MARMARA DEPREMİNİN 7. YILDÖNÜMÜ, Bir afet, tam felaket
A.Y Arslan-M. Baransu-H.Söylemez/Aksiyon Dergisi 01 Ocak 1970
Büyük bir gürültü ile fırladık yataklarımızdan. Ne olduğunu bile anlayamadık önce. Umutlarımızı, sevinçlerimizi yaşadığımız evlerimiz üzerimize çökmek için bir salıncak gidip geliyor.
Çığlıklar, yakarmalar, ağlamalarla, şuursuz bir şekilde kendilerini dışarıya atmaya çalışıyor insanlar. Bir kısmı uykunun da verdiği şuursuzlukla balkonlardan, pencerelerden aşağıya atlıyor. Gözlerimizin önünde binalar çöküyor, duvarlar çatlıyor. Benzerini filmlerde izlediğimiz adeta bir kıyamet sahnesi. Ancak bu farklı. Çünkü aktörler bizzat biziz.
Evet 17 Ağustos sabahı saat 03.02’de meydana gelen depremin herkes açısından değişmeyen başlangıcı böyleydi. Ancak sonuç herkes için aynı olmadı. Binlerce insanımızı kaybettik, onbinleri geçeni de yaralandı. Biz bu satırları yazarken de ne kadar insanın toprak altında kaldığından haberdar değildik. Tam anlamı ile yıkılmıştık ve tam anlamı ile akıllanmamamızın cezasını çekiyorduk.
Uykudan uyanmanın verdiği mahmurluğun yerini çoktan şokun izleri almış gözlerde. Milyonlarca insan sokaklarda yalın ayak, üzerlerinde pijama ve gözlerinde yaş. Polisler megafonlarla halkı evlerden uzak durmaya çağırıyor. Tam bir panik hali ve yaşanan karmaşayı kelimeler anlatmaya yetmiyor.
Tam burada mesleğimizin çelişkilerinden birini daha yaşamaya başladık. Az önce ölümden dönmüştük, sevdiklerimiz ölmüş bile olabilirdi ama hemen işbaşında olmamız gerekiyordu. Hemen makinalarımızı kapıp depremin merkez üssü olan İzmit ve Sakarya’ya doğru yola çıkıyoruz. Ama şoku atlatabilmiş değiliz. Hayatta kalmamız belki mucizeydi. ‘Demek ki daha soluklayacağımız hava, içeceğimiz su varmış dünyadan’ deyip depremin etkilerini araştırmaya çıkıyoruz. TEM Otobanı çökmüş, E—5 tıkanmış durumda. Çok zor ilerliyoruz. Yolda sağlı sollu yıkılmış binalar, binaların arasında, yıkıntıların arasında şuursuzca ‘sevdiklerini’ bulmaya çalışan insanlar..
Sakarya’da ‘Yaşam savaşı’
Sabahın ilk ışıkları ile depremin merkez üssü olarak gösterilen İzmit ve Sakarya’dayız. Ama şehre girince felaketin boyutları daha belirgin hale geliyor: Sakarya ‘yıkılmış’. İskambil kağıdı gibi yıkılmış evler, şuursuzca sağa sola koşturan insanlar, enkazların altından yükselen ‘iniltiler’. Sakarya tam anlamı ile şokta ve kimse ne yapacağını bilmiyor. Her yerden yükselen kara dumanlar Sakarya’nın kara talihi gibi kaplıyor gökyüzünü. Gün yavaş yavaş ağardıkça facianın boyutları daha belirgin hale geliyor. Yıkılan binaların arasında kendini kurtarmayı başaranlar, şuursuzca enkazın arasında yakınlarını kurtarmaya çalışıyorlar. Bütün yıkıntıların arasından ‘bizi kurtarın’, ‘yardım edin’ çığlıkları geliyor. Ancak insanlar çaresiz, insanlar şaşkın. Tonlarca ağırlıktaki beton kütleleri narin bedenlerin üzerinde. Yardım etmek için teknik malzeme olmadığı gibi kimse şokun etkisi ile ne yapması gerektiğini de bilmiyor.
Şehirde tam bir karmaşa hakim. Depremi duyanlar şehre akın edince şehir trafiği felç olmuş durumda. Daha önceden 5 katlı olduğu söylenen bir bina şimdi zemin katta ve içeriden feryatlar yükseliyor. Çocuklarının içeride olduğunu söyleyen bir anne şuursuzca enkazların arasında çırpınıyor. Her evden benzeri feryatlar yükseliyor. Hemen yanıbaşımdaki evin kolonları arasından bir el sarkıyor. Üzerine düşen tonlarca ağırlığın etkisi ile morarmış. Hemen yan sokaktaki bir başka enkaz altında ise, büyük bir hareketlilik var. 4 katlı bir enkazın altından bir karı koca sağ olarak çıkartılıyor, yaklaşık 10 saat sonra. Ama sevinemiyorlar bile. Çünkü çocukları içeride kalmış. Anne Aynur feryatlar içinde çocuklarını soruyor. Ve ardından bayılıyor. Hummalı çalışmalar sonuç vermiyor ve çocuklardan artık umut kesiliyor.
‘Seni kurtaracağız’ yalanı
Sürekli feryatlar yükseliyor, insanlar ağlıyor, insanlar bayılıyor... Ortam mahşeri hatırlatıyor... Ancak yardım yok. İnsanlar vergi verdikleri, ‘kutsal bildikleri’ devleti yanlarında görmek istiyor, ‘canlarını’ kurtarmasını istiyor ancak ortada ‘devlet’yok. Kimse depremden devleti sorumlu tutmuyor ama, devletin böyle bir durumda yanlarında olmasını istemekte de haklılar. Enkazları, yardımları ve kurtarılmaları fotoğraflıyorum. Kısa ama ayakta hiç bir binanın olmadığı bir sokakta fotoğraf çekiyorum. Sokakta tam anlamı ile bir ölüm sessizliği var. Deklanşörün sesi ve bir de derinden gelen ‘Beni kurtarın, imdat’ sesleri hariç. Bir enkaza yaklaşıp sesi dinliyorum. Evet derinden bir ses ‘Beni kurtarın’ diye bağırıyor. Enkaza yaklaşıp ‘Dayan kurtaracağız’ diyorum. Ama bunu söylerken ben bile inanmıyorum söylediklerime. Çünkü ortada ne kurtaracak ekip ne de malzeme var. Yardımcı olabilecek birini bulmaya çalışıyorum ve bir askere konuyu anlatıyorum. Cevap içinde bulunduğumuz konunun özeti: “Abi her yerden feryatlar yükseliyor yeterli ekibimiz yok.” Kulağımda ‘Beni kurtarın’ sesleri. Bir tarafta kurtarılması gereken bir can, belki canlar, diğer tarafta yapmam gereken işim. Kulağımdaki ‘Beni kurtarın’ sesleri altında kurtarma işini askere devredip çalışmaya devam ediyorum. Ama aklım o kadında. İkinci günde de aynı enkaz aynı şekilde duruyor. Ancak bir farkla; artık ‘Beni kurtarın’ nidası yok...
Şehirde sirenler çalıyor, çığlıklar ağlamalar birbirine karışıyor. Herkes tırnakları ile enkaz altından ‘canlarını’ kurtarmaya çalışıyor. Yüzlerce ölü var şehirde, yaralı sayısı binlerle ifade ediliyor. Hastanelerde yatak olmadığı için herkes bahçede boş bulunan yere yatırılıyor. Tıbbi malzeme eksikliği her yerde kendini gösteriyor. Kırıkları olan, vücudu büyük hasarlar görmüş hastalar sadece uyuşturucu bir iğne ve serumla idare ettiriliyor güneşin altında. Her yer yaralılarla dolu. Hastanenin avlusundan inlemeler, ağlamalar ve feryatlar yükseliyor tüm Sakarya’ya. Minik bir çocuk kucağında bebeği şaşkın gözlerle evlerine bakıyor, belli ki ne olduğunu anlayamamış.
Görenlerin tüylerini diken diken eden bir sahne. Morgda ölüleri koyacak yer olmadığı için artık ölenler öldükleri yerden kaldırılmıyor bile. Ölülerin üzerine bir bez örtülüp yanında yaralılar kurtarılmaya çalışılıyor. Oluşan manzara insanın kanını donduruyor. Yüzlerce ölü, binlerce yaralı. Saatler hatta günler ilerliyor, ancak yardım malzemeleri bir türlü gelemiyor yardıma. Şehir merkezine ancak 30 —40 saat sonra ciddi anlamda yardımlar geliyor. İlçeler ve köylerden ise, hiç bir haber yok. Türkiye tam anlamı ile ‘yıkılıyor’.
Hemen ileride dumanlar tüten bir ev ve yolun kenarında oturup ağlayan bir Sakaryalı. Bir şey sormaya gerek yok aslında. Herşeyi anlatıyor gözyaşları. Yakınları içeride kalmış. Yardım edecek kimse yok ve ev yanıyor. Çaresizlik kahrediyor depremzedeleri. Depremin en acımasız yüzünü yaşayan Sakarya’nın her sokağında, her enkazında ayrı bir dram var.
Sakarya’daki depremin en etkili olduğu yer Çark ve Bosna caddeleri üzerinde. Görüntüyü kelimeler anlatmaya yetmiyor. Her şeye rağmen halkımızın çok şeyi kaybettiğini görüyoruz. Bazıları yağmalamaya girişiyor. Benzeri sahneleri Yalova’da ve Avcılar’da da görüyoruz maalesef. Yalova’da devletin ücretsiz dağıtması gereken ekmekler iki katı, su üç katı fiyatına satıldı depremi takip eden günlerde.
Yalova ‘Yokova’ olmuş
Depremin en çok etkilediği yerlerden birisi de Yalova’ydı. Yalova diğer kentlerden farklı değildi. Ova mevkiinde yüzlerce ev yıkılmış, depremin üzerinden iki gün geçmesine rağmen hâlâ enkazların altından sesler yükseliyor. Ama Yalova’daki manzara diğer kentlerdeki ile aynı. Yine yardım yok. İnsanlar sokaklarda, insanlar perişan, ama o hep beklenen ‘devlet’ ve umutlar bağlanan ‘yardım’ hâlâ yok. Depremin üzerinden 40 saatten fazla süre geçmesine rağmen hâlâ hiç ulaşılamamış onlarca ev vardı Yalova’da. Yalova böyle iken ilçelerden hiç bir haber yok. Köyler meçhul. Yalova’da ikinci günün ikinci yarısından sonra kurtarma çalışmalarına Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelen yardım ekipleri ağırlığını koyuyor. Ellerinde teknik kapasitesi yüksek cihazlarla çalışan Alman, Fransız ve İsrail ekipleri özel yetiştirilmiş köpekleri ile enkazın altında ‘can’ arıyorlar. Öbür tarafta ise tırnakları ve kazma kürek ile kurtarma çalışması yapan yerli ekipler. Üstelik biz deprem bölgesinde yaşıyorduk ve daha bir yıl önce benzeri bir depremi yaşamıştık. Hiç önlem almıyorduk ve asla akıllanmayacaktık.
40 saat sonra yeniden hayat
Artık depremin üzerinden 40 saat geçmiş. Enkaz altında hâlâ binlerce insanın kaldığı biliniyor, ancak yardım çalışmaları kablumbağa hızında. Gece olunca bir çoğu da duruyor. Çaresizlik ve acziyet iç içe. Ama buna rağmen umutlandıran şeyler de oluyor: Tam kırk saat sonra enkazların altından Kerem Pelit isimli bir Yalovalı çıkıyor. Ve hemen yan sokaktan biraz sonra umut kesilen bir enkazdan iki kişi; Süleyman Tekler ve İlham Güzelsöz canlı çıkıyor. Enkaz altından sesler geliyor ama yardım çok yavaş. Zaman ilerlese de acılar dinmiyor, Hava Kuvvetleri Komutanlığı binlerce yaralıyı hava köprüsü ile başka şehirlere taşıyor. Şehirde elektrik, su kesik. Ulaşım felç olmuş durumda. Ancak bu kadar kötü bir ortamda istismarcılar da boş durmuyorlar. Ekmekler fahiş, sular fahiş, zorunlu ihtiyaçlar fahiş fiyatlara yükselmiş. Yalovalılar sokaklarda yatıp kalkıyorlar. Kimse evlere girmeye cesaret edemiyor. Kimsenin yaklaşamadığı enkazın arasında yaşlı bir Yalovalı kadın birşeyler arıyor. Ne aradığını soruyorum. “Herşeyim gitti en azından üzerime bir kıyafet bulabilir miyim ona bakıyorum” diye cevap veriyor...
İzmit’te çifte darbe
Türkiye yakın tarihinin en büyük facialarından birini yaşıyor. Depremin en çok hissedildiği yerlerden birisi de İzmit. İzmit’teki manzara da diğerlerinden farklı değil. Yıkılmış evler, feryat eden insanlara ulaşmayan yardım. Ancak İzmit’te bir darbe daha var; TÜPRAŞ’taki yangın. İzmitliler deprem şokunun ardından devam eden TÜPRAŞ yangınından yediler darbeyi. Sürekli büyüyen ve söndürülemeyen yangın tüm İzmit’i tehdit eder hale geldiği için boşaltılmak zorunda kalıyordu şehrin bir bölümü. İnsanlar enkaz altından yakınlarını kurtarmaya bile gidemiyordu artık... Köylerden ya da ilçelerden ise depremden ancak üç gün sonra haberdar olunabildi.
Gölcük göçmüş
Yer İzmit’in sesiz ve güzel ilçesi Gölcük. Gölcük yine sessiz, ancak güzel değil. Şimdi ölüm sessizliği var ve şimdi acı var Gölcük’te. Herkes yakınlarını merak edip yola düşmüş. Biz de haber için düştük yollara. Ancak yollar çöktüğü için arabayla ilerleyemiyoruz ve çaresiz yürümeye başlıyoruz yolu. Yolda herkes birbirine birşeyler soruyor, sevinebilecekleri bir haber almak istiyorlar. Atılan her adım bir acıyı, her enkaz ayrı dramları getiriyor beraberinde. Adımlarımız her defasında daha büyük acıları getiriyor önümüze. Enkazların arasından çıkmayı başarabilmiş ‘şanslı’lar ne yapacaklarını bilmiyor. Boş ama yaşlı gözlerle etrafa bakıyorlar. Gazeteci olduğumuzu öğrenenler ‘Acaba bir haber alır mıyız?’ diye bizi soru yağmuruna tutuyorlar. Burdaki manzara başka yerlerdeki gibi. Yine yardım yok, yine devlet ‘kayıp’.
Şehrin merkezine doğru yaklaştıkça kıyamet provasını andıran manzara biraz daha kendini hissettiriyor. Manzara korkunç. Yıkıntılar artıyor, zoraki hareketlilik biraz daha artıyor. Bütün bu hangamede yardımsever halkımız da işe koyulmuş, araçlara yön tarif ediyor, yardım ekiplerine yol açmak için gayret sarfediyorlar.
Çifte standart
Depremin en etkili olduğu yerlerin başında gelen Gölcük, ne yazık ki yardımların ulaşmadığı yerlerin de merkezi oluyor. Zira, yardımlar genellikle Gölcük’teki Donanma karargahına seferber ediliyor. Yığınların yanından geçen kurtarma ekipleri, ambulanslar, askeri yardım ekipleri halkın tepkilerini çekiyor. Ayşe Sevgi isimli bir vatandaş, göçük altındaki çocuğunu kurtarmak için şaşkınlık ve acziyet içinde bizden yapıdaki demirleri kesmek için pense istiyor, ağlayarak şöyle haykırıyor: “Ben bu devlete nasıl güveneyim. Gözümün önünde çocuğum ölüyor. Kimse yardım elini uzatmıyor. Donanma’dakiler insan da bizler insan değil miyiz?”
Ailelerin bir kısmı Gölcük Deniz Üssü’nde bulunan tandıklarını merak edip üsse akın etmiş. Yakınlarının durumunun iyi olduğunu öğrenenler sevinç çığlıkları atarken, yakınlarından haber alamayanlar da meraklı gözlerle gelecek olan haberleri bekliyorlar. Donanma’ya gazeteciler sokulmuyor, sadece ambulans ve yardım ekipleri içeriye girebiliyor.
Kurtuluşa çığlık
Gölcük’te de bir depremzedenin enkaz altından çıkarılışına şahit oluyoruz. Göçük altından 7 saat sonra kurtarılan Mehmet Bulut isimli depremzede, ölüm ile yaşam arasındaki geçen süreyi şöyle aktarıyor: “Depremden sonrasını hatırlayamıyorum. Ancak kendime geldiğimde, güneşin doğduğunu küçük bir delikten hisediyordum. Köpeğimiz vardı. O benim iniltime gelmiş bakıyordu. Böyle biraz bekledim. Sonra insan sesleri duyulmaya başladı. Köpeğim havlamaya başladı. İnsanlar geldiler, ben sesimi duyurmaya çalıştım. Beni farkettiler. Komşularımmış. Sonra betonları kırarak beni çıkardılar. Kurtulduğum için Allah’a binlerce kez şükürler olsun. Göçük altında sadece Allah’ıma dua ettim.”
Depremin etkisi ile mahsur kalan insanları bekleyen sinsi tehlikeler de var, Gölcük’te. Elektrikler kesik, sular akmıyor. Depremin etkisi ile patlayan ve içme suyuna da karışan kanalizasyonlar sebebiyle salgın hastalıkların başlayabileceği ifade ediliyor. Aslında bu tehlike sadece Gölcük’le de sınırlı değil. Bu açıdan Yalova, İzmit ve Sakarya ile ilçelerinin durumu da farklı değil.
Avcılar çöktü
7.4 şiddetindeki 45 saniye süren depremden İstanbul’da en fazla etkilenen bölge ise, Avcılar’dı. Avcılar’da göçük altında kalanlara hızlı ve çabuk yardım yapmak amacıyla yanyol kesilmiş ve görevlilerden başkasının geçişine izin verilmiyor. Tüm sivil araçların geçişi E—5’e verildiğinden trafik oldukça yoğunlaşmıştı. Ambulansların kendilerine ayrılan yan yolu kullanmayıp trafiğin yoğun olduğu E—5’i kullanmaları müdahalelerle ilgili ilk sinyalleri de vermeye başladı. E—5’te ambulans sirenleri çalıyor fakat trafik yerinde duruyordu. Enkaz yerine vardığımızda trafiğin neden ilerlemediğinin de sebebini öğrendik. Yoldan geçen araçlar durup bir kaç dakika enkaza bakıyorlardı. İnsanların yol kenarlarına dizilmeleri ve üç şeritli yolu iki şeride düşürmeleri de tabii ki trafiğin neden ilerlemediğini gözler önüne seriyordu.
İlk gittiğimiz enkaz yerinde AKUT yetkililerinin yoğun bir şekilde ve profesyonelce çalışmaları ambülans faciasını bir nebze de olsa hafifletmişti. AKUT yetkilileri göçük üstüne yetkililerden başkasının çıkmasına izin vermiyorlardı. Bir iki dakikalık bu sessizlik içinde içeride birilerinin olup olmadığını kontrol etmek için “Bizi duyan var mı? Canlı var mı? Sesimizi duyan var mı?” gibi sorularla içeriden gelebilecek herhangi bir sese kulak kabartılıyordu. Sesin gelmemesi durumunda ise çelik ve demir çubuklarla demirlere, kolonlara vuruluyor ve içeriden gelecek tepkinin ne olacağına kulak kabartılıyordu. AKUT çalışanlarının içeride oluşan ve bir çok insanın da göçük altında ölümüne sebep olan gazı içeriden dışarıya çekmek için getirdikleri aletleri sık sık kullanmaları da gözlerden kaçmadı. AKUT’çular, içerideki gazı dışarıya çekiyor ve yerine tüple oksijen veriyorlardı. Bu sayede iki yeni evli çift kurtulmuştu. AKUT çalışanları içeriden gelen herhangi bir ses ve tepkiye karşı dört koldan bir mücadeleye giriyorlar ve betonu delerek içerideki kişiye ulaşmaya çalışıyorlardı. İçeride bulunan ve kurtarılması yaklaşık 2 saat süren bir polis memuruna sık sık su verilmesi, oksijen tüpüyle bulunduğu bölgeye oksijen depolanması da profesyonel çalışmaları gözler önüne sermesi bakımından oldukça önemli ayrıntılardan biriydi.
Avcılar’da bulunan bu göçükte sağlık memurlarının çalışmaları da en az AKUT’çular kadar profesyoneldi. İlk yardımda müdahale edecek her tür ekipman oluşturulmuştu. Ailesini göçük altında kaybeden kişilerden bu haberin saklanması, olağanüstü bir duruma karşın bir hemşirenin göçük altından çıkan ve yakınlarını bekleyen insanların yanından ayrılmaması, ambulanslarda sık sık bu kişilere müdahale edilmesi, bir psikiyatristin de bulunması, sağlık ekibinin aldığı önlemlerin başarılı olduğunu gösteriyordu.
Buna karşılık kurtarma adı altında, masumca bilmeden yapılan hatalar da söz konusu idi maalesef. Eline kazma ve küreği alan sivil vatandaşlar yakınlarını bulma telaşıyla, sağa sola balyoz vuruyor, kazmayla eşiyor, kafasına göre betonları kaldırıyor, indiriyordu.
Hacer Ö. adındaki bir apartman sakininin 2 burma bileziği ve 250 dolarını bulmak için 26 kişinin olduğu tahmin edilen göçüğü hallaç pamuğuna çevirmeye çalışması tam bir “kasap et derdinde, koyun can derdinde” traji—komedisinin perdeye aksetmiş haliydi.
Avcılar Vatan Hastanesi’ne 500 metre uzaklıktaki bu göçükte Bilen Özyıldırım adındaki bir kadının cesedinin çıkartılması ve tam 45 dakika ambulans gelmesinin beklenmesi ise, bir kurtarma rezaletiydi.
Sonuçta, Türkiye yakın tarihinin en büyük faciasını yaşadı. Binlerce ölü, onbinlerce yaralı. Deprem bir doğal afet. Ama acı olanı her afetin bir ‘felakete’ dönüşmesi. Ve yine acı olanı 1939’da meydana gelen, 35 bin kişinin öldüğü depremden, tam 60 yıl sonra afet sonrası müdahale anlayışımızda değişen bir şeyin olmaması. Başka bir deyişle bir arpa boyu bile yol alınmaması.