« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

14 Kas

2006

MİLLETİN OLUŞUMU

Mehmed NİYAZİ 14 Kasım 2006

İnsan nerede ve ne zaman oluşmuştur? Bu sorulara tarih, biyoloji, antropoloji ve sosyoloji gibi ilimler cevap aramaktadır. Bugüne kadar yapılan araştırmalar tahminden ileriye gitmemekte, değişik tarih ve yerler üzerinde durulmaktadır. Bundan sonra yapılacak çalışmaların da kesin bir sonuca ulaşacağına ihtimal vermek hemen hemen mümkün değildir; zira yaradılışla ilgili bu husus mevcut bilimlerin konusuna girmemektedir.

“İnsan çok atadan mı, tek atadan mı geldi?” sorusuna karşı da iki görüş ileriye sürülmektedir. Bilim insanlarının bazıları çok-atalılığa (poligenisme), bazıları da tek-atalılığa (monogenisme) taraftardırlar. Bütün semavî dinlerin kabul ettiği tek-atalık fikri giderek bilim insanlarının çoğunluğunca da benimsenmektedir. Konu üç boyutlu idrakimizi aşıp, yaradılış kavramında düğümlendiğinden, insanın ne zaman, nerede ortaya çıktığı sorularına olduğu gibi, çok atadan mı, tek atadan mı türediği sorusuna da ancak iman ışığı ile yaklaşılabilir.

İnsan ister tek atanın isterse değişik ataların torunu kabul edilsin, ilk oluşumdan sonra, hepsinin birer ana ve babası bulunduğu biyolojik bir gerçektir. İnsanın tabii bir özelliği olan alışkanlık, ana-baba ve çocuğun bir arada yaşamasını sağlamıştır. Birlikte yaşamanın çekirdeğini teşkil eden aileler zamanla çoğalarak büyücek bir topluluk meydana getirmiştir.

İlk insanların kendiliğinden yetişen bitki ve meyvelerin yanı sıra avladıkları veya evcilleştirdikleri hayvanlardan geçindikleri tahmin edilmektedir. Bulundukları bölgelerde av hayvanlarının tükenmesi, evcilleştirdikleri hayvanlara gerekli ot bulunmaması, bitki ve meyvelerin azalması veya tamamen tükenmesi onlara ihtiyaçlarını giderecek sahalar aratmıştır.

Av hayvanlarının bulunabileceği yerlerde veya yağmur damlalarının düştüğü vadilerde hayat hakkı arayan insanoğlu zamanla değişik bölgelere dağıldı. Bölgelerin coğrafî şartlarının farklılığından topluluklar başka başka ihtiyaçlarla karşılaştılar; bir yerde dondurucu soğuklardan kendini korumak zorunda olan insanoğlu, diğer bir yerde kızgın güneşle boğuşuyordu. Bu farklı ihtiyaçları karşılayabilmek için oluşturulan kelimeler farklı olduğu gibi, kurulan hayatlar da vadilerde, sahillerde, yaylalarda farklılık gösterdiğinden topluluklar kendilerine has özellikler kazanmaya başladılar. Değişiklik insanoğlunun lisanında, hayat biçiminde kalmadı; renginin açıklığı veya koyuluğunda, boyunun uzunluğu veya kısalığında, uzuv ölçülerinde, yüz şekillerinde de kendini gösterdi. Elbette lisanların, kurulan hayatların, renklerin müşterekliğinin insanlar arasında yakınlık doğurması tabii idi.

Bu yakınlık ve insanın fıtrî bir özelliği olan alışkanlık, toplumu meydana getiren kişilerde aidiyet şuurunun doğmasına sebep olmuştur. Klan, boy, kavim ve millet gibi insan topluluklarının teşekkülünde ileri sürülen menfaat, korku ve diğer faktörlerden ziyade bu aidiyet şuurunun tohum teşkil ettiği bir gerçektir.

Gök gürlemesi, şimşek çakması ve benzeri olaylar, uçsuz bucaksız denizler, sayısız yıldızlar insanoğlunu ya ürkütmüş ya da zihnini kurcalamıştır. Karanlıkların ve aydınlıkların kucak kucağa yaşadığı bu evrende belli bir meçhulden gelip, belli bir meçhule doğru uzanan hayatını açıklığa kavuşturabilmek için insanoğlu çeşitli inançlara sarılmıştır. Ya gökten indiklerine inandıkları ilâhî nuru, yahut da kendilerince yaptıkları açıklamaları iman haline getirmişler veya elleriyle yoğurdukları toprak parçasından medet ummuşlardır. Muhakkak ki bu değişik inançlar toplumları ayrı anlayışlarla yoğurup biraz daha değişik karakteristik çizgilere kavuşturmuştur.

Beden yapımız biyolojik varlık olarak birbirine eşittir, ama kişiliklerimiz farklıdır. Beden yapımızla tabiata, kişiliklerimizle cemiyete mensubuz. Bunun için cemiyet, insanların matematiksel toplamı değil, bir arada yaşayan kişilere has özelliklerin bileşkesidir. Kişiler de şahsiyetlerine dair özelliklerinin, en azından bir kısmını, kendilerini aşan cemiyetten alırlar. İstisnalar hariç, bir cemiyette yetişen insanların şahsiyetleri, cemiyetin seviyesiyle, özellikleriyle yakından ilgilidir.

İnsanoğlu ihtiyaçtan kendini kurtaramamıştır, mevcut ihtiyaçlarının tamamını temin edince, yeni bir ihtiyaç icad etmiştir. Bu, belki de gelişmenin sırrı olarak fıtratında taşıdığı bir özelliktir. Bitmeyen ihtiyaçlar insanoğlunu yeni göçlere zorlamış, göçler değişik toplumları karşı karşıya getirmiştir. Değişiklikler basit halk topluluklarının alışkanlıklarına çarptığı için hançerlerine sarılmalarına sebep olmuştur. Birbirlerinin sahip oldukları otlakları, sürüleri ele geçirmek istemeleri de kanlı boğazlaşmalar doğurmuştur.

Kanlı boğazlaşmalar insanoğlunu öç alma duygusuna itmiştir. Öcünü alabilmek için kendi toplumuna daha sıkı bağlanmış, düşmanına ölümcül darbeyi indirebilmek hırsıyla elini daha becerikli bir şekilde eşyaya uzatmış, taşı daha sivri yontmuş veya baltasını daha keskin yapmıştır. İnsanoğlunun gerek kendi toplumuna daha sıkı bağlanması, gerekse eşya ile olan ilişkisini daha üst düzeye çıkarmak mecburiyetini duyması, toplumların gelişmesine sebep olduğu gibi aralarındaki ayrılığı daha da netleştirmiştir.

Değişik şartlarda şekillenen toplumları zaman, olayların teknesinde acı darbelerle yoğuruyordu. Bu acı darbeler kişilerde beliren aidiyet şuurunu iyice biliyor ve onların kendi toplumlarına sımsıkı sarılmalarına sebep oluyordu. Her olay ve varlıkta hükmünü icra eden zaman, toplumları ayırd eden farklılıkları da arttırıyordu.

Kişilerde aidiyet duygusu mevcut değilse, aynı lisanı konuşmaları veya diğer paylaştıkları hususlar milletin teşekkülünde önemli rol oynamazlar. Çünkü lisan, soy, tarih ve diğerleri objektif unsurlardır; halbuki milliyet hissi sübjektif bir özelliktir. Her ne kadar sübjektiflikler köklerini objektif hususlarda bulurlarsa da, bir kalabalığın millet olabilmesi için her şeyden çok fertlerin paylaştıkları sübjektif bir değer hükmüyle mümkündür. Bu durum, fertler bir milleti meydana getirdiklerinde inandıklarından bir millet oluşmaktadır, tarzında veciz bir şekilde ifade edilmiştir.

Herder’e göre aidiyet duygusu insan olmanın bir özelliğidir. Nasıl ki insanlar yemeğe, içmeğe, güvenmeğe ve hareket özgürlüğüne ihtiyaç duyarlarsa, aynı şekilde bir gruba ait olma ihtiyacı da duyarlar; bunu bulamazlarsa kendilerini zayıf ve mutsuz hissederler. Psikolojide sevmeyi “yakınlık duymak” veya “yakınlık duygusu” diye tarif etmek mümkündür. İnsanın soyuna, tarihine, kültürüne, din, ahlâk ve töresine, ecdat hatıralarına yakınlık duyması ve dolayısıyla onları sevmesi bir bakıma zarurîdir; insan tabiatının gereğidir.

Kanlı mücadeleler, acı ve tatlı anılar bir toprak parçası üzerinde yaşanıyor; analar evlâtlarını, gelinler hıçkırıklarını aynı toprağa gömüyor; el emekleri birikiyor, uçurum uçurum derinleşen vadileri manâlara bürüyordu. Değişik zamanlarda yaşayan nesilleri toprak derin ve içli bir ilişkiyle birbirine bağlayarak bütünleştiriyordu. Sevgililerin gömüldüğü, acı ve tatlı anıların yaşandığı, emeklerin döküldüğü toprak parçası ayaklar altında çiğnenen bir nesne olmaktan çıkıyor, uğruna şehâdet şerbetleri içilen “vatan” olmaya başlıyor ve onda doğup batan kanlı, hıçkırıklı günlerde toplum ortak bir bilince varıyordu.

Toplumu oluşturan kişilerdeki aidiyet şuurunu vatan anlayışı daha da kuvvetlendiriyordu. Aynı topraklarda doğup ölenlerin hatıraları, o toprakları savunmak gibi müşterek bir kaderi paylaşmalarının bilinci zamanla toplumun bütün fertlerinde kökleşiyor ve bu kökleşme anlatılan kahramanlıklarla, destanlarla, efsanelerle kutsal anlamlara kavuşuyordu.

Ortak bilinç, toprakta biriken el izleri, anılar, inançlar amme vicdanının teşekkülünü hazırlıyor, amme vicdanı hak duygularını, adalet kavramlarını beraberinde getirdiği için devlet düzeninin oluşmasını sağlıyordu. Devlet düzeni de toplumların belli değerler sistemine kavuşmalarını, belli şahsiyetlere bürünmelerini çabuklaştırıyordu.

Aynı ataların çocukları olmak, aynı toprakları vatan olarak benimsemek, aynı dili konuşmak, aynı inancı paylaşmak, aynı değerlere sahip olmak aidiyet duygusunun ötesinde sosyolojik bir bütünü ortaya çıkarıyordu. Zamanla irsiyet kanunları kendini göstererek sosyolojik bütüne biyolojik hüviyet verip, onu sosyo-biyolojik bir bütün haline dönüştürüyordu. Yaşadıkları felâketler, kazandıkları zaferler, içinde bulundukları şartlar sosyo-biyolojik bütünü o günün realitesinde özlenen yarınlara hazırlarken, belli özellikler kavuşturup, millet haline getiriyordu.

Millet ve Türk Milliyetçiliği, sh: 13-17

Ziyaret -> Toplam : 125,07 M - Bugn : 92012

ulkucudunya@ulkucudunya.com