NİYAZİ YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU (1929 – 1992)
01 Ocak 1970
DESTAN BURCUNDA BİR ŞAİR
Destanlar, bir milletin geçmişiyle – tarihiyle arasındaki göbek bağının, o milletin mazisine olan hayranlık ve hayret duygularının bir ifadesidir. Üzerinden asırlar geçen olayların, o günleri yaşıyormuşçasına anlatılmasıdır destanlar… Şiirin insan ruhuna aşıladığı heyecan ve duygu kokteyli, destanlar söz konusu olduğunda kifayetsiz kalır. Büyük bir coşku iksiridir destanlar. Tarihinin coşkusunu iliklerine kadar hissedenler içinse tam anlamıyla galeyandır. Türk edebiyatında ilk örnekler destan türü üzerine olmuştur. Türk edebiyatı geleneği içinde destan terimi, birden fazla nazım şekli ve türü için kullanılmıştır. Mesnevilerin bir bölümü, manzum hikayeler, koşma ve mâni dörtlüklerinin bir bölümü destan olarak anılmıştır.
Batı edebiyatında “epope” olarak adlandırılan bu eserler, milletlerin hayatında önemli yankılar uyandırmış, kahramanların veya tarih olaylarının millet muhayyilesinde ortak sembol ve ifadelerle zenginleştirilmiş uzun, manzum hikayeleridir.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Türk edebiyatında “destan şairi” olarak tanınmış ve bu alanda unutulmayacak eserler bırakmıştır. O, hemen bütün çalışmasını yeni edâda milliyetçi bir şiire, özellikle Türk tarihinin destan zenginliklerine ayırmıştır. Çok yazılmış ve aşınmış olan bu konulara, İslamî – millî ve inançlı taze yorumlarla yeni bir üslup ve hayat getirmiş olan Gençosmanoğlu’nun taklitsiz başarısı dikkat çekicidir.
Ağın’da Geçen Günler
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, destan yazma geleneğimizin önde gelen şairlerindendir. Gençosmanoğlu’nun ailesine “Tatarağasıgil” denir. Bu lâkap, padişah fermanı ile Genç Osman’ın oğluna tevdî edilen “tatarağalığı” vazifesi münasebetiyle verilmiştir. Babası Mehmet Sabit Gençaydın’dır. Baba tarafından dedesi Ali Efendi, onun babası Osman Ağa, onun babası Burhan Ağa, onun babası Numan Ağa, onun babası da Genç Osman’dır. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun dedesi Ali Efendi medrese tahsili görmüş ve imamlık yapmıştır. Ali Efendi’ye kadar medrese tahsili yapan bilinmemektedir.
1929’da Ağın’da, Gençosmanoğlu ailesinin altıncı çocuğu olarak dünyaya gelen Niyazi Yıldırım, çocukluğunun büyük bir bölümünü Ağın’da geçirir. Niyazi Yıldırım’ın ilkokula başladığı yıllarda, ailenin Ağın’a beş km. mesafede “Enerle” denilen çiftlikleri vardır. Okul haricindeki zamanını bu çiflikte geçiren Niyazi Yıldırım, çocukluk döneminde dahi, verilen her işi başarıyla yerine getirmiştir.
Evliliği ve çocukları
1946 – 1947 eğitim öğretim yılında Akçadağ Köy Enstitüsü’nden mezun olur olmaz, Romanya’dan göç eden Türkler’in ikamet ettiği, Elazığ Merkez Bizmişen köyünde öğretmenliğe başlar. İşte bu yıl köyde tanıştığı göçmen kızı Naciye Hanım’la evlenir. Naciye Hanım’dan Talat, Nihat ve Mefkure adlarında üç çocuğu dünyaya gelir. Ne yazık ki iki oğlu ve bir kızı olmasına rağmen bu hanımla imtizâç edemez ve Elazığ’ın Palu kazasına bağlı Kirve köyündeki öğretmenliği sırasında tanıştığı Kıymet Hanım’la evlenir. Kıymet Hanım, Niyazi Yıldırım’la evlendiğinde, şairin kardeşleri Ömer Faruk ve Nevzat beylerin ifadesiyle, Türkçe bilmemektedir. Bu evlilik üzerine, ilk eşi çocuklarını alarak babasının evine döner.
Şiirinin Kudreti Harput’tan
Edebiyat dünyamız, Gençosmanoğlu’nu ilk olarak, “Orkun Dergisi”nde ve başka milliyetçi yayın organlarında çıkan şiirleri ile 1950’li yıllarda tanıdı. Yıldırım Niyazi Gençaydın’dı o zaman ki ismi. Köy enstitülerinden yetişmiş nadir Türkçü öğretmenlerden biriydi Gençosmanoğlu. Elazığ’ın köylerinde yöresinin çocuklarını millî bir ruhla yetiştirmeye çalışıyor, bir yandan Türk Milliyetçiler Derneği’nde Türkçü çalışmalara katılıyor, bir yandan da küçük yaşlarında başladığı şairlik serüvenini sürdürüyordu. Gençosmanoğlu, şiirinin kudretini, doğum yeri olan Harput – Ağın çevrelerinde, türkülerde, Halk, Divan, Tekke şairlerimizce işlenen zengin lisandan alıyordu. Tabiî olarak, şiirlerinde millî temalara ağırlık veriyor, yurt ve millet sevgisini Türk kahramanlığını dile getiren mısralar kaleme alıyordu. O yıllarda okuduğu Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” romanlarından çok etkilenmiş; bu, onun şiirdeki yolunu çizmesini sağlamıştı.
Bozkurtların Destanı’nı Yazıyor
Niyazi Yıldırım’ın Türk destanlarına karşı merakı, gencecik bir öğretmenken Nihal Atsız’ın o yıllarda çok sevilen ve Göktürkler gibi dış Türkler’e de tutkun nesillerin yetişmesinde büyük payı bulunan “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” adlı eserlerini okuması ile başlıyor. Kendisi, “Bozkurtların Destanı” kitabının girişinde, bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Bu kitap yaşayışları gerçek bir destan olan Göktürk atalarımızın, tarihin bir dönemindeki çetin uğraşlarını anlatır. Nihal Atsız tarafından yazılmış olup 9. defa basılan ‘Bozkurtların Ölümü’ adlı büyük roman, destanımızın konusu ve kaynağı olmuştur. Coşkun bir haz ve sonsuz bir heyecanla okunan romanı nazma çekmenin ne gereği vardı; denilebilir. ‘Bozkurtların Ölümü’nü genç bir köy öğretmeni iken okumuştum. Üzerimdeki etkisi aylarca süren bu kitabı, sonraları defalarca okuyarak âdeta ezberlemiştim. Ezberlemekle de hızımı alamamış olacağım ki, onu nazma çekmek; böylece, büyük yazarın heyecanlarını aynen tatmak ve kahramanlarla omuz omuza bulunmak istedim. İlk çalışmalarımı Nihal Atsız beğ görmüşler ve teşvik etmişlerdi. Bu teşvik, benim için hem büyük bir güç kaynağı, hem de büyük bir lütuf olmuştur.”
Sessizlik Dönemi
Nihal Atsız’ın romanlarından çok etkilenen ve mesaisinin neredeyse tamamını birer “mensur destan” olarak adlandırdığı bu romanlardaki olayları ve seçkin kahramanları şiir diliyle de destanlaştırmaya ayıran Niyazi Yıldırım, bu çalışması nedeniyle uzun süre sessiz kaldı. Ve çalışmalarının ilk örneklerini 1960’lı yılların dergilerinde, “Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu” imzası ile yayınlamaya başladı. Gençosmanoğlu, Atsız’ın romanlarında daha çok ırkî ve kavmî olan bilgi ve duyguların üstüne, zaman içinde, İslâmî bilgi ve sevgilerini, özellikle Osmanlı tarihine hayranlıklarını da katmıştır. Yaşadığı Harput çevresinden gelen Selçuklu – Artuklu ruhu üzerine Yahya Kemal, Arif Nihat Asya, Mehmet Akif ve Ziya Gökalp’in fikir, duygu ve sanatlarından derin tesirler eklemiştir.
Yesevî’nin Dilinden…
Tarihimizi yücelten bu değerlerin ifadesine birçok şiirlerinde rastlıyoruz. O anlatışlardan birini de “Destanlarda Uyanmak” şiirinde görüyoruz. Hazret-i Pir-i Türkistan, Hoca Ahmet Yesevî’nin, Rûm’a (Anadolu’ya) Alperenler gönderişi sırasında Ahmet Yesevî diliyle söylenen şu öğütler İslâm – Türk’ün, temel felsefesidir.
Gazi alp erenler işe koyulun
Gayri söze vakit az verilmeli
Bidevi atlara rüzgârca soluk
Ve Yıldırımlarca hız verilmeli
Şanlı Kitab önderiniz kılındı
İmân, sancak gönderiniz kılındı..
İklîm-i Rûm minderiniz kılındı
Ol mindere kavî diz verilmeli
Görülüyor ki, bu şiirde Ahmet Yesevî diliyle verilen öğütler, yukarıda anlatılan, İslâm Türk’ün cihan hakimiyeti, İslâmî insaniyetçilik ve özellikle müsamaha ve adaletin zihniyet ve felsefesine apaçık sözcülük etmektedir.
Malazgirt Marşı
Gençosmanoğlu’nun çok zengin bir şiir ve destan sözlüğü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunlar arasında, günümüzün canlı Türkçesi kadar eski dönemlerin Aşıkpaşazâde tarihi gibi üslûpla yazılmış edebî tarihlerimizin, Oğuz Kağan, Alp er Tunga, Köroğlu, Battalgazi vs. destanlarının; Göktürk kitabeleri ile eski halk ve divan şairlerimizin, türkülerimizin ve özellikle Dede Korkut kitabının kelime ve deyimleri bol bol yer almaktadır. Yahya Kemal’in: “Çık tay-yı zaman et açılır her perde / Bir ömr geçir istediğin her yerde / Ben hicret edip zamanımızdan yaşadım / İstanbul’u fethettiğimiz günlerde” dediği üzere, Gençosmanoğlu da, sık sık bulunduğu devrin dışına çıkarak, kendisine ufuk ve hürriyet sağlamaktadır. İçine hicret ettiği, genellikle güzel tarih çağlarının yaşayış, medeniyet, zihniyet ve manzarasına böylece uyum çareleri bulmaktadır. Meselâ Alparslan zaferinin 900. yıldönümünde yazılan şu “Malazgirt Marşı”nda o zaferin diline, imanına ve heyecanına şairce tercüman olmaktadır:
Aylardan Ağustos, günlerden Cuma
Gün doğmadan evvel İklîm-i Rûm’a
Bozkurtlar ordusu geçti hücûma…
Yeni bir şevk ile gürledi gökler
Ya Allah…Bismillâh…Allahuekber…
Sanatının Zirvesinde Bir Şair
Gençosmanoğlu’nun, sade Türkçe, yeni üslûp ve Türklüğe duyulan aşk ile meydana gelmiş bu yeni destanları Ziya Gökalp, Hilmi Ziya Ülken, Halûk Nihat Pepeyi, Behçet Kemal Çağlar, Arif Nihat Asya ve Basri Gocul tarafından yapılan “Türk destanı” denemelerinden sonra zirveye en fazla yaklaşan değerler taşımaktadır. Yıllarca teşvik, maddî – manevî destek görmeksizin, millete, tarihe, İslâma duyulan aşkın büyüklüğü ile meydana gelmiş bu destanların, yüce din, devlet ve milletimize, Dede Korkut’un ki kadar sâf bir imân ve aşk olmadıkça yazılması, esasen beklenemezdi. Bu destanlar incelendiğinde görülecektir ki, Türk milletinin efsane zenginliği, dil bereketi, tarih ihtişam, karakter, imân, devlet, savaş ve hikmet kahramanları, daha pek çok şaire ilham kaynağı olabilecek hazinelerdir. Üzerinde düşünülmeyen, hakkı verilmeyen, iyi bilinmeyen, işlenip zenginleştirilmeyen değerlerin, menkıbelerin ve tarih olaylarını zamanla unutulacağı ve yozlaşacağı şüphesizdir.
Sanki O Çağların İnsanı
Bilinen başlıca tarih, menakıp ve efsanelerimizin yepyeni manzum hikayesi olan “destan”lar, öncelikle dil, üslûp gücü, âhenk kudreti gibi meziyetlere muhtaçtırlar. Gençosmanoğlu, birçok arayışlar ve dil üzerine uzun deneyişler ile bu âhengi bulmuştur.
Destan, bilindiği gibi, inançlı çağların, kendisine imân edilen vakalarını, mukaddes unsurlarını anlatmaları ile meydana gelmiş bir türdür. Gençosmanoğlu, eski efsaneleri veya tarih gerçeklerini yeniden destan havasına koyarken, sanki o çağların insanları gibi düşünüp duymaktadır. Çok defa, o devrin kahramanları arasına girmekte, belki de o vakaları kopuzu ile terennüm eden “Kara Ozan” ve benzeri kişilerinin kimliğine bürünmektedir. Heyecanla anlattığı vakaların gerçeklik ve kutsallığına (eski destancılar gibi) Gençosmanoğlu da inanmış görünmektedir.
Orta Asya Seyahati
1990 yılı Türk dünyası için önemli bir yıldır. Bu yılda, Rusya demirden pençelerini Türkistan’da yaşayan kardeşlerimizin üzerinden çekmeye ve soydaşlarımız da birer birer bağımsızlıklarını tüm dünyaya ilân etmeye başlamıştır. 72 yıldır bizlere kapalı tutulan kapılar açılır olmuştur. İşte o günlerde Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan, bir grup yazar, şair, ilim adamı arkadaşlarıyla yıllardır özlemini çektikleri Türkistan’a seyahate çıkmaya karar verirler. Bu seyahate Niyazi Yıldırım, Yazgan’ın özel davetlisi olarak katılır.
Yıldırım Orta Asya gezisinden sonra kısa bir süreliğine Almanya’ya gider. İLESAM ile Türk Ocağı’nın ortaklaşa düzenledikleri “Şairler Şöleni”ne katılır. Bu şölende yazmakta olduğu “Millî Mücadele Destanı”nın Denizli ile ilgili bölümünü oluşturan “Hulusi Efendi Destanı”nı okur. Dinleyiciler arasında büyük yankı oluşturan bu şiirle Niyazi Yıldırım, dakikalarca alkışlanır.
Hastalığı başgösteriyor
30 Nisan – 2 Mart 1991 tarihleri arasında Aydın’da kalan Gençosmanoğlu’nun bu son seyahatinden sonra, rahatsızlığı kendini göstermeye başlar. Üst üste gerçekleştirdiği bu seyahatlerde çok yorulan şair, bir gün gazetedeyken aniden rahatsızlanarak rapor alır ve kısa süre istirahate çekilir. Bir hafta sonu Niyazi Yıldırım, eşi Kıymet Hanım’la beraber bir yere gitmek üzere evden çıkarlar. 1983 ile 1989 yılları arasında Niyazi Yıldırım’ın çalıştığı Millet caddesindeki Doğu Türkistan Vakfı’nın önünden geçerlerken bir ara Kıymet Hanım vakfın binasını göstermek ister. Ama ne yazık ki Niyazi Yıldırım, altı yıl çalıştığı bu yeri hatırlayamaz. Şairin durumundan dolayı telaşa kapılan Kıymet Hanım eşiyle beraber hemen eve döner. Bu arada Niyazi Yıldırım, evinin yolunu dahi çıkaramaz olmuştur.
Vefatı
Niyazi Yıldırım’ın beyin tomografisi çektirilmiş ve beynin konuşma ve hafıza merkezinin üzerinde büyük bir tümörün olduğu ortaya çıkar. Vakit kaybedilmeden Cerrahpaşa Tıp Fakültesi hastanesine yatırılır. Gençosmanoğlu, gün geçtikçe konuşmada daha fazla zorluk çekmeye başlar. Kısa bir süre ameliyata alınan büyük destan şairi Gençosmanoğlu, ameliyat sonrasında hastanede bir çok olumsuzlukla boğuşmak zorunda kalır. Bir hafta hastanede tutulan Niyazi Yıldırım, daha sonra “bizim yapabileceğimiz bir şey yok” denilerek taburcu edilir. Dönemin Sağlık Bakanı Halil Şıvgın’ın yardımlarıyla Enternasyonal Hospital’a yatırılan Niyazi Yıldırım, burada ikinci kez ameliyata alınır. Konuşma yetisini neredeyse tamamen yitiren şair, ikinci ameliyatla bir hayli iyileşir.
Niyazi Yıldırım, artık evinde ziyaretine gelenlerle ilgilenebilmekte ve onlarla sohbet edebilmektedir. Ancak bir gün kahvaltı sırasında kriz geçirerek yere düşer. Akciğerleri su toplamaya başlamış ve beynindeki tümör daha da büyümüştür. Ağustos 1992’de tekrar hastaneye kaldırılan Niyazi Yıldırım’ın yorgun vücudu, yapılan hiçbir müdahaleye cevap vermez. Cuma günü vefat eden şairin cenazesi bir gün sonra, Üsküdar Selimiye Camiinden, ikindi namazına müteakip kaldırılır ve Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilir.
Yaptığı millî bir hizmet
Milletimizin övünme burçları olan, eski ve yeni, İslâmî ve millî vakalarımızı, Kürşat, Malazgirt, İstanbul’un Fethi, Anadolu’nun kurtuluşu, Çanakkale, Dede Korkut vs. gibi çok sayıda menkıbelerimizi, şiirin bengisuyu ile yeni heyecanlar haline koyan Gençosmanoğlu, bu bakımdan, aynı zamanda millî bir hizmet başarmaktadır. İslâmla, Osmanlı ile, Divan edebiyatı, Yunus ve tasavvufla daha yakından buluştukça Gençosmanoğlu’nun destanları daha da derinlik kazanmaktadır. Gençosmanoğlu, destan, kendi destanı, vezni ve dili üzerinde bazı görüşlerini Tercüman gazetesinde şöyle anlatmıştır: “Hiçbir şiir Ulubatlı Hasan’ın Bizans surlarına bayrak dikmesi, Genç Osman’ın kelle koltukta “Allah Allah” diyerek Bağdat’a girmesi, Malazgirt’te Türk Ordusu’nun kendisinden dört kat üstün düşman kuvvetlerine karşı zafer kazanması kadar güzel olamaz. Ben bunun için destana hayranım ve destan yazıyorum…”
Şiirlerinde Türk – İslam Şuuru
Gençosmanoğlu’nun düşünce, özleyiş ve şiir dünyası, Dede Korkut’tan Arif Nihat Asya’ya, bütün milliyetçi bilgi, duygu ve fikirlerin buluşma yeri halinde oluşmaktadır. Bu durum ise daha sonraları fikirde ve sanatta “Yeni Milliyetçilik” olarak tanımlanacaktır. Üç bin yıllık tarih şuuru içinde millî ve İslamî olan bu terkip, Gençosmanoğlu’nun bütün şiirlerinde görülmektedir. Böyle bir kültür terkibi, İslâm sıcaklığı ve duygu kucaklaşması sonucu, başlangıçta “Türk soyunun üstünlüğü” noktasından hareket etmiş görünen Gençosmanoğlu, zamanla daha geniş bir ufka yayılıyor. Tarihte birkaç defa, “Cihan devleti” kurmuş olan Türk’ün, seçilmiş bir millet olduğu, ancak Hz. Muhammed’in dinine girmek ve “İlâ’yı Kelimetullah” uğrunda hizmet etmesi sayesinde dünyanın saygısını kazandığı vurgulanıyor. Nihayet Gençosmanoğlu, Mevlâna ve Yunus’ta eşsiz ifadesini bulan “İslâmî insaniyetçilik”le, hoşgörü, adalet ve iman nezaketi üzerinde yaşadığı zaman devlet ve milletimizin çok güçlü asırlar geçirdiğini bütün kitaplarındaki şiirlerine ana fikir yapmış görünüyor.
MALAZGİRT MARŞI
Aylardan ağustos, günlerden cuma
Gün doğmadan evvel iklîm-i Rum’a
Bozkurtlar ordusu geçti hücüma
Yeni bir şevk ile gürledi gökler
Ya Allah…Bismillah… Allahüekber
Önde yalın kılıç Türkmen başbuğu
Ardında Oğuz’un ellibin tuğu
Andırır Altay’dan kopan bir çığı
Budur, Peygamberin övdügü Türkler
Ya Allah…Bismillah… Allahüekber
Türk, Ulu Tanrı’nın soylu gözdesi
Malazgirt Bizans’ın Türk’e secdesi
Bu ses insanlığa hakkın müjdesi
Bu seste birleşir bütün yürekler…
Ya Allah…Bismillah… Allahüekber!..
Yigitler kan döker, bayrak solmaya,
Anadolu başlar, vatan olmaya…
Kızılelma’ya hey… Kızılelma’ya!!!
En güzel marşını vurmadan mehter
Ya Allah…Bismillah… Allahüekber!..
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu