuşmalar, kasaba halkının
yaşamlarında barınan bu tezadı ifade eder niteliktedir:
“Erkeklerde merak daha çoktu: „Acep ne biçim karıymış ki bu...? diye toplaştıkları
dere boyunda konuşurlar, fakat evlerinde sormaya cesaret edemeyerek kafalarında Emine?yi
büyütürlerdi. İşi gidip jandarmalardan soruşturmağa kadar vardıran daha meraklıları ise:
„Kor gibi sıcak ama bir sıkımlık canı var...?dan başka, daha ayrıntılı cevap alamamışlardı.”
(s.17)
Buna benzer bir tutuma, izinli gittiği köy merkezinden yeni dönen “tapu memuru”nun şu
sözleriyle tanık olunur:
“Ayol, dedi, buraya bir kadın göndermişler, Emine mi Ayşe mi ne... Merkez komiseri
Hacı Bekir Efendi bana, „Git de gözü onda gör, adamın yüreğini gıcıklıyor!? dedi, doğru
mu?” (s.20)
Burada dile getirilen davranışlar ve konuşmalar tamamıyla ahlâktan kopuşun ve namusu
öteleyişin en çarpıcı ifadeleridir. Bahsi geçen bu davranışın en acımasız şekilde vuku bulduğu ve
namus değerlerinin tamamıyla unutulduğu bir tutumu, hikâyenin sonunda yaşanan şu olay gözler
önüne serer:
“Ekim ayı içinde yağmurun kar parçalarına dönerek rüzgârlar önünde savrula
savrula harmanlara yağdığı sert bir geceydi. Server?in evvelce yattığı koğuştaki çavuşla
arkadaşı önlerine mangalı çekmişler, karanlığında sigara içerek konuşuyorlardı. (...) Doğruca
gidip kapıyı çalsalar sanki ne lâzım gelirdi? Gürcünün girdiği gibi bunlar da girerlerdi, elin
kahpesi, ne diyecekti ki? Bu kararla kalktılar, başlarına örtülerini sıkıca dolayarak sokağa
çıktılar. (...) Sonunda tembel, isteksiz, çok dumanlı bir alev belirdi... Köşede, ikiye katlanmış
bir hasır parçası üstünde bir şekil uzanmış, yatıyordu. Sevinçle: -Hah, burada!.. dediler.
Kibrit sönmüştü, fakat artık gerk var mıydı ya? Çavuş karanlıkta hesapladığı köşeye yürüdü,
elini uzattı, fakat ürkek bir sesle: -Aha, karı buz kesmiş!.. diye haykırdı. (...) Jandarma eri de
işi sağlam tutmak için bir kez yokladı: -Yetişemedim be, gebermiş!.. dedi. Bir süre
akıllarından kötü şeyler geçirerek durdular. Sonra „Hadi gidek? uyarısı ile birbirlerini iterek
gecenin karlı rüzgârına karışıp küfür ede ede uzaklaştılar.” (s.37-38)
Hikâyenin sonunda insanlığa ait değerlerin yitirilişini açıkça vurgular nitelikteki bir durumla
karşı karşıya kalınır. Niyetleri en başından beri kötü olan bu iki adam, Emine?nin ölmesinden ufacık
bir üzüntü dahi duymazlar, aksine niyetlerine kavuşamamanın derin öfkesine kapılırlar. Emine?nin
öldüğüne kesin kanaat getiren çavuş ve jandarma eri “bir süre akıllarından kötü şeyler geçirerek
dur(ur)lar” (s.38) ve daha sonra da oradan uzaklaşmaya karar verirler. En başından beri namus
kavramını dilerinden düşürmeyen kasaba halkı aslında namus kavramından ve insani değerlerden ne
kadar uzak olduklarını tüm bu yaşananlarla birlikte sergilerler. Muhtevayı şekillendiren çarpıklıkların
yanı sıra kıskançlık, merhamet, acımasızlık, sevgi, sevgisizlik, ümit, keder, yalnızlık, cinsellik, ölüm, -
güçsüz de olsa- aşk bu hikâyenin içinde barınan belli başlı temalardır.
Hikâyeyi önemli ölçüde şekillendiren ve olayların akışında vuku bulacak olan çatışmalara
sebebiyet veren, diğer bir deyişle ise çatışmaları tetikleyen en güçlü tema şüphesiz ki “kıskançlık”tır.
Kıskançlıklarının etkisiyle öfkelenen kahramanlar, olayların akışını belli ölçüde değiştirmektedirler.
Bu durumu birkaç örnekle tespit edelim.
Emine?nin hapishaneden atılmasının ardından “ihtiyar kalem odacısı” onu evinde alıkoymaya
razı olur. Bunu haber alan kasaba kadınları durumu seyretmek için odacının evine gelirler:
“Ev dolup dolup boşalıyor, bir düğüne gelir gibi feracelerine inci, boyunlarına
beşibiryerde takmış, yüzlerine düzgünler sürmüş iri kuvvetli ve bu yeni dişiye karşı kıskanç
kadınlar arasında Yatık Emine, şakağındaki taze yarası, sol ayağına topallık veren beresi ile
dolaşıyor, kovulmamak, dışarı atılmamak için her şeye razı, kendini seyrettiriyordu. Kadınlar
ona baktıkça şaşıyorlardı. Ankara?da bu cılız, sıska için mi adamlar birbirini vurmuş, kocalar
karılarını boşamış, kasaba karmakarışık olmuştu... ” (s.17)
Tüm bu düşünceleri zihinlerinde barındıran ve kıskançlıklarını daha etkili bir silaha
dönüştürmek isteyen kasaba kadınları, ihtiyar kalem odacısının karısını dolduruşa getirerek Yatık
Emine?nin üzerine kışkırtmak niyetindedirler. Böylesi bir niyetin eyleme dönüşmesi bahsedeceğimiz
şu olayla vuku bulur:
“Bir gün, kendisi de evde yokken, hiç alışkısı olmadığı halde kocası, kalemi bırakıp
eve gelmişti. Bunu komşulardan haber alınca kıyamet koptu; hırsından pencereleri açıp
sokağa bağırıyor, üstünü başını parçalıyordu. (...) Bir aralık hep bir ağızdan: -Hele at dışarı,
at dışarı!.. diye bağrıştılar. İçeri girenler oldu. Biraz sonra Emine?nin bohça gibi dışarı
fırlatıldığı görüldü.” (s.18)
Sonunda kasaba kadınlarının imalarından ve söylemlerinden etkilenen ihtiyar kalem
odacısının karısı, kıskançlık duygularına yenik düşerek Emine?yi evinden kovar ve olayların seyrini
değiştirir.
Bir akşam kasaba kodamanları eczanede toplanmış konuşuyorlarken, tapu memurunun bir
aralık Emine?yi sorması üzerine Dal Sabri?nin: “Sahi ne oldu Emine?ye, hâlâ yatıyor mu?” (s.20)
sorusuna Urfalı?nın, Emine?nin hastanede çalıştığın söylemesi Dal Sabri?yi iyiden iyiye kızdırır ve
eczaneden hışımla çıkmasına sebep olur. Yolda hızla yürürken aklından geçen şu düşünceler Emine?yi
içten içe kıskandığını sezdirir niteliktedir:
“Dal Sabri o hiddetle çarşı boyunu geçti; çevresine bakmıyor, bir olaya yetişir gibi
acele acele yürüyordu. Yolda rasgelenlerin bile selâmını görmezliğe geliyordu. Burada
jandarma subayı olsun da daha bir defa, Ankara?da şöhret salmış olan o gözleri görmesin...
Hay aptal hay, işte hastane memuru işini yoluna bile koymuştu; hem bana haber vermeden,
danışmadan nasıl oluyor da jandarmanın gözetimi altında bulunan bir kadını iyleştiği halde
hastanede alıkoyuyordu: Yarın kaymakama müzekkere verecekti...” (s.21)
Öfkeyle hastaneye gidip Emine?yle konuşan Dal Sabri, onu -kaymakama yazacağı müzekkere
ile- hastaneden attırır ve bu durum Emine?nin dikkatinden -şu ifadesinden de anlaşıldığı üzere-
kaçmaz:
“Ah o jandarma, diyordu, beni hastane memurundan kıskandı da buradan attırıyor!”
(s.23)
Emine, olayların akışında tekrardan hastaneye alınmak için arzuhalciye yazı yazdırır ve bu
yazıyı jandarmaya havale eder. Söz konusu yazıdan haberdar olan Dal Sabri?nin hiddetlenerek
Emine?ye hükümete bağlı bir yerde asla çalışamayacağını belirtmesi ve odadan kovmasının ardından
anlatıcının -Dal Sabri hakkında- metinde yansıttığı şu sözler, içten içe sez(dir)ilen kıskançlığı somut
bir hâle getirmektedir:
“Sabri, eni konu hoşlandığı Emine?ye için için kızgındı; gözlerini unutamıyordu; fakat
o kadar seviyesi düşük, bayağı bir kadındı ki, elini sürebilmesine imkân yoktu; işte bu
imkânsızlık onu böyle kötü ve kıskanç ediyordu.” (s.27)
Kıskançlığın getirdiği bir başka çatışma ise, hastane görevlisi Gürcü Server?in Emine?ye iyilik
etmesi ve iyi bakmasının ardından, Emine?nin evinde perde, ocağında ateş ve duvarında lâmba
olmasıdır. Emine artık rahattır.
“Bohçasını hazırlayıp sık sık hamama gidiyor, bir koca kalıp sabunla yıkandığını ve
fildişi tarakla tarandığını gören kadınları kıskandırıyordu. Ona Server, hamamdan başka
dışarıya çıkmasını yasaklamıştı.” (s.30)
Görüldüğü üzere, Emine?nin rahatlığı kasaba kadınlarının gözünde bir kıskançlığı doğurduğu
gibi Emine?yi içten içe sahiplenen ve “hamamdan başka dışarıya çıkmasını yasaklayan” (s.30)
Server?in de kıskançlık duygularını harekete geçirir. Bunların yanı sıra Emine?ye yaptığı bu yardımları
ve evine gidip gelmesini açığa vuran Gürcü Server?e düşmanlar türemektedir. Çavuşun gösterdiği şu
tepki, içten içe beslenen bir kıskançlığın varlığını açıkça sezdirmektedir:
“hastanedeki çavuş, bir gece Server çekilip gittikten sonra yüreğindeki kıskançlığın
arttığını duydu, yanındaki arkadaşına açıldı: -Hele ettiğine bak Gürcü?nün... Bizi çağırsa
ya!..”(s.30)
Kişilerin içlerinde barındırdıkları ve çoğu zaman dışa vurmaktan çekindikleri kıskançlıkları,
olayların seyrini değiştirmekle kalmayıp, hikâyedeki çatışmaları da tetikleyen ana unsur görevini
üstlenmektedir. Böylece özellikle üzerinde durulmak istenen toplum psikolojisi daha sistematik bir
biçimde karakterize edilir. Öyle ki yazar, ferdi bir duygudan yola çıkarak toplumsal bir
çarpıklığı/kaygıyı gözler önüne sermek için böylesi bir hikâyeyi vücuda getirmiştir. Şüphesiz ki, o
dönem insanının yaşayışı ve yaşamı yorumlayış yetisi, yazarın kurguladığı anlatının imkânları
çerçevesinde okuyucuya aksettirilmiştir.
2.
Hikâyenin Yapısı
Refik Halit?in “1919?da kaleme aldığı Yatık Emine, hikayeler içinde en uzun, en kuvveti vaka
üzerine kurulmuş olanıdır.” (Aktaş 2004: 80) Altı bölümden oluşan hikâye tamamen bir olay üzerine
kurulmuş olması sebebiyle de Maupassant tarzı hikâyenin özelliklerini taşımaktadır.
Hikâyenin dış yapısı, “Birinci Bölüm”de, Emine?nin kasabaya getirilişini ve teğmenle olan
konuşmasına kadarki yaşananlar; “İkinci Bölüm”de, Emine?nin hapishanede yaşadıkları ve bu olay
üzerine -kaymakam tarafından- hapishaneden çıkışına kadarki yaşananlar; “Üçüncü Bölüm”de,
Emine?nin hastanede hademenin yerine bir süre çalışması ve bunu haber alan Dal Sabri?nin
öfkelenerek bu durumu kaymakama bildirmesi ve bu olaya kadar geçen süreçte yaşananlar; “Dördüncü
Bölüm”de, çaresiz kalan Emine?nin hastaneye geri dönmek için arzuhalciye dilekçe yazdırması ve bu
dilekçeden haberdar olan Dal Sabri?nin Emine?yi kovmasına kadar yaşanan olaylar; “Beşinci
Bölüm”de, Server?in eşya, yiyecek ve içecek alarak Emine?nin evine gitmesi, bu durumun kasabalılar
tarafından anlaşılmasından doğan kıskançlıkları, Sabri?nin Emine?yi çağırtarak dövmesi ve Emine?nin
sokaklara düşmesine kadarki yaşanan olaylar; “Altıncı Bölüm”de ise, Emine?nin ekmek dilenmesi
sırasında hırpalandığını gören arzuhalcinin fırıncıya gösterdiği tepki ve Emine?nin soğuk bir gecede
çavuş ve arkadaşı tarafından evinde ölü olarak bulunmasına kadarki yaşananların anlatımından oluşur.
Son bölümde Yatık Emine, her zaman haksızlıklar karşısında yaptığı gibi, “her zora katlanıp ne
yapılsa sızıltısız boyun eğ(erek)” (s.19) imkânsızlıklar içinde bu acımasız dünyadan ve merhametsiz
insanlar arasından yitip gider.
Yazar ayırmış olduğu bu bölümleri de uygun gördüğü noktalarda zamandan tasarruf etmek
niyetiyle küçük parçalara bölerek hikâyesinin anlatımına daha net bir tavır kazandırır.
2.1.
Olay Örgüsü
“Refik Halit hikâyelerinde baştan sona Maupassant tarzına bağlı kalır ve bu formun güzel
örneklerini verir. Sağlam bir kurgu içinde, daha çok olay örgüsünü öne çıkarır. Olay örgüsünde
çatışma açık bir biçimde okuyucuya sunulur ve sonu çoğu zaman trajik biter.” (Çetişli 2007: 333)
Yatık Emine adlı hikâyenin olay örgüsü “tek zincirli”dir. Olay örgüsünde çok farklı olaylar yoktur.
Olaylar asıl kahraman Emine?nin üzerinde gelişmekte ve bize tamamıyla Emine?nin olayları yaşayış
biçimiyle anlatılmaktadır. Zaman zaman diğer kahramanların olaylar üzerindeki etkisi ise, asıl
kahramanı ön planda tutma ve yine asıl kahramanın olayların akışında göstermiş olduğu tavrı daha net
bir şekilde yansıtma, tüm bunlardan hareketle bireyin toplumla olan çatışmasını yapılandırma,
akabinde de trajik sonunu hazırlama gayretinden ibarettir. Bu bakımdan olay örgüsüsündeki
kronolojik yapı, güçlü bir sebep-sonuç ilişkisiyle desteklenir. Hikâyenin olay örgüsü şu şekildedir:
İl merkezinde olumsuz birtakım olayların doğmasına sebep olan uygunsuz takımından Yatık
Emine?nin Haymana ovasındaki bir kasabaya oturtulmak üzere getirilir. Teğmen Dal Sabri, Emine ile
konuşur ve kasabada olay çıkarmaması için onu bir süreliğine hapse attırır. Kasaba halkı ise, Emine
gibi düşkün bir kadının valilik tarafından memleketlerine gönderilmesine içerler. Emine hapisteyken,
iki mahpus kadın tarafından -çıkarlarına ters hareket ettiği için- dövülür ve bu durumda Emine?yi
suçlu bulan kaymakam onun hapisten çıkarılmasını ister. Hapisten çıkarılan Emine?nin sokakta
kalmasına razı olmayan kalem odacılarından bir ihtiyar onu evinde alıkoyar. Odacının karısı, köylü
kadınların söylemlerinden etkilenip kıskançlık duygularına kapılarak Emine?yi döve döve evden dışarı
atar. Hükümet konağı bu durumdan haberdar olur ve kaymakam -büyük bir sitemle- Emine?nin
hastanede kalmasına izin verir. Emine?nin -inliye inliye- eczane önünde sekiz saat bekledikten sonra
eczacı tarafından yaraları sarılır ve jandarma akşama doğru onu -ite söve- hastaneye götürür. Hastane
kodamanlarının eczanede gelenek haline getirdikleri akşam toplantılarından birinde söz Emine?den
açılır ve Dal Sabri onu durumunu hastane memuruna sorması üzerine aldığı cevaba -kıskançlığının
verdiği duyguların da tesiriyle- öfkelenir. Dal Sabri bir hışımla hastaneye giderek Emine ile konuşur,
ardından sert bir tavırla oradan uzaklaşır. Dal Sabri?nin kaymakama verdiği müzekkere sonucunda
kaymakam da hastane memuruna Emine?nin hastanede kalmasının uygun olmadığını söyler ve Emine
jandarma tarafından belirlenen izbe bir eve yerleştirilir. Hastaneden çıkartılacağı haberini duyan
Emine bu duruma üzülür ve Dal Sabri?ye içerler. Yakın zamanda iş bulamayıp çaresiz kalan Emine
kendisine yardım etmeyi kabul eden -serseri ve yarı deli- arzuhalciyi dilekçe yazmaya ikna eder. Dal
Sabri, jandarmaya havale edilen bu dilekçeyi okuduktan sonra büsbütün öfkelenir ve Emine?yi
odasından kovar. Jandarma tarafından kovulan Emine kalan parasıyla bir şeyler yedikten sonra
hastanede tanıştığı Gürcü Server ile karşılaşır ve gece vaktine kadar bir köşede sohbet ederler. Bir süre
sonra Gürcü Server, eşya ve erzak alarak Emine?nin evine gider ve bunları hem şaşkınlıkla hem de
memnuniyetle karşılayan Emine, o geceyi Server ile geçirir. Server?in Emine ile olan münasebetini
hastanedeki çavuş kıskanır ve bu durumu Dal Sabri?ye kadar ulaştırır. Server, iki günlük nöbet
sebebiyle kasabadan uzaklaşır. Dal Sabri ise olanları duymasının ardından Emine?yi çağırtıp döver.
Dayak yiyip vücudu yara bere içinde kalan Emine kendisine candan bir ahbap saydığı arzuhalciye
gidip konuşur. Bu durumdan rahatsız olan arzuhalci onu dükkânından kovar. Diğer bir taraftan
kıskançlıklarının tesiriyle hareket eden Tatar kadınları, Emine?nin evine girip birtakım eşyalarını
çalarlar. Eşyasız kalan Emine eşyalarının çalındığına kimseyi inandıramaz. Çaresiz kalarak sokaklarda
yardım ve ekmek dilenmeye başlar. Bir gün, komiserin kapısında bekleyen Emine?ye yeni kaydolmuş
bir polis memurunun merhamete gelip para yardımı edeceğini gören komiser bağırır ve olası bir
yardımı engeller. Emine?nin bu çaresizliğini görüp -bir ara- merhamete gelen Dal Sabri ise kendi
tayınından her gün bir ekmek verilmesi için fırıncıya haber gönderir. Fırıncının -bazı günler yaptığı
gibi- Emine?nin daha önceden ekmek aldığını iddia ederek onu kovması üzerine Emine tezgâhın
üzerinden bir ekmek kapıp yer. Emine?nin kaptığı ekmeği zorla elinden almaya çalışan fırıncı
çıraklarını gören arzuhalci tüm bu olanlara -dayanamayıp- müdahale eder ve fırıncıyı azarlar.
Arzuhalcinin hakaretleri üzerine öfkelenen fırıncı, jandarma kumandanına giderek Emine?ye bir daha
ekmek vermeyeceğini söyler. Şikâyet üzerine genç teğmen, bu kararı -o anki öfkesinin de etkisiyle-
onaylar. Ertesi gün -süklüm püklüm- fırına uğrayıp ekmek isteyen Emine?ye artık tayın verilmeyeceği
söylenir. Ekim ayının soğuk bir gecesinde -Server?in evvelce yattığı koğuştaki- çavuş ile arkadaşı -
Gürcü Server?in de böyle yapmasından cesaret alarak- Emine?nin evine gitmeye karar verirler. Eve
varmalarının ardından Emine?yi boş ve metruk evinde -soğuktan buz kesmiş bir şekilde- ölü
bulmalarına içerleyen iki asker, emellerine ulaşamamanın öfkesi ile oradan küfür ede ede uzaklaşırlar.
Vaka halkalarının sıralanışındaki bu sebep-sonuç ilişkisi, olay örgüsünün sağlam bir yapıya
büründürülmesinde ve esere “olay hikâyesi” kimliği kazandırılmasında etkin bir rol oynamaktadır.
Öyle ki vaka halkalarından herhangi birinin eksik olması durumunda olayların akışında belirgin bir
zedelenme görüleceğinden, bu küçük ama “anlamlı parçacıkların” bir bütünü oluşturmadaki görevi
yadsınamayacak kadar önemlidir.
Hikâyede gerçekleşen çatışmaların vaka halkalarının seyrinde farklılıklar yarattığını
belirtmekte fayda var. Hikâyede yer alan, merhamet-acımasızlık, sevgi-sevgisizlik gibi çatışmalar
hikâyeye vücut veren ve olayların seyrini -büyük ölçüde- değiştiren önemli unsurlardır. Bahsedilen bu
çatışmalar, olayların daha canlı bir şekilde ilerleyişini ve gerilimin -hikâye boyunca- üst seviyelerde
tutulmasını sağlamaktadır. Çatışmaların doğmasındaki en büyük etken hiç şüphesiz ki kıskançlıkların
birbiri ardınca yaşanması ve doğacak olan kargaşaları tetiklemesidir. İlk olarak, ihtiyar kalem odacısı,
hapishaneden atılan Emine?nin kendi evinde kalmasına razı gelmiştir. Bir süre sonra kalem odacısının
karısı bu durumdan rahatsızlık duymuş ve kıskançlığının da etkisiyle Emine?yi evden kovmuştur. Bir
başka çatışma ise Dal Sabri?nin, Emine?nin hastanede çalıştığını öğrendiğinde gerçekleşir. Eczaneden
hışımla çıkan genç teğmen içinde barındırığı kıskançlığın tesiriyle Emine?yle konuşmuş ve bu işi onun
hastaneden atılmasına kadar vardırmıştır. Diğer bir çatışma da Gürcü Server?i kıskanan çavuşun tüm
bildiklerini (Gürcü Server ile Emine?nin yakınlığı) Dal Sabri?ye anlatması ile vuku bulmuştur.
Duyduklarının ardından öfkelenen, bir bakıma da kıskanan Dal Sabri, Emine?yi dövmüştür.
Kıskançlığın yanında bir diğer önemli unsur da “merhametsizlik”in sebep olduğu çatışmadır.
Emine?nin yardım görememekten ve parasızlıktan düştüğü çaresizliğe bir aralık merhamet eden Dal
Sabri, Emine?ye her gün bir ekmek vermesi için fırıncıya emir gönderir. Fakat fırıncı hile yaparak,
Emine?nin daha önceden gelip ekmek istediği iddiasıyla onu geri çevirir. Bir gün açlığının vermiş
olduğu cesaretle tezgâhtan bir ekmek kapıp yiyen Emine, fırıncının çırakları tarafından hırpalanır.
Olaya tanıklık eden arzuhalci (İsmail), çıraklara bir tokat atıp, fırıncıya bir küfür patlattıktan sonra
bağırmaya başlar ve -bütün kasaba halkına da küfürler savurarak- hakaret eder. Bu tepki, o zamana
kadar biriken öfkenin açığa çıkmasıdır. Yapılan haksızlıklara yönelik sert bir eleştiridir. Arzuhalcinin
o esnada sarf ettiği sözler, kasaba halkının bu zamana kadarki tavrına karşı beslenmiş olan büyük bir
tepkiyi dışa vurur niteliktedir:
“Hele itlere bak, aç olmasa karı ekmeği koparır mıydı be... (...) Ulan ambarınız zahire
dolu; bir ordu beslenir, elin sıska karısına bir dilim ekmek vermez misiniz? Siz ne alçak
adamlarsınız!” (s.35)
Yatık Emine hikâyesinde görüldüğü üzere, olay örgüsünü var eden en önemli güçler
kahramanlar arası çatışmalar ve kasaba halkının içinde barındırdığı tezatlardır. Kasaba halkının sadece
sözde yaşattıkları “namus” olgusunu hayat değerlerine yansıtamamaları, kahramanların içinde barınan
bu tezadın kaynağını oluşturur.
2.2.
Şahıs Kadrosu
2.2.1. Başkişi
“En önemli karakterler başkişiler (protoganistler)dir; başkişiler iç dünyaları ve hayatları en
ayrıntılı bir şekilde belirtilen karakterlerdir. Bunlar, daha canlı olmasa da, karmaşık bir şekilde,
hikâyenin akışı içinde çatışmalar ve değişme süreçleri yaşa(rlar), tepkilerimizi sürekli ve tam olarak
yönlendir(irler).” (Stevick 2010: 179-180) Hikâyenin başkişisi Emine?dir. Bunu, hikâyeyeye onun
isminin verilmesinden de rahatça anlayabilmekteyiz. Emine?nin dış görünüşü ve karakteristik yapısı
hikâyede geçen şu satırlarda açık bir şekilde gözler önüne serilir:
“Emine zayıf, çelimsiz bir kadındı; fakat çirkin değildi. Duru beyaz, ufacık yüzü
üstünde birbirine uygun insanı şaşırtacak kadar kara, kapkara ve parıl parıl iki gözü vardı.
İnsan gözünden çok bunlar kafese konmuş vahşi, yırtıcı hayvanların içleri hırs ve haşinlikle
dolu, gösterişli, fakat yılgın, ürkek gözlerine benziyordu. Bu gözlerin en önemli özelliği dişiliği
idi; hırsını bir türlü yenemeyen, bir türlü cinselliği bastırılamayan bir kısrak bakışıyle
erkekleri süzerken insanın, damarlarına ılık duygu yayardı. Bu etkiyi kendinde duymayan
yoktu. (...) O harap, hasta, güçsüz vücudunun üstünde bu gözler ne kadar sağlam, ne kadar
sağlıklı ve güçlü dururdu. (...) Emine?nin dudakları da kendiliğinden fazla kırmızı, sanki
boyalı gibiydi. Dudağa allık sürmesini bilmeyen bu memlekette duru beyaz yüz üzerindeki
kırmızılık da çok etkili oluyordu. Sonra onun zayıf, endamsız vücudunda ısınmış bir tuğla gibi
çok yalın, fakat işleyici, sürekli bir sıcaklık vardı.” (s.17-18)
Hikâyede barınan ve gözlerimiz önünde canlı bir tasvir oluşturan bu satırlar, Emine?yi başarılı
bir şekilde okuyucuya tanıtır/yansıtır. Özellikle, Emine?yi erkekler karşısında çekici kılan gözleri,
insan gözünden daha çok “kafese konmuş vahşi, yırtıcı hayvanların içleri hırs ve haşinlikle dolu,
gösterişli, fakat yılgın, ürkek gözlerine” (s.17) benzetilmekte, anlatıcı tarafından Emine karakteri daha
etkili ifadelerle hayatiyet kazanmaktadır. Emine?nin fiziki yapısına karşılık ruhsal yapısı fazlaca
çözümlenmez. Emine yaşamı boyuca çekmiş olduğu zorlukların verdiği sıkıntılara, kasaba halkının
sevgisizliğine ve merhametsizliğine rağmen içinde sevgi taşıyan ve bu sevgisini içtenlikle dışa
yansıtan bir karakterdir. Sevincinin arttığı zamanlarda karşısındaki kişiye -kadın ya da erkek hiç fark
etmez- tepkisini “a kız!” gibi bir ifadeyle belirten Emine, ufak da olsa içinde taşıdığı memnuniyeti
böylesine simgeleştirebilmektedir. Kendisine birtakım kötülükler eden ve rahat bir hayata kavuşmasını
engelleyen Dal Sabri?ye sitem dolu sözler savurmakla beraber, ondan hoşlandığını belirten: “amanın
ne körpe çocuk” (s.24) sözünü de ifade etmekten geri kalmaz.
Emine, yapılan haksızlıklara ses çıkarmayan, zorluklar karşısında boynunu büken ve hakkını
aramak için çaba göstermeyen bir kişiliktir ve yaşamı boyunca hep böyle olmuştur. Böylesi bir mizaca
sahip olması da onun “Yatık Emine” adıyla anılmasına sebebiyet vermiştir. Sin(diril)menin ve
sus(turul)manın en hazin sahnesini, genç polis memurundan bir ekmek parası alacakken komiserin
hiddetle bu durumu engellemesi esnasında yaşar ve “hayatın dayanılmaz sarsıntısını” (s.34) bir kez
daha hisseder. Emine?nin olay karşısında hissettiklerini şu cümleler açıkça vurgulamaktadır:
“Emine?nin uzattığı el boşta kaldı. Hayatın dayanılmaz sarsıntısı bu kadını bir kere
daha yere kapamış sonra her halkası başka biçim sıkıntı ve katlanıştan yapılma bir uzun, ağır
zincir vücuduna dolanarak onu yaralıya, bereliye sürüklemiş, paramparça etmişti. (...) O her
şeye ne derin bir boyun eğişle katlanmıştı. (...) Gözlerini çevirdi, içinden on beş senelik
uğursuzlukların hazmedilmemiş acısı taşan bir bakışla komiseri uzun uzun süzdü. Sonra gene
bir şey demeden, aç kurt gibi üstüne atılıp ısırması, parçalaması gereken bu herife karşı hâlâ
isyan etmek isteği duymadan salına salına hükûmet avlusundan çıkıp gitti.” (s.34)
O zamana kadar böylesi bir “hayınlığa” (s.34) rastlamayan Emine, bu durumda dahi sesini
çıkarmaz, her zaman yaptığı gibi tepkisiz oradan uzaklaşır. Emine hikâyede “merkezi kişi” ve “tematik
güç”tür. Onun üzerine kurulmuş bir olay örgüsü ve yüzleştiği “karşıt güç”ler hikâyenin merkezinde
Emine?nin yer aldığının açık bir kanıtıdır.
2.2.2. Norm Karakterler
Hikâyede başkişiden sonra en fazla öneme ve derinliğe sahip olan norm karakterler, tezat
yaratmak ve okuyucuyu rahatlatmanın dışında başkişinin kusurlarını yansıtma ve somutlaştırma
fonksiyonlarını da icra ederler. (Korkmaz 1997: 298) Bir anlamda söz konusu bu karakterler, kurmaca
dünya içerisinde “araç olmaktan çok bir amacı gerçekleştirebilmek için kullanılan bir araçtır.” (Stevick
2010: 181)
Hikâyedeki tek norm karakter arzuhalcidir. Adının “İsmail” olduğu olayların ilerleyen
safhalarında öğrenilir. Anlatıcının ve kasaba halkının bahsettiği gibi o, delişmen bir adamdır.
Arzuhalcinin anlatıldığı şu ifadeler onun karakterini daha açık bir şekilde vurgulamaktadır: “Bu, reji
kantarcılığından kovulmuş serseri ve yarı deli bir adamdı.” (s.25) Her ne kadar yarı deli, delişmen
sıfatlarıyla anlatılır olsa da iyi bir karaktere sahiptir arzuhalci. Kimi zaman Emine?ye kasaba halkı ve
yaşantısı hakkında bilgiler verir, onu uyarır. Emine?nin haksızlıklar karşısındaki “sesi”, “soluğu” olur.
Onun için -acıklı bir- dilekçe yazmakla kalmaz, ekmek mücadelesinde uğradığı haksızlığa da isyan
eder. Bir anlamda o, “yazarın sözünü emanet ettiği” (Aktaş 2003: 141) bir karakter olarak da karşımıza
çıkar.
2.2.3. Kart Karakterler
Tek bir karakteristik özelliği sembolize eden kart karakterler (Stevick 2010: 182) anlatı
boyunca herhangi bir değişme ve gelişme göstermezler. İşlevsellikleri bakımından “daha çok „hedef
obje?ye varmayı engelleyen karşıt güç grubunda yer alırlar.” (Korkmaz 1997: 300)
Bu anlamda hikâyeki en önemli kart karakter genç teğmen Dal Sabri?dir. Sabri, fiziki
özellikleri itibariyle “daha yeni okuldan çıkmış, pembe, sarışın, tüy gibi ince, güzel endamlı bir
delikanlı(dır). Okulda adı “Dal Sabri” (imiş).” (s.11) Hikâyede onun öfkeli ve fevri bir karaktere
sahip olduğu görülür. Onu öfkeli olmaya ve fevri davranmaya iten temel sebep -hikâyeye de hareket
kazandıran- kıskançlık duygusudur. Karakterinde gizlenen merhamet duygusu, onun anlatıdaki
işlevinde herhangi bir değişime sebep olmaz. Öfkeli, fevri ve kıskanç yapısı ise, olayların akışına yön
veren önemli bir unsur olarak göze çarpar. Bunların yanı sıra Sabri?nin valilikten ve kaymakamlıktan
gönderilen kâğıdı okuduktan sonra göstermiş olduğu “garip bir utangaçlıkla hafifçe kızar(ması)”,
“daha bu cinsten bir işe ilk rastl(aması)” ve “çavuşa acemiliğinden renk verme(mesi)” (s. 11) gibi
tepkiler onun hayat karşısında fazla tecrübe sahibi olmadığını da sezdirir.
Bir gün eczanedeki akşam sohbetinde Emine?nin bahsi geçmesi üzerine hastane memuruna
Emine?yi soran ve onun hastanede hademenin yerine -geçici de olsa- çalıştığını duyan genç teğmen,
aldığı cevap üzerine verdiği tepki sırasında duygularını gizleyemez:
“Dal Sabri?nin yüreği âdeta burkuldu. (...) kılıcını daha çalımla, sanki gözdağı
verirmiş gibi şakırdatarak askerce selâm verdi, çıktı. Bir şeye canı sıkıldığı zaman o böyle
yapar, selâmını askerce verir, kılıcını şakırdatırdı.” (s.20-21)
Dal Sabri, Emine?nin arzularına kavuşmasına engel olduğu için tipik bir “karşıt güç”
konumundadır. Emine?nin istediği rahata -biraz olsun- kavuşuğu esnada hep karşısına çıkar ve onun
mutluluğuna/arzularına “engel” olur. Dal Sabri, tüm bunları Emine?den hoşlandığı, ancak ona sahip
olamadığı için yapar. Sabri?nin içten içe beslediği duygularını, metinde geçen şu cümleler
somutlaştırır:
“Sabri, eni konu hoşlandığı Emine?ye için için kızgındı; gözlerini unutamıyordu; fakat
o kadar seviyesi düşük, bayağı bir kadındı ki elini sürebilmesine imkân yoktu;” (s.27.)
Dal Sabri, olaylar karşısında tepkisini açıkça belli eden ve oldukça öfkeli yapıya sahip bir
insandır. Alfred Adler?e göre “insanın güçlülük eğilimini ve egemenlik hırsını adeta simgeleyen bir
heyecan varsa, o da öfkedir. (…) Güçlülük isteği, söz konusu heyecanın içine girip yuvarlanır; öyle bir
istek ki, düşman gözüyle bakılan kimsenin yok edilişine kadar gelip dayanabilir.” (Adler 2006: 274-
276) Nitekim Dal Sabri?nin, “eni konu hoşlandığı” (s.27) Emine ile birlikte olabilmesine imkân
yoktur. Söz konusu “imkânsızlık onu böyle kötü ve kıskanç ed(er).” (s.27) Kıskançlığın motive ettiği
öfkesiyle de Emine?yi önce çaresizliğe, sonra yoksulluğa, en nihayetinde ölüme sürükleyecek olan
kararlara imza atar.
Hikâyedeki kart karakter fonksiyonuna sahip bir diğer kişi kaymakamdır. Emine hakkında
almış olduğu kararların yanı sıra bu kararları alış esnasında sergilemiş olduğu tavırları onun insani
yönleriyle tanıtılmasına aracı olur. Emine?yi yazmış olduğu dilekçe ile jandarmaya sevk eden
kaymakam, dilekçesinde “kasabanın genel ahlâkının bozulmasına meydan verilmemek için gereken
önlemlerin alınması” (s.11) yönünde uyarılarda bulunur. Bu uyarının altında yatan gizli neden, üst
merciler tarafından sorumlu tutulma ve koltuğundan atılma endişesidir. Nitekim kaymakam,
Emine?nin hapishanede iki mahpus tarafından dayak yemesinin ardından bu endişeyi yaşar ve
Emine?nin derhâl salıverilmesini ister. Sonrasında kalem odacısının karısı tarafından kovulan ve
mahalleli kadınlarca dövülen Emine?nin durumunu haber alması üzerine “Geberseydi de
kurtulsaydık!” (s.19) diye çıkışır. Hasteneye yatırılan Emine?nin iyileştiği halde bir süre daha orada
kalmasına tepki gösterir ve “elin oynağını biz mi besleyeceğiz” (s.23) diyerek onu hasteneden attırır.
Görüldüğü gibi insani yönden zayıf ve yozlaşmış bir karakteri sembolize eden kaymakam,
kasabalılarca “yolsuz davranışları” (s.20) ile de bilinir. Tüm bu nitelikleri ve eylemleri ile o,
Emine?nin arzularına ve mutluluğa ulaşamasına engel teşkil eder, dolayısıyla tipik bir “karşıt güç”ü
simgeler.
Hikâyede “karşıt güç” olması nedeniyle önem arz eden bir başka kahraman ise fırıncıdır.
Fırıncı -anlatıcı tarafından- hikâyede çok belirgin hatlarla çizilmemiştir. Onun önemi, kasaba halkının
karakteristik özelliğini yansıtmasındaki başarısıyla ifadeleşir. Hem yalan söyleyerek Emine?yi müşkül
durumda bırakması, hem de genç teğmen karşısında “onuru kırılmış bir adam davranışıyla” (s.36)
hareket etmesi, onun karakterindeki kötülüğü ve sahteliği açıkça ortaya koymaktadır.
2.2.4. Fon Karakterler
Fon karakterler, “bir an için ilgi merkezi yapılabilir ve derinlik kazanabilirler, fakat bireysel
anlamda önem ve boyut kazanmaksızın tamamen isimsiz birer ses olarak kalırlar.” (Stevick 2010: 180)
Söz konusu karakterlerin anlatıda bulunma sebepleri, kurmaca dünyayı daha gerçekçi hatlarla çizmek,
ele alınan sosyal ortamı en iyi ve ayrıntılı bir biçimde yansıtabilmektir.
Bu bağlamda hikâye içerisinde öne çıkan, ancak olayların akışında isimsiz bir ses olarak kalan
fon karakter Gürcü Server?dir. Server, hikâyede bulunduğu zaman içinde iyi olup, iyi kalabilmeyi
başaran birisidir. Fonksiyonel anlamda o, Emine ile kurduğu yakınlık çerçevesinde okuyucuya sunulur
ve hikâyede kurulmaya çalışılan sosyal ortamın önemli bir parçası olur. Gürcü Server anlatıcı
tarafından şu cümlelerle tanıtılır:
“meşe gibi sağlam, gürbüz delikanlı. (...) O ne şehirler görmüş, ne macerlar geçirmiş,
yiğit bir adamdı; bu memlekette zevksizlikten bunalmıştı; kaçıp başka bir tarafa gidecekti
amma askerliğini bitirememişti.” (s.27)
Hikâyedeki diğer fon karakterler ise, Rum eczacı, ihtiyar kalem odacısı ve karısı, Emine?yi
döven iki mahpus, hastane memuru (Urfalı), tapu memuru, Hanife kadın (hademe), çavuş ve arkadaşı,
fırıncının çırakları, arzuhalci ile konuşan sarıklı ve kasaba halkıdır. Saydığımız bu kişiler, “dekoratif
unsur durumundaki kahramanlar” (Aktaş 2003: 142) olarak da adlandırılır.
2.3.
Zaman
Hikâyedeki zaman akışı kronolojik bir karaktere sahiptir ve vaka zamanı ile anlatma zamanı
çakışır vaziyettedir. “Akşamüzeri, geç vakit, jandarma teğmeni kalemden çıkarken çavuş odaya girdi:
Selam verip bir kâğıt uzattı:” (s.11) cümlesiyle başlayan vaka süresi, yaklaşık olarak beş aylık bir
zaman dilimini kapsar. Beş aylık süre zarfında cereyan eden olaylar, yazara has bir tutumla ayıklanır
ve verilmek istenen mesaj doğrultusunda hikâyeye aktarılır. Bir bakıma yazar, anlatmak istedikleri
üzerinde yoğunlaşarak zamandan tasarruf eder. “Her yazarın zamana tasarrufu ve zamana yüklediği
anlam ve işlev, doğal olarak, farklıdır. Bu farklılığı tayin eden etken, yazarın dünya görüşü, tecrübesi,
zihniyeti, olaylara bakış tarzı ile yorumlama yeteneğidir kuşkusuz.” (Tekin 2008: 121) Hikâyedeki
zaman unsurunun işlevi, Anadolu coğrafyasına ait bir kasabayı tanıtma, üzerinde yaşayan halkı
sosyokültürel ve psikolojik anlamda açımlama ve söz konusu kasabaya gönderilen düşkün bir kadının
yüzleştiği/yüzleştirildiği zorluklar ile trajik sonunu anlatma gayeleriyle belirlenir. Bu gayeler kurmaca
dünyadaki sosyal yaşamın bir parçası olur ve böylelikle zamana yüklenen anlam -yazarın dünya
görüşü, tecrübesi, zihniyeti, olaylara bakış tarzı ve yorumlama yeteneğiyle- bütünlük kazanır.
Yazar, hikâyedeki zaman akışını “Bir gün” (s.16), “akşama doğru” (s.19), “Gene böyle bir
akşam” (s.20), “Ertesi gün” (s.28), “bir gece” (s.30), “Ekim ayı içinde (…) sert bir geceydi” (s.36)
gibi ifadelerle belirler, böylelikle önemli gördüğü ve/veya anlatmak istediği olayları aktararak zamana
akıcılık kazandırır.
Hikâyenin yaşandığı zamana, yani sosyal/tarihi zamana değinmek gerekirse, olayların 19.
Yüzyıl Osmanlı Devleti zamanında geçtiği söylenebilir. Bu durum, Emine?nin jandarmaya ifade
verdiği sırada anlaşılır:
“adım Emine, babamın adı Abdullah, anamınki Hürmüz... Üç yüz yirmide doğmuşum,
rumî hesap hamidiyemde öyle kayıtlı imiş.” (s.14)
Emine?nin burada vermiş olduğu bilgiler olayların yaşandığı zamanı bizlere sezdirmektedir.
“Hamidiyemde” ifadesi II. Abdülhamit döneminde yapılan bir nüfus kayıt uygulamasıdır. Ayrıca
tarihlerin de eski takvimin kaidelerine göre belirtilmesi, askerde “kılıç” (s.15) kullanılması, uzunluk
ölçüsü olarak “endaze” (s.28) ifadesinin dile getirilmesi, kasabada “sarık” (s.36) giyilmesi dönemin
yaşayışına has özellikleri açıklayan diğer önemli unsurlardır. Zira “bir dönem moda olan giysi, eşya,
mobilya tarzı ve toplumsal alışkanlıklarla da zamanı somutlaştırmak mümkündür.” (Tekin 2008: 126)
2.4.
Mekân
Hikâyedeki mekân unsuru, kültürün, yaşayışın ve hayata bakışın simgeleşen tavrıdır. Bu tavır,
kasaba coğrafyasının yapısı ile kasaba halkının mizacı arasındaki karakteristik bir etkileşimle varolur.
Mekânın insanla etkileşimi hikâye boyunca güçlü bir ilişkiyi yansıtacak ve her iki olgunun (mekân-
insan) varlığı büyük bir benzerliği gözler önüne serecektir. Coğrafyanın fiziki yapısı şu ifadelerle
yansıtılır:
“Ankara?ya iki gün öte, ana yollardan aykırı küçük bir kasabaydı. İki gün bitmez
tükenmez yokuşlar çıkılarak bin yorgunlukla gücü tükenmiş ve ezilmiş durumda gelindiği
halde orada ne oturulacak bir kahve, yatacak bir han bulunmaz; şu çıplak kuru memlekete
varmak için neden bu kadar yollar aşılıp güçlükler çekildiğini insan bir türlü anlamazdı.
Soğuk, barınılmaz bir bir kışı; susuz, dayanılmaz bir yazı vardı.” (s.12)
Tüm bunlarla birlikte mekânın bir de manevi bir boyutu vardır:
“Haymana Ovası?nın ortasında, en yüksek bir yerde gözcü gibi bekleyen kasaba,
kerpiç evleri ve ağaçsız sokaklarıyla ne kadar zevksiz, yürek karartıcıydı.” (s.12)
Sözü edilen hâl süphesiz ki anlatıcının vurgulamak istediği bir kavramı ilişkilendirir
niteliktedir. Mekân, anlatı boyunca gözlerimize olumsuz yansıtılacaktır. Olaylara sahne olan
mekânlarda sürekli olarak bir marazilik ve zevksizlik söz konusudur. Kasabanın (genel olarak),
Emine?ye tutulan evin (“Ona buldukları ev, kasabanın ucunda, göçmenlere ayrılmış ücra mahallenin
en izbe bir köşesindeydi. Bomboştu, ne minder, ne şilte, ne perde...” (s.24)), hastanenin (“Hastane de
şurada idi. (...) odalara bakmıştı; havasız, kirli yerlerdi; batmaya başlayan güneşin ışıkları sık demir
parmaklıklı küçük pencerelerden içeri giremediğinden her yönü loşluk bürümüştü. Avlu biraz
asitfenik, biraz da aptesane ve çirkef kokuyordu; hava değişimine uğrayan askerlerden ölen çoktu;
delik tıkandığında teneşirin sabunlu suları etrafa taşıyor, her zaman yenisi döküldüğünden batak bu
kızgın güneş altında bile kurumuyordu.” (s.21-22)) ve sokakların tasvirinde buna geniş ölçüde tanık
olunur.
Mekânın fiziki yansıma ve etkileşimlerinin yanı sıra işlevsel boyutuna da değinmek yerinde
olacaktır. Zira “realistler, mekâna bakış konusunda yeni bir felsefe ve boyut getirirler. Böylece mekân,
olaylar için gerekli „fon? aracı olmanın ötesinde işlevsel (fonksiyonel) bir özellik kazanır.” (Tekin
2008: 137) Böylesi bir tavır bizleri doğrudan doğruya “anlatıcının niyeti”ne götürür. Anlatıcının
niyetinde mekân, sadece üzerinde yaşanan bir yer olarak belirtilmez, insanlarla olan en derin
münasebeti ile de aktarılır. Bu durum, realist yaklaşımın edebî esere kazandırmış olduğu bir bakış
açısıdır. Realist anlayışta insanların ruh hali, içinde bulundukları mekâna yansır ya da bunun tam tersi
olarak mekân unsuru insanların ruhsal durumları üzerinde geniş bir etkiye sahiptir. Bu bağlamda
hikâyedeki coğrafya/mekân, üzerinde yaşayan insanların psikolojik, kültürel ve ekonomik konumlarını
açımlayan, tanımlayan ve belirleyen bir işleve sahiptir. Nitekim kasaba halkının karakterinde barınan
tüm olumsuzlukların kaynağını, üzerinde yaşadıkları coğrafyanın/mekânın özellikleri ve şartları
oluşturur:
“Burası Ankara?ya iki gün öte, ana yollardan aykırı küçük bir kasabaydı. (…) Yöreye
oranla o kadar yolsuz ve yüksekti ki sanki buraya insanlar yokuşları tırmana tırmana değil,
gökten serpilerek gelmişler ve inmeğe iz bulamayarak öyle, dünyaya ilgisiz bir küme halinde
kalmışlardı. (…) Zaten yöredeki halk ile kolayca buluşup ilişkiye girişememek yüzünen bu
kasaba gayet geri, gayet uyuşuk ve atılımsız kalmıştı. Ne gençlerinde hayatın ilk tatlarını
duymaktan gelen bir iştah, bir sıcaklık; ne de ihtiyarlarında rahat bir yaşlılığın verdiği
çubuklu, hikâyeli bir keyif... Kadınlar ise taş gibi duygusuz, kütük kadar hareketsiz ve
donukturlar.” (s.12)
Mekânın işlevsel boyutu, Emine?nin hikâye içerisindeki varoluşundan yok oluşuna doğru akan
süreçte daha da derinlik kazanır. Hikâyenin başlarında “huyunu düzeltmek için bu donuk kasabaya
gönderil(en)” (s.13) Emine, söz konusu bu yalıtık coğrafyada/mekânda ahlâkını düzeltecek ve
kendisini topluma kazandıracak hiçbir olumlu gönderme ile karşılaşmaz, âdeta çaresizliğin,
yoksulluğun, yalnızlığın çıkmazına bırakılır ve yaşamdan koparılarak ölüme terk edilir. Hikâyenin
başından sonuna dek tüm olumsuz taraflarıyla çizilen mekân, bir anlamda işlevini yerine getirmiş olur.
Mekânlar; jandarma komutanlığı, Emine?ye bulunan -izbe- ev, hastane, kadınlar hapishanesi,
kalem odacısının evi, kasaba sokakları, eczane, arzuhalcinin dükkânı, hamam, kireç ocağı, hükümet
avlusu.
2.5.
Bakış Açısı ve Anlatıcı
Hikâyenin anlatımında, “hâkim bakış açılı anlatıcı”nın varlığı söz konusudur. İtibari âlemin
her şeyi bilen, gören ve sezen bir Tanrısı vardır ve olayların gelişimi onun ellerindedir. “Kelimenin
tam anlamıyla o, her şeyin üstünde ve her şeye hâkimdir. Böyle bir güç ve yetenekle donatılmış
anlatıcı (the omniscient narrator), aslında gerçek dünyaya ait olan yazara, yarattığı kurmaca (gerçeksi)
dünyada yer alan kahramanlarının duygu ve düşüncelerini sunma/anlatma yönünde geniş imkânlar
sağlar.” (Tekin 2008: 50) Nitekim anlatıcı, kahramanların karakteristik özelliklerini,
yaşananlar/yaşanacaklar karşısında takındıkları/takınacakları tavrı en ince ayrıntısına kadar bilir ve
tüm bunları lüzum gördüğü esnada okuyucuyla paylaşır. Hatta kahramanın (Emine) yüzleştiği
zorluklar ve acımasızlıklar karşısında düştüğü müşkül durumu yorumlama gereği duyar. Bir bakıma
bu yorumlama aracılığıyla anlatıcı, kasaba halkına duyduğu sitemi dışa vurur:
“Emine?nin uzattığı el boşta kaldı. Hayatın dayanılmaz sarsıntısı bu kadını bir kere
daha yere kapamış sonra her halkası başka biçim sıkıntı ve katlanıştan yapılma bir uzun, ağır
zincir vücuduna dolanarak onu yaralıya, bereliye sürüklemiş, paramparça etmişti. Bu manevi
değil âdeta elle tutulur bir zincirdi... Bu, benzetme değil, işin doğrusuydu. O her şeye ne derin
bir boyun eğişle katlanmıştı. Fakat bu kadar hayınlığa şimdiye kadar rastgelmemişti.
Gözlerini çevirdi, içinden on beş senelik uğursuzlukların hazmedilmemiş acısı taşan bir
bakışla komiseri uzun uzun süzdü. Sonra gene bir şey demeden, aç kurt gibi üstüne atılıp
ısırması, parçalaması gereken bu herife karşı hâlâ isyan etmek isteği duymadan salına salına
hükûmet avlusundan çıkıp gitti.” (s.34)
Anlatıcının burada takındığı tavır ve olaya karşı yaklaşımı, Emine?nin bu zamana kadar
yaşamış olduğu zorluklarla, o an karşılaştığı acımasızlığı ifade ederken merhamet duygularını açığa
çıkarmasından ibarettir. Anlatıcı, Emine?nin karşı karşıya geldiği “hayınlığı” (s. 34) yüzeysel olarak
anlatmaz, onun Emine?de bıraktığı derin izleri ve acıyı da gözler önüne serer.
Olayların aktarımı sırasında kahramanlar üzerinde çok ayrıntılı bir psikolojik tahlilden
bahsetmek söz konusu değildir, ancak kahramanların olaylar karşısındaki duyuş ve düşünüşleri -
zayıfta olsa- okuyucuya yansıtılır. Anlatıcı daha çok toplum psikolojisini ele alır. Tüm bunlarla
birlikte anlatıcı olayları anlatırken ve mekânları tanıtırken zengin bir gözlem gücünden faydalanır ve
sezdirmek/yansıtmak istedikleri güçlü bir etkileşim (insan-mekân ilişkisindeki yaklaşım) aracılığıyla
hikâyeleşir.
3.
Hikâyenin Dili, Anlatım Tarzları ve Üslûbu
Refik Halit Karay, yaşadığı devrin olanakları göz önüne getirilip değerlendirildiğinde birçok
açıdan farklılıklarıyla öne çıkan bir şahsiyettir. Bu farklılığı, yazımızın başlarında da dile getirdiğimiz
üzere, o dönem edebiyatına farklı bir muhtevayla (Anadolu?yu ve insanını hikâyelerine yansıtarak)
dâhil olmasından ve halk tarafından konuşulan Türkçenin olanaklarını eserlerine taşımasından dolayı
sağlar. Öyle ki Refik Halit, “açık, sade ve terkipsiz bir dille yazdığı roman ve öyküleri kadar mizahi
yazılarıyla da tanınmış bir yazardır. Doğrudan doğruya katılmamakla birlikte, 1912?de Yeni Lisan
hareketinden sonra edebiyat dili olarak yaygınlaşmaya başlayan İstanbul Türkçesini en güzel kullanan
yazarlardan biri olarak milli edebiyatın oluşumunda en büyük paya sahip yazarların başında
gelmektedir.” (Tanzimat?tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi 2010: 603) Tüm bu özellikleri o
döneme getirilen farklı bir soluk ve farklı bir bakışla sağlayan Karay, söz konusu tavrını Memleket
Hikâyeleri?nde, dolayısıyla Yatık Emine adlı hikâyesinin dilinde de takınır.
Yatık Emine adlı hikâyenin kelime kadrosunda, olayların yaşandığı döneme ait kelimelere
(hamidiye, mutasarrıf, kalem, “üç yüz yirmi” senesi, müzekkere, endaze) rastlamak mümkündür. Bu
kelimelerin birçoğu eserin vücuda geldiği dönemin diliyle olayların anlatıldığı dönem arasında
yakınlığı bizlere işaret eder.
Hikâyenin anlatımına farklılık kazandıran bir başka durum ise “anlatım tarzları”dır. Bunlar:
“tahkiye”, “tasvir”, “diyalog”, “açıklama/yorumlama”, “tahlil/iç çözümleme” ve “gösterme”dir. Bahsi
geçen tüm bu anlatım tarzlarının metinde geçen -somut- hâlleri şöyledir:
Olayların ilerleyişini sağlıklı bir kronolojiyle veren “tahkiye” tarzı anlatma tekniği, metinde
geçen şu cümlelerde açıkça uygulanır:
“Jandarma kumandanı kapının önünde sesler duyunca tavrını büsbütün ağırlaştırdı.
İçeri, arkasından rengi atmış siyah bol çarşaf, yazma peçesi inik, elleri pelerininin altında
saklı ufak tefek, sıkılgan ve korkak bir kadın girdi; hemen oracıkta, eşiğin yanında durdu.”
(s.13)
Anlatma esasına bağlı edebî metinlerin vazgeçilmezi sayılan bir başka teknik ise “tasvir”dir.
Yazar, kahramanlarını daha canlı bir kimliğe büründürmek ve onların silüetini daha keskin hatlarla
çizmek için böylesi bir tekniğe başvurur. Aşağıdaki cümleler metindeki tasvir gücünü belirler
niteliktedir:
“Emine zayıf, çelimsiz bir kadındı; fakat çirkin değildi. Duru beyaz, ufacık yüzü
üstünde birbirine uygun insanı şaşırtacak kadar kara, kapkara ve parıl parıl iki gözü vardı.”
(s.17)
“Sıkı sıkı yüzüne çekip çenesinin altından iğnelemiş olduğu, üzeri mor ve beyaz dallı
yazma peçesinin arkasında gözlerinin canlılığı farkolunuyor, bu gergin tülbendin bastırdığı
burnunun ucu da beyaz, toparlak bir benekle yüzünün tam ortasında göze çarpıyordu.” (s.14)
“Diyalog” tekniği, kahramanların fikir yapısını ve olayları değerlendirme yetisini okuyucunun
zihninde -daha yapıcı ifadelerle- belirginleştiren en önemli unsurlardandır. Hikâyede yer alan
diyaloglar kısadır. Bu durumuna, anlatıcının belirtmekte fayda gördüğü gerek tasvirler gerekse olayları
açığa kavuşturan cümleler neden olur:
“Emine dedi ki:
-Bizi görürler lâf olur...
Server:
-Öyle ise gel, nah şuracıkta kireç ocağı var, siper yer rahat rahat konuşuruz” (s.27)
“Açıklama/yorumlama” tekniğine ise, Emine?nin düşmüş olduğu hazin durumun ardından
anlatıcının olaya müdahalesi esnasında -okuyucuya- aktarılan şu cümleler iyi birer örnek olacaktır:
“Emine?nin uzattığı el boşta kaldı. Hayatın dayanılmaz sarsıntısı bu kadını bir kere
daha yere kapamış sonra her halkası başka biçim sıkıntı ve katlanıştan yapılma bir uzun, ağır
zincir vücuduna dolanarak onu yaralıya, bereliye sürüklemiş, paramparça etmişti. Bu manevi
değil âdeta elle tutulur bir zincirdi... Bu, benzetme değil, işin doğrusuydu. O her şeye ne derin
bir boyun eğişle katlanmıştı. Fakat bu kadar hayınlığa şimdiye kadar rastgelmemişti.
Gözlerini çevirdi, içinden on beş senelik uğursuzlukların hazmedilmemiş acısı taşan bir
bakışla komiseri uzun uzun süzdü. Sonra gene bir şey demeden, aç kurt gibi üstüne atılıp
ısırması, parçalaması gereken bu herife karşı hâlâ isyan etmek isteği duymadan salına salına
hükûmet avlusundan çıkıp gitti.” (s.34)
“Tahlil/iç çözümleme” tekniği, doğrudan doğruya olmasa bile bazı durumlarda karakterlerin
hâllerini daha sağlıklı ifadelerle yansıtmak için devreye sokulur. Dal Sabri ve Emine?nin iç dünyasını
sezdirebilen, “Dal Sabri?nin âdeta yüreği burkuldu.” (s.20) ve “Emine rahatın tadını aldıktan sonra
ilk defa şu değişiklikten, şu yoksulluktan üzüntü duymuştu!” (s.24) gibi cümleler kahramanların
duygularında -o anda- beliren ve satırlardan dışa yansıyan -soyut- hâlleridir.
Hikâyede anlatılan mekânı daha hızlı bir biçimde okuyucuya yansıtan “gösterme” tekniği,
hikâyede zaman zaman başvurulan önemli anlatım unsurlarındandır:
“Ona buldukları ev, kasabanın ucunda, göçmenlere ayrılmış ücra mahallenin en izbe
bir köşesindeydi. Bomboştu, ne minder, ne şilte, ne perde...” (s.24)
“Şimdi oda, döşeli, pencere perdeliydi; ocakta ateş, duvarda lâmba vardı.” (s.30)
Görüldüğü üzere Refik Halit Karay, anlatma tekniklerini kullanma konusunda farklılıklardan
yararlanır ve eserini bu farklılıklar çerçevesinde vücuda getirir. Kahramanlarını konuştururken basit ve
gereksiz şive taklitlerine gitmez, onları olması gerektiği gibi yansıtır. Bir bakıma Anadolu insanının
dilinde yaşayan, dolayısıyla konuşulan Türkçenin tüm imkânlarından yararlanarak kendine has bir
üslûp oluşturan yazar, eserine bu imkânların sağladığı ve/veya sunduğu yalınlıkla can verir.
SONUÇ
“Muhteva”, “yapı” ve “dil, anlatım, üslûp” üçgeninde şekillenen bu çalışmamız, Refik Halit
Karay?ın hikâyecilik anlayışını -şüphesiz- belli ölçülerde çözümleme gayreti taşımaktadır. Ancak söz
konusu tahlilimiz esnasında, şimdiye kadar onun sanat anlayışı ve hikâyeci kimliği hakkında yapılmış
olan tespitleri somut bir biçimde görmek, hikâye ile ilişkilendirmek ve en nihayetinde dile getirmek
asıl gayedir.
Yazın hayatına “sanat şahsi ve muhteremdir” görüşü etrafında birleşen Fecr-i Ati topluluğu
içerisinde başlayan Refik Halit Karay, 1913-1918 yılları arasında sürgün olarak bulunduğu Anadolu
coğrafyasını ve insanını yakından tanıma fırsatına erişerek bu insanların meselelerini, yaşayış
tarzlarını, yaşamı yorumlayış yetilerini, kültürel ve psikolojik durumlarını “Memleket Hikâyeleri” adlı
eserinde derinlemesine işler. Maupassantvâri anlayışla kaleme alınan bu hikâyeler, gerek etkileyici
vakalar üzerine inşa edilmelerinden, gerekse titiz bir gözlem gücü ve sade bir Türkçe ile kaleme
alınmalarından ötürü güçlü bir realizm örneği teşkil ederler. Öyle ki incelemiş olduğumuz Yatık Emine
adlı hikâyede bahsi geçen tüm bu özellikleri somut bir biçimde görebilmek mümkündür. Zira
hikâyenin muhtevası ve entrik kurgusu, kahramanların fizikî ve psikolojik açılardan canlandırılmaları,
hikâyedeki sosyal zamanın işleyişi/yansıyışı, bahsi geçen coğrafyanın/mekânın insan ile olan
etkileşimi ve anlatıcının bunları tüm yalınlığıyla aktarması, söz konusu ettiğimiz güçlü realizmin
varlığını eserin dünyasına taşıyan temel unsurlardır. Bu bağlamda daha çok bireyden yola çıkarak
topluma açılan bir psikolojik durumu hikâye içerisinde açımlamak isteyen yazarın seçmiş olduğu konu
da, onun realizmini Anadolu insanının meseleleri ile bütünleyen bir faktör olarak göze çarpar. Tüm
bunlara ilaveten söz konusu hikâyenin dili, anlatım tarzları ve üslûbundaki canlılık ve akıcılık ise,
İstanbul Türkçesini kullanmaktaki ustalığıyla bilinen yazarı daha etkin bir biçimde okuyucu karşısına
çıkarır. Nitekim “Ben Anadolu?yu bir köylü olarak değil, varlıklı bir şehir delikanlısı olarak gördüm
ve anlattım” (Kudret 2004: 162) diyen Refik Halit, bu cümlesi ile edebî gayesini dile getirir, Yatık
Emine adlı hikâyesiyle bu gayeyi başarıyla icra eder, devrinin hikâyecilik anlayışına yeni bir ufuk ve
farklı bir bakış açısı kazandırır.
KAYNAKÇA
ADLER Alfred (2006). İnsanı Tanıma Sanatı, Çev.: Kâmuran Şipal, İstanbul: Say Yayınları.
AKTAŞ Şerif (2003). Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Ankara: Akçağ Yayınları.
AKTAŞ Şerif (2004). Refik Halit Karay, Ankara: Akçağ Yayınları.
ÇETİŞLİ İsmail (2007). “Refik Halit Karay”, II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ankara:
Akçağ Yayınları, s.330-335.
GARİPER Cafer (2007). “Fecr-i Ati Topluluğu”, Türk Edebiyatı Tarihi, C:3, İstanbul: T.C. Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.151-172.
KARAY Refik Halit (2000). “Yatık Emine”, Memleket Hikâyeleri, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, s.11-
38.
KORKMAZ Ramazan (1997). Sabahattin Ali, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
KUDRET Cevdet (2004). Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, C:2, İstanbul: Dünya Kitapları.
STEVICK Philip (2010). Roman Teorisi, Çev.: Sevim Kantarcıoğlu, Ankara: Akçağ Yayınları.
Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2010). C:2, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
TEKİN Mehmet (2008). Roman Sanatı 1, İstanbul: Ötüken Yayınları

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 28393

ulkucudunya@ulkucudunya.com