Bahar ve Kelebekler
Ömer SEYFETTİN 13 Mart 2007
Küçük salonun fes renginde kalin, agir perdeli penceresinden disari muhtesem, parlak bir suluboya levhasi gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema... Çiçekli agaçlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karsi sahilde mor, fark olunmaz sisler altinda daglar, korular, beyaz yalilar... Bütün bunlarin üzerinde bir esatir rüyasinin havai hakikati gibi uçan marti sürüleri! Pencerenin önündeki sisman koltuga gayet zayif, gayet sari, gayet ihtiyar bir kadin oturmustu. Bahara, hayata dargin gibi arkasini disariya çevirmisti. Sönmüs gözleri köselerdeki gölgelere karisiyordu. Karsisinda, bir sezlonga uzanmis esmer, güzel bir kiz, siyah maroken kapli bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kir kokulari; deniz, dalga fisiltilari getiren tatli bir nisan rüzgari giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardi. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yasinda idi. Köselerin hafif karanliklarindan bazen uyanir gibi ayrilan gözlerini arasira, karsisinda kitap okuyan genç kiza, bu torununun torununa atfediyordu... Birden, üç disi kalan burusuk agzini açti. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmis, katilasmis elini basina götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altinda daha beyaz görünen saçlarina dokundu. Bir an düsündü. Yine esnedi. Galiba uyanacakti. Arkasindaki açik pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyic ediyor, kuslarin günesli civiltilari, çiçek ve çimen kokulari hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandiriyordu. Yavas yavas kamburunu arkasina dayadi. Ellerini dizlerine koydu, basini kaldirdi. Biraz dogruldu. Torununun torununa, "Yavrum, niçin susuyorsun?" dedi. "Biraz konusalim."
Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabindan ayirmayarak,
"Okuyorum büyükanneciğim" dedi.
Ancak on sekiz yasinda vardi. Sezlongdaki mühmel uzanisi ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüpünün altinda bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçalari daha dolgun, daha genis, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek suh, pek uyanik duran bacaklari daha tombul, daha nefis, ayaklari daha küçük görünüyordu. Tuttugu siyah maroken cildin üzerinde beyaz, parlak, zarif, ince elleri asi bir istical ile gögsünden firlamak ister gibi kabaran memelerine dayaniyor, sanki onlari zaptediyordu. Gür siyah saçlari magmum, hüzünlü çehresi etrafinda mesut edici, düsündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:
"Okudugun ne, kizim?"
"Bir roman."
"Neden bahsediyor?"
"Hiç."
Büyük nine tekrar daldi. Karsisindaki, senelerce evvel ihtiyarlayip ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakiyordu. Bu vücut iste hayatinin bahari idi. Arkasindaki, görmek istedigi su pencerenin disarisindaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabanci duruyordu. Kendisini tehyic eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yasinda bir asigin busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgari, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarinda biraz tebessüm, gözlerinde biraz sule uyandirmiyordu. Tekrar sordu:
"Söyle yavrum, o roman ne diyor?"
Genç kiz büyük gözlerini kaldirdi. Kitabi dizlerine indirdi. Nazik bir sive ile, "Büyükannecigim, Fransizca bir roman iste..." dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:
"Adi ne?
"Desenchanté..."(**)
"Ne demek?"
"Sevinçten, saadetten mahrum kadinlar demek."
"Onlar kimmis?"
"Biz... Türk kadinlari..."
Büyük nine düsündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarini düzelten torununun torununa simdi pek elemli bakiyordu: Bu kiz tipki büyük matemleri geçirmis, felaketler görmüs bir zavalli gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, iste hep bu kitaplar onlari zehirliyor, onlari solduruyordu. Onlari bahara, saadete yabanci birakiyordu. Ansizin kalbinde bir aci duydu. Bu genç, bu güzel kiza aciyordu. Titreyen kadit ellerini koltugunun yanlarina dayadi. Hiddetlenmis gibi biraz yükseldi.
"Sevinçten, saadetten mahrum kadinlar, Türk kadinlari mi?" dedi. "Hayir hayir! Türk kadinlari asla sevinçten, sadetten mahrum degildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Simdiki kadinlar... Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!... gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, su arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Simdi siz bunlari görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düsüyor, karariyor, soluyor, soluyor, hirçin, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz."
Genç kiz gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenislerini her vakit dinler, bazen onunla münakasa ederdi.
"Hiç siz okumaz miydiniz, büyükannecigim?" diye sordu.
"Okurduk. Kibar, büyük efendiler kizlarina Farisi ögretir, Cami dersleri gösterirlerdi. 'Tuhfe-i Vehbi'yi okuturlardi. Fuzuli'nin, Baki'nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi'yi anlardik. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarimizla münakasa eder, hafizamiza, zekamiza, nüktelerimize onlari hayran ederdik. O vakit bir kadin için en büyük medih: 'Fazila, edibe, saire, akile....' idi. Simdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisaninizin güzelliklerini tanimiyor, baska memleketlerin, baska seylerini ögreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliginizden uzaklasiyor, etrafinizdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kaliyorsunuz. Ah... At elinden o kitabi!"
Esmer güzeli kiz yeniden gülümsedi, "Peki, büyükannecigim" dedi, "bu kitabi atayim... Okumayayim. Sonra bize müebbet ve yikilmaz bir hapishane olan bu sikici evin içinde bu mevkufiyetin yalnizligi içinde çildirayim mi? Okuyor, egleniyor, biraz teselli buluyorum."
"Hayir kizim, okuyor, fakat eglenmiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalasiyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder..."
"Peki söyleyiniz, okumayayim da ne yapayim?"
Büyük nine düsünmeye basladi; evet, ne yapsin? Simdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüstü. Seksen sene evvelki hayati birden hatirladi; o vakit erkeklerden ayri bir kadinlar alemi vardi ki, simdi tamamiyla dagilmisti. Bu alem pek genisti. Binlerce kadin birbiriyle konusur, görüsür, eglenirdi. Kendilerine mahsus eglenceleri, zevkleri vardi. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarini kizlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardi. Sirmali çedik pabuçlar, kirmizi feraceler... ah hele kirmizi feraceler... baharin yesil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadinlar tipki birer gelincik çiçegi gibi parlarlardi. Hiç aralarinda çirkin, yani zayif, hastalikli yoktu. Erkekler yalniz kadinlarini tanirlar, islerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz ask ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi. Kiraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafesantalar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eslerinden ayiran, zavalli Türk kadinlarini tenha evlerde unutulmus bir bekçi gibi birakan felaket mahalleri yoktu. Kadinlar erkekleriyle üzülmeden yasiyor, sonra o vakitki asi boyali büyük evlerin büyük sofalarinda, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarinda, cesim, nadir yalilarda toplaniyorlar, egleniyorlar, mesut oluyorlardi. Ne oyunlar, ne adetler, ne zevkler vardi ki, bugün hepsi tamamiyla unutulmustu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap degistirmek, moda çilginliklarindan, sogukluklarindan, bos bir tekebbürden, manasiz ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasindan baska bir sey yoktu... Alafrangalik bir veba gibi içimize girmis, dudaklarimizin tebessümünü silmis, feracelerimizi parçalamis, pabuçlarimizi atmis, parmaklarimizi narin bir mercan gibi parlatarak güzellestiren kinalarimizi bile ortadan kaldirmisti. Esyamizi, esvaplarimizi degistirirken ruhlarimizi da degistirmisti; her sey yalan, her sey sahte, her sey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetisilmez bir hulyaya inkilap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Simdi saskin ve mustarip bir nesil!... Her seyden nefret eden, her seyi fena gören, karanlik gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah simdiki mariz ve müteverrim muhit..
Büyük ninenin gözleri kapaniyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü istiraplariyla seri ve ani mukayesesi, zihninde sedit bir yorgunluk husule getiriyor, onu hala yasadigina müteessif ediyordu. Genç ve esmer kiz yüz yasina girmeye birkaç adimi kalmis olan bu annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgin dalgin bakarak onun zamanindaki kadinlarin saadetinin ne olabilecegini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamiyordu:
"Sustunuz, büyükannecigim..." dedi.
Ihtiyar kadin, burusuk gözlerini açti:
"Ah!... Eski günleri, eski saadetleri düsünüyorum."
"Eski zamanda, sizin zamaninizda bugünden fazla ne vardi, ninecigim?"
"Çok... birçok seyler..."
Büyükanne tamamiyla dogruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düsündü. Sonra yine basladi. Genç kiz onun disli agzinin içindeki derin sivri karanliga bakiyor, oradan çikan kelimeleri sanki ziyade temasa ediyordu.
"Evet yavrum, birçok seyler vardi. Her sey bizim için zevk, eglence idi. Her sey: Çocukluk, mektebe baslayis, feraceye giris, kocaya varis, dogurus, hatta ihtiyarlayis bile... Bunlarin hep ayinleri vardi. Her kadinin bu devirleri diger birçok kadinlar için bir zevk, bir eglence vesilesi olurdu. Bütün hayatimiz eglence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdi ki bir mektebe baslama, bir sünnet, bir dügün, bir logusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarimiz, kinalarimiz bile eglenceye vesile olurdu. Manilerimiz, sarkilarimiz vardi. Toplanir, aramizda müsavere eder, kis geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eglence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eglencesi, ananesi vardi. Daha hiç açmamis, bir senelik gül agaçlarinin dibine aksamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah günes dogarken mani söyleyerek tekrar çikarirdik. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kis herkesin lafina, bir söyledigini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadinlar vardi."
Büyük nine ateh getirmis ihtiyarlarin yalniz çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatiyordu. O esnada bir kus kümesi pencerenin yakinindaki bir agacin dallarina konmustu. Siddetle civildasiyorlar, keskin çigliklarini ihtiyarin hafif ve titrek sadasina karistiriyorlardi:
"Evet, yavrum biz sizin gibi 'Ne yapalim?' diye düsünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sikintisinin ne oldugunu bilmezdik. Hasili her sey gülmeye, eglenmeye vesile idi. Mesela bahar... Ah, siz odalarda kapali oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharin kendine mahsus eglenceleri, ananeleri vardi."
"Ne gibi büyük ninecigim?"
"Ne gibi olacak bahar da her mevsim gibi eglence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatimizi baharda tefeül eder, güler, eglenir, oynardik. Ah bu tefeül... pek sairane, pek latif, pek hassasti. Daima dogru çikardi. Hepimiz itikat ederdik."
"Nasil?"
"Bahar geldi, agaçlar çiçek açmaya, yapraklar yesillenmeye, çimenler bas göstermeye basladi mi, bizim gözümüz artik odalarda duramazdi. Bahçeye kosar, baharin ortasinda gezinirdik. Ilk görecegimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu arar, onu beklerdik. Ilk kelebegin beyaz, pembe olmasi için maniler söyler, dallarin üzerine beyaz ve pembe kumas parçalari atardik. Sari veyahut siyah bir kelebek görecegiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik."
"Niçin?"
"Çünkü kelebeklerin birer manalari vardi. Ah, siz bunlari bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe... Pembe kelebek: Sihhat ve afiyete... Sari kelebek: Kedere, hastaliga... Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açik olduguna, mesut olacagimiza kail olurduk... Bahar çiçekleri altinda beyaz kelebegin serefine semailer okurduk..."
Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumi manalarini anlatiyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginligine, pembe kelebek kümelerinin bolluga, sari kelebek kümelerinin kitliga; kirmizi kelebeklerden mütesekkil, pek nadir görülen mesum kümelerin mutlaka bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete isaret oldugunu söylüyor, uzatiyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadinlarin müsahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu. Genç esmer kiz artik dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyükannesinin arkasindaki pencereden görülen nisan semasinin mavi beyaz aydinligina dikmis, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadinlarin mesut olmalari lazim geliyordu. Kendileri yeni nesil okudukça, anladikça, erkeklere yaklastikça iptidai kadinliklarindan, disilikten uzaklasiyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutusuyor, eski kadinligin zevke, saadete vesile addettigi disilik kayitlari kendilerine atesten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususi bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazariyla bakiyorlar, siyah çarsafli kalin peçeleri ezici, soldurucu, vahsi, merhametsiz esaret örtüleri telakki ediyorlardi. Fakat haksiz miydilar? Mademki "terakki"den içtinap kabil degildi; terakki ise mutlaka degistirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asirlarca evvelki Türk kadinligi da iptidai, mebnai halinde kalamazdi. Kuklaliktan, bebeklikten, masumiyetten, hasili disilikten çikacak, hakiki kadin haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsavi bulunacak, bütün manasiyla insan, insan olacakti... Büyük ninesinin "tarih-i mukaddes" hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artik isitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutuklari, tiyatrolari, konferanslariyla Mesrutiyetin ilani geçiyor, hala tükenmez el sakirtilari, alkis kabuslari isitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, siki esaretten azat edileceklerini, insanlik hakkina nail olacaklarini ümit etmislerdi. Ah bu ümit, nasil çabucak sönmüs, söndürülmüs; bu hayal, ne feci bir surette kirilmisti... Düsünüyor, aglamak istiyor, titriyordu. Lakin... Lakin istikbalden bir sey ümit edemezler miydi? Türk kadinligi bir gün yüksek idrakiyla, alti asirlik tesadüfi, tabii bir istifa sayesinde harika haline gelen hüsniyle, zekasiyla, bir Avrupali kadin gibi insanlik sahnesine çikarak ihtiramlar, perestisler önünde yükselemeyecek miydi?... Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kiz tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karisan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklere tefeül etmek... Bu pek hos olacakti. Eski Türk kadinliginin itikatlari yeni Türk kadinliginin talihine nasil bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandigi sezlongdan dogruldu. Ayaga kalkti. Büyük nine susmustu. Torununun bu ani kalkisina taaccüple bakiyordu. Sordu:
"Ne var kizim, neye kalktin?"
Güzel, esmer kiz gülerek, "Ben bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için degil, benim gibi olanlar için Türk kizlari için, bütün Türk kizlarinin talii için bakacagim" dedi, pencereye yaklasti. Büyük nine titreyerek koltugundan kalkti. "Gözlerim o kadar görmez ama" diyordu, "ben de bakayim sizin için..."
Ikisi de pencerenin kenarinda idiler. Sagda genç kiz muhtesem, levent endamiyla yükseliyor, solda minimini, kambur büyük nine duruyordu. Disariya bakiyorlardi. Bütün tabiat gözleri kamastiran tatli, sicak bir aydinlikta parliyordu. Denize günes aksetmis, onu baska elemlere akip giden ebedi, nihayetsiz bir gümüs nehrine benzetmisti. Agaçlarin ufak, koyu yesil yapraklari hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düsüyordu. Karsi sahil tirse daglari, mor korulari, beyaz yalilariyla bir serap memleketini bir peri payitahtini andiriyordu. Susuyor, bakiyorlardi. Henüz bir kelebek görmemislerdi. Çiçek tarhlari üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor, birden kayboluyorlardi. Tek bir marti yakin bir tehlikeden, meçhul bir seametten kaçar gibi hizla geçiyor, haykiriyordu. Nerede olduklari görülmeyen kuslar mütemadiyen ötüyorlar, civiltilari canli ve tannan bir ziya yagmuru gibi semadan yagiyor zannolunuyordu. Genç kiz birden, elini kalbine götürdü, yavas bir sesle, "Ah iste..." dedi.
Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmagiyla,
"Fakat ben senden evvel su beyazi gördüm" diye mermer havuzun üstünde dolasan bir kelebeği gösterdi.
Genç kiz son bir cebirle ona da bakti:
"Ah büyük ninecigim, iyi göremiyorsunuz" dedi, "o beyaz degil, sari bir kelebek.."
...Anasinin ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardi. Bu parlak taze tabiat simdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhlari müteverrim kizlarin metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine sezlonga döndü. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sari, siyah kelebekli bahardan ürkmüs, yine arkasini dönmüstü. Koltugunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çikariyordu. Genç kiz elinden birakmadigi siyah maroken kapli kitabini açti, bu kitap simdi siyah, büyük, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamiyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intisali bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemedigine; zavalli yeni neslin, simdiki Türk kadinliginin talii ancak felaket, keder, ölüm olduguna, ebediyen siyah kefeni yirtamayacagina, tesettürden kurtulamayacagina, evlerin bos, tenha duvarlari arasinda, meçhul çiçekler gibi açmadan, dogmadan ölecegine kanat getirir gibi oluyordu... Mazi, batil itikatlar o kadar kuvvetli, müthis idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çaliyor, tahavvül kanununun o muhayyel mazari kuvvetini esasindan kiriyordu. Düsünüyordu; fakat bu batil itikatlar, bu hasin, anut, katil mazinin ani tahakkümü yalniz Türklere, yalniz Türkiye'ye mahsus degildi. Birkaç hafta evvel Paris'te tahsilde bulunan kardesi, oturdugu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et, yag bulunmadigini, Paris'te aileler arasindaki Katolik deliligin, dini taassubun bir mislini Sudan'da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacagini yaziyordu... Birden kendisi gibi baska ufuklar, baska saadetler, baska hayatlar tahayyül eden mahrum kadinlarin romancisi, büyük bir garp muharririnin sakirdine her seyin bir hududu oldugundan bahsettikten sonra: "...Lakin insanlarin behimiyetine nihayet yoktur!" dedigini hatirladi.
Pencereden, sevdigine kavusmadan ölen genç ve müteverrim bir asikin son veda busesi kadar ince, nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerin birakilmis taze çelenk kokulari getiriyor, odanin gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalaniyordu...
Büyük ninenin gözleri kapaniyordu. Bu mesum tefeülün ihtiyar dimaginda husule getirdigi yorgunluk on bir uyku ilaci gibi tesir etmisti. Genç kiz... Genç, esmer kiz gözlerini kitaba dikmis, okumuyor, kitabi tutan zambak ellerini asi, anarsist gögsüne bastirarak, içinden dudaklarina yükselen kalbi ihtilali, bu sedit, sebepsiz hirçinligi tutmaya çalisiyordu. Odanin uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadinliginin meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asir evvelki neslin son numunesini, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatirasi... digeri, bugünün bir asirlik mecburi tagayyürün narin, tatmin olunmaz bir çiçegi idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapali tenha oda, bu muhtesem, süslü mezar idi. Pencerenin yakinlarina gelen kus kümesi, bazen sedit bir civilti, aydinlik bir gürültü kopariyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artik hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hiriltisi ile horluyordu. Torununun torunu, genç kiz, güzel kiz, esmer kiz hala hiçkirigini zaptediyor, donmus gibi, sezlonguna uzanmis duruyordu. Genis pencereden intizamsiz fasilalarla giren kokulu, çiçekli bahar rüzgarinin cereyani ansizin deminden gördükleri siyah kelebegi getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhtesem tabiatin, çiçekli, müsfik baharin cennetinde, cehennemin zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andiriyordu. Simdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokulariyla gelmis, su genis pencerenin önünde çirpiniyordu. Içerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim itikatlarin dogmadan katlettigi bu canli ölüleri, onlarin müebbet sükununu seyrederek mahzuz, mütelezziz oluyor, nerede olduklari belli olmayan kuslar, insafsiz ve yakici bir hücuma ugramislar gibi ansizin bütün kuvvetleriyle civildamaya basliyor, bütün tabiati istila eden sedit, feci civiltilarla aci aci feryat ediyorlardi.
(Genç Kalemler dergisi, c:II, 1326/1911, sayi: 26)
(**) Fransiz romancisi Pierre Loti'nin eseri.