« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

04 Eyl

2012

6-7 EYLÜL 1955 OLAYLARI

Gürhan GÜRCAN 01 Ocak 1970

ÖZET
6-7 Eylül 1955’de başta İstanbul olmak üzere yurdun bazı bölgelerinde
gayrimüslim azınlığa karşı gerçekleşen toplumsal saldırı olayları bu tezde sebep-
sonuç ilişkisi çerçevesinde incelenmiştir. Olaylarda meydana gelen saldırılara, esas
olarak Rum azınlık hedef olmakla birlikte, diğer gayrimüslim azınlıklar ve hatta
Türkler de bu saldırılardan payını almıştır. Olayların sonrasında hemen hemen tüm
çevreler olanları kınamış ve üzüntülerini dile getirmişlerdir. Hatta saldırıya
uğrayanların zararlarının karşılanması için yapılan yardım çalışmaları geniş bir
katılım görmüştür. Bir anda kontrolünü kaybeden kalabalıklar tarafından gerçekleşen
olayların sebepleri araştırılırken derin bir tarihi süreç değerlendirilmeye alınmıştır.
Bu bağlamda olayların esas aktörleri olan Türk ve Yunan toplumlarının tarihi
ilişkileri incelenmiş, birbirlerine bakış açıları anlaşılmaya çalışılmıştır. Kıbrıs
meselesinin olaylara etkisi gelişmeler değerlendirilerek yorumlanmış, basının bu
dönem içinde yaptığı yayınların toplum üzerindeki yansımaları incelenmiştir.
Olayların yaşandığı gün olanlar detaylı bir şekilde anlatılmış, sonrasında meydana
gelen gelişmeler hakkında bilgi verilmiştir. Son olarak olayların bir dava konusu
olarak ele alındığı Yassıada mahkemeleri değerlendirilmiştir.

GİRİŞ
1955 yılının 6 Eylül’ünü 7 Eylül’e bağlayan gece başta İstanbul olmak üzere
ülkenin bazı yerlerinde yaşanan Gayrimüslim azınlığa karşı yapılan saldırıların
inceleneceği bu tezimde, olayları tarihsel bir sebep–sonuç ilişkisi içinde ele
alacağım. Yaşanan olaylar hiç şüphesiz üzüntü vericidir. Ancak mutlaka bu olayları
besleyen güçlü sebepler vardır ki bazı vatandaşlarımız bu tür eylemlere tevessül
edebilmiştir. Bu bağlamda sebepleri sadece yakın tarihte değil daha uzun vadeli bir
geçmişte aramanın doğru olacağını değerlendiriyorum.
Tezimim esas dayandığı nokta olarak, Türk ve Yunanlıların tarihi süreçte
yaşadıkları olaylar neticesi birbirlerine karşı kazandıkları bakış açısının taşıdığı
olumsuz niteliği gösterebilirim. Zaman zaman çok iyi ilişkilerin yaşandığı dönemler
olsa da genel de ilişkiler bir mücadele ortamı içinde sürdürülmüştür. Bu düşüncemi
anlatabilmek için araştırmamı Türklerin Anadolu’ya gelmelerinden itibaren başlatıp,
bugüne gelen süreçte Türk-Yunan ilişkilerini irdeledim. Yaptığım çalışmalarda elde
ettiğim bilgiler ışığında yaptığım değerlendirmede, 6-7 Eylül olaylarının köklerinin
toplumların birbirine karşı tarihi süreçte elde ettikleri bakış açılarından kaynaklandığı
sonucuna ulaştım. Çalışmamda bu durumu daha net olarak ortaya koyabilmek için,
birinci bölümde Türk-Yunan mücadelesinin ana hatlarını, Türklerin Anadolu’ya
gelmelerinden 2. Dünya savaşı yıllarına kadar geçen süreç içinde ele aldım. 2. ve 3.
bölümde olayların meydana geldiği dönemdeki koşulları daha iyi anlayarak bu
dönemin sebep teşkil eden özelliklerini tesbit edebilmek için 2. Dünya savaşından
sonraki dönemin dış ve iç durumunu inceledim. İlk 3 bölümde genel bir çerçeve
çizdikten sonra, 4. bölümde olayların oluşmasında ana sebep olarak
değerlendirilebilecek olan Kıbrıs meselesini detaylı olarak ele aldım. Böylece
olayların sebeplerini incelerken genelden özele doğru bir yaklaşım sergileyerek
daha anlaşılır bir çerçeve çizebildiğimi değerlendiriyorum.
6-7 Eylül olaylarını esas olarak 5. bölümde net ve detaylı olarak anlattım.
Olayların başlamasında ve büyümesinde etkili olan gelişmeler ve durumlar bu
bölümde detaylandırılarak incelenmiştir. Yine bu bölümde yaşanan olaylar ve sonrası
meydana gelen sonuçlar değerlendirilmiştir. 6. bölümde ise 6-7 Eylül olaylarının bir
dava konusu olarak ele alındığı, 27 Mayıs ihtilali ile başlayan Yassıada mahkeme
süreci ele alınmıştır.
6-7 Eylül olaylarını, bir sebep–sonuç ilişkisi çerçevesinde, mümkün
olduğunca objektif bir şekilde incelediğim bu çalışmanın faydalı olacağını
değerlendiriyorum.
1.
BÖLÜM : TARİHSEL SÜREÇTE TÜRKLER - YUNANLILAR
a. 1920 Yılına Kadar Türk – Yunan Tarihine Genel Bir Bakış , Megola
İdea ve Yunan Milliyetçiliği
6-7 Eylül 1955 olaylarının incelenmesi bağlamında, Türk ve Yunan
ilişkilerinin tarihine genel hatları ile bakılmasındaki amaç; toplumların birbirine
bakış açılarına çok büyük etkisi olan tarihi süreçte yaşanmış olayları hatırlamaktır.
Bu sayede, olayların yaşandığı dönemde Türklerin ve Rumların birbirlerine karşı
nasıl bir bakış açısına sahip olduklarını, daha doğrusu karşılarında ne gördüklerini
daha iyi değerlendirme imkanı bulabiliriz. Türk ve Yunan toplumlarının tarihi
ilişkilerini incelerken de, Yunanlılar, Helen ırkından geldiklerini iddia etmeleri ve
Bizans’a sahip çıkmalarından hareketle değerlendirilmiştir.
Türkler ve Yunanlılar arasındaki tarihi ilişkilerin, Türklerin Anadolu’ya
gelmeleri ile başladığı söylenebilir. Bu bağlamda Türkler, Anadolu tarihlerindeki
dört büyük kader savaşında Yunanlıları karşılarında bulmuş ve bu savaşlar her iki
milletin toplumsal hafızalarında derin izler bırakmıştır. İlk büyük savaş Türklere
Anadolu kapılarını açmış olan 26 Ağustos 1071 tarihli Malazgirt savaşıdır. İkinci
büyük savaş 17 Eylül 1176 Myriokefalon (Düzbel) savaşı olup Anadolu’dan
sürülmek istenen Türkler, yapılan bu savaş sonrası Anadolu’daki varlıklarını
perçinlemişlerdir. Üçüncü savaş 29 Mayıs 1453 İstanbul’un fethidir. Bu zafer
Türklerin Anadolu ve Balkanlardaki hakimiyetinin tescili olmuştur. Dördüncü savaş
15 Mayıs 1919 da başlayıp 16 Eylül 1922 de biten Anadolu işgalini sonlandıran Türk
Kurtuluş Savaşı ve bunun mührünü vuran Başkomutanlık Meydan Muharebesidir.
Bu son savaş Türk’ün bir varoluş savaşı olmuş ve Türk tarihinde unutulması zor
derin izler bırakmıştır.1
Belirtilen bu savaşların ne kadar önemli ve her iki millet için kader belirleyici
olduğu aşikardır. Evet, bu savaşlar Türk ve Yunan toplumlarının hafızalarında derin
izler bırakmıştır ancak 1955 yılında yaşanan toplumlar arası ilişkileri daha net olarak
verecek olanlar doğal olarak hafızanın en son kaydettikleri olacaktır. Bu bağlamda
1 Nurettin Türsan, Yunan Sorunu , Ankara, 1987, s. 1 – 11 ; Veli Yılmaz, Siyasi Tarih , Harp
Akademileri Komutanlığı Yayınları, İstanbul, 1998, s.286-330
Türk ve Yunan uluslarının hafızalarındaki, birbirleri hakkında en taze izleri görmek
için, yakın tarihteki olaylara bakmak daha da anlamlı olacaktır.
Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinden itibaren Türk-Yunan tarihini
inceleyecek olursak; Yunanlıların sürekli Türkler aleyhine olan bir mücadelesi ve
gelişimi görülür. Osmanlı İmparatorluğunun bünyesinde yıllarca huzur içinde
yaşamış olan Yunanlılar, 1769-1770 yıllarında birinci, 1787 yılında ikinci ve 1821
yılında üçüncü Mora ayaklanmalarını yapmışlar ve 14 Eylül 1829 yılında imzalanan
Edirne Barış Antlaşması ile Türklerden alınan topraklar üzerinde kurulan bağımsız
devletlerini resmen tanıtmışlardır. Devletlerini kurduktan sonra başlangıçlarında
yaptıkları gibi sürekli Türklerden toprak alarak sınırlarını genişletmişler; 1869 da
Yedi adayı, devamında Teselya ovası ile Narda’yı, Balkan savaşı sonrasında
Makedonya, Epir, Trakya ve Ege adalarını ve Birinci Dünya savaşı sonrasında Batı
Anadolu’nun büyük bir kısmını almışlardır. Tarihi süreçte gelişen bu olaylar
çerçevesinde Türk milletinin hafızalarında Yunan milletinin nasıl şekillendireceği
gayet açıktır.2
Yunanlıların devamlı genişleme sürecine, Megola İdea bağlamında bakmak
olayları daha sağlam bir zemine oturtacaktır. 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığının
onaylanmasından hemen sonra, Patrikhane’nin de desteğiyle aslında kökü
İstanbul’un fethine kadar giden Büyük Yunanistan Ülküsü (Megola İdea) dile
getirilmeye başlanmıştır. Atina Üniversitesi öğretim üyesi ve eski Milli Eğitim
Bakanı Prof Dr. Luvaris'de bir yazısında:3
''Bu fikir, bir taraftan Yunanlılığın coğrafi resterasyonu ve Yunan
kavminin bütün halinde yaşayabildiği eski ülkelerin tekrar kurulması, diğer
taraftan da eski Yunanistan'da bulunan parçalanmış küçük devletleri
birleştirme denemesi fikrinden doğmuştur."
demektedir. S. Markezinis tarafından yazılmış ‘Modern Yunanistan’ın Politik Tarihi’
isimli kitapta ise Megola İdea şu şekilde tarif edilmektedir: 4
“Yunan Krallığı, Yunanistan değildir, sadece Yunanistan’ın en küçük
ve en fakir bir parçasıdır. Yunanlı, sadece Krallık ülkesi sakinleri olmayıp,
2 Türsan, a.g.e., s. 7 , 383-393 ; Yılmaz, a.g.e., s. 165-169 ; Fahir Armaoğlu, 20.YY. Siyasi Tarihi,
Cilt 1, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1991, s. 325
3 Hakan Alkan, Geçmişten Günümüze Türkiye Patrikhaneleri, Kutup Yıldızı Yayınları, İstanbul,
2003, s. 43
4 Türsan, a.g.e., s. 29
İonya ve Selanik, yahut Serez ve Edirne ve İstanbul, yahut Trabzon veya
Girit veya Samos ve Yunan tarihine yahut Yunan ırkına bağlanan bütün
bölgelerde oturanlardır... Helenizmin iki büyük merkezi vardır. Atina
Kraliyetin merkezidir. İstanbul ise büyük payitaht, bütün Yunanlıların ümit
ve rüyalarının şehridir.”
Bu bakış açısı ile yapılan çalışmalar sonucu haritalar bastırılmış, kitaplar
yazılmış, dernekler kurulmuştur. Megola idea hayallerinin uygulamaya dökülmesi
için kurulan derneklerin en önemlisi olan Etniki Eterya derneğinin amaçları genel
olarak şöyledir: Yunan ulusunun tam bağımsızlığının sağlanması; Batı Trakya,
Selanik, Ege adaları, Girit, Batı Anadolu, Kıbrıs, İmroz ve Bozcaada’nın
Yunanistan’a ilhak edilmesi; Pontus Rum devletinin ihyası ve son olarak İstanbul’un
işgal edilerek Bizans’ın yeniden kurulmasıdır. Birinci Dünya savaşı sonrası Yunan
ordularının Batı Anadolu’yu işgali düşünülürse hayallerin neredeyse tamamiyle
gerçekleşmek üzere olduğu değerlendirilebilir.5
Yunan milliyetçiliğine bakılacak olursa, Hristiyan kiliselerinin, Avrupa
devletlerinin ve Batılı düşünür ve yazarlarının desteğini aldığı görülür. Fransa,
İngiltere ve Amerika gibi büyük batılı devletlerde şiddetli bir Helen romantizmi
olmuş ve bu romantizmin temsilcisi olan aydınlar Bizans İmparatorluğu’na veya
Ortodoks Kilisesi’ne değil, eski Grek uygarlığına aşık olmalarına rağmen Ortodoks
Kilisesi ve Yunanlılık bu Grek sevgisinden daima faydalanmıştır. Yunan
Milliyetçiliğinin Megola idea ile kendini bulduğu söylenebilir. Çünkü tam bir
uyuşma göstermeyen Klasik Yunan ve Bizans ideolojileri bu ülkü ile bir kimlik
oluşturmak için bazı güçlüklere rağmen birleştirilmiştir. Yunan milliyetçiliğinin
oluşmasında ve Batılı devletlerin desteğinin sağlanmasında en büyük etken olan
Grek romantizminin altında farklı duyguların da olduğunu söyleyebiliriz. Hristiyan
olmayan Türklere karşı din farkı duygusu, salt maddi çıkarlar ve en önemlisi din
adamlarının başlattığı Türk düşmanlığı bu duyguların başlıcalarıdır. Ortodoks Kilise,
Yunan milliyetçiliğinin en önemli temsilcisi ve Papazlar Yunan milliyetçiliğinin
yüzyıllar boyunca rehber ve bekçileri olmuştur. Böylece Rumlar ve Yunanlılar
Greklikten, Hristiyanlıktan, bağımsız yeni bir millet olmaktan gelen, birden fazla
destek kazanma şansından hiç mahrum kalmamışlardır. Bu hal onlara kendine özgü
5 Kamuran Görün, Dış İlişkiler ve Türk Politikası, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yayınları, Ankara, 1983, s. 369-371 ; Vamık D. Volkan, Norman Itzkowıtz, Türkler ve Yunanlılar
(Çatışan Komşular), Bağlam Yayınları, Ankara, 2002, s. 104-108 ; Türsan, a.g.e., s. 28-42
bir atılganlık, bir çeşit siyasi şımarıklık kazandırmıştır. Denebilir ki, Yunanlılık,
emperyalistlerin, milliyetçilerin, liberallerin, sosyalistlerin, Protestanların ve hatta
bazen Katolik Kilisesi’nin bile zaman zaman desteğini almış yaygın taraftarı olan bir
oluşumdur. Bu karmanın büyüsü altına girmemiş az devlet ve az batılı aydını vardır.
Bu işte Türk’ün payına düşen de bunların ortaklaşa nefretine hedef olmak olmuştur. 6
b. Türk Kurtuluş Savaşından İkinci Dünya Savaşına Kadar
Olan Dönem
Türk ve Yunan toplumlarının hafızalarını oluşturan en taze olaylar
muhtemeldir ki Birinci Dünya Savaşı sonrasında ki Türk Kurtuluş Savaşı döneminde
yaşananlardır. Bu dönemde Türkler ve Yunanlılar (Rumlar) arasında Anadolu’da bir
varoluş mücadelesi yaşanmıştır. O dönemde yaşananlar günümüze kadar izlerini
silinmeyecek şekilde bırakmıştır. Bugün Anadolu bir Türk yurdu ise, bu o gün
yapılan çetin mücadele ve zaferin bir sonucudur.
Türk Kurtuluş Savaşı döneminde iki toplumun ilişkilerini belirleyen ana
faktör Yunanlıların Anadolu işgali olmuştur. Bu çerçevede ilişkiler Yunanistan’ın
faaliyetleri ile ilişkilendirilebilir. Daha Osmanlı İmparatorluğu ile Yunanistan savaş
halini sürdürürken Venizelos, 1918 yılında Yunan Başkonsolosu olarak Koharis’i
sonrasında da siyasi temsilci olarak Kanelopulos’u ve askeri temsilci olarak
Katehakis’i Yunan örgütünü güclendirmeleri için İstanbul’a göndermiştir. Yapılan
faaliyetler neticesi; 1918’de Rumların davalarını çözümlemek için beş kişiden oluşan
bir mahkeme heyeti kurularak Rumlar Osmanlı mahkemelerinden çekilmiş, Rumlara
bedelsiz Yunan pasaportu verilmeye başlanmış, Osmanlı devletine verilen vergiler
durdurulmuştur. Türkler aleyhine yapılan tüm bu gelişmelere ek olarak Rumlar,
Ermeni konusunda da destekçi olmuşlardır. Ancak Ermenistan ve Pontus devlet
hayalleri çakışınca bu yakınlaşma bitmiştir. Mütarekeden sonra Türkiye’deki
Rumları silahlandırmak için birçok Yunan gemisi ile kaçak silahlar Türk limanlarına
getirilmiş ve Rumları eğitmek için Yunan subaylar gizlice Rum köylerine
6 Volkan, Itzkowıtz, a.g.e., s. 108-110, 220-228 ; Türsan, a.g.e., s. 54-59
gönderilmiştir. Yapılan bu faaliyetlerin sonucunu gösteren en önemli örneklerden
biri İzmir ve Trakya’daki Yunan işgali sırasında kullanılan, İstanbul Rumlarından
oluşmuş 5.000 kişilik gönüllü kuvvetin kurulabilmiş olmasıdır.7
Türk ve Rum toplumlarının İstanbul’un işgal dönemlerinde olan ilişkilerinin
bir göstergeside 28 Kasım 1920 de Patrikhane’nin yayınladığı Siyah Kitabın birinci
cildidir. Bu kitapta Türklerin yaptığı iddia edilen mezalim hikayeleri bulunmaktadır.
Patrikhane, Rumlara Yunan bilincini kazandırmak için Türk düşmanlığını bir araç
olarak kullanmış ve Rumların kafasında Türk’ün nasıl biçimlenmesi gerektiğini
göstermiştir. Yaratılan bu düşmanlık havasının gelecekte bir şekilde etkisini
göstermesi hiç de yadırganacak bir durum olmayacaktır.8
Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’un ilk
bölümünde 19 Mayıs 1919’daki genel görünümü belirtirken Hristiyan azınlıklardan
şöyle bahsetmiştir:
“Bundan başka, yurdun dört bir bucağında hristiyan azınlıklar,
gizli açık, özel istek ve amaçlarının elde edilmesi, devletin bir an önce
çökmesi için çalışıp duruyorlar.
Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgeler, İstanbul Rum
Patrikliğinde kurulan Mavri Mira Kurulu’nun illerde çeteler kurmak ve
yönetmekle, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla uğraştığını
doğruladı. Yunan Kızılhaç’ı, Resmi Göçmenler Komisyonu, Mavri Mira
Kurulu’nun çalışmalarını kolaylaştırmaya yardım ediyor. Mavri Mira
Kurulunca yönetilen Rum Okullarının izci örgütleri 20 yaşını aşmış
gençlerde katılarak, her yerde geliştiriliyor. ”
Bu tespitlere ilave olarak Rumların Yunanlılık ulusal amacı ile yurdun her
yerinde şımardığından da bahsedilmektedir.9
Türk Kurtuluş savaşının Yunanlıların Anadolu’dan atılması ile
sonuçlanmasından sonra yeni bir sürece girilmiştir. Lozan konferansında görüşülen
konulardan biri olan, Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Türklerin
değişimi 30 Ocak 1923’te imzalanan bir sözleşme ile sonuçlandırılmıştır. Bu
sözleşmeye göre, 30 Ekim 1918 tarihinden önce İstanbul belediye sınırları içine
7 Yılmaz Kurt, Pontus Meselesi , TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, Ankara, 1995, s.
41-43 ; Volkan, Itzkowıtz, a.g.e., s. 129-131
8 Kurt, a.g.e., s. 44-46
9 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Dil Kurumu Yayınları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, s.
1,2,459
yerleşmiş bulunan Rumlar ile Batı Trakya Türkleri kapsam dışı olmak üzere değişim
yapılması kararlaştırılmıştır ancak bu sözleşmenin icrası sırasında bazı
anlaşmazlıklar olmuştur. Yunanistan’ın Batı Trakya’da bulunan Türklerin mallarına
el koyup, buralara Rumları yerleştirmesi üzerine Türk hükümeti de İstanbul’daki
Rumların mallarına el koyma uygulamaları yapmış, bu durum iki ülkenin ilişkilerini
ciddi şekilde germiş ancak, bir savaş durumunu göze alamayan Yunanistan
Başbakanının tutumunu yumuşatmasıyla süreç devam edebilmiştir. Yunan işgalinin
bırakmış olduğu olumsuz hatıralarında etkisi ile Türkiye’deki Rumların
Yunanistan’daki Türklerden çok daha iyi yaşadığı belirten görüşler çerçevesinde
Rumların Yunanistan’a gönderilmesi için gösteriler dahi yapılmıştır. Lozan
antlaşmasının imzalanmasıyla toprak sorunları büyük bir ölçüde çözümlenmiş, büyük
bir nüfus mübadelesi yapılmış ve devamında da Atatürk ve Venizelos’un olumlu
yaklaşımları sayesinde, özellikle 1930’da varılan anlaşma ile bir barış ve işbirliği
havası oluşmuştur. 1930 Antlaşması iki taraf arasındaki buzları kırmış ve Türk-
Yunan münasebetlerinde birdenbire yeni bir dönem meydana getirmiştir. Bu ortam
sonucu Türk Hükümeti Venizelos'u Türkiye’ye davet etmiş ve 1930 Ekim sonlarında
yapılan bu ziyaret sırasında, iki devlet arasında üç tane anlaşma imzalanmıştır:
Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Antlaşması; Deniz Kuvvetlerinin
Sınırlanması Hakkında Protokol; ve İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Sözleşmesi. Bu
sonuncu sözleşme iki taraf uyruklarına kendi memleketlerinde birçok imtiyazlar
tanımış ve bundan asıl yararlanan Yunanlılar olmuştur. Devamında Türkiye
Başbakanı İsmet Paşa ile Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü, 1931 Ekim’inde
Yunanistan'ı ziyaret ederek, Venizelos'un ziyaretini iade etmiş ve büyük gösterilerle
karşılanmışlardır. Bu gelişmelerin etkisi ile Türk Yunan münasebetleri, 1954 yılına
kadar sürecek mutlu bir balayına girmiştir. Ancak İstanbul’da kalan Rumlar ile Batı
Trakya’da kalan Türkler her zaman kanayabilecek bir yara olarak kalmıştır. Herşeye
rağmen oluşan barış havasında yaşanmış olan acı tecrübelerin kokusu ise hala
hissedilmeye devam etmiştir.10 Yunanistan’ın özellikle son karşılaşmadan yenik taraf
olarak ayrılması Yunan toplumu üzerinde olumsuz ve Türklere karşı ters bir psikoloji
10 Yılmaz, a.g.e., s. 335 ; Volkan, Itzkowıtz, a.g.e., s. 153-158 ; Armaoğlu, a.g.e., s. 325-327 ; Görün,
a.g.e., s. 371,372 ; Mehmet Ali Gökaçtı, Nüfus Mübadelesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.
213-220
bırakmıştır. Bu koşullara rağmen İkinci dünya savaşına kadar ılımlı hava bir şekilde
devam edebilmiştir.
c. İkinci Dünya Savaşı Sonrası Dönem
İkinci Dünya Savaşı bitiminden sonraki on yıllık süre Türkiye ve Yunanistan
arasındaki ilişkilerin en iyi yaşandığı yirminci yüzyıl dilimi olmuş ve bu ortam
içinde Türk-Yunan (Rum) toplumsal ilişkileri de gayet iyi yaşanmıştır. 1945 ve 1955
yılları arasında, Sovyet ve onun bünyesindeki komünizm tehlikesi, Türkiye ile
Yunanistan arasında 1930’dan beri varolan yakınlaşmanın devam etmesini
sağlamıştır. Hatta bu havanın oluşmasına dış etkenlerinde katkısı olmuş, 19 Aralık
1946 tarihinde ABD’yi ziyaret eden Yunan Başbakanı K.Tsaldaris’e ABD’nin destek
karşılığında sunduğu şartlar arasında Türk-Yunan ilişkilerinin yeniden
canlandırılması da yer almıştır. İngiltere’de bu dönemde aynı yönde baskılar
yapmıştır. Savaş süresince gelişme imkanı bulamayan, hatta Türkiye’nin Varlık
Vergisi gibi uygulamaları neticesinde birbirine bakışı olumsuz bir noktaya gelmiş
olan Türk-Yunan ilişkileri, ortak “komünist tehlike” karşısında aynı ittifak sistemi
içerisinde yer alma arzularından dolayı yeni bir yakınlaşma dönemine girmiştir. Bir
anlamda bu dönemde Türkiye ve Yunanistan’ın kaderleri Amerikan desteği
çerçevesinde birleşmiştir. Ortodoks Balkanlar ve Rusya kapsamında Amerika,
kuvvetli bir dini lider düşünmüş ve Kuzey Amerika Başpiskoposu Athinagoras’ı
Lozan anlaşmasını bir şekilde bertaraf ederek, Fener Rum Patriği seçtirmiştir.
Türkiye ve Yunanistan da bu seçimi onaylamıştır. 1952 yılında ise en belirgin
yakınlaşma NATO’ya beraber girilerek yaşanmıştır. Bu şekilde ortak bir güvenlik
şemsiyesinin altına girilmiş olup aynı yıl Yunan Kral ve Kraliçesi Türkiye’yi,
devamında da Türkiye Cumhurbaşkanı Yunanistan’ı ziyaret etmiştir. Devletler arası
iyi ilişkiler basın kanalıyla da sürdürülmüş ve o yıllarda kardeşlik havası çok ileri bir
seviyeye çıkarılmıştır. Bu iyi niyet ortamında Kral ve kraliçenin ziyareti esnasında,
1453 yılında İstanbul’un fethi ile son Bizans İmparatoru Konstantinos Paleologos’un
başından düşen taç, 499 yıl sonra Dolmabahçe sarayındaki davette Kraliçe
Frederiki’nin başında görülmüştür. Bu, Türklerin ne kadar müsamahakar ve geçmiş
kötü hatıraları unutmaya yatkın olduğunu gösteren güzel bir örnektir. Ancak bu
dönemde de Kıbrıs meselesi ve milliyetçilik konusundaki gelişmeler bastırılmış olsa
da kendisini her zaman hissettirmiştir. 11
Yunanistan’la Türkiye arasındaki bu hava Kıbrıs üzerindeki bulutların
yoğunlaşmasıyla gölgelenmiştir. Yunanistan daha II. Dünya Savaşı'nın sonundan
itibaren Kıbrıs meselesini kurcalamaya başlamış ve bu adayı kendisine ilhak (Enosis)
etmek için faaliyete geçmiştir. Yunan komünistleri ve Sağcıları işbirliği yapınca,
bilhassa 1947 yılından itibaren Yunan kamuoyu Kıbrıs meselesinin üstüne düşmeye
başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı'nın yenilmiş devletlerinden İtalya ile 10 Şubat 1947
de Paris'te imzalanan barış antlaşması sonucu İtalya, 1911–12 de işgal etmiş olduğu
Oniki Ada'yı Yunanistan'a vermiş ve bu, Yunan Megalo İdea'sı için kışkırtıcı bir
unsur olmuştur. Zira On İki Ada'yı alan Yunanistan ve Yunan kamuoyu, gözlerini
Kıbrıs'a çevirmiştir. Buna karşılık Türk Hükümeti, Sovyet ve komünist
emperyalizmine karşı güvenliğini garanti altına almak kaygısıyla denebilir ki,
meseleye adeta sırt çevirmiştir. Ancak 1952 Şubat’ında NATO'ya katıldıktan sonra,
Türkiye'nin bu hayati davası gayet tatmin edici bir çözüm yoluna ulaşmış, dolayısıyla
Türkiye için bu davanın üstüne düşme imkanı doğmuştur. Fakat 1952 -1954 arasında
Yunanistan’ın, Kıbrıs'ın kendisine terki için İngiltere nezdinde yaptığı her teşebbüs
İngiltere tarafından reddedilmiş olduğundan, Türk Hükümeti'nin ilgisizliği 1954'e
kadar sürmüştür. Yunanlıların niyetleri belli olmasına rağmen, Türk Hükümeti, bütün
bu gerçekleri görmezden gelerek, Yunanistan’la Balkan İttifakını gerçekleştirmeye
çok daha fazla önem vermiş ve Balkan Paktı'nın gerçekleşmesini önleyebilecek
herhangi bir engelin çıkmasını istememiştir. Birleşmiş Milletlerin 1954 Aralık
ayında, Kıbrıs meselesini görüşmeme kararı Türk Hükümetini memnun edip,
dostluktan dem vururken, Yunanistan meselenin üstüne daha fazla düşmeye başlamış
ve işin kötüsü de adada tedhişçiliği kışkırtma ve bu tedhişçiliğe yardım etme yoluna
gitmiştir.12
11 Orhan Türker, “Yunan Kral ve Kraliçesi Türkiye’de” , Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı:205,
İstanbul, Ocak 2001, s. 23-26 ; Stefo Benlisoy, “İkinci Dünya Savaşı Sonrasi Türk Yunan
Yakınlaşması”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:81, Tarih Vakfı, İstanbul, Eylül 2000, s. 12-21 ;
Volkan, Itzkowıtz, a.g.e., s. 158-159
12 Armaoğlu, a.g.e. s. 529-534 ; Türsan, a.g.e., s. 357-363 ; Görün, a.g.e., s. 379-388 ; Yılmaz, a.g.e.,
s. 440
d. Türkiye’de Yunan Örgütleri ve Fener Rum Patrikhanesi
1829 yılında Yunanistan devletinin kurulmasıyla ve içeriden de
Patrikhanenin büyük katkılarıyla Türkiye’deki Rum’luk bu tarihten sonra büyük
kuvvet kazanmaya başlamıştır. Önceki bölümlerde bahsedilen Megola İdea
kapsamında bu gelişimin amacının Rumların ayaklandırılarak ve Avrupa’nın da
müdahalesi ile Büyük Yunanistan’ın kurulması olduğunu söyleyebiliriz. Bu amaca
ulaşmak için bir çok dernek kurulmuş olup kurulan bu derneklerin en önemlisi
‘Etniki Eterya’ olmuştur. Bu dernek Rumeli’den başlayarak İstanbul’a kadar gizli
teşkilatını oluşturmuş, özellikle Türkiye’de bulunan metropolithanelerde
örgütlenmesini gerçekleştirmiştir. Bunun en önemli sebebi Osmanlı’nın dine hürmet
felsefesi gereği dini kurumlara uyguladığı müsamahakar tavırdan istifade etmek ve
rahat bir ortamda faaliyetlerini yürütme isteğidir. Rum din adamlarıda bu konuda
istekli olmuşlar ve din kisvesi altında siyasi faaliyetlere katılmışlardır. Ayrıca
Türkiye’deki Rumların eğitimi için İstanbul’da ve şube olarak Rumeli ve Anadolu’da
6 Rum lisesi (Jimnasyum) açılmıştır. Bu okullardaki Rum gençleri Yunan etkisinde
yetiştirilmiş ve adeta bir Türk düşmanı olmuşlardır. Balkan savaşından sonra Etniki
Eterya, siyasi cephede Milli Göçmenler Derneği ve sosyal cephede ise Fukaraperver
Uhuvvet Cemiyeti ile hemen her yerde şubeler açarak faaliyete geçmiştir. Bu
faaliyetlerle bir Rum bilinci oluşturmak istenmiş, Rumlar için çeşitli sağlık, eğitim
hizmetleri yapılmış, fakirlere yardım edilmiş, sanayileşmede ve ticarette ilerlemeleri
için teşvik verilmiş, basım ve yayım faaliyetleri yürütülmüştür. Bu gelişmeleri
desteklemek için daha sonraki zaman dilimlerinde çeşitli alanlarda faaliyet gösteren
bir çok dernek daha kurulmuştur. Bunlardan biri olan Rum Trakya cemiyeti
İstanbul’da Mayıs 1921 de Kırkkilise, Enez, Gelibolu, Çanakkale, Çatalca
Metropolitleri tarafından kurulmuş olup amacı Trakya’yı Yunan yönetimine
geçirmektir. Rum Muhacirin Cemiyeti yine ateşkesin ardından Metropolitler
tarafından kurulmuş ve göç etmiş olan Rumları tekrar İstanbul’a getirmeyi amaç
edinmiştir. İstanbul’da Yunan Konsolosunun teşvikleriyle kurulan Rum Cemiyet-i
Ticariye yani Rum Ticaret derneği, İslam tüccarlarına zarar vermek ve piyasayı ele
geçirmek amacını taşımıştır. Asya-yı Suğra Cemiyeti yani Küçük Asya Derneği Mart
1919’da kurulmuş ve Anadolu’nun her tarafında Yunanlılığı uyandırmak özellikle
kıyı bölgelerinin Yunanistan yönetimine geçirmek amacı olmuştur. Kuruluşu İkinci
Meşrutiyet sonrasında olan Rum Cemiyet-i Edebiyesi’de (Rum Edebiyat Derneği)
önemli katkıları olan bir dernektir. Bu dernek yayın organları aracılığı ile propaganda
yaparak, Rum tiyatro ve Sinemalarına yol göstererek Yunan bilincinin oluşmasına
katkı sağlamıştır. Bundan başka Rumların sosyal ve siyasi teşkilatlarına
Tefurdağı’nda ki (Bizantinyon) kulübünü, Silivri’deki yatılı kız okulunu, Kırkkilise
(Kırklareli) Yetimler Yurdu ve Rum kulübünü, Dedeağaç’taki Milli kulübü,
Marmara Ereğlisinde Herakliyus Kilisesini, Gelibolu ve Edirne Rum kulübünü,
Dimetoka ve İskeçe’deki okullarını örnek olarak gösterebiliriz.13
Yunan ulusal sürecinin en büyük kalesi olan Patrikhane ayrı ve büyük bir
önem arzeden konumu ve köklü tarihi itibarı ile ayrıca değerlendirilmelidir.
Anadolu’da Osmanlı kuvveti belirdiği zamanlarda, Bizans Ortodoks Kilisesi önemli
bir çöküntü hatta bir yok olma tehlikesi altındayken, Türk rejimi bu kuruma devletten
ayrı bir otonomi ve bütün Ortodoks Kiliselerinin üzerine çıkararak Evrensel patriklik
ünvanı vermiştir. Osmanlı idaresindeki bu imtiyazlı hayata rağmen Patrikhane ve
dolayısı ile Rumlar her zaman Bizans imparatorluğu hayalleri kurmayı sürdürmüşler
ve Yunanistan devletinin kurulması ile hayaller bir anlamda gerçekleşmeye
başlamıştır. Fener Rum Patrikhanesi, özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde
Yunanistan ile olan ilişkilerini artırmış ve bir öc havası içinde siyasi bir kimliğe
bürünmüştür. Öyle ki, 1908 İnkilabının verdiği rahatlama ile 1910 yılında,
Yunanistan’da başbakanlığı garanti görülen Venizelos’un programında Patrikhanenin
Yunanistan’la yarı resmi birleşmesi öngörülmüştür. Bu durum bize Türkiye’deki
Rumların Yunanistan’la ilişkilerinin boyutu konusunda bir fikir vermektedir. Hatta
bazı fanatik din adamlarının faaliyetleri üzerine bu dönemde Patrikhane askeri
kuvvetlerce denetim altına alınmıştır. Birinci Dünya savaşından sonra gelen İstanbul
işgali ile tamamen serbest kalan Rumlar Yunanistan ile birleşme için faaliyetlerine
hız vermişler, özellikle Rum basını Türkler aleyhine yayın yapmaya başlamış,
Patrikhane Heybeliada’daki okullarında ihtilalcileri yetiştirmiş, Rumca konuşmayı
yaygınlaştırmaya çalışmış ve hatta Temmuz 1919’da kapısının üzerine eski bizans
bayrağını asmıştır. Yani Türklük ile olan bir hesaplaşma sürecine girilmiştir.
Kurtuluş savaşı yıllarında Patrikhane Yunan ordusu için para bile toplamıştır. Hatta 5
13 Kurt, a.g.e., s. 31-50 ; Alkan, a.g.e., s. 47-51
Mart 1921’de Yunan Millet Meclisinde Patrikhane aleyhine bazı söylenenler üzerine
Dışişleri Bakanı Baltacis Yunan Milletinin Patrikhane’ye şükran borcu olduğunu,
Patrikhane’nin mücadelesi sayesinde Yunan milletinin bu fetihleri kazandığını
belirtmiştir.14
Türk Kurtuluş savaşı sonuçlandıktan sonra Patrikhane sorunu Lozan Barış
Konferansında çok çarpıcı nitelikte tartışılmıştır. Özellikle, Patrikhane’nin
İstanbul'da kalması sorunu, nüfus mübadelesi alt komisyonunda uzun ve ilginç bir
biçimde müzakere edilmiş hatta, Lozan Barış Konferansı sürecinde, görüşmelerin
ilerlemesini engelleyen ana sorun, Türkiye'nin Patrikhane’yi ülke sınırları dışına
çıkarma meselesi olmuştur. 20 Ocak 1923’de, Mustafa Kemal Atatürk, Hakimiyet-i
Milliye Gazetesinde şu beyanda bulunmuştur:
''Bir fesat ve hiyanet ocağı olan ve memleketimize nifak tohumları
eken, uyuşmazlıklar yaratan, hristiyan hemşerilerimizin huzur ve refahı için
de uğursuzluğa ve felakete sebep olan Rum Patrikhanesi'ni, artık
topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilat memleketimizde
muhafazaya bizi mecbur etmek için ne gibi vesile ve sebepler
gösterebilirler? Türkiye'nin, Rum Patrikhanesine arazi üzerinde bir
sığınılacak yer göstermeye ne mecburiyeti var? Bu fesat ocağının hakiki yeri
Yunanistan değil midir? Büyük Millet Meclisince idare edilmekte olan yeni
Türkiye Babiali'nin idaresindeki eski Osmanlı İmparatorluğu değildir.''
Atatürk Büyük Nutuk'ta da daha önce belirtildiği gibi 1910'lu yıllardaki Patrikhane
yönetiminin ihanetini açıkça anlatmıştır. Ancak Lozan’da Hristiyan devletlerin
baskıları sonucu Patrikhane Türkiye’de kalmıştır. Burada dikkat edilecek konu,
Patrikhanenin, Osmanlı İmparatorluğu zamanında elde ettiği tüm imtiyazların
kaldırılarak, siyasi ve idari mahiyette olan işlerle uğraşmamak, sadece dini ibadetlere
ait hizmetleri yerine getirmek şartıyla, bir lütuf olmak üzere, İstanbul'da kalmasının
kabul edildiğidir. Tüm bunlardan anlaşılması gereken Türkiye’nin İsviçre hukukuna
dayalı yeni bir hukuk sistemini oluşturduğu ve bu hukuk sistemi içerisinde dini
otoriteye yer olmadığıdır. Bu yüzden Patrikhane de tıpkı halifelik makamı gibi
tasfiye edilmek istenmiştir. 15
14 Hülya Toker, “Cumhuriyet Döneminden Günümüze Fener Rum Patrikhanesinin Faaliyetleri”,
Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı:383, Ankara, 2005, s. 32-47 ; Kurt, a.g.e., s. 33-40, 58, 59 ; Türsan,
a.g.e., s. 93-114
15 Kurt, a.g.e., s. 58,59 ; Alkan, a.g.e., s. 50-58 ; Toker, a.g.m., s. 32-47
Lozan’dan sonra gerek Türkiye gerekse Patrikhane için yeni bir dönemin
başladığı söylenebilir. Türkiye kayıplarını tamir ve ülkeyi yeniden yapılandırmaya
çalışırken Patrikhane’de varlığını etkin bir biçimde sürdürmeye çalışmış hatta zaman
zaman siyasi girişimlerde bulunmayı da ihmal etmemiştir. İkinci dünya savaşına
kadar geçen bu dönem sonrası Patrikhane Amerika’nın gündemine gelmiş ve daha
öncede belirtildiği gibi ilk defa Türk vatandaşı olmayan biri, Amerika’nın isteği ile
Athenagoras Patrik olmuştur. 1949 yılından itibaren, Türkiye'deki metropolit sayısı
aniden yeniden, yirmiye yükselmiş, Girit kilisesi manevi nüfuz altına alınmış ve
Amerika ve Kanada'da yaşayan 1 milyon 300 bin Rum organize hale getirilmiştir.
Athenagoras, Rum okullarının müfredatına ve idaresine de müdahalelerde bulunmuş,
ancak 1950'li yıllarda olan bu olaylara İstanbul'daki yüzbin Rum'un oyları
düşünülerek devrin DP iktidarınca müdahale edilmemiştir. Kıbrıs sorununda da
Patrik'in parmağı olduğu iddia edilmiş hatta Time ve Fortuna dergisi yazarı, Rita
Winterral
''Böyle siyasi bir işin, bir din adamının siyasi mantosu altında idare
edildiği nereden bilinsin. Önce Kıbrıs Rumlarını, sonra Yunan halkını
Türkiye ve İngiltere aleyhine tahrik eden, aslında Ruhani bir vazife ile
mükellef bulunan Athenagoras'tır. O'nu yakından tanıyanlar bilirler ki o bir
din adamı olmaktan ziyade bir siyaset adamıdır...''
demiştir. Yine Athenagoras döneminde Kıbrıs kilisesi Başpiskoposu Makarios,
Heybeliada Rum okulundan mezun olmuş ve yetişirken, nasıl bilgilendirildiğini
birçok beyanında göstermiştir. Tek görevi dini işlerle ilgilenmek olması gereken
Patrikhane'de, mimar, mühendis, hesap uzmanı, hukuk danışmanı, özel doktor, film
ve fotoğraf elemanı, gazeteci ve daha pekçok teknisyen çalışmakta olup bu yapıda bir
kurumun işlevi bu özellikleri ile değerlendirilmelidir.16
16 Alkan, a.g.e., s. 53-69 ; Toker, a.g.m., s. 32-47
2. BÖLÜM : İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
a. Dünyadaki Genel Politik Durum
Tarihin gördüğü en yıkıcı savaşlardan biri olan İkinci Dünya Savaşı sonrası
dünya düzeni öncesinden çok farklı olarak şekillenmiştir. 2 Ağustos 1945’de ABD,
İngiltere, Fransa ve Rusya Potsdam’da dünyaya yeni şeklini veren anlaşmayı
imzalamışlar ve bu tarihten sonra, bölgesel savaşları hariç tutarsak, dünyada ülkeler
arası büyük bir savaş yaşanmamıştır. Ancak savaş sonrası oluşan kutuplaşma sonucu,
kapsamlı bir şekilde soğuk savaş başlamıştır. Savaştan sonra oluşan yeni ortamın ana
unsurları ise şöyledir. İlk önce Savaş sonrası iki süper güç oluşmuş ve bu iki güç
çevresinde dünya politikasında ikili bir yapı ortaya çıkmıştır. Uluslararası ilişkilere
doktrin ve ideoloji unsuru girmiş, özellikle Sovyetlerin Komünizmi yayma
çalışmaları ve buna karşı çıkan ülkelerin faaliyetleri karşılıklı bir mücadele ortamı
oluşturmuştur. Sömürgecilik dünya gündeminden hızla tasfiye olmaya başlamış,
devamında dünya politika sahnesine her kıtadan bir çok devletin katılmasıyla politik
görünüm değişmiştir. İkili yapıda oluşan mücadele ortamı teknolojik yarışı
hızlandırmış ve uzay hakimiyeti gündeme gelmiştir. Son olarak ise ekonomik
ilişkiler çok büyük bir önem ve uluslararası ilişkileri şekillendirecek boyutlar
kazanmıştır. Tüm bunlara ilave olarak batının komünizmin yayılışına olumsuz bakışı
ve bu durumdan kaynaklanan silahlanma yarışı gergin bir havanın oluşmasına zemin
hazırlamıştır.17
Genel hatları bu şekilde beliren İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde oluşan
önemli bir olay da, 1945 yılında Birleşmiş Milletlerin kurulması ve teşkilatının
hayata geçmesidir. Dünyadaki bu gelişmeler ışığında Türkiye’nin dış politikasının
oluşmasında etkili olan en önemli iki unsurun Sovyetler ile olan ilişkiler ve Kıbrıs
17 Armaoğlu, a.g.e., s. 419-422 ; Ömer Lütfü Erol, Asker Devrim Darbe, Toplumsal Dönüşüm
Yayınları, İstanbul, 2003, s. 131-132 ; Yılmaz, a.g.e., s. 391,392 ; Paul Kennedy, Büyük Güçlerin
Yükseliş ve Çöküşleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1991, s. 445-452
sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Bu genel çerçevenin ayrıntıları daha sonraki
bölümlerde incelenmiştir.18
b. Bölgesel Paktlar ve Türkiye
Türkiye, İkinci Dünya Savaşından sonra yayılmacılık politikası uygulamaya
başlayan Sovyet tehdidine karşı bir savunma gereksinimi hissetmiştir. ‘Türkiye
Amerika İlişkileri Ve NATO’ya Giriş’ konu başlığı altında detaylı anlatılan
NATO’ya üye olma süreci bu endişenin ürünüdür. Türkiye bu endişesini gidermek
için daha başka yollar da aramış ve kendi güvenlik sistemini geliştirmek için Balkan
ve Bağdat İttifaklarının kurulmasında aktif rol oynamıştır. Türkiye’nin çabalarının
katkısıyla, 28 Şubat 1953 te Ankara’da Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında
‘Dostluk ve İşbirliği Anlaşması’, devamında da 9 Ağustos 1954 te Yugoslavya’nın
Bled kentinde ‘Balkan İttifakı’ imzalanmıştır. Balkan İttifakı ile NATO'nun sağ
kanadının ve özellikle Balkanlar cephesinin kuvvetlendirilmesinin amaçlandığı bir
gerçektir. Fakat bu nitelik ancak bir görüntüden ibaret olmuş ve ittifak sağlam
temellere oturtulamamıştır. Bundan ötürü, ittifaktaki imzaların mürekkebi
kurumadan 1955 ilkbaharından itibaren Balkan İttifakı gücünü kaybetmeye başlamış
ve ilk darbeyi Sovyet Rusya'nın Stalin’in hatalarını tamiri yolunda yaptığı girişimler
neticesinde Yugoslavya'dan almıştır. Bu gelişmelere ilave olarak ittifak Türk–Yunan
ilişkilerinin 1955’ten itibaren bozulması nedeniyle devamlılığını kaybetmiştir.
Balkan İttifakından sonra Türkiye, Ortadoğu Bölgesinde de çalışmalarını
hızlandırmış ve 24 Şubat 1955’te Türkiye ve Irak arasında imzalanan anlaşma ile
‘Bağdat Paktı’ kurulmuştur. Bağdat Paktı’na 5 Nisan 1955’te İngiltere, 23 Eylül
1955’te Pakistan ve 3 Kasım 1955’te İran üye olmuştur. Bu pakt 1979 yılına kadar
devam edebilmiş ancak bu tarihe kadar olan çeşitli ayrılmalar sebebiyle son
bulmuştur.19
18 Görün, a.g.e., s. 369 ; J.M. Roberts, Yirminci Yüzyıl Tarihi, Çev.:Sinem Gül, Dost Kitabevi,
Ankara, 2003, s. 392-407
19 Yılmaz, a.g.e., s. 431, 436, 437, 438 ; Armaoğlu, a.g.e., s. 521-528
c. Türkiye – Sovyet İlişkileri
Daha önceki bölümde bahsedilmiş olan 17 Temmuz – 2 Ağustos 1945
terihindeki Potsdam Konferansında bile, Türkiye üzerinde bir Sovyet tehdidi
görülmüştür. Bu tehdit Sovyetlerin Boğazlardan üs istemesi ve Kars ve Ardahan
bölgelerinin kendine terkini istemesi ile daha da şiddetlenmiştir. Zaten 1925 tarihli
Türk-Sovyet tarafsızlık ve saldırmazlık paktını 1945 Mart’ında feshetmiş olan
Sovyetler ile ilişkiler notalarla sürmüş, ancak Amerika ve İngiltere’ninde devreye
girmesiyle bu tehdit askıda kalmıştır. Truman doktrini’nin ilanından sonra Türkiye
ile Sovyetler Birliği arasındaki ikili ilişkiler 1951 yılının sonuna kadar durgun
geçmiştir. Türk devlet adamlarının yaptığı açıklamalarda da bir bekleme havasına
girildiği görülmekte birlikte Sovyet tehdidini her zaman ensesinde hisseden Türkiye
bu tehdit için bir önceki bölümde bahsedilen paktlara ve bir sonraki bölümde detaylı
olarak bahsedilecek olan NATO’ya girmiştir. Bu durumu önleyemeyen Sovyetler
Birliği sessizliğini bozmuş ve 3 Kasım 1951’de Türkiye’ye verdiği bir nota ile
NATO’yu emperyalist devletlerin saldırgan politikalarının bir aracı olarak
tanımlamış ayrıca Türkiye’nin bundan sorumlu olacağına dikkat çekmiştir.
Sovyetlerin bu notasını Türk Hükümeti 12 Kasım 1951’de verdiği bir nota ile
cevaplamış ve NATO’ya Türkiye’nin savunma ihtiyaçları için girildiğini belirtmiştir.
İlerleyen zamanlarda Sovyetler başka notalar da vermiş ancak Türkiye bunları
dikkate almamıştır. Stalin’in 1953’de ölümünden sonra Sovyetler, Türkiye ile
ilişkilerinde yumuşama sürecine girmiş ancak, bu yaklaşım Türk devlet adamları
tarafından temkinle karşılanmıştır. Sovyetlerin yaymaya çalıştığı Komünizm
ideolojisi de Türk devlet adamlarını düşündürmüş ve bu iç politik durumu etkileyen
önemli bir unsur olmuştur.20
Sovyetler, Kıbrıs konusunda Türk toplumuna yakın bazı tutumlar sergilemiş
ve adadaki gelişmeler karşısında Türk toplumunun da çıkarlarının gözetilmesi
gerektiği belirtmiştir ancak ilerleyen zamanlarda adadaki Rumlara silah satması gibi
gelişmeler tutumunun net olmadığını göstermiştir. Dikkat edilmesi gereken bir nokta
da, Ortadoğu üzerinde Sovyet tehlikesinin belirli bir hal aldığı, Yunanistan’da
20 A. Suat Bilge, Güç Komşuluk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1992, s. 332-340 ;
Yılmaz, a.g.e., s. 389,390 ; Armaoğlu, a.g.e., s. 404, 426-430
komünist Markos'cuların iç savaş çıkardıkları bir sırada Kıbrıs’ta da komünistlerin,
Kıbrıs'ı Yunanistan'a ilhak etmek için faaliyetlerini arttırmalarıdır. Bu gelişmenin
sebebinin, Doğu Akdeniz'de stratejik bir mevkide ve İngiltere’nin elinde bulunan
Kıbrıs adasından İngiltere’nin çıkmasını sağlamak suretiyle, Doğu Akdeniz’de
batılıların durumunu zayıflatmak ve hatta bu adayı bir komünist üssü haline getirmek
olduğu düşünülebilir.21
d. Türkiye – Amerika İlişkileri ve Nato’ya Giriş
Önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi Türkiye, Sovyetler’in İkinci Dünya
Savaşından sonraki yayılmacı tutumu karşısında güvenlik arayışlarına girmiştir.
Sovyetlerin Doğu Anadolu’dan toprak talepleri ve Boğazlara yerleşme istekleri bu
arayışı daha da kuvvetlendirmiştir. Bu durumları değerlendiren Türkiye,
Amerika’nın ittifakını elde etmeyi amaçlamıştır. İttifaklara o zamana kadar ılımlı
yaklaşmayan Amerika ile başlangıçta, Truman Doktrini çerçevesinde Marshall Planı
ile elde edilen yardım sayesinde köprü kurulmuştur. İngiltere’nin Türkiye ve
Yunanistan kapsamında harcamalarını karşılayamayacak olmasını ABD’ye
bildirmesi üzerine, Truman 12 Mart 1947’de kongrede yaptığı açıklama ile Türkiye
ve Yunanistan için 400 milyon dolarlık yardım yapılmasını istemiştir. Bu yardım
kapsamında, malzeme, sivil ve askeri personel gönderilmesi ile bazı personelin
Amerika’da eğitilmesi bulunmuştur. Türkiye bu durumu sevinçle karşılamıştır ancak,
özellikle Sovyetler Türkiye’nin Amerika’nın güdümüne girdiğini iddia ederek
hoşnutsuzluğunu belirtmiştir. Truman Doktrini’nin uygulamaya konulmasından
sonra, Birleşik Amerika'dan bir grup uzman, ülkenin gereksinmelerini saptamak
üzere, Türkiye'ye gelmiştir. 12 Temmuz 1947'de Türkiye ile Birleşik Amerika
arasında askeri yardım antlaşması imzalanmış ve bu antlaşma ile, Sovyetlere karşı
Türkiye'nin askeri gücünü artırma amacı güdülmüştür. 1947 yılı Türkiye için gerek
siyasal, gerek ekonomik olarak yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Bu tarihten
sonra, artık Türkiye ile Batı arasındaki ilişkiler sürekli olarak pekişmiş fakat,
21 Bilge, a.g.e., s. 332 ; Armaoğlu, a.g.e., s. 529
Türkiye'nin Batı dünyasına girmesi eşitlik ilkesi korunarak sağlanamamıştır. Batı,
çökmekte olan imparatorluğun karşısında takındığı tutumu andırır biçimde,
Türkiye'ye tepeden bakarak yardım elini uzatmıştır. Türk kamuoyu, Birleşik
Amerika ile yapılan antlaşmayı sevinçle karşılamış ancak Amerikan yardımının,
Düyun-u Umumiye gibi gelişmelere yol açabileceği hakkında da bir-iki yazı
yayınlanmıştır. Bunlara rağmen Amerikan yardımı, Sovyet tehdidine karşı bir
güvence biçiminde görüldüğünden ve savaş sonrası ortaya çıkan ekonomik
sıkıntıların gelecekteki Amerikan ekonomik yardımı ile çözülebilmesi umut
edildiğinden Türk kamuoyu tarafından Amerika hakkında olumlu düşünceler
beslenmiştir. Marshall planının uygulaması için 1948 yılında “Ekonomik İşbirliği
Örgütü” kurulmuştur. Bazı çevreler Türkiye’nin ekonomisinin savaştan çok zarar
görmediğini ve kendi kendine yeterli niteliklere sahip olduğu ileri sürerek kapsam
dışı bırakılmasını istemiş ancak bu durum yapılan girişimlerle önlenmiştir. 4 Nisan
1949 yılında, Amerika’nın kollektif ittifak sistemini benimsemesiyle NATO’nun
kurulması, Türkiye için büyük bir fırsat olmuş ve kurulduğu günden itibaren bu
sisteme girmek için gayret gösterilmiştir. Ancak NATO’ya giriş de kolay
olmamıştır. Belçika, Hollanda, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerin Sovyet tehdidi
nedeniyle itirazları olmuş, İngiltere dahi Türkiye’nin Orta Doğu Savunma
Sisteminde yer alması şartıyla onay vermiştir. NATO üyeliğini etkileyen önemli
faktörlerden biri de Türkiye’nin Kore’de başlayan savaşa bir tugaylık kuvvetle ve
hemen katılarak, burada önemli başarılar elde etmesi olmuştur. Komünist tehdidine
karşı Türkiye bir kazanç olarak ele alınmış ve 21 Eylül 1951 tarihinde NATO’ya
davet edilmiştir. TBMM 19 Şubat 1952 de NATO’ya girmeyi kabul etmiş ve bu
sayede güvenlik konusundaki endişeler azalmıştır.22
Bu dönem itibariyle Amerika, 2. Dünya savaşından sonra oluşan Sovyet
Rusya tehdidi ve bu bağlamda başlamış olan soğuk savaş çerçevesinde değişik
savunma stratejileri geliştirmiş ve hoşuna gitmeyen solcu ve kendisiyle dost olmayan
hükümetleri devirerek, yerlerine kendisiyle dost olan hükümetlerin geçirilebilmesi
için gerilla taktiklerini kullanabileceğini değerlendirmiştir. Bu konuda, Özel savaş
22 Emre Kongar, 21.Yüzyılda Türkiye, İstanbul , Remzi Kitabevi , 2000 , s. 458 ; Yılmaz, a.g.e., s.
431-433 ; Bilge, a.g.e., s.332-335 ; Erol, a.g.e., s. 163-164 ; Armaoğlu, a.g.e., s. 441-445, 517-521 ;
Roberts, a.g.e., s. 407-421
konusunda uzman Amerikalı Franklin A. Widsay, Gayri Nizami Harp adlı kitabında
şu ifadeleri kullanmıştır:
“Kendi personelimizi ve yardımda bulunduğumuz
memleketlerin personelini yetiştirmek için, bir eğitim sistemine
ihtiyacımız vardır. NATO müttefiklerimizle müştereken komünist
tecavüze maruz memleketlerde, Amerika'dakine benzer enstitüler ve
özel harp daireleri kurulmalıdır.”
Bazı iddialara göre, Amerika’nın bu yaklaşımlarının sonucu, düşüncesi, finansmanı
ve teçhizatı Amerikalılar tarafından desteklenen, amacı Komünizmi yok etmek olan
ve Brüksel'deki NATO merkezinden idare edilen örgütler bütün Batı Avrupa
ülkelerinde ve Türkiye’de kurulmuştur.23
e. Türkiye – İngiltere İlişkileri
İkinci Dünya savaşından yorgun olarak çıkan İngiltere öncelikli olarak kendi
bünyesini düzeltme çalışmalarına yöneldiği için Türkiye ile olan ilişkilerde herhangi
özel bir durum göze çarpmamaktadır. Önceki bölümlerde de belirtildiği gibi
İngiltere, savaş sonrası dönemde gelişen Sovyet tehlikesine karşı Ortadoğu’da bir
güvenlik şemsiyesi oluşturma ihtiyacı açısından Türkiye ile ilişkileri yoğunlaştırmış
ve NATO’ya girişte de bu ihtiyaçların teminini isteyerek destek vermiştir. Eski
gücünde olmayan İngiltere’nin yine daha önceki bölümlerde bahsedildiği gibi 21
Şubat 1947’de Amerika’ya verdiği bir nota ile Türkiye’nin istediği askeri malzemeyi
artık karşılayamayacağını bildirmesi ve Amerikanın bunu bir şekilde üstlenmesi ile
İngiltere Türkiye ilişkileri Amerika’nın gerisinde kalmıştır. Ancak İngiltere Kıbrıs
adasındaki gelişmeler kapsamında Türkiye ile ilişkilerini artırmıştır. Özellikle
Türkiye’nin Kıbrıs konusunda daha aktif olmasını İngiltere sağlamıştır diyebiliriz.
Adada gelişen Rum kaynaklı olayların bir buhran haline gelmesi üzerine, İngiltere
Hükümeti, meseleyi görüşmek üzere Türkiye ve Yunanistan’ı, 29 Ağustos 1955 de
Londra'da toplanacak bir konferansa davet etmiştir. Bu suretle Türkiye, İngiltere
23 Soner Yalçın, Doğan Yurdakul, Bay Pipo , İstanbul , Doğan Kitap, 2000, s.37, 38
tarafından Kıbrıs meselesinin içine çekilmiş ve, Yunanistan karşısında yalnız
kalmamak için, Yunanistan'ın karşısına çıkarılmıştır.24
24 Bilge, a.g.e., s. 333 ; Armaoğlu, a.g.e., s. 531
3. BÖLÜM : İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA İÇ
POLİTİK GELİŞMELER
a. Çok Partili Döneme Geçiş Ve Demokrasi Kültürü
Türkiye, 1946 yılında çok partili yaşama geçiş ile çok büyük bir gelişme
göstermiş olup bu durum, bir tek parti yönetiminin kendi idaresiyle ve kendi
denetimi altındaki bürokrasiyle yapılması açısından büyük bir önem arz etmektedir.
Türkiye'nin çok partili demokrasiye geçişinde , hem iç hem de dış gelişmelerin etkisi
olduğu bir gerçek olmakla beraber esas unsurun Türk yöneticilerin anlayışı ve
basireti olduğu kabul edilmelidir. Atatürk’ün, 10 Kasım 1938'de ölümünden sonra en
yakın çalışma arkadaşı olan İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçilmiş ve bazıları Atatürk
tarafından siyaset dışı bırakılmış olan yakın arkadaşlarını önemli siyasal ve
yönetimsel görevlere getirmiştir. İsmet İnönü döneminde İkinci Dünya savaşı ve bu
savaşta yansızlığı temin etme isteğinin etkisi ile toplumsal, siyasal ve hukuksal
denetimler sıkılaştırılmıştır. Bir siyasal karşıt grup örgütleyebilmek için
kullanılabilecek yolların hemen hepsi kapatılmış, ortak çıkarlara dayalı örgüt
kurulması yasa dışı bırakılmış, grevler ve benzer etkinliklerin hepsi yasaklanmıştır.
Basın denetim altına alınmış, polise olağanüstü yetkiler verilmiş ve devlet ile parti
(Cumhuriyet Halk Partisi) özdeşliği, devlet yöneticilerine parti görevleri verilerek
gittikçe pekiştirilmiştir. Ancak çok partili düzene geçiş yeni Cumhuriyet’in batı tipi
bir toplum yapısı yaratmayı amaçlaması ve Kemalist ideolojinin niteliğinden doğan
demokratikleşme zorunluluğu neticesi, yöneticiler tarafından yine de desteklenmiştir.
Bu süreci destekleyen iç ve dış etkileri netleştirecek olursak üç öğeden bahsedilebilir.
Birinci öğe, Türkiye'yi kendi içine kabul etmek için, düzenini demokratikleştirmeye
zorlamış olan Batı dünyasının etkisidir. Ayrıca, ikinci Dünya Savaşı sonunda, baskı
rejimlerinin yenilmiş ve yıkılmış olması ve Marshall Yardımı tartışmaları sırasında,
Türkiye’nin, demokratik olmayan uygulamalarından dolayı şiddetle eleştirilmesi de
aynı yönde önemli bir etki yapmıştır. İkinci öğe, halk üzerinde tek parti düzenine
karşı oluşan olumsuz tepkidir. Üçüncü öğe de bir kapitalist sınıfın belirginleşmesidir.
Kemalizmin etkisine bu üç öğenin de katılması, Demokrat Parti'yi oluşturmuştur.
Demokrat Parti’nin çekirdeği, Büyük Millet Meclisi'nde toprak reformu tartışılırken
ortaya çıkmıştır. 1940'lı yılların sonuna doğru kapitalistleşme sürecinin içine girmiş
olan büyük toprak sahipleri ile yeni gelişmekte olan burjuvazi arasında toplumsal,
ekonomik ve siyasal bir birlik oluşmuştur. 14 Mayıs 1945 yılında, Büyük Millet
Meclisi'nde toprak reformu yasası görüşülürken Demokrat Parti'nin gelecekteki
önderleri etkili bir karşıt görüş savunmasında bulunmuşlar, bu kişiler aynı ay içinde
tartışılan bütçeye sert eleştiriler yapmışlar ve böylece bir yeni partinin çekirdeği
Meclis'teki tartışmalar sırasında belirmiştir. Bir süre sonra, 12 Haziran 1945
tarihinde, Cumhuriyet Halk Partisi'nin milletvekilleri olan Celal Bayar, Adnan
Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan tarafından, siyasal düzenin
demokratikleşme zamanının geldiğini savunan, sonraları “dörtlü takrir” adıyla
ünlenen önerge partinin meclis grubuna verilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
ortaya çıkan uluslararası durum da demokrasiye geçiş için uygun bir ortam yaratmış
ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçimlerden önceki 2.Olağanüstü Kurultayı’nda
seçimlerin tek dereceli olarak yapılması, değişmez genel başkanlık kurumunun
tüzükten çıkarılması ve yapay bir muhalefet grubu olan Müstakil Grubun
feshedilmesi gibi tarihi kararlar alınmıştır. Bu tarihten sonra siyasi muhalefet hızla
gelişmiş ve 14 mayıs 1950 seçimlerine kadar 25’ten fazla siyasi parti kurulmuştur.
Bu ortamda yapılan 21 Temmuz 1946 seçimlerinde CHP iktidarında bir değişiklik
olmamasına rağmen, 1942’de uygulamaya giren Varlık Vergisi, 1943’te konulan
toprak mahsulleri vergisi ve savaş sonrası yaşanan ekonomik çöküntünün etkisi
partinin halk desteğini azaltmıştır.25
Oluşan yeni ortamla yapılan ilk çok partili genel seçim, CHP ve DP’nin bütün
ülke düzeyinde, MP’nin 22 ilde ve MKP’nin sadece İstanbul’da katılımıyla 14 Mayıs
1950’de yapılmıştır. 487 milletvekilliğinden sadece 69’unu alabilen CHP 27 yıllık
iktidarını 408 milletvekili çıkaran Demokrat Partiye devretmiş Celal Bayar
cumhurbaşkanı, Adnan Menderes başbakan, Refik Koraltan da meclis başkanı
olmuştur. 1950’den 1960 yılına kadar olan Türkiye’nin 10 yıllık siyasi hayatına
damgasını vuran Demokrat Parti döneminde, önce 1954’e kadar süren bir
liberalleşme dönemi yaşanmış ve bu dönemde 1950’ye kadar biriktirilen bütün
25 Kongar, a.g.e. , s. 144-145,459 ; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952) ,
Arba Yayınları, İstanbul, 1952, s. 647-649 ; Erol, a.g.e., s. 133-145 ; Rıfat N. Bali, “Çok Partili
Demokrasi Döneminde, Varlık Vergisi Üzerine Tartışmalar” , Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı:165,
İletişim Yayınları, İstanbul, Eylül 1997, s. 47-59
rezervler kullanılarak ve ABD kaynaklı bol bol kalkınma yardımı alınarak ülke bir
ekonomik refah dönemine girmiştir. Ancak bu refah dönemi uzun sürmemiş,
oldukça plansız kullanılan kaynaklar tükenince ekonomik darboğazlar başlamış ve
doğal olarak siyasal ve toplumsal yaşamı etkileyen gelişmeler olmuştur. 1950’de
özgürlükçü bir siyasal ve toplumsal düzenin savunucusu ve uygulayıcısı olarak işe
başlayan Demokrat Parti döneminde, gelenekselleşmiş laiklik ilkesi aşınmaya
başlarken, dış politikada Kore’ye asker gönderme ve 1952’de NATO’ya üye olma
kararlarıyla büyük ölçüde Batı ve ABD yandaşlığı benimsenmiş, 1953’te Balkan
Paktı’na 1955’te de Bağdat Paktı’na üye olunarak, ABD’nin SSCB’ye uyguladığı
çevreleme politikasının öncü takipçilerinden olunmuş, bu uygulamalara muhalefet
edenlere karşı çok sert önlemler alınmış ve bir anlamda seçimlerden önce
demokratikleşmenin savunucusu olan DP, giderek otoriter bir yönetim olmuştur.
Elde ettiği büyük ekonomik kalkınma ile DP, 1954 seçimlerinden oy oranını
arttırarak %55’e çıkarmış, elde edilen bu geniş iktidar gücü ile göreve gelir gelmez
memurlara ilişkin bir dizi önlem almış ve basına karşı tutumunu iyice
sertleştirmiştir. Ama her şeye rağmen, kentleşme, sanayileşme, dışa açılma gibi
temel dönüşümlerle toplumun çehresinin ilk defa büyük ölçüde değişmesi de bu
dönemin eseridir. 26
DP dönemi hakkında yapılan yorumlara bakıldığında, bakış açılarına göre çok
farklılıklar görülür. DP’nin tek parti otokrasisine karşı yükselen bir halk hareketi
olduğu ileri sürüldüğü gibi, memleketi kapitalist ve emperyalist bloka teslim eden bir
egemen sınıflar (büyük toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisi) koalisyonu olduğu da
iddia edilmiştir. Bu iki görüşünde kendi açılarından gerçek payları olmakla beraber
kabul edilmesi gereken bu dönemde Türkiye’nin o zamana kadar görülmemiş bir
gelişme içine girmiş olmasıdır. Üretim artmış, milli gelir hızla yükselmiş,
karayolları, barajlar yapılmıştır. Köy Enstitüleri’nin engellenmiş olmasına rağmen,
eğitimde kurum, öğretmen ve öğrenci sayıları on yılda bir kat artmıştır. Silahlı
kuvvetler, sağlanan dış yardım sayesinde eskiye oranla çok daha fazla güçlenmiştir.
Ancak bu noktada DP’nin, halka rağmen halk için deyişiyle özetlenebilecek bir
biçimde yıllarca Türkiye'yi yönetmiş olan sivil ve asker bürokrasi ile aydınlara karşı
26 Armaoğlu, a.g.e., s. 517-528 ; Yılmaz, a.g.e., s. 431-437 ; Erol, a.g.e., s. 146,147 ; Tevfik Çavdar,
Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1950-1995), İmge Kitabevi, Ankara, 2000, s. 86-87
olumsuz bir tutum sahibi olduğu yönünde yapılan tesbitlerden de bahsetmek gerekir.
Bu olumsuz tutumun ardında çeşitli nedenlerin yattığı söylenebilir: İlk neden olarak,
bu grupların, Atatürk devrimlerinin bekçisi olarak Cumhuriyet Halk Partisi'nin ve
Demokrat Parti öncesi dönemin destekçileri olması söylenebilir. Bir başka neden,
Demokrat Parti'nin, Cumhuriyet Halk Partisi'nin demokrasiye olan inancına güven
duymayarak, bunları uygun bir olanak bekleyen demokrasi düşmanları olarak
algılaması olabilir. Son olarak da, Demokrat Parti'nin halktan başka egemenlik
kaynağı kabul etmemesi gösterilebilir. Menderes iktidarı’nın bir özelliği de, belki de
partinin kurucuları ve önderlerinin tek parti dönemindeki deneylerle yetişmiş siyaset
adamları olduğundan, gerçek demokratik ilkelere uygun davranışlar yerine, tek parti
dönemini andıran uygulamalara yönelmesidir. Bu yüzden, Demokrat Parti tek parti
düzenine karşı kurulmuş olmasına karşın yöneticiler, kendilerini tek parti döneminin
baskıcı tutumundan kurtaramamışlardır. Halk Partisi, aydınlar, bürokrasinin bir
kesimi, üniversiteler ve basın tarafından yansıtılan karşıt düşünceler, Demokrat
yöneticilere göre halkın çoğunluğu bu görüşleri desteklemediği için önemli
olmamıştır. Başlangıçta görülen bu önemsemeyiş, sonradan karşıt grupların baskı
altına alınmasına dönüşmüştür. Böylece Demokrat Parti, kendisini iktidara getirmiş
olan demokrasinin en önemli ilkesini, karşıt grup ve görüşlerin yaşama ve gelişme
hakkını yaralamış ve bu yaklaşım, sonunda çoğunluğun baskısını getirmiştir.
Bunların yanında bu dönemin diğer önemli bir özelliği ise Batı dünyası ile ekonomik
ve siyasal bütünleşmeye kesin bir inanç beslemesidir. Her ne kadar batı dünyası ile
yakın ilişkiler daha önceden başlamışsa da, Demokrat Parti, Batı ile bütünleşmeye
ülkenin bütün sorunlarını çözecek bir yol olarak bakmıştır. Hükümet, ekonominin
kalkınmasında dış yardımı kullanabilmek için bir anlamda Batı'nın askeri ve siyasal
denetimini kabullenmiştir. Bazı olumsuzluklar taşısa da, Batı ile bütünleşme
düşüncesi ve eylemi, ekonomik liberalizm ile özdeşleştirildiği için, ekonomiye ve
özel girişime yeni bir dinamizm getirmiştir. Ancak bu ortamda gelişen gelenekçi-
liberal cepheden desteğini alan Demokrat Parti’nin yine bu kesimin etkisi ile kimi
Atatürk devrimlerine karşı takındığı olumsuz tutum ayrıca değerlendirilmelidir.
Devrimleri gerçekleştirirken tek parti yönetiminin uyguladığı bazı yöntemlerin
toplum içinde bazı tedirginliklere yol açması tek parti dönemine bir tepki olarak
ortaya çıkan Demokrat Partinin, kimi Atatürk devrimlerine karşı olumsuz bir tutum
takınmasına sebep olmuştur. Bu durumu ortaya çıkartan en bariz gösterge,
başlangıçta örgütlü gericilik akımlarının dinsel alanda ortaya çıkmasına pek izin
verilmemekle birlikte, dine karşı tutumda bir önceki döneme göre aşırı yumuşamadır.
Belki bu durum Demokrat Partinin halkla olan bütünleşmesinden ve bunun
oluşturduğu baskıdan kaynaklanmıştır. Yine de Cumhuriyet Halk Partisi döneminde
hükümet, halk için ya vergi toplayan ya da askere adam çağıran bir güç olarak
görülürken bu durum Demokrat parti döneminde değişmiştir. Bürokratlar ve aydınlar
tarafından uygulanan devletçi-seçkinci yaklaşımdan pek memnun olmayan, ayrıca,
yeterli hazırlık olmadan yapılan kültürel devrimlerin bir kısmına da kuşku ile bakan
halkın desteğini almak için, Demokrat Parti’nin bürokrasiye ve aydınlara karşı
olumsuz bir yaklaşım ve Atatürk devrimlerine karşı olumsuz bir tutum geliştirdiği
söylenebilir. İşte bu durum, Demokrat Parti'yi bürokrasi ve aydın kesim ile çatışmaya
götürmüştür.27
b. Halkın Eğitim Durumu
İkinci Dünya savaşı sonrası Türkiye’deki eğitimin durumuna genel olarak göz
atmak, 6/7 Eylül olaylarının yaşandığı dönemdeki toplumu tahlil ederek olayların
burdan kaynaklanan sebeplerini değerlendirmek açısından yardımcı olacaktır. Bu
bağlamda belki biraz daha gerilere gidip Cumhuriyet sonrası tüm dönemi de
kapsayacak şekilde eğitime göz atmak faydalı olacaktır.
Atatürk, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atarken, eğitim
alanında da bilindiği gibi devrimler yapmıştır. Geleceğin dünyasında, sosyolojik,
teknolojik, siyasal alanlarda iyi yetişmiş bilinçli bir toplumla yer almanın önemi çok
iyi anlaşıldığından bu konuda çok büyük bir gayret gösterilmiştir. Cumhuriyetin ilk
yıllarından itibaren çok çeşitli yöntemlerle eğitim seferberlikleri yapılmış özellikle
Köy Enstitülerinin kurulması çok büyük katkılar sağlamıştır. Tüm bu gayretlere
rağmen bu devrimler, o günkü koşullar gereği kısa zamanda yurt geneline tam
27 Kongar, a.g.e. , 149-151 ; Orhan Erkanlı, Anılar...Sorunlar...Sorumlular, Baha Matbaası,
İstanbul, 1972, s.3-8
anlamıyla yansıtılamamış ve toplumun istenen seviyeye ulaşması tam olarak temin
edilememiştir. Bu şartlar altında gelişen, İkinci Dünya Savaşı sonrası çok partili
döneme geçiş süreci bu açıdan bazı sıkıntıları bünyesinde barındırmıştır. Eğitimdeki
yetersizlik toplumun bazı kesimlerinin kafasını değiştirememiş ve bu kesimler çok
partili demokrasiyi devrimlerin bazılarına karşı düşmanlık sergilemek için
kullanılmıştır. Zaman içinde Köy Enstitülerinin kapanması gibi uygulamalarla
eğitimde değişiklikler yapılmış ve dini eğitimin ağırlığı olan bazı uygulamalara
geçilmiştir. 1955 yılında toplumun ancak %40.9’unun okuma-yazma bilmesi Yazı
Devriminden sonra yapılan gayretli çalışmaların ürünü olmakla beraber bu yetersiz
kalmıştır. 6/7 Eylül olaylarına karışan ve boyutlarının üzücü seviyeye gelmesine
neden olan toplumun, eğitimde yaşanmış olan bu sıkıntılardan etkilendiği
düşünülebilir. Bilimin yol göstericiliğinde yapılan bir eğitim tam anlamıyla
yaygınlaştırılabilse, bu eğitimin ürünü aydınlık beyinler yönetimi tam anlamıyla elde
edebilseler belki de toplumsal problemlere daha uygun çözümler üretebilirlerdi. 28
c. Ekonomik Durum
Yaşanan toplumsal olayların arka planında yatan bazı ekonomik koşulların
olabileceğinden hareketle 6/7 Eylül olayları dönemindeki genel ekonomik duruma
bakmak değerlendirmeler açısından faydalı olacaktır.
Cumhuriyet kurulduktan sonra ekonomik alanda, İzmir İktisat Kongresi ile
bir fikri gelişme ve oluşma, ekonomik envanterin belirlenmesi, model arayışı ve belli
ölçüde uygulama başlamıştır. Bu dönemde ekonominin sahip oldukları ve
olmadıkları belirlenmiş, ekonomik hedefler tayin edilmiş, karma ekonomi modelinin
temelleri hazırlanmıştır. 1930’lu yıllarda ise uygulama hız kazanmış, elde edilen
tecrübelerle karşılaşılan zorluklar yenilmeye çalışılmış, yatırımlar yapılmaya gayret
edilmiş ve ekonomik karakterli müesseseler kurulmuştur. Yani İkinci Dünya savaşı
öncesi, ekonomiyi harekete geçirme, hızlandırma, yönlendirme, sanayii kurma,
tarımı diriltme dönemi olmuş ve devletin öncülüğünde bilinçli, dikkatli ve temkinli
28 Erol, a.g.e., s. 138-154 ; Kongar, a.g.e., s. 532,533
adımlarla ilerleme gerçekleşmiştir. İkinci dünya savaşından sonra başlayan çok
partili dönem sonucu 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti, ekonomi alanında
farklı uygulamalar yapmıştır. Özellikle İnönü’nün gözü gibi sakındığı hazinede olan
paralar ve dış yardımlar özensiz kullanılmış ve karma ekonomi modelinin temel
felsefesi değişmese bile uygulamada yeni görüşlere, yeni yaklaşımlara yer
verilmiştir. Bu dönemde özel teşebbüs lehine bir eğilim olmuş hatta “iktisadi devlet
teşekkülleri”nden bazılarının özel teşebbüse satılması fikri ve eğilimi ortaya
çıkmıştır. Bu eğilim tasarlandığı gibi gerçekleşememiş olmakla beraber ekonomik
liberalizasyona ağırlık verilmiştir. Bu şartlar altında 1950 sonrası Türk ekonomisinde
gerek sanayi gerek tarım gerekse hizmet sektöründe değişik bir hava içine girilmiştir.
Tarım ürünlerindeki fiyat artışı gelir dağılışını değiştirmiş, şehre göç hız kazanmiş,
ve dış ticarette dikkat çekici bir hareketlilik belirmiştir. Bu dönemde serbest
teşebbüsün güçlenmesi ve piyasa ekonomisinin işletilmesi düşünülmüş, sosyo-
ekonomik değişimler yaşanmış ve toplum tüketim standartlarını yükseltme hırsına
girmiştir. Geleneklerimiz yakın tarihe kadar kanaatkarlığı, azla yetinmeyi bir
davranış biçimi olarak yerleştirdiği halde, 1950 sonrasında bu olgu sonucu
kanaatkarlıktan, bir lokma bir hırka felsefesinden tüketime yönelme baş göstermiştir.
Tarım kesiminde gelirlerin hızla artması, yeni zenginleri ortaya çıkarmış ve bunlar
hızla tüketime yönelmiş, şehirlere göç hızlanmış ve köylü şehir ekonomisi, şehrin
tüketim standartları ile temasa geçmiş, kapalı ekonomiden kısmen de olsa pazar
ekonomisine geçilmiştir. Köyde ve kasabada kendi ürettiğini kendi tüketen gruplar
şehirde bunu üretenden alıp karşılığını ödeme durumuna geçmiş bu geçiş döneminde
tüketme ve karşılığını kazanma savaşında iş terbiyesi, meslek ahlakı, kazanma hırsı,
tüketim anlayışlarında sonraları çok ciddi sonuçlar doğuracak olan değişmeler
olmuştur. Şehirleşme yani şehre göçün hızlanması mevcut kapasitelerin üstüne
çıkarak problem kaynakları oluşturmaya başlamıştır. Hızlı şehirleşme sadece ulusal
tasarruf ve yatırımlara, buradan büyüme hızına tesir etmekle kalmamış,
sanayileşmeye, iç pazarlamanın kuruluş ve örgütlenmesine, tarım-sanayi ilişkilerine,
işçi örgütlenmelerine, işçi-işveren ilişkilerine değişik bir yön veren sosyo-kültürel ve
sosyo-ekonomik bir ortamın oluşmasına yol açmıştır. Ayrıca iş anlayışı, iktisadi
zihniyet, iktisadi ahlak ve terbiye, kazanç hırsı alanlarında dikkati çeken değişimler
yaşanmıştır. 1950 sonrasında çok partili demokratik düzene geçiş, bunun yarattığı
genel heyecan ve “demokrasi”nin geniş halk kitleleri tarafından değerlendirilmesi
iktisadi sonuçları çok büyük olan değişmelere yol açmıştır. Geniş bir halk kitlesi
demokratik haklarla, sosyal hakları ve ekonomik hakları belli ölçüde bir arada ele
almış ve hayat standartlarını yükseltme, bunu talep etme ve bunu sağlayacak yolları
arama çabasına girmiştir. Bu dönemde işçi haklarının önemi vurgulanmaya
başlanmış, işçi sendikalarının kurulması girişimleri güç kazanmış, gelir dağılışında
sosyal adalet ilkelerine uyulması gereği tartışılan ve talep edilen konular arasına
girmiştir. Ancak 1950 sonrası dönem gelir bölünüşünde büyük farkların belirdiği ve
bundan kaynaklanan huzursuzlukların sosyo-politik sorunlar oluşturduğu bir dönem
olmuştur. 29
d. Kültürel Gelişmeler
İkinci Dünya Savaşı sonrası çok partili düzen ve Demokrat Parti iktidarı
dönemi daha önceki bölümlerde belirtilen eğitim ve ekonomik problemleriyle
beraber yeni oluşum sancıları taşımış, bu durum da ister istemez toplum kültüründe
yansımalar yapmıştır. Bir önceki bölümde belirtildiği gibi, Demokrat Partinin
iktidara gelmesiyle ekonomik açıdan, devletin, kamu yatırımları içindeki yeri pek
azaltılmamakla birlikte, “devlet eliyle özel kesimin desteklenmesi” hızlandırılmış,
böylece hem “yeni zenginler” yaratılarak burjuvazinin gelişmesi hızlandırılmış, hem
de sermaye sınıfından Demokrat Parti'ye destek veren yeni bir taban oluşturulmuştur.
Toplumsal açıdan, kırsal alanlara traktörün girmesiyle buradaki nüfusun yatay
hareketliliği hızlanmıştır. Bu nüfusun kentlere gelmesiyle, gecekondu adı altında
yeni bir fiziksel yerleşim yeri ve gecekondu halkı diye anılan yeni bir toplumsal
katman oluşmuştur. Gecekondulaşma olayı, beraberinde, hem kentsel toprakların
yağmasını, hem kentsel planlamanın rafa kaldırılmasını, hem de kentsel rantın
paylaşımında, yasadışı örgütlenmelerin toplumsal ve ekonomik egemenliğini
getirmiştir. Sonuç olarak, hem yasadışı toprak yağması, hem plansız kentleşme,
29 Ahmet Kılıçbay, Türk Ekonomisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1991, s. 99-112 ;
Erol, a.g.e., s. 156-162 ; Erkanlı, a.g.e., s. 6-8 ; Ercan Dansuk, Türkiye’de Yoksulluğun Ölçülmesi
ve Sosya-Ekonomik Yapılarla İlişkisi, DPT Uzmanlık Tezleri, 1997, s. 81-83 ; Tarımsal
Politikalar ve Yapısal Düzenlemeler Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT, Ankara, 2000, s. 5
Türkiye'de büyük kentlerdeki yaşamı, dayanılmaz bir noktaya getirmiş ve en önemli
gündem maddelerinden birini oluşturmuştur. Kente gelen bu nüfusun,
“kentlileşememesi”, yani kentsel değerleri benimseyememesi, bu insanların, içinde
yaşadıkları toplumla bütünleşmek için, bir yandan hemşerilik bağlarını, bir yandan
siyasal partilerin il ve ilçe teşkilatları gibi yerel örgütlenmelerini, öte yandan da
“tarikatlar ve cemaatler” olarak, siyasal islamı kullanmalarını gündeme getirmiştir.
Toplumsal açıdan köylülükten çıkmış ama kentleşememiş olan bu nüfus, bir yandan
endüstri için ucuz işgücü sağlarken, öte yandan, hizmet sektörünün ve marjinal
sektör denilen, işportacılık, simitçilik, ayakkabı boyacılığı gibi işlerin de
yaygınlaşmasına yol açmıştır. Kültürel açıdan, feodaliteden, endüstriyel topluma
geçiş aşamasında iki arada bir derede kalmış gözüken bu nüfus, akıldan çok
duyguya, kentten çok kasabaya, endüstriyel değerlerden çok fırsatçılığa dayalı olan
ve kendine özgü olan bir kültür geliştirmiştir. Demokrat Parti'nin bir yandan laik
ilkelerden geri dönüşü, öte yandan İmam Hatip okullarını açmaya başlaması, ülkede
siyasal islamın devlet desteğiyle gelişmesinin de yollarını açmıştır. Siyasal açıdan,
seçmenlerin hem kendi güçlerinin bilincine varmaları, hem de partilerin yerel
örgütleriyle bütünleşerek işlerini yaptırmaya, sorunlarını çözmeye başlamaları, bir
süre sonra halkın kendi arasında partiler çizgisinde aşırı kutuplaşmasını getirmiştir.
Nitekim Demokrat Parti'nin iktidara gelişinden sadece 5 ay sonra Fransa
Büyükelçisinin hükümetine yolladığı gizi rapordaki şu cümleler önem arzetmektedir:
30
“Muhalefet ve hatta bazı önemli Demokratlar, Atatürkçü hareketin
temelini oluşturan laiklik ilkesinin yozlaştırılmasından endişe duyuyorlar.
Kendilerini halka beğendirmek amacını güden ve laik eğitim görmüş olan
yöneticiler, Atatürkçülüğün sıkı düzeninden bıkmış olan halka başka ödünler
vermek zorunda kaldılar. Çıkarılan geniş kapsamlı genel af sonucunda,
cinayet ve suçların artmış olması bunun en belirgin örneğidir. Seçim
kazanan bir partinin seçmenlerinin, demokrasinin gelişmesini istemekten
çok, yönetim başında bulunanların bilinçli olarak hoşgörüyle karşıladıkları,
karmaşık ama rahat bir düzeni arzuladıklarını gözlemekteyiz.
Demokratların kırsal kesimde sağladıkları başarıdan doğan parlak
umutların yerini, ufukta beliren bazı karanlık bulutların aldığını fark
ediyoruz.”
30 Kongar, a.g.e. , s. 151,156, 551-556
4. BÖLÜM : KIBRIS SORUNU
Şimdiye kadar olan bölümlerde 6/7 Eylül olaylarına tesir eden dolaylı
faktörlere genel olarak değinilmiştir. Bu bölümden itibaren daha belirgin sebepler
işlenecektir. Bu bağlamda 6/7 Eylül olaylarının oluşmasında görünürdeki en büyük
sebep Kıbrıs’ta o dönemde meydana gelen gelişmelerdir. Kıbrıs sorunu, ilk bölümde
bahsedilen Türk – Yunan ilişkilerinin önemli bir parçası olup, her iki taraf da geçmiş
seneler içinde oluşmuş olan yenilgi ve zaferlerini , keder ve ümitlerini , öfkeleri ile
ideallerini beraberlerinde Kıbrıs meselesine taşımışlardır. Burada şöyle bir sonuca
ulaşılabilir ki, Kıbrıs, Türkler ve Yunanlılar arasındaki etnik mücadelenin bir parçası
olarak da meydana çıkmış ve halen devam etmektedir.31
a. Kıbrıs’ın Konumu ve Önemi
Yunanistan’a 800km., Suriye’ye 120km., Süveyş kanalına 360km. ve
Türkiye’ye 70km. mesafedeki Kıbrıs, 9.283km² lik yüzülçümü ile Akdenizin üçüncü
büyük adası olup,. bu konumu itibariyle, Avrupa’dan Ortadoğu’ya oradan Süveyş
kanalı ile Çin, Hindistan ve diğer Uzak Doğu ülkelerine uzanan ticaret yollarını
kontrol altında tutan stratejik bir konuma sahiptir. En yakın Akdeniz adası Girit’ten
555km. uzakta olarak, Anadolu’nun güney sahillerini, Süveyş kanalını ve Orta
Doğu’yu kontrol eden Kıbrıs, bu önemli konumu dolayısıyla her zaman ilgi
çekmiştir.32
Tarihsel gelişim sürecine baktığımızda Kıbrıs Adası’nın ilginç bir özelliği
karşımıza çıkmaktadır. Kıbrıs, tarih boyunca kendi toprakları üzerinde egemenlik
hakkına sahip bir devlet tarafından hemen hemen hiç yönetilmemiş, her zaman
dışarıdan yönetilen bir ada olmuştur. Çıkartılan bir miktar bakır cevherinin dışında
önemli bir zenginliği bulunmayan Ada’nın değerini belirleyen tek özelliği daha önce
belirttiğimiz gibi ticaret yollarına ve stratejik bölgelere yakınlığıdır. 1571’de
31 Volkan, Itzkowıtz, a.g.e., s. 163
32 Yılmaz, a.g.e., s. 438 – 440
Osmanlı topraklarına katılana kadar; Fenikeliler, Asurlular, Persler, Mısır ve Roma
İmparatorluğu gibi çeşitli imparatorlukların işgaline uğramıştır. Osmanlı
İmparatorluğu adayı fethettikten sonra, adada Katolik ve Ortadoksların varlığını
güven altına alarak Anadolu’dan getirttiği Türkleri adaya yerleştirmiş ve Kıbrıs’ı bir
Türk yurdu yapmıştır. İmparatorluk, güçsüzleştiği son dönemlerinde , özellikle
1877-78 Osmanlı-Rus savaşında zor duruma düşmüş ve ancak kendi çıkarları
açısından Rusları durdurmak gerektiğine inanan İngilizler’in desteğiyle bu durumdan
kurtulmuştur. İngilizler bu durumundan istifade etmeyi ihmal etmemişler ve bu
destek karşılığı İngiliz askerlerinin üslenmesi için Kıbrıs’ın İngiltere’ye verilmesini
istemişlerdir. İngiltere’nin desteğini alabilmek için Osmanlı Kıbrıs’ın İngiltere’ye
kiralama şeklinde verilmesini kabul etmiştir. 4 Haziran 1878 tarihinde yapılan
Osmanlı ve İngiliz savunma anlaşmasına göre doğuda oluşabilecek Rus tehlikesine
karşı İngiliz desteği alınmış ve buna karşılık Hıristiyan tebaya ıslahat sözü ve
İngilizlere Kıbrıs’ın idaresi verilmiştir. Bu anlaşmanın devamınca 1 Temmuz’da
daha açıklayıcı maddeler içeren bir ek anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmada bazı
hukuki durumlar açıklanmış, adanın kira bedeli belirtilmiş ve en önemlisi Ruslar
işgal ettikleri yerleri Osmanlı’ya geri verirlerse 4 Haziran 1878 tarihli anlaşmanın
feshedileceği ilan edilmiştir. Ancak bir kiralama durumu olmasına rağmen, İngiltere
adaya yerleşir yerleşmez sanki Kıbrıs İngiliz İmparatorluğunun bir parçasıymış gibi
hareket etmiş, 1914’te Osmanlı’nın Almanya yanında savaşa girmesi üzerine de
adayı ilhak etmiştir. Hukuksal olarak Kıbrıs Lozan anlaşmasına kadar İngilizlere ait
olmamıştır. Türkiye Lozan Antlaşması ile adanın İngiltere’ye bırakılmasını kabul
etmiştir. Burda önemle belirtilmesi gereken bir husus ise Lozan Antlaşmasında yer
alan bir madde ile adanın statüsünde meydana gelebilecek değişikliklerde
Türkiye’nin söz sahibi olmasıdır.33
Lozan barış antlaşmasına kadar Kıbrıs, İngiliz yönetiminde bazı hukuksal
problemleri bünyesinde bulundurarak kalmıştır. Osmanlının verdiği
kapitülasyonların Kıbrıs’ta uygulanmasında, Konsolosluk meselelerinde, Sultanın
adadaki malları meselesinde, tayinlerde, mahkemelerde ve daha bir çok küçük
konuda problemler yaşanmıştır. İngilizlerin 1880 yılında, Türklerle harbe girme
33 Ahmet Gazioğlu, İngiliz İdaresinde Kıbrıs1878-1960, Cilt 1, Ekin Basımevi, İstanbul, 1960, s. 9-
16 ; Volkan, Itzkowıtz, a.g.e., s. 159-169 ; Yılmaz, a.g.e., s. 438, 439, 440 ; Armaoğlu, a.g.e., s. 45,46
; Görün, a.g.e., s. 379-380
durumunda olan Yunanlıların adaya gelerek harp için katır almalarına müsade
etmeleri adayı nasıl sahiplendiklerini gösteren güzel bir örnektir. Bu tarihte adaya
gelen Yunanlı subaylar, adadan 143 katır almışlar bunun yanında adadaki Rum
halkıda kendilerine 107 katır bağışta bulunmuştur. Bunun yanında 150 Kıbrıs’lı Rum
Türklerle savaşmak için Yunanlı subaylarla birlikte adadan ayrılmış ve buna
İngilizler göz yummuşlardır. İngilizlerin egemen olduğu bu dönemde, Rumlar daha
etkin olmuşlar ve Yunanistan ile ilişkilerini yoğunlaştırmışlardır.34
Lozan Barış Antlaşmasından sonra ikinci plana itilmiş gibi gözüksede Kıbrıs
Türkiye için önemini hiç kaybetmemiştir. Kıbrıs'ın Türkiye için önemi, en başta,
adada aynı soydan gelen, aynı kültürü, aynı dili paylaştığı Kıbrıs Türk Halkının
yaşamasından kaynaklanmaktadır. Bunun yanında Doğu Akdeniz'in en kilit
noktasında bulunan Kıbrıs, Türkiye’nin Güney sahillerinin güvenliği açısından çok
önemli bir stratejik konuma sahiptir. Ege Denizi'nde Yunanistan'a verilen adalarla
kuşatılmış bulunan Türkiye'nin, tek açık olan sahil kapıları güneydedir. Bu sahillerin
karşısında ise Kıbrıs bulunmaktadır. Kıbrıs'ın Türkiye'ye düşman bir ülke elinde
olması halinde Anadolu’nun bütün ikmal yollarının kapatılmış olacağı ve Türkiye'nin
kendi güvenliğinin tehlikeye gireceği açıktır. Atatürk’te zaman zaman bu durumu
gündeme getirmiştir. Güney sahillerinde bir tatbikatı izlerken çevresinde topladığı
kurmaylarına “Türkiye'nin yeniden işgal edildiğini ve Türk kuvvetlerinin sadece bu
bölgede mukavemet ettiğini farz edelim. İkmal yollarımız ve imkanlarımız nelerdir?”
sorusunu sormuştur. Bu soru üzerine subaylar birçok görüş ve düşünceler ileri
sürmüşler, Atatürk hepsini sabırla dinledikten sonra elini haritaya uzatmış ve Kıbrıs'ı
işaret ederek, “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece, bu bölgenin ikmal
yolları tıkanmıştır. Kıbrıs'a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir'' demiştir.
Atatürk'ün de çok açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi Türkiye’nin, kendi
sahillerinin güvenliği açısından Kıbrıs'ın düşman elinde bulunmasına izin vermesi
mümkün değildir. Bütün bunlara ilaveten Kıbrıs, petrol ve doğalgaz yollarına sahip
bu stratejik bölgeyi kontrol eden bir konumdadır. Nitekim daha yıllar önce İngiliz
Amirali Lord John Hay, Kıbrıs'ı, “bir deniz üssü olarak elde edilebilecek en iyi yer”
olarak nitelerken, İngiliz Devlet Adamı Beaconsfiled de Kraliçe Victoria'ya Kıbrıs'ın,
34 Gazioğlu, a.g.e., s. 17-29 ; Kudret Özersay, Kıbrıs Sorunu Hukuksal Bir İnceleme, Avrasya
Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara, 2002, s. 2
“Ön Asya'nın Anahtarı” olduğunu söylemiştir. Kıbrıs'ın Anamur'dan sadece 40 deniz
mili uzakta olduğunu düşünmek ve Yunanistan ile komşu ülkelerin Türkiye üzerinde
her zaman için tarihten kaynaklanan yayılmacı emeller beslediğini bilmek bile,
Kıbrıs'ın Türkiye için stratejik değerini daha kolay ortaya çıkarır ve Türkiye'nin
Enosis tehlikesi karşısında niye sessiz kalamayacağını açıkça izah edebilir. 35
b. Lozan Anlaşmasından 1955 Londra Konferansı’na Kadar
Kıbrıs Sorunu
Birinci Dünya savaşından yenik çıkan Osmanlı Devletinin Mondros
Mütarekesine dayanılarak bir çok yeri işgal edilmiş ve sonrasında imzalanan Sevr
antlaşması ile bu işgaller zemin kazanmıştır. Sevr antlaşmasının 115, 116 ve 117.
maddeleri Kıbrıs ile ilgili kısımlar içermektedir. Bu maddelerde adanın 1914’ten
itibaren İngilizlerin mülkü olduğu ve İngiliz İmparatorluğuna ilhak edildiği Padişah
tarafından kabul edilmiştir. Ancak Anadolu’da başlayan Türk Kurtuluş Savaşı
sonrası büyük bir zafer kazanılmış, 6 Ekim 1922’de ki Mudanya Mütarekesi yapılmış
devamında da TBMM hükümeti Lozan’da toplanacak barış toplantısına davet
edilmiştir. Çok zor geçen görüşmeler sonrası Sevr bir kenara bırakılmış ve 24
Temmuz 1923’te Lozan imzalanarak yeni Türk devletinin tanınması
gerçekleştirilmiştir. Ancak Türk Devletinin bağımsızlığını dahi tanımakta zorluk
çıkaran devletlere karşı Misak-ı Milli sınırlarında dahi bulunmayan Kıbrıs için fazla
bir şey yapılamamıştır. Bu durum sonunda Lozan antlaşmasında Kıbrıs’ın İngiliz
mülkü olduğu kabul edilmek zorunda kalınmıştır. Lozan antlaşmasının Kıbrıs’la
ilgili 16, 20 ve 21. maddeler olmak üzere üç maddesi vardır. 21. madde Kıbrıslıların
vatandaşlık durumunu tanzim etmiş 20. madde ise adanın ingilizlerce ilhakını
tanımıştır. Ancak 16. madde çeşitli düzenlemelere uğramıştır. Çünkü bu maddede
Türkiye adadaki haklarından vazgeçirilmeye çalışılmıştır. Ancak yapılan girişimler
35 Sebahattin İsmail , 150 Soruda Kıbrıs Sorunu, Kastaş Yayınevi, İstanbul , 1998 , s. 49,50 ;
Sebahattin İsmail, 20 Temmuz Barış Harekatının Nedenleri-Gelişimi-Sonuçları , Kastaş Yayınevi,
İstanbul, 1988, s. 113,114
sonrası adada gelecekte olabilecek değişiklikler için söz hakkı elde edecek bir durum
elde edilmiştir.36
Lozan antlaşmasından 1950’lere kadar olan bu dönemde Kıbrıslı Türkler,
hem İngiliz yönetiminin baskısı ile hem de Rumların son dönemlerdeki tedhiş
eylemleri ile zor bir zaman geçirmişlerdir. İngilizler Lozan’dan sonra adanın
statüsünü Taç Kolonisine yükseltmiş ve adaya bundan sonra vali atamıştır. 1923
yılında 9’u Rum, 3’ü Türk ve 6’sı İngilizler tarafından atanan 18 kişilik bir yasama
meclisi oluşturulmuştur. 1925 yılında ise, zaten Türklere yapılmış olan bir haksızlık
varken, bu haksızlık sayıların 12 Rum, 9 İngiliz ve 3 Türk olacak şekilde
değiştirilmesi ile büyütülmüştür. İngiliz yönetiminin lehlerine olan tutumlarına
rağmen Rumlar sürekli Yunanistan ile birleşme konusunda faaliyet göstermişlerdir.
Bu faaliyetlerin bir sonucu olarak, 1931 yılında isyan çıkarmışlardır. Bu isyan
üzerine yasama meclisi iptal edilmiş, adadaki Yunan konsolos gönderilmiş, Kitium
piskoposu sürülmüş, siyasi partiler dağıtılmış, sansür gelmiş ve Türk ve Yunan
tarihlerinin okullarda okutulmasına son verilmiştir. Burada isyan Rumlar tarafından
çıkarılmasına rağmen Türklerde cezalandırılmıştır. 1933 yılında 4 Rum ve 1 Türk
üyeden oluşan Danışma meclisi kurulmuştur ancak İngilizlerin adadaki sert
yönetimleri İkinci dünya savaşı sonrasına kadar sürmüş bundan sonra biraz
yumuşama görülebilmiştir. Rumların Enosis faaliyetleri bu oluşumdan sonra da
devam etmiş ve hatta 16 Ocak 1950’de Kıbrıs Ortadoks kilisesinin tertiplediği bir
plebisit oyunu icra edilmiştir. Hukuki olarak böyle bir plebisitin yapılma durumu
olmamasına rağmen bu yapılmış ve Rumların %96’sı Yunanistan’a ilhak için oy
kullanmıştır. Bunun devamında Eylül 1950’de Yunanistan’ın öncülüğünde Self-
Determinasyon hakkını kullanmak için Birleşmiş Milletlere başvurmuşlardır. Ancak
İngilizler bu plebisiti tanımamışlardır. Bu çabalarıda sonuçsuz kalan Rumlar,
Yunanistan’ın desteğinde bir sonraki bölümde detaylı olarak anlatılan terör
faaliyetlerine girişmişlerdir.37
36 Gazioğlu, a.g.e., s. 30-33 ; Özersay, a.g.e., s. 1-5
37 Yılmaz, a.g.e., s. 440 ; Gazioğlu, a.g.e., s. 34-39
c. Enosis, Eoka, Makarios ve Albay Grivas
Megola İdea hedefi çerçevesinde Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesini
ifade eden Enosis, ilk Megola İdea haritasının çizildiği günden beri gündemde olan
bir konudur. Daha önce belirtildiği gibi Enosis bağlamında Yunanistan Birinci dünya
savaşının bitiminden itibaren Kıbrıs’ı istemeye başlamış ancak Türk Kurtuluş savaşı
ile bu istekleri kursaklarında kalmıştır. Devamında 1929 yılında Kıbrıslı Rum
Temsilciler Londra’ya İngiliz yönetimi altında bulunan Kıbrıs’ın Yunanistanla
birleşmesi isteklerini bildirmişler, talepleri kabul edilmeyince 1931 yılında
ayaklanmışlar ve bu ayaklanmalar sırasında Ada’daki İngiliz Sömürge Valisi’nin
konağı da aralarında olmak üzere bir çok resmi binayı ateşe vermişlerdir. Bu durum,
Rumların faaliyetlerinin gün geldiğinde terör eylemleri ile desteklenebileceğinin
işareti olarak algılanabilir. Aslında olaylarda en büyük rolü oynayan Kıbrıs kilisesi,
adanın Yunanistana bağlanması için gizliden ve açıktan her zaman Enosis
propagandası yapmış, taraf toplamış ve geniş kapsamlı bir isyan için hazırlanmıştır.
Enosis idealini gerçekleştirmek için Kıbrıs’ta 1821 yılından itibaren birçok kez Türk
halkına saldırılar düzenlenmiş ve Enosis önünde bir engel olarak gördükleri Türk
halkını ortadan kaldırmak için 1895’de, 1912’de, Türk halkına saldırılar ve
katliamlar uygulanmıştır.38
Akdeniz’deki İngiliz gücünden kurtulmak niyetinde olan Sovyetler’in 1942
yılında Kıbrıs adasında AKEL isimli Komunist Parti’yi kurdurması ve savaş
sonrasında 1945 yılında İngiltere’de İşçi Partisi’nin işbaşına gelerek İngiliz
Sömürgeler Yönetimi konusundaki yumuşak tavırları Kıbrıslı Rumların işine
yaramıştır. Bu müsait hava içinde 1950’de Makarios’un Fener Patrikhanesi
tarafından Başpiskoposluğa atanması Yunanistan ile birleşme (enosis) eğilimini
gittikçe güçlendirmiş, Ada Rumlarının eylem politikasında yeni bir çığır açmıştır.
Makarios ilk iş olarak Yunanistan’dan Albay Grivas’ı getirerek Rum Gençlik Örgütü
adlı teşkilatı kurdurup, gençlerin siyasi ve askeri eğitimden geçirilmesini sağlamıştır.
Kıbrıs’ta İngilizlere karşı terör olaylarının en etkili olduğu devir Makarios-Grivas
ikilisinin birlikte çalıştığı devir olmuştur. Makarios Başpiskopos olduktan sonra
38 İsmail , 150 Soruda Kıbrıs Sorunu , s. 6 ; Yılmaz, a.g.e., s. 440,441
Kıbrıs meselesini uluslararası platforma taşıma konusunda yoğun bir çalışma içine
girmiş, hatta Yunanistan’a gitmiş ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı için Yunanistan’ın
Birleşmiş Milletlere gitmesini bizzat istemiştir. Daha önce belirtildiği gibi siyasal
çabalar sonuç vermeyince Kıbrıslı Rumlar şiddet eylemleriyle, İngiltere’yi soruna
bir çözüm bulmak için zorlamaya başlamıştır. 39
Makarios, Grivas’tan Rum Gençlik Teşkilatı PEON’u, Yunanistan’da
kurduğu KHİ yeraltı teşkilatı esaslarına göre organize etmesini istemiştir.
Makarios’un direktifleri ile 1951’de kurulan PEON 2 yıl bu şekilde çalışmış ancak
1953 Haziranında Hükümet tarafından bazı hareketlerinden ötürü kapatılmıştır.
Ancak faaliyetlerine gizli olarak devam eden PEON, EOKA’nın çekirdeğini
oluşturmuştur. Aslında, EOKA’nın kurulması konusunda ilk gizli görüşmeler
1952’de Atina’da yapılmış ardından 1953’te Grivas’ın da katıldığı bir toplantıda son
hazırlıklar yapılarak silahlı mücadele kararı alınmıştır. Bu faaliyetler bu şekilde
ilerlerken Yunan genel kurmayı tarafından adaya silah sevkiyatı başlatılmıştır. Bu
bağlamda gelişen teşkilatlanma hareketleri Yunan Dışişleri Bakanı Stefanapulos’un
da onayı alındıktan sonra 27 Mart 1955’te Grivas’a emir verilmesi ile eyleme
dönüşmüştür. Bu emri alan Grivas tedhişe başlama saatini 1 Nisan 00:30 olarak
belirlemiş ve atılan bombalarla tedhiş başlatılmıştır. Bombalama, ateşe verme, pusu
kurma ve gizlice arkadan adam öldürme hareketleri sonucu oluşan zarar çok büyük
olmuş, 1955 yılı sonuna kadar geçen 9 ay içinde 30 kişi öldürülmüş, 291 kişi
yaralanmış, 1260 bina hasara uğratılmıştır. EOKA önceleri İngilizlere karşı eyleme
geçtiği izlenimi yarattıysa da esas hedefin Kıbrıslı Türkler olduğu ortaya çıkmıştır.
21 Haziran 1955’den itibaren açıkça Kıbrıs’lı Türklere karşı saldırılar başlamış ve
yüzlerce Türk EOKA kurşunlarına hedef olmuştur. EOKA Rumların Türklerle
konuşmalarını, alış veriş yapmalarını, Türklere toprak ve mal satmalarını, Türk
otobüsleriyle seyahat etmelerini yasaklamıştır. Gelişen bu ortam içinde belki de 6/7
Eylül olaylarının dinamitleri yerleştirilmiştir.40
39 Kongar, a.g.e. , s. 464 ; Volkan, Itzkowıtz, a.g.e., s. 170-172
40 İsmail, 20 Temmuz Barış Harekatının Nedenleri-Gelişimi-Sonuçları , s.32-34 ; Gazioğlu, a.g.e.,
s. 41-44 ; Yılmaz, a.g.e., s. 440
d. Enosis’e Karşı Kıbrıs’ta Türk Mücadelesi
Türk halkı Rumlar tarafından zaman içinde artarak ilerleyen eylemlere ve
ilhak yönündeki girişimlere binlece kişinin katıldığı mitinglerle yanıt vermiş,
mitingde yapılan ateşli ve kararlı konuşmalarda ve alınan kararlarda Türk Halkının
sonuna kadar Enonise karşı çıkacağı, adanın statüsü değiştirilecekse eski sahibi olan
Türkiye’ye verilmesi gerektiği belirtilmiştir. 1931-1943 baskı döneminde eylemsiz
bir konuma itilen Kıbrıs Türk Halkı, böylece hızla örgütlemeye, Enosis karşıtı
eylemlerini başta Türkiye olmak üzere yurt dışına yaymaya başlamıştır. Aslında
Türkler daha önceleride Kıbrıslı Rumlarının faaliyetleri olurken boş durmamışlar ve
örgütlenme konusunda gayret göstermişler ve bu örgütlenmelerini 23 Nisan 1944
yılında Dr. Küçük'ün evinde yapılan bir toplantı ile kurulan ve asıl adı Kıbrıs Milli
Türk Halk Partisi olan Milli Parti ile güçlendirmişlerdir. 23 Nisan günü yapılan
oylamada; Dr. Küçük Genel Sekreterliğe, A. Pertev, Eczacı Münür, Faiz Kaymak,
Siret Bahçeli’de yönetim kuruluna seçilmişlerdir. Yine aynı gün yaptığı ilk toplantıda
mücadele hedeflerini belirleyen parti, bu hedeflerini 29 Nisan 1944 tarihinde Halkın
Sesi gazetesinde ilan etmiştir. Buna göre Enosis’e ve muhtariyete karşı çıkmak,
çeşitli dairelere, yüksek mevkilere, Rum unsurundan yapılan atamaları protesto
ederek Türklere de yer verilmesi için mücadele etmek, Rum cemaatinin resmi dini
olarak "Yunan Ortodoks" dendiği gibi, Türk cemaati için de sadece Müslüman yerine
“Türk Müslüman” denmesini temin etmek, Rum cemaati gibi Türk cemaatinin de
bağımsız bir cemaat reisine sahip olması için lazım gelen kanun ve tertibatın
alınması sağlamak, Türkiye'de olduğu gibi aile hukuku ve münasebetlerini tanzim
edecek olan medeni bir aile hukukunu kabul ettirmek, Türkiye'de öğrenim gören
avukatlara da Kıbrıs'ta çalışma izni verilmesini sağlamak partinin ilkeleri arasında
yer almıştır. Bir süre sonra adını “Kıbrıs Türktür” partisine çeviren Milli Parti
yukarıda sıralanan hedefler doğrultusunda verdiği mücadele ile Kıbrıs Halkı içinde
yaygın bir şekilde örgütlenmiş ve sonraki 10 yıl içinde hedeflerinin büyük
çoğunluğunu gerçekleştirmiştir. 1940’lı yıllara kadar Rumlarla birlikte aynı
sendikalara üye olan Türk işçileri de, üye oldukları Rum sendikalarının, Enosis
faaliyetlerini yoğun bir şekilde desteklemeleri sonucu kendi bağımsız sendikalarını
kurmaya karar vermişler ve ilk olarak Niyazi Dağlı başkanlığındaki 12 Türk dülger,
Rum sendikalarından ayrılarak ilk Türk Amele Birliği'ni kurmuşlardır. Çeşitli
mesleklerden yeni katılımlar olmuş ve birliğin adı, 1943 yılında “Yapıcı ve Amele
Birliği” olarak değiştirilmiştir. Aslında bu birlik, perde gerisinde Milli Parti Başkanı
Dr .Küçük tarafından da desteklenmiştir. Bu arada Ağustos 1944'de Kıbrıs'ı ziyaret
eden Sir Cosmos Parkinson'a Enosis lehinde bir muhtıra veren ve Kıbrıs işçilerinin
Enosis istediğini iddia eden PEO sendikasına üye Türk işçiler de bunu protesto için
22 Ağustos 1944 tarihinde bu solcu sendikadan ayrılarak aynı gün “Güneş Türk İşçi
Birliği”ni kurmuşlardır. Bu birliğe Niyazi Dağlı başkanlığındaki Türk İşçileri de
katılmış ve , 1000 civarında Türk işçisi bir çatı altında birleşmiştir. Daha sonra ismi
“Lefkoşa Türk Birliği” olarak değiştirilen bu birliğin amaçları Kıbrıs'taki bütün Türk
işçilerini bir çatı altında toplamak Kıbrıs Adası Türk İşçi Birlikleri Siyasi Partisini
kurmak ve Kıbrıs'taki tüm kuruluşları bir çatı altında toplayarak Enosis'e karşı tek bir
vücut olarak karşı çıkmak olarak özetlenebilir. Bunun hemen ardından çeşitli
bölgelerde ve değişik kollarda yeni sendikalar kurulmaya başlamış ve 1945 yılında
20 civarında sendikayı çatısı altında örgütleyen Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Kurumu
kurulmuştur. İşçi Birlikleri Kurumu'nun kurulması üzerinden çok kısa bir zaman
geçtikten sonra, bütün kurumları bir çatı altında toplama girişimleri başlamış ve İşçi
Birliklerinin çağrısı ile bir araya gelen KATAK, Milli Parti, Çiftçiler Birliği ve
Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri 23 Aralık 1945’de amacı, Enosis’e karşı tek vücut olarak
mücadele etmek olan Kıbrıs Türk Kurumlar Birliğini kurmuşlardır. Ancak bu birlik,
çeşitli nedenlerle 6 ay sonra dağılmış ve daha sonraki yıllarda Kıbrıs Türk Kurumları
Federasyonu kurulana kadar, her örgüt bağımsız olarak çalışmalarını sürdürmüştür.41
Kıbrıs Türk Kurumları Birliğinin dağılmasından sonra Enosis'e karşı verilen
mücadele bir süre dağınık şekilde sürdürülmüştür. Ancak her geçen gün artan Enosis
faaliyetleri karşısında dağınık çalışmanın Türk Halkını bir sonuca götürmeyeceği
anlaşılmış ve bu durumu düzeltmek amacıyla bir araya gelen tüm kurum ve
kuruluşlar bir üst örgüt kurma yönünde karar almışlar ve “Kıbrıs Türk Kurumları
Federasyonu” 1949 yılında kurulmuştur. Bu arada mevcut partiler de “Kıbrıs Türk
Milli Birliği” adı altında birleşmişlerdir. Böylece, birbiri ile koordine içindeki iki
merkezi örgüt, 1949 yılından itibaren Türk halkının nabzını eline almış ve Enosise
41 İsmail , 150 Soruda Kıbrıs Sorunu, s. 33-36 ; İsmail, 20 Temmuz Barış Harekatının Nedenleri-
Gelişimi-Sonuçları , s. 50-68
karşı mücadeleyi artırmıştır. Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu ve Türk Milli
Birliği heyetleri ardı ardına Türkiye’ye ve dünyanın belli başlı merkezlerine
ziyaretler yapmış ve Türk Halkının görüşlerini etkin bir biçimde anlatmaya
başlamıştır. Bu arada Türkiye'deki siyasi partiler, politikacılar , hükümet, basın,
kurum ve kuruluşlar da sürekli olarak uyarılarak Türk Kamuoyunun Kıbrıs'a sahip
çıkması sağlanmıştır. Kıbrıslı Rumların çeşitli legal faaliyetlerine karşı bu şekilde
legal faaliyetler içine giren Kıbrıs Türk halkı Rumların EOKA’yı kurup silahlı
mücadeleye geçmesi üzerine kendilerini ve haklarını korumak için Volkan adlı
örgütlerini kurmuşlardır. Yunanistandan tam destek alan Rumlarla her koşulda
mücadele içine giren Kıbrıslı Türkler de Türkiyeden destek alabilmek için yoğun
olarak Türk kamuoyunu bilgilendirme ve duyarlılığını artırma faaliyetlerine
girilmiştir. Bu ortam içinde oluşan mücadele havası tüm Türk halkını etkilemiş ve
belkide 6/7 Eylül tarihlerinde bu etkilenmenin sonuçları görülmüştür.42
e. Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları
Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, kurulan yeni
Cumhuriyeti yerleştirme mücadelesine giren ve dış politikada barış gereksinimi
duyan Türkiye, Kıbrıs açısından statükocu bir politika izlemiş ve yaşanan
gelişmelere ilgi göstermemiştir. Yaptıkları maddi yardımlarla Milli mücadeleye
katılmış ve gelişmeleri yakından takip etmiş olan Kıbrıs Türklerinin Türkiye’ye
ilgisine rağmen Türk hükümeti, dönemin uluslararası ortamı gereği Kıbrıslı Türkleri
siyasal anlamda yanıtsız bırakmış ve sadece Lefkoşa’daki konsolosu aracılığıyla
desteklemekle yetinmiştir. İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca, savaşa girmemek
üzere politikasını belirleyen Türkiye kendi ulusal çıkarları dışında ilgisini başka bir
bölgeye yöneltme imkanı bulamamış, Kıbrıs’ta özellikle Rumlar arasında
İngiltere’ye karşı başlayan siyasal hareketliliği takip edememiş ve savaş sonrasında
Kıbrıslı Rumların self determinasyon ve Enosis istekleri İngiliz yönetimini yeni
önlemler almaya zorlayacak denli hız kazandığında hazırlıksız yakalanmıştır. İkinci
42 İsmail , 150 Soruda Kıbrıs Sorunu, s. 38 ; Volkan, Itzkowıtz, a.g.e., s. 172-173
Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası sisteme giren Soğuk Savaş Türk dış
politikasını derinden etkilemiş ve NATO üyesi olarak müttefik olduğu
Yunanistan’la Kıbrıs nedeniyle ilişkilerinin bozulmasını istememiştir. Bu bağlamda
Türkiye, Kıbrıs’ta İngiltere’ye karşı Rumların bağımsızlık isteyen, faaliyetlerini Batı
karşıtı komünist hareketler olarak algılayarak genel dış politika eğilimlerinin etkisi
ile İngiltere’nin yanında yer almış, Yunanistan ve İngiltere ilişkilerini bozmaması
gerektiğinden hareketle soruna ilgisiz kalmıştır. Ancak Türkiye böyle yaklaşırken
Kıbrıs sorunu Yunanistan’da çok kısa sürede ulusal bir sorun haline gelmiş, gerek
Kilise, gerekse AKEL kendi iç bağlantıları sayesinde Yunan kamuoyunu harekete
geçirip hükümet üzerinde baskı yapmışlardır. Kıbrıslı Türkler ise siyasal olarak daha
pasif bir tutum izlemiş ve Ankara’dan soruna yönelik bir ilgi gelmediğinden Türk
kamuoyunu harekete geçirecek gücü çok daha sonraları bulabilmiştir. 43
Kıbrıs konusu Türkiye’nin gündemine 1948’den itibaren basın ve Kıbrıslı
öğrenciler aracılığıyla girmeye başlamıştır. İngiltere ve Yunanistan'la ilişkilerinin
bozulmaması için konuyu uzaktan izleyen, basında yer alan suçlayıcı yazılara
rağmen sessiz kalmayı sürdüren Türk Hükümeti sessizliğini ilk kez 1949 yılında
bozmuş ve Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, İngiltere’nin Kıbrıs’tan çekileceğine
dair bir belirti bulunmadığını, Yunan hükümetinin de konuyu resmen ele almadığını
belirterek, endişe edilecek bir durum olmadığını bildirmiştir. 1950’de kendisiyle
yapılan röportajda,
“Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur... İngiltere hükümeti Kıbrıs
adasını başka bir devlete terk etmeyecektir. Bu böyle olunca gençlerimiz
beyhude yere heyecana kapılıyorlar. Lüzumsuz yere yoruluyorlar”
diyerek, konunun hükümetin gündeminde bulunmadığını açıklamıştır. 1950
seçimlerinde ne CHP, ne de DP kıbrıs konusunu seçim propagandalarında
kullanmamıştır. 1950’de iktidara gelen DP hükümeti bu konuda CHP’nin politikasını
sürdürmüş, yeni Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü 20 Haziran’da verdiği bir demeçte
bir kez daha Kıbrıs sorunu diye bir sorunun mevcut olmadığını yinelemiştir. DP
hükümeti, dış politikada önemli bir zafer kazanarak yönetimine başlamak
istediğinden ve bu nedenle de tüm dikkatini NATO üyeliğine verdiğinden
İngiltere’yle ya da Yunanistan’la arasını bozarak ABD’yi rahatsız edebilecek Kıbrıs
43 Armaoğlu, a.g.e., s. 529,530 ; Melek M.Fırat, “Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları (1945-1960)”,
Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:81, Tarih Vakfı, İstanbul, Eylül 2000, s. 22,23
konusunu gündeme getirmekten kaçınmıştır. Ancak DP hükümeti bu dönemde ikili
bir taktik izleyerek bir yandan içerde yaptığı açıklamalarda Kıbrıs’ın Yunanistan
tarafından ilhakına İngiltere’nin izin vermeyeceğini söylemiş, öte yandan
Yunanistan’a Türk-Yunan dostluğunun Kıbrıs’tan çok daha önemli olduğu mesajları
vermiştir. Yunanistan’ın 1954’te Kıbrıs’a self determinasyon hakkının tanınması için
BM’ye başvurması üzerine Türkiye tutum değiştirmeye başlamış ve konu BM’de
tartışılırken Türkiye temsilcisi Selim Sarper İngiltere’ye paralel görüşler ileri sürerek
Kıbrıs’ın İngiltere’nin bir iç işi olduğunu, Lozan’da Kıbrıs’ın İngiltere’ye verildiğini
ve Yunanistan’ın da hiçbir çekince koymadan bu antlaşmayı imzaladığını, adanın
coğrafi açıdan Anadolu’nun bir uzantısı olduğunu ve Kıbrıslı Rumların çoğunluğu
oluşturmalarının Adanın statüsünü değiştirmek için yeterli olamayacağını
savunmuştur. Hatta Yunanistan’ın Birleşmiş Milletlere vermiş olduğu teklifin
görüşülmeye alınmaması üzerine Başbakan Menderes, 18 Aralık 1954 de verdiği bir
demeçte,
“Bu mesele tamamıyla kapandığı için artık müttefikimiz Yunanistan ile
aramızdaki dostluğun hatta gölgelenmemesine dikkat ve itina gösterme
zamanı gelmiş bulunuyor”
demiştir. Türkiye’nin İngiltere’yle paralel tezleri savunması BM’yle sınırlı
kalmamamış ve İngiltere’nin çabalarıyla giderek soruna taraf haline gelmiştir.
1954’te BM’den olumlu sonuç alınamayıp Grivas liderliğindeki EOKA 1 Nisan
1955’te Adada İngilizlere karşı terör eylemlerini başlattığında Kıbrıs’ta zor durumda
kalan İngiltere, klasik böl ve yönet ilkesini uygulamaya koymuş ve uluslararası
kamuoyunu Kıbrıs sorununun göründüğünden daha karmaşık olduğu, İngiltere’nin
çekilmesi halinde sadece Kıbrıslı Rumlarla Türkler arasında değil, Yunanistan ile
Türkiye arasında da bir savaşın kaçınılmaz olacağı konusunda ikna etmek için,
Türkiye’yi sorunun doğrudan tarafı haline getirecek girişimlerde bulunmuştur. Bu
bağlamda Doğu Akdeniz’i etkileyen siyasal savunmaya ilişkin sorunları görüşmek
üzere Türkiye ve Yunanistan’ı Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmiş
ve bu davet Türkiye tarafından hemen kabul edilirken Yunanistan tarafındanda biraz
gecikme ile kabul edilmiştir.44
44 Görün, a.g.e., s. 382-384 ; Fırat, a.g.m., s. 23-25 ; Özersay, a.g.e., s. 5
İkinci dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin Kıbrıs politikasını özetlemek
gerekirse gerek CHP gerekse DP hükümetlerinin Kıbrıs konusunda anlayışsız ve
sorumsuzca davrandığı söylenebilir. CHP’nin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın
23 Ocak 1950 tarihinde Meclis’te bir milletvekilinin sorusu üzerine ”Bizim Kıbrıs
diye bir meselemiz yoktur!”” demesi ve Şubat 1950 de yapılan seçim neticesinde
işbaşına gelen DP’nin Dışişleri Bakanı Prof.Dr. Fuat Köprülü’nün Demokrat Parti
meclis grup toplantısında aynı ifadeleri kullanması bunu göstermektedir. Buna
rağmen halk ve aydınlar Kıbrıs konusuna tepkisiz kalmamış ve “Kıbrıs Türk’tür
Cemiyeti” gibi kuruluşlar vasıtasıyla toplantı ve yürüyüşler tertiplemiş, basında
Kıbrıs konusunun işlenmesini sağlamıştır. Bu yetersiz mücadele sebebiyle, Kıbrıs
1955 yılına kadar uluslararası kamuoyunda Türkiye açısından hiç anlatılmamış ve
Ada’da olaylar tırmanışa geçip Yunanistan’ın gayesi ortaya çıktığında dünyaya
Türkiye’nin haklı olduğunu anlatmak güçleşmiştir. İngiltere kendi çıkarlarını
düşünerek bile yapmış olsa Kıbrıs konusunda Türkiye’yi harekete geçiren önemli bir
etken olmuştur. Londra’da yapılacak konferansa davet edilen hükümet yetkilileri bu
dönem itibarı ile olaya çok daha fazla kafa yormaya başlamışlardır.
5. BÖLÜM : 6-7 EYLÜL OLAYLARI
a. 6-7 Eylül Öncesi
i. Kıbrıs Meselesinin Geldiği Nokta
1955 yılında Kıbrıs’ta olan gelişmeler, özellikle bir önceki bölümde
bahsedilen Rumların terör eylemleri, Türk kamuoyunu Kıbrıs konusuna iyice duyarlı
hale getirmiştir. Bu çerçevede bir gençlik teşkilatı olarak Türkiye Milli Talebe
Federasyonu 24 Temmuz 1954’de yaptığı bir toplantıda bir Kıbrıs komitesi kurmuş
ve sorunu gündemde tutmak için yaygın mitingler örgütlemeye başlamıştır. Türkiye
Milli Talebe Federasyonu 24 Ağustos 1954 tarihinde basın, gençlik ve üniversite
temsilcilerinin katıldığı bir kongre toplamış ve bu kongrede yeni birtakım oluşumlar
ortaya çıkmıştır. Bu oluşumlar içinde en önemlisi, 4 saat süren uzun bir toplantıdan
sonra kurulan “Kıbrıs Türktür Komitesi”dir. Dr. Hüsamettin Canöztürk, Orhan
Birgit, Ahmet Emin Yalman, Dr. Ziya Somer, Nevzat Karagil, Kamil Önal ve
gazeteci Hikmet Bil'den oluşan bu komitenin ardından, bütün Türkiye'de aynı isimle
birçok komite daha kurulmuştur. Bunun ardından İngiltere'de de bir Kıbrıs Türktür
Komitesi oluşturulmuş, Kıbrıs'ta ise Dr. Küçük'ün başkanı bulunduğu Milli Parti'nin
ismi Kıbrıs Türktür partisi’ne dönüştürülmüştür. Böylece Türkiye, İngiltere ve
Kıbrıs'ta, Kıbrıs Türktür Komiteleri paralel eylemler, mitingler düzenlemeye
başlamışlardır. Kıbrıs Türktür Komitelerinin eylemlerinin ve yaptıkları yüzlerce
mitingin en önemli sonucu, sorunun Türkiye hükümetleri tarafından da ulusal bir
dava olarak ele alınmasını sağlamak, Türkiye kamuoyunu harekete geçirmek, tüm
dünyaya Kıbrıs’ta ayrı bir Türk halkı bulunduğunu, bu halkın Enosis’e karşı çıktığını
ve Kıbrıs‘ın geleceği üzerinde söz sahibi olduğunu göstermek olmuştur.45 Kıbrıs
Türktür Derneği’nin şubeleri, oluşan bu tepkili hava içinde yaygınlaşmış, basın
konuyu her gün ele almaya başlamış, hükümet yetkilileri de artık bu gelişmelere daha
duyarlı davranmak durumunda kalmışlardır. Aslında daha önce bahsedildiği gibi dış
politikada takip edilen yol gereği Kıbrıs konusunda sessiz kalan hükümet,
İngiltere’nin bir bakıma yeşil ışık yakmasıyla konuya daha cesaretli olarak
katılmıştır. İngiltere tarafından Londra’ya davet kabul edilince, Türk heyeti
45 İsmail , 150 Soruda Kıbrıs Sorunu, s. 40 ; Fırat, a.g.m., s. 23
Londra’ya gitmeden önce, Başbakan Menderes’in Liman lokantasında verilen
yemekte yaptığı konuşma ile Türkiye’nin Kıbrıs politikasının sertleştireceğinin
işaretleri verilmiştir. Türkiye’nin en yetkili ağzından yapılan bu konuşma, 1930’dan
beri ilk kez Yunanistan’la dostluk havasına gölge düşürebilecek anıları dile getirmesi
bakımından çok büyük önem taşımaktadır. Yüzyıllar içinde oluşmuş olan acı
hatıraların hatırlanması toplumların kanlarını depreştirmiştir. Bu konuşmanın içeriği
Türk toplumu tarafından genel bir destek görmüş, hatta muhalefet partileri tarafından
da olumlu karşılanmıştır. Ülkede artık şovenist bir dalga esmeye başlamış ve bir çok
dernek ve teşkilat organize bir şekilde Kıbrıs konusunda girişimler ve eylemler
yapmaya başlamıştır. Oluşan bu ortam içinde CHP gençlik kolları tarafından yapılan
bir açıklamada, Kıbrıs'ın Türkiye'den başka hiçbir devletçe ilhak edilemeyeceği
vurgulanmış ve ‘sadece bir Türk gönüllüler alayının bile, değil Kıbrıs'a, Batı Trakya
hatta bütün Yunanistan'a Türk sancağı dikecek gücü olduğu’ şeklinde cesur
açıklamalar yapılmış, hatta CHP'liler Adana'dan Kıbrıs'a gitmek için gönüllü
toplama şeklinde aktif eylemlere girişmişlerdir. Kıbrıs’taki Türklerin Kıbrıs’lı
Rumlar tarafından mağdur edilmesi Türk toplumunun gözlerini ister istemez
Türkiye’de yaşayan Rumların üzerine döndürmüştür. Yunanistan'ın sırf kendi
çıkarlarına körü körüne bağlanmayıp Türk tezini de benimsemesi için Türkiye
Rumlarının bir anlamda koz olarak pazarlık masasına sürüleceğinin işaretleri Londra
Konferansı yaklaştıkça artmaya başlamıştır. Örneğin, İstanbul Üniversitesi Talebe
Birliği -İnönü hükümetinin 1964'te uygulayacağı- o yıllarda sayısı 30 bin olarak
belirtilmiş olan Yunan pasaportlu Rumların mallarının müsadere edilip, yurtdışına
çıkarılmalarını talep etmiştir. Yine bu dönemde Kıbrıs'ta çıkan Nacak gazetesinin
muhabiri Aydın Konuralp tarafından yapılan Kıbrıs'ta Türk azınlığa karşı 28
Ağustos tarihinde bir katliam olacağı haberi Türk kamuoyunu iyice
heyecanlandırmıştır. Adeta barut fıçısı olan toplum artık onu patlatacak küçük bir
kıvılcımı bekler duruma gelmiştir. Özellikle İstanbul halkı gitgide çok daha fazla
tepkili hale gelmiş, basında çıkan haberler de Rumların iyiden iyiye halkın hedefi
haline gelmesini sağlamıştır. Örneğin Hürriyet gazetesinde çıkan haberlerde,
İstanbul Rum basınının büsbütün azıttığı şeklinde görüşlere yer verilmiş ve Rum
gazetelerinin Yunan kaynaklarına daha ağırlık verdiğininden hareketle "Bu kendini
bilmezlere bu derece müsamahalı davranmakta devam edersek, günün birinde Zito
Enosis başlığı ile karşılaşmak hiç de uzak değildir." şeklinde yorumlar yapılmıştır.
Olayların başladığı 6 Eylül'den sadece iki gün önce Kıbrıs meselesinde Rumları
kışkırtan üç casusun yakalandığı haberi basında yer almış, üstelik bu casusların
üzerinde askeri ve sanayi tesislerin resimlerininde bulunduğu haberi ortamı iyice
germiştir. 6 Eylül'e sadece bir gün kala gelişmelere en duyarlı ve enerjik yaklaşan
gençlik, Taksim'deki kitlesel bir eylemle gövde gösterisi yapmış, eylemlerde
üzerinde ‘Kıbrıs Türktür’ yazılı bir levha Patrikhane'ye bırakılmış, bayrağa ve
büyüklere dil uzattığı iddia edilen Stavro adındaki bir Rum topluluk tarafından
dövülmüş ve Taksim'de toplanan bir grup genç ise Türk tezi aleyhine yayın yapan
Rum gazetelerini yakmıştır. 46
Türk toplumundaki Kıbrıs konusundaki gelişmeleri yakından takip eden dış
çevrelerde olmuştur. Özellikle İngiltere Kıbrıs’taki Rum tehlikesine karşı kullanmak
istediği Türkiye kartının daha anlamlı hale gelmesi için etki yapmıştır. Bu bağlamda
Cemil Sait Barlas 20 Ekim 1960 tarihli Son Havadis gazetesindeki yazısında 6 Eylül
akşamı İngiliz sefaretinde sefaret müsteşarı ile konuşmasından bahsetmiştir. Bu
konuşmada müsteşar Kıbrıs konusunda Yunanlıların bol bol gösteri yaptıklarından
bahsetmiş ve Türklerin neden yeterince gösteri yapmadıklarını sormuştur. Burada
İngilizlerin Türklerden bazı hareketler bekledikleri ve bu konuda hatırlatmalar
yaptıkları sonucuna ulaşılabilir. Tabi bu öylesine yapılmış ayaküstü bir sohbette
olabilir. Yine de değerlendirmeye alınması gereken bir durum olduğu açıktır. Çünkü
Barlas cevaben “Biz Akdeniz milletiyiz, nümayiş derken fiili hareketlere geçilebilir.
Bu tehlikeli oyun.” demiştir. Bu da bize konuşmada kastedilenden ne anlaşıldığını
anlatan önemli bir ipucudur.47
ii. Azınlıkların Durumu
6/7 Eylül 1955 toplumsal olayları, Kıbrıs’ta Rum ve Türk toplumları
46 Rıdvan Akar, “İki Yıllık Gecikme: 6-7 Eylül 1955”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:117, Tarih
Vakfı, İstanbul, 2003, s. 87,89
47 Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 1955 Yassıada 6/7 Eylül Davası, Bağlam Yayıncılık, İstanbul,
1995, s. 431
arasındaki olumsuz gelişmelerin Türkiye’deki Rum azınlığa yansıması olarak
yaşanmıştır. Ancak olaylarda galeyan halindeki toplumun hedefi sadece Rum azınlık
olmamış, aynı zamanda gayri müslim diğer azınlıklarda yaşananlardan pay almıştır.
Gelişmeler, olaylarda azınlıklara bakış açısının büyük bir olumsuzluk taşıdığının bir
göstergesidir. Türk toplumunda o günkü tarih itibarı ile azınlıkların nasıl
görüldüğünün incelenmesi, galeyan halindeki toplumun neden tüm gayrimüslim
azınlıklara yöneldiğini ve olayların şiddetinin o denli büyük olduğunu anlamamıza
yardımcı olacaktır. Bu bağlamda, konuyu sağlam bir zemine oturtmak için Milli
Mücadele döneminden başlayarak olayların yaşandığı tarihe kadar olan zaman
içerisinde azınlıkların durumuna genel hatlarıyla bakılması gerekmektedir.
Milli Mücadele, özelliğini isminde taşımakla beraber Türk ulusunun vatanını
düşman işgalinden kurtarması ve özgür, bağımsız devletini kurmasını ifade
etmektedir. Milli mücadele döneminde en büyük düşman, Batı Anadolu’yu işgal
etmiş ve buradan çıkarılana kadar Türk milletine çok büyük acılar çektirmiş olan
Yunanistan olmuştur. Bu zaman diliminde Anadolu’daki Rum toplumu Yunanistan
ile yakın ilişki içinde olmuş ve yaşanan acı tecrübelerin içinde yerini almıştır. Bu
dönemde tüm gayrimüslim azınlıkların işgal kuvvetleriyle yakın ilişkiler kurduğu ve
Milli mücadele karşısında yer aldığı söylenebilir. Bu ortam içinde gelişen ve Türk
milletinin zaferiyle sonuçlanan Milli Mücadele dönemi, Türk milletinin hafızasında
gayrimüslim azınlıkları hep dikkat edilmesi gerek bir öğe olarak bırakmıştır.
Azınlıklar, Milli Mücadele döneminden sonra da, yaşanmış olan tecrübelerin
ışığında her zaman önem arzetmiştir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşundan itibaren, ulusal bir devlet yaratmak için sürdürülmüş olan faaliyetlere
bakılması faydalı olacaktır. Çünkü, özellikle Cumhuriyetin ilk zamanlarında,
Osmanlı’dan gelen ümmetçilik anlayışının kırılıp yerine ulus anlayışının
yerleştirilmesi için çok büyük çabalar harcanmıştır.48 Atatürk tarafından ‘Ne Mutlu
Türküm Diyene’ şeklinde, çok kapsayıcı bir şekilde belirtilen Türk ulusu tanımı,
Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Sekreteri Recep Peker tarafından “Türk milleti dil
kültür ve mefkure/ülkü birliğine sahip olan vatandaşlardan oluşur” şeklinde daha
ayrıntılı olarak da formüle edilmiştir. Yani Türk milletine mensup olanların, Türkçe
48 Hülya Demir, Rıdvan Akar, İstanbul’un Son Sürgünleri, Belge Uluslar arası Yayıncılık, İstanbul,
1999, s. 10
konuşmaları, geçmiş değerleri ve tarihi paylaşmaları ve Cumhuriyet'in geleceğine
dönük emel birliğine sahip çıkmaları öngörülmüştür. Recep Peker bu üç olmazsa
olmaz nitelikten ikincisinin kimi yurttaşlar için geçerli olamayacağını, çünkü
hafızalarda hala canlılığını koruyan 1915 tehciri ve 1924 nüfus mübadelesi
dolayısıyla Cumhuriyet'in kuruluş sürecinde özellikle Rumlar ve Ermenilerle ortak
bir kültür birliği aramanın beyhude bir çaba olduğunu tesbit etmiştir. Bu tesbit
olmakla beraber Peker, yine de millet tanımında bulunan dil ve emel birliğinin,
ülkede yaşayan Hıristiyan vatandaşlar için bir şekilde yeterli olacağını ifade etmiştir.
Ancak azınlık statüsü kapsamında değerlendirilen Hıristiyan vatandaşların konumları
Türk ulusu kapsamında her zaman kafalarda soru işareti olmaya devam etmiştir.
Geçmişte yaşanmış, Türklerin büyük mağduriyet yaşadığı olaylar hep canlı kalmıştır.
Bu konu İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun tasviriyle:
''Türkler yalnız lzmir'de, Bursa'da buğazlanmadı, Türkler belki
asırlardan beri ekalliyet yılanlarının dişleri arasında boğazlandı!...
Türkiye’nin serveti 'ekalliyetin sarrafları' elinde hapsoluyor, Türkiye’nin
midesi 'ekalliyetin ispirtosile' eritiliyor, Türkiyenin saadeti 'ekalliyetin
nefsaniyetiyle' büzülüyordu!''
şeklinde tanımlanabilmiştir. İşte burda olduğu gibi şiddetli derecede eleştirisel
yaklaşımlar da mevcut olup gerek İstanbul'da Mütareke deneyimi, gerekse
Balkanlar'dan göçün ve Anadolu'daki karşılıklı kırımların canlı hatırası, Müslüman-
Türk olmayan topluluklara nefretle ya da en azından kuşkuyla bakılmasına yol
açmıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında başbakanlık yapmış olan Şükrü
Saraçoğlu, Türk ulusu kavramına yaklaşımı ile Devletin azınlıklara yaklaşımını
değişik boyutlara taşımıştır. Başbakan Şükrü Saracoğlu'nun iktidarı sürecinde
Türkiye Varlık Vergisi uygulamasını yaşamıştır.49 Devletin savaş koşulları içinde
bazı gerekçeleri göstererek yapmış olduğu bu uygulama bir anlamda Gayrimüslimleri
ekonomik açıdan bazı olumsuz koşulların içine sürüklemiş ve bazı iddialara göre de
ticareti Türkleştirme amacına hizmet etmiştir. Vergisini ödemeyenler Aşkale’ye
sürgün gönderilerek uygulama gayet ciddi sürdürülmüş ve bu uygulama azınlıklar
üzerinde derin iz bırakmıştır.50
Bu uygulama sürecinin sadece iktisadi bir tasarruf
49 A.g.e., s. 14, 15
50 Bali, “Çok Partili Demokrasi Döneminde, Varlık Vergisi Üzerine Tartışmalar”, s.47 ; Ayhan Aktar,
“Türkleştirme Politikaları”, Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı 156, İletişim Yayınları, İstanbul, Aralık
1996, s. 4 -18
olmadığı ve değişik amaçları olabileceği aynı dönemde CHP içinde azınlıklar ve
gelir dağılımından sorumlu 9. Büro tarafından hazırlanan bir rapordan
değerlendirilebilir. Bu raporda, Anadolu'da Rum nüfusunun yok denecek kadar az
olduğu ve hiçbir yerde ilerde bir tehlike teşkil edecek durumda olmadığı tesbiti
yapılmış, devamında Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerin İstanbul olduğu
belirtilmiştir. İstanbul uzun yıllar boyu azınlıkların yoğun olarak yaşadığı, yoğun
olarak ibadethane ve tarihi yapılarının bulunduğu bir yer olarak üzerinde önemle
durulması gereken bir konu olmuştur. Bu raporda geçmişte yaşanmış acı
tecrübelerin izlerinin bulunduğu ve gelecekte aynı kötü koşulların yaşanmaması için
temkinli bir yaklaşım yapıldığı düşünülebilir. Aslında 6/7 Eylül olaylarının oluşum
sebeplerinin bir bakıma özünün, yani Rum ve bir anlamda tüm azınlıklara bakışın bu
tanımlamada yattığı düşünülebilir.51 Azınlıkların yukarıda bahsedilen konulardan
ötürü CHP ile hiç bitmeyecek bir karşıtlıkları olmuştur. Bu konuda bazı insaflı
gayrimüslim yaklaşımlarıda olmuş ve verginin ruhunun savaş sırasında
zenginleşenlere karşı yapıldığını, sosyal adaletsizliği önlemeye yönelik olduğunu
belirten yorumlarda yapılmıştır.52
Yaşananlar bunlarla kalmamış İkinci Dünya savaşı yıllarında azınlıklar savaş
ortamının getirdiği atmosfer içinde farklı boyutlarda sıkıntılar da yaşamıştır.
Özellikle Yahudilerin temerküz kamplarında toplattırılıp soykırıma tabi tutulacakları
söylentisi ilgi çekicidir. Balat Fırınları olarak anımsanan bu dedikodu bazı kimseler
tarafından çok ciddi bir biçimde gerçek olarak yorumlanmıştır. Bazı görüşlere göre
bu söylenti Türk yapısını etkinleştirmek isteyen çevrelerin oluşturduğu ortamın bir
eseridir. Hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bu söylenti bile azınlık psikolojisinde
olumsuz bir etki bırakmış olabilir. İsrail devletinin kuruluşunun 14 Mayıs 1948
gecesi ilanından birkaç ay sonra Türkiye Yahudileri kitlesel bir şekilde İsrail’e göç
etmeye başlamışlardır. Bu göç 1948 yılında 4362, 1949 yılında 26.306 ve 1950
yılında 2.491 kişiye erişmiş ve Türkiye’den yurtdışına gerçekleşmiş olan ilk kitlesel
göç olma özelliğini taşımıştır. Kısa bir süre içinde Türkiye’deki Yahudi nüfusu ciddi
bir azalma göstermiş ve 1945 yılında 76.965 olan Yahudi nüfusu 1955 yılında 45.995
51 Akar, a.g.m., s. 86 ; Tanıl Bora, “Azınlıklar, Ekalliyetler, Sığıntılar”, Toplumsal Tarih Dergisi,
Sayı:117, Tarih Vakfı, İstanbul, 2003, s. 80-85 ; Foti Benlisoy, “19.Yüzyılda İstanbul’da Etnik
Azınlıklar” , Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:53, Tarih Vakfı, İstanbul, 1998, s. 61-64
52 Bali, “Çok Partili Demokrasi Döneminde, Varlık Vergisi Üzerine Tartışmalar”, s.47 ; Sennur Sezer,
Adnan Özyalçıner, İstanbul, İnkilap Yayınevi, İstanbul, 2003
olmuştur. 53
18 Temmuz 1945 tarihinde Milli Kalkınma Partisi’nin ve 7 Ocak 1946
tarihinde de Demokrat Partisi’nin kurulmasıyla çok partili demokrasi dönemi
başlaması gayri Müslim yurttaşlar için de bir dönüm noktası oldmuştur. 1945 yılının
Eylül ayında din ve ırk ayrımı gözetilmeksizin gerekli şartlara haiz her Türk
vatandaşının Harp Akademileri’ne girebileceklerinin açıklanması, 1945 yılına kadar
gayri Müslim vatandaşlara karşı çeşitli kademelerde uygulanan ayrımcılığa çok
partili demokrasi döneminde tedrici bir şekilde rastlanmaz olması, tüm azınlıklar
arasında şaşkınlığa karışmış bir sevinçle karşılanmıştır.54
İkinci dünya savaşı bitip, dış ve iç gelişmeler sonucu tek parti döneminin de
bitmesiyle, Türkiye’de yeni bir ortam oluşmuş ve azınlıklar bu ortam içinde
kendilerini daha elverişli bir konumda bulmuşlardır. 1946 yılında kurulan ve 1950
yılında iktidarı ele alan Demokrat Parti, Devletçilik uygulamalarında uyguladığı
farklı yaklaşım ve Amerikan yardımlarının da katkısıyla ekonomik hayata canlılık
getirmiştir ve bu ortamda 1950 yılında itibaren oluşan değişim rüzgarından
İstanbul’da yaşayan Rumlar ve diğer azınlıklar etkilenmiştir. II. Dünya Savaşı
yıllarında CHP yönetiminin koyduğu Varlık Vergisi ile ekonomik ve sosyal yönden
bazı olumsuzluklar yaşayan bu topluluk yeni oluşan düzenden yararlanmıştır.
İstanbullu Rum ve Yunanlılar Varlık Vergisi ile kaybettiklerini 1950’den sonra
tekrar kazanmaya, derneklerini işler hale getirmeye, okul ve kiliselerini tamir etmeye
başlamışlardır. Demokrat Parti sayesinde İstanbul’dan TBMM’ye gönderdikleri
milletvekili de kendileri için bir güven ve gurur kaynağı olmuştur.55 1950-1955
arasında Rumlar ve Yunanlılar Türkiye’deki geleceklerine güven ve ümitle bakmaya
başlamışlardır. Rumlar İstanbul’un her yerinde kendilerine yeni evler yaptırmaya ve
işyerlerini genişletmeye başlamışlardır. Bu dönemde pek çok çift de çocuk sahibi
olmuştur. İstatistiklere bakıldığı zaman İstanbul’un bir çok yerindeki Rum
İlkokullarında 1962-1963 ders yılında tesbit edilen öğrenci sayısının 1952-1953 ders
yılından fazla olması, ancak bu dönemde doğmuş olan çocukların sayısının yüksek
53
Rıfat N.Bali, “Balat Fırınları”, Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı 180, İletişim Yayınları, İstanbul,
Aralık 1998, s. 11-13
54
Bali, “Çok Partili Demokrasi Döneminde, Varlık Vergisi Üzerine Tartışmalar”, s. 48 ; Bali, “Balat
Fırınları”, s. 16-17
55 Bali, “Çok Partili Demokrasi Döneminde, Varlık Vergisi Üzerine Tartışmalar”, s. 54
olması ile izah edilebilir. Bu olumlu hava özellikle 1952 yılındaki Yunan Kral ve
Kraliçesinin yapmış olduğu ziyarette Türk ve Rum bayraklarıyla yapılan sevgi
gösterilerinde doruğa ulaşmıştır. O günlerde ilişkiler o kadar iyi boyutlara ulaşmıştır
ki 6-7 Eylül 1955 tarihinde meydana gelen olayların yaşanmasına ihtimal dahi
verilmesi imkansızdır.56 1950’li yılların başında yaşanan bu sıcak ilişkilere rağmen
Rum ve Türk toplumları için hatıralar her zaman etkisini geri planda taze tutmuştur.
Kıbrıs konusunda yaşanan gelişmeler bu hatıraları ve olumsuz bakış açılarını bir
anlamda su yüzüne çıkarmıştır. Bu dönemde Rum azınlık için var olan bakış açısı
diğer azınlıklara da yansımış ve özellikle olaylar sırasında etkisini göstermiştir.57
iii. Türklerin Yunan Rum Azınlığa Yaklaşımı
Bir önceki bölümde anlatılan azınlıkların durumu Rumlar açısından özellikle
1955 yılına yaklaştıkça daha da önem arzeden bir seviyeye ulaşmıştır. Bu bağlamda,
6/7 Eylül 1955 olaylarının daha iyi değerlendirilmesi maksadıyla bu bölümde
özellikle Rum azınlığa yaklaşım detaylandırılmıştır.
Çok uluslu, çok etnili bir imparatorluğun küllerinden inanılmaz zorluklar
yenilerek ve çok acı tecrübeler yaşanarak kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti bir ulus
devlet olmak için girdiği yolda Rumları, özellikle Milli mücadele döneminde
karşısında görmüş olamanın verdiği bakış ile değerlendirmiştir. Ulus olma yolunda
ilerlerken engel olmamış olsa bile Rum azınlık kesinlikle yanlarında olmamıştır. Bu
bağlamda Türk ulusu açısından Rum azınlık tabiri doğası itibarı ile diğerleri anlamını
taşımıştır. Özellikle yakın ve uzak tarih itibarı ile bu azınlıklar en acı tecrübelerin,
hatıraların aktörü olmuşlar, bir anlamda, milli tarih açısından, imparatorluğun çöküş
sürecinde emperyalist güçlerin işbirlikçisi olmanın suçunu üstlerinde taşımışlardır.
Anadolu'da bağımsızlık savaşıyla iç içe geçen iç savaş sırasındaki etnik kırımlar, bu
iç savaşın tarafı olan azınlık topluluklarına dönük bir husumeti biriktirmiştir.
Böylece, milliyetçiliğin ve milli politikaların baskısı altında giderek daha fazla
marjinalleşen azınlıklar, zaman zaman ölçülerinden ve önemlerinden çok daha büyük
56 Türker, “Yunan Kral ve Kraliçesi Türkiye’de” s. 23-24
57 Bora, a.g.m., s. 80-85 ; F. Benlisoy, “19.Yüzyılda İstanbul’da Etnik Azınlıklar”, s. 61-64
bir düşman figürleri olarak görülmüşlerdir. Gerek İstanbul'da Mütareke deneyimi,
gerekse Balkanlar'dan göçün ve Anadolu'daki karşılıklı kırımların canlı hatırası, Rum
azınlığa kinle ya da en azından kuşkuyla bakılmasına yol açmıştır.58
Değinilmesi gereken bir konuda İstanbul’da yaşayan Yunanistan
vatandaşlarıdır. 1833’de bağımsız Yunan Kırallığı’nın kurulmasından sonra oluşan
bu kavram, 1964’e kadar Türkiye’nin gündemini meşgul eden bir konu olmuştur. O
günlerdeki küçük Yunanistan’ın dar toprakları ve fakir ekonomisi içinde bulunan
Yunan vatandaşları için kalabalık bir Rum toplumunun da yaşadığı Osmanlı başkenti
İstanbul, her zaman bir çekim merkezi olmuştur. 1839’dan sonra Tanzimat ve Islahat
fermanın gayrimüslimlere sağladığı güvenlik ve kolaylıklarda şüphesiz bu oluşumda
etkili olmuştur. İstanbul’a genellikle küçük yaşta çalışmak için gelen Yunanlıların
hemen hepsi buradaki iş imkanları ile ilerlemişler, kimisi memleketlerinden ailelerini
getirerek, kimisi yerli Rumlarla evlenerek İstanbul’da kalmışlardır. 6 Ekim 1923’te
İstanbul’un işgal kuvvetleri tarafından boşatılmasından önce önemli miktarda Yunan
vatandaşıda İstanbul’dan ayrılmıştır. Geriye kalanlar için Lozan Anlaşması’ndan
önce çeşitli tartışmalar yaşanmış ve Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim
1918’den önce İstanbul’da yaşadıklarını isbat eden Yunanlıların yerlerinde kalmaları
kararlaştırılmıştır. Böylece İstanbul’lu Yunan vatandaşları Osmanlı Devleti’nden
Cumhuriyet Türkiyesi’ne devredilmiştir. 1930’larda Türkiye’de birçok meslek
dalında yabancıların çalışması yasaklanınca, önemli ölçüde Yunan vatandaşı
İstanbul’dan ayrılmıştır. Türkiye’de askerlik yapmamak ve Yunanistan’la bağlarını
koparmamak için Yunan vatandaşlıklarını muhafaza eden Yunanlılar tüm aile
fertlerinin çalıştığı aile tipi işletmeleri ve çalışkanlıkları ile başarılı olmuşlar,
İstanbul’un ekeonomik ve sosyal hayatında göze batar hale gelmişlerdir. İstanbul’un
özellikle fakir halk grubu onlara hiçbir zaman sempati duymamış ve Türkiye’nin
ticaretini Yunanlılar ellerinde tuttuğu için Türklerin fakir kaldıkları düşüncesini
paylaşmışlardır. Yunanlıların günlük hayatta dillerini her yerde ısrarla konuşmaları
ve Türk toplumu ile kaynaşmamaları Cumhuriyet’in tek ulus, tek dil politikasına ters
düşmüştür. 1923’ten sonra sayıları devamlı azalma eğiliminde olan Yunan
vatandaşları ile İstanbul’daki Türk Kamuoyu, olayın insani yönünden çok, doğan iş
imkanları ile ilgilenmiştir. 1932-1933 yıllarında İstanbul’da yaşayan Yunan
58 Bora, a.g.m., s. 80-85
vatandaşlarının sayısı 25.419 kişiyken, 1935 nüfus sayımına göre Türkiye’de
yaşayan Yunan vatandaşlarının sayısı 7.777 kişi azalarak 17.642 kişiye inmiştir.
1960 nüfus sayımına göre ise Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşlarının sayısı
6002’si erkek 4486’sı kadın olmak üzere toplam 10.448 kişi olmuştur.59
İstanbul’da bulunan Yunanistan vatandaşları ve Rum azınlık Karaköy ile
Sirkeci-Eminönü piyasasına oldukça hakim durumda olmuşlardır. 1950 hatta 1960’lı
yıllara kadar İstanbul’un ve Türkiye’nin çikolata, ciklet ve şekerleme endüstrisinin
%90’ı İstanbul’da çalışan Yunan vatandaşlarının ve onların ortağı olan Rumların
elinde olmuş ve buna paralel olarak İstanbul’un hemen her semtindeki pastanelerin
büyük kısmı Yunanlıların ve Rumların tekelinde kalmıştır. Konserve, makarna,
bisküvi, şarap, gazoz, salam, peynir, tereyağ üretiminde yine Yunanlılar ve Rumlar
önemli bir yer işgal etmiştir. Şehirdeki büyük ve tanınmış gıda mağazaları da onların
elinde olmuştur. Beyoğlu, Karaköy, Eminönü ve Sirkeci’deki tanınmış giyim
mağazaları, kumaşçılar, ayakkabıcılar ve şapkacıların da önemli bir kısmı Yunanlılar
ve Rumlardan oluşmuştur. O dönemde Istanbul’un eğlence hayatında da Yunanlılar
ve Rumların geniş bir yeri olmuştur. Pek çok lokanta, birahane, meyhane, pansiyon
ve otelin sahibi oldukları gibi buralarda çalışan şefler ve garsonlar, aşçılar,
müzisyenler ve şarkıcılar da büyük çoğunlukla Yunanlılar ve Rumlardan oluşmuştur.
Özellikle Beyoğlu’nda yoğunlaşan Rum doktorlar Türkler tarafından da rağbet
gördükleri için, buralarda Türk doktorların iş yapması neredeyse olanaksız olmuştur.
İstanbul’un en büyük gazete bayisinde her çeşit Yunan mecmuaları ve Rumca
gazeteler Türkçe gazetelerle birlikte satılmış, Beyoğlu’nda adım başı bir Yunan
filminin veya tiyatrosunun afişine, tanınmış bir Yunanlı şarkıcının neonlarına
rastlanabilmiştir. Yunan dili yada İstanbulluların deyimi ile Rumca İstanbul’un her
çarşısında, her otobüs durağında, her vapurunda duyuluyordu. 1930’lardan yasal
kısıtlamalardan dolayı Türkiye’de birçok meslek dalında ancak Türk vatandaşları
çalışabilir ve yabancılar bu işleri yapamazlardı. Ancak, zamanla bu yasaklar
gevşemiş ve Türk-Yunan ilişkilerinin iyi olduğu dönemlerde Yunan vatandaşlarının
bu yasaklı işlerde de çalışmalarına göz yumulmuştur. Ancak tüm bu genel olarak
59 Orhan Türker, “35 Yıl Önce Yunanlıların Türkiye’den Sınırdışı Edilmeleri” , Tarih ve Toplum
Dergisi, Sayı 190, İstanbul, Ekim 1999, s. 10
bahsedilen durum, özellikle ekonomik durumu iyi olmayan Türk toplumu açısından
olumsuz bir yaklaşımla karşılanmıştır.60
Rum azınlığın üzerinde zaten olumsuz bir izlenim mevcutken Kıbrıs
konusunda oluşan gelişmeler durumu daha da olumsuz bir hale getirmiştir.
Yunanistan Kıbrıs meselesi ile ilgili olarak Kıbrıs nüfusunun büyük bölümünün
Rumlardan oluştuğu gerçeğini vurgulaması ve Türklerin Kıbrıs’ta azınlıkta olmaları
dolayısıyla Kıbrıs’ın Yunanistan tarafından ilhakı halinde, Ada Türklerinin bir
azınlık olarak durumlarının ne olacağı meselesinin tartışılmaya başlanması azınlık
konusunu çarpıcı bir biçimde gündeme getirmiştir. Basında, Kıbrıs’ın Yunan
hakimiyetine geçmesi halinde buradaki Türklerin durumunun da Batı Trakya’daki
Türklerin kaderine benzeyeceği temasını işleyen yorumlar yapılmıştır. İki ülkede
bulunan azınlıkların durumu hakkında sık sık kıyaslamalar yapılmaya başlanarak,
İstanbul Rumları Kıbrıs meselesine dahil edilmiştir. Özellikle Yunanistan’ın Kıbrıs
konusundaki tutumu çerçevesinde iki ülke arasındaki azınlık problemleri sık sık
gündeme getirilmeye başlanmıştır. Yunanistan ve Türkiye’de bulunan karşılıklı
azınlık toplumlarının karşılaştırmaları yapılarak, Türkiye’deki Rumların çok daha
zengin ve rahat olduğu hatta milli davalarda Yunan görüşlerini ele alacak kadar cesur
oldukları şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır. Kıbrıs konusu kapsamında özellikle
bazı kesimler, Türkiye’deki Rum azınlığı konunun içine dahil olduğunu belirten
açıklamalar yapmışlardır. Kıbrıs Türktür cemiyeti Başkanı Hikmet Bil de gelecekte
adayı İngilizlerden devralınca oradaki Rumlara İstanbul’dakiler gibi iyi muamele
edeceğiz diyerek, sözlerinden misafir olarak gördüğü anlaşılan İstanbul Rumlarını,
Kıbrıs’la ilgili tartışmaya katmıştır. Kıbrıs meselesi ile iki ülkedeki azınlıkların
durumu meseleleri arasında kurulan bağlantı, zamanla resmi ağızlar tarafından da
dillendirilmeye başlanmıştır. Örneğin Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu 28
Ağustos’da yaptığı açıklamada, Adanın statükosunda yapılacak en ufak değişikliğin
Lozan anlaşmasının tadili ve hatta feshi zaruretini ortaya çıkaracağını ve bunun
neticesi olarak Batı Trakya, On İki Ada ve İstanbul Rumlarının durumunun yeniden
gözden geçirileceğini açıkça belirtmiştir. Aynı görüş çerçevesinde bazı ifadeler
basında da yer bulmuştur. Vakit’te verilen bir açıklamada Kıbrıs’ta stotüko bozulursa
İstanbul Rumlarının durumunun da tekrar gündeme geleceği belirtilmiştir. Böylece
60 Türker, “35 Yıl Önce Yunanlıların Türkiye’den Sınırdışı Edilmeleri”, s. 11-13
Kıbrıs meselesi beraberinde 1950’lerin ilk yıllarındaki Türk-Yunan yakınlaşmasının
sonunu getirmiş ve geçmişte yaşanmış olayların ürettiği tüm sorunlar bu bağlamda
gündeme gelmiştir. Bu durum aslında geçmişte yaşanmış kısa dönemli iyi ilişkilerin
sağlam temellere sahip olmadığının ve acı hatıraların kabuklarının kalkarak çok
çabuk kanayabileceğinin delili olmuştur. Rum azınlık meselesinin Kıbrıs ile birlikte
anılır olması, Rum patrikhanesini de gündeme taşımış ve patrikhaneden sürekli
olarak Makarios ile Kıbrıs ve Yunan kiliselerinin Kıbrıs meselesinde takındıkları
tavrı kınaması istenmiştir. Ancak Patrikhane yaptığı açıklamalarda din ile siyasetin
ayrı tutulması gerektiğini, Patrikhanenin siyasetle ilgilenmediğini vurgulayarak, söz
konusu kiliselerin Patrikhaneye bağlı olmayıp müstakil/otosefal olduklarını,
dolayısıyla bunların tavırlarından Patrikhanenin mesul tutulamayacağını belirtmiştir.
Patrikhanenin bu tavrı ise tepkiyle karşılanmış ve başını bilhassa Hürriyet ve Yeni
Sabah’ın çektiği basın, Patrikhanenin bu tavrını eleştirmiştir. Hatta Patrikhanenin
suskun kalması suçunun ikrarı olarak değerlendirilmiş ve bu yönde yazılar
yayınlanmıştır.61
iv. Basının Etkisi
6/7 Eylül olaylarının yaşanmasının en büyük nedenlerinden biri, önceki
bölümlerde de işlendiği gibi Kıbrıs konusundaki gelişmelerin toplum üzerinde
oluşturduğu Rum azınlığa yönelik olumsuz yaklaşımdır ve bunun konuyu işleyen
basının etkisi ile yaratıldığı söylenebilir. Basın aslında ulusal bir tepki olarak Kıbrıs
meselesine duyarsız kalmamıştır. Bu bağlamda, Kıbrıs sorununun 1950’li yıllarda
Türk milletinin ve devlet adamlarının gündemine getiren de aslında meseleye duyarlı
Türk basınının konuyu ısrarla işlemesi olmuştur. Daha önce belirtildiği gibi çeşitli
nedenlerle Kıbrıs’a duyarsız olan hükümet yetkilileri, basının etkisi ile oluşan
kamuoyuna duyarsız kalamamıştır. Kıbrıs sorununu Türk kamuoyuna ve Türkiye
hükümetlerine mal eden ve konunun ulusal bir dava halinde gelmesine en büyük
desteği veren de Hürriyet Gazetesi ve bu gazetenin kurucusu Sedat Simavi olmuştur.
61 Foti Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar” , Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı
81, Tarih Vakfı, İstanbul, 2000, s. 28, 29
Çıkardığı Hürriyet gazetesi o dönemde başarılı bir satış hızına ulaşmış ve özellikle
Kıbrıs konulu haberleri ile kamuoyunu etkilemiştir. Kıbrıs Türk liderleri ile
Türkiye'ye giden Kıbrıs heyetlerinin görüşlerine ve Kıbrıs'taki gelişmelere büyük yer
veren Hürriyet gazetesi, öncelikle Türk gençliğinin Kıbrıs davasına sahip çıkmasını
sağlamıştır. 62
Basın, özellikle Londra konferansı öncesi Kıbrıs’la ilgili yoğun bir haber,
yazı ve yorum trafiğine girmiştir. İngiltere’nin Kıbrıs’ı Yunanistan ve Türkiye’nin
katılımı ile üçlü bir yönetim altına almak istediği yorumunu yapmış buna ilaveten
Türkiye’nin de özellikle Londra’da savunacağı bir Kıbrıs tezinin olması gerektiğini
yazmıştır.63
Basının, Kıbrıs ile ilgili yaptığı yayınlara, ulusal bir meseleye ulusal bir
basının yaklaşımı olarak bakılmalıdır. Dönemin Yeni Sabah’ta çalışan
gazetecilerinden Orhan Birgit Kıbrıs konulu yayınların gazetecilik kaygıları ile
birlikte, hatta çoğu zaman bunlara rağmen, Milli Dava’nın yürütülmesi çerçevesinde
düşünülebileceğini belirtmiştir. Bu dönemde basında özellikle Patrikhane’nin siyasi
kimliği ile ilgili eleştirisel yayınlar yapılmıştır.64 Patrikhane’nin Kıbrıs ile ilgili açık
bir tavır almaktan kaçınan bir tutum takınması üzerine basında patrikhanenin
tedhişçileri desteklediğine dair haberler yayımlanmaya başlamış hatta 8 Temmuz
tarihinde Yeni Sabah’ta Fener’in Kıbrıs kilisesine yardımda bulunduğuna dair
iddialar dile getirilmiştir. Hürriyet de yayınlarında Patrikhanenin siyaset dışılık ve
müstakilik konularındaki yorumlarını çürütmeye çalışarak, Patrikhanenin etkili bir
siyasi kişilik taşıdığını belirten yorumlara yer vermiştir. Gazete ayrıca okurlarından
Patrikhanenin Atina ve Kıbrıs Kiliselerine yardım yaptığı yönünde haberler aldığını
da belitmiştir.65
Basında Patrikhane’nin Yunanistan’dan para aldığına dair yazılar da
yayımlanmış ve bu sebepten Patrikhane’de Yunanistan’ın sözünün geçtiği şeklinde
yorumlar yapılarak eğer böyle bir durum olmasa idi Patrikhane’nin Kıbrıs’ta gelişen
62 İsmail , 150 Soruda Kıbrıs Sorunu, s. 40 ; Fırat, a.g.m., s. 23 ; Aziz Nesin, Salkım Salkım
Asılacak Adamlar , Adam Yayınları, İstanbul, 1987 , s. 15
63 Gazioğlu, a.g.e., s. 86
64 Konstantina Andrianopupu, “6-7 Eylül Olayları”, Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı:185, İletişim
Yayınları, İstanbul, Eylül 2003, s. 24
65 F.Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, s. 30
EOKA eylemlerini tenkit etmesi gerektiği vurgulanmıştır. MTTB’nin 20 Temmuz
‘da yaptığı basın toplantısında Yunanistan ve Kıbrıs’taki ortodoks din adamlarının
Rumları kan dökmeye davet ettikleri ve Patrikhane’nin bu tavırlar karşısında suskun
kaldığına dikkat çekilerek Patrikhane’den tavrını netleştirmesi istenmiştir. Patrikhane
siyaset ile uğraşmadığını belirterek rahat bırakılmasını isteyen bir açıklama yapması
üzerine basında patrikhanenin yanıtı, gençliğin infialine sebep olan kaba bir cevap
olarak değerlendirilmiştir. Özellikle Papa Eftim’in aslında Patriğin Kıbrıs ile ilgili
etkili olabileceğine dair açıklama yapması basında büyük yer tutmuştur. Hürriyet
gazetesi, Patrikhanenin din adamlığına yakışmayan tavrını eleştirmek maksadıyla
başka bazı dini reislerle görüşmüş ve yayınlarında Fener Rum patriğini bu dini
reislerin tutumunu örnek göstererek eleştirmiş ve Diyanet İşleri Reisi, Hamambaşı ve
Ermeni patriğinin basında yer alan ve tedhişçiliği kınayan açıklamalarıyla
Patrikhanenin arasındaki tezat vurgulanmıştır.66
Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeler, soğuk savaş ortamı içinde de ayrı bir özellik
taşımıştır. Özellikle 14 Temmuz’da Moskova Patriğinin davetlisi olarak SSCB’ye
gidecek olan İskenderiye Patriği Hiristoforos’un Yeşilköy hava alanında Fener’in üç
temsilcisi ile bir görüşme yapması, basında eleştiri konusu olmuş ve basın bu
görüşmelerin Patrikhane’nin siyaset ile uğraştığının bir delili olarak göstererek yayın
yapmıştır. Sovyetlerin yayılmacılık amaçları kapsamında değerlendirilen bu olay ile
ilgili olarak Sovyetlerin bir Ortodoks birliği kurmaya dönük çabalar içerisinde
olduğu iddiaları basında işlenmiştir.67
Türk toplumunu Rumlar aleyhine düşünmeye sevk eden önemli faktörlerden
biri de basında çıkan, Patrikhane’nin Kıbrıs hakkındaki Yunan politikasını
desteklemek maksadıyla İstanbullu Rumlardan para topladığına ilişkin haberlerdir.
Bu konu ile çıkan yazılarda Rumlar arasında sinsice Türkler aleyhine çalışan
vatandaşlarımızın olup olmadığı sorgulanmış ve dışarıdan ajanlarla ilişkiler
olabileceği vurgulanmıştır. Rum asıllı vatandaşların Türkleri hiç desteklemediği
ancak Türklerin bu topluma hep olumlu yaklaştığı belirtilerek bunların daha duyarlı
olmaları yazılmıştır. Bu yorumlar özellikle patrikhane tarafından tekzip edilmiş
66 F. Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, s. 30-31
67 Aynı yer
ancak basın ve kamuoyu ikna edilememiştir. Basın iddialarını daha da somutlaştırmış
ve 3 Eylül tarihli Hürriyette
“Patrik Athenagoras efendi Kıbrıs ta İstanbuldan para
göndereceğini oradaki vakıfların gelirlerini Makarios’a terk ve hediye
etmiştir. İşte, Fener’in Kıbrıs’a yardımı bu kanaldan yapılmaktadır.
Athinagoras Efendi yi bunu tekzibe değil, aksine ispata davet ederiz.“
ifadeleri yazılmıştır. Patrikhane aleyhinde yapılan yayın ve açıklamalar sokakta da
yankı bulmaya başlamış ve 10 Ağustos’da Yeni Sabah’ta çıkan habere göre Patrik,
Eminönü’nde yuhalanarak sataşmalarla karşılaşmıştır. İstanbul’da yayımlanan
Rumca gazeteler de basında eleştiri konusu yapılmış ve bu gazeteler, Kıbrıs’a dair
Türk görünüşünü açıkça desteklediklerini belirtmedikleri için itham edilmişlerdir.
Gazeteler Yunan basınında çıkan haberleri aktardıkları içinde eleştirilmiş ve Rumca
gazetelerin Kıbrıs hakkında yorumda bulunmaması, Patrikhane için olduğu gibi,
resmi görüşe karşı olmak şeklinde yorumlanmıştır. Rumca gazetelerin Kıbrıs’a dair
haberleri yorumsuz vermeleri, Yunan kaynaklı haberlere yer vermeleri, eleştiri
konusu yapılmış ve Türkiye açısından olumlu haber vermedikleri özellikle
belirtilmiştir.68
Türk ve İstanbul’daki Rum basını arasında adeta bir polemik başlamış ve
hatta Cumhuriyet gazetesinde düzenli bir köşe oluşmuştur. Rum basınına eleştiriler
sadece Türk basını ile sınırlı kalmamış, Kıbrıs Türktür Derneği gibi dernekler de
eleştirilere katılarak kamuoyuna etkileyen açıklamalar yapmışlardır. Rumca basının
yayın çizgisine dönük yorumlar ihanet imalarıyla örülmüş ve Rumca basını Kıbrıs
meselesini bir dava gibi ele almaya çağıran yazıların ardı arkası kesilmemiştir.
Kısacası Türk basını tarafından ele alınan Rumca basın bütün memlekette derin infial
uyandırmıştır. Galeyana gelen bazı Türk gençleri 26 Ağustos günü Apoyevmatini
gazetesine giderek gazeteyi protesto etmişler ve aynı gün Apoyevmatini gazetesinin
nüshaları muhtelif yerlerde yırtılıp parçalanmıştır. Konferans günü yaklaştıkça
Kıbrıs’la ilgili tartışmalar iyiden iyiye hararetlenmiş ve 28 Ağustos’ta Kıbrıs’ta
Rumların Türklere karşı katliama girişecekleri söylentisi tansiyonu iyice artırmıştır.
Gazetelerde Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeler birinci sayfadan aktarılmış ve durumun
nasıl kritik bir hal aldığı, Türklerin zor durumda olduğu vurgulanmıştır. Bu söylenti
ülke çapında tepkilere neden olmuş ve 26 Ağustos tarihinde Cumhuriyet’te
68 F. Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, s. 32,33
yayımlanan bir habere göre, 28 Ağustos’ta Kıbrıs’ta bulunmak için TMTF’ye
müracaat edenlerin sayısı 15 gün içinde 1243’e ulaşmıştır. 31 Ağustos’ta Vatan’da
çıkan başka bir habere göre ise Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin İskenderun şubesine 23
bine yakın insan Kıbrıs’a gitmek üzere başvurmuştur. Akhisar cezaevinde tutuklu
bulunan mahkumlarsa Adnan Menderes’e yolladıkları telgrafta Kıbrıs’a gitmek
istediklerini bildirmişlerdir. Yeni Sabah’a göre, Seyhan Mebusu Sinan Tekelioğlu’na
yollanan 15 bin imzalı bir telgrafta Adana’lılar 28 Ağustos’ta Kıbrıs’ta Türkleri imha
edeceklerini söyleyenlere karşı mücadele için hazır olduklarını ve emir beklediklerini
bildirmişlerdir. Oluşan bu hava içinde İstanbul’da bulunan Kıbrıslı Türklerden
oluşan bir heyetle birlikte gerçekleştirilen basın toplantısında Kıbrıs Türktür
Cemiyeti Başkanı Hikmet Bil, 28 Ağustos’un katliam günü olarak ilan edilmiş
olmasına dair bir soruya oldukça ilginç bir yanıt vermiştir:69 “Bu harekete verilecek
cevabın çok kısa olması lazım! İstanbul’da çok Rum var...”
Yunan basınında İmroz, Bozcaada ve Doğu Trakya’ya ilişkin yayılmacı bazı
taleplerin öne sürülmesi üzerine Vatan gazetesi de Batı Trakya ve On iki Ada için bir
kampanya başlatmıştır. Bunun gibi basında yer alan Patrikhane ve Rumca basın
aleyhindeki kampanya, Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve çeşitli gençlik örgütlenmelerinin
açıklama ve etkinlikleri, İstanbul’daki havayı gerginleştirmeye başlamıştır. Kentin
değişik yerlerinde Rumlarla tartışmalar kavgalar baş göstermiş, 22 Ağustos’ta Kıbrıs
Türktür Cemiyeti Mecidiyeköy şubesi üyeleri Beyoğlu’ndaki dükkanlara giderek
cemiyetlerinin afişlerini asmışlar, hatta bir kuyumcuda çalışan Yunan uyruklu Cenyo
Mordo, afişi asmak istemeyince tartışma çıkmış, Mordo polisçe yakalanarak
hakkında tahkikat başlatılmıştır. Özellikle Londra Konferansı’nın başlamasıyla
birlikte şehirde gerginlik doruk noktasına ulaşmış ve Patrikhane Çevresinde ve
Rumların yoğun olarak yaşadığı semtlerde polis güvenlik önlemleri almıştır.70
6-7 Eylül olaylarının gerçekleşmesinde basının payı, belki de en bariz şekilde
Mithat Perin’in çıkarttığı İstanbul Ekspres adlı gazetenin 6 Eylül akşamı Selanik’te
Atatürk’ün doğduğu evin bombalandığını duyuran nüshası ile düşünülmüştür. Ancak
basının olaylarla ilgisi, bahsettiğimiz gibi çok daha kapsamlı ve karmaşık olmuştur.
Burada dikkat edilmesi gereken şey, basının Türkiye’de özellikle 1950’lerde edindiği
69 F. Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, s. 34, 35
70 F. Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, s. 36
yığınsal niteliktir. Ülkede ll.Dünya savaşı sonrasında hızla gelişerek bazı gazetelerin
baskı sayıları 70-80 binlere ulaşmıştır. Basının bu dönemde edinmiş olduğu güç
nedeniyle 6-7 Eylül hadiselerinin öncesinde yapılmış olan yayınlar çok etkili olmuş
ve memleket çapında popüler bir Rum karşıtı düşüncenin oluşumunu hazırlamıştır
denilebilir. Bu dönemde basın toplumun en alt kesimlerine kadar inmiş ve eski
seçkinci basının yerini, daha standart olsa da yığınsal nitelikli bildirişim biçimleri
almıştır. Yani Türk milliyetçiliğinin daha erken devrelerinde oluşmuş kimi söylemsel
stratejiler, kitlesel basın aracılığıyla bu dönemde daha popüler, daha yığınsal bir
nitelik kazanmış ve İstanbul’lu Rumlarla yaşanan ortak deneyimleri tanımlayıp
adlandırabilecek bir ortak dil dolaşıma sokulmuştur. Burada söylenecek tek şey,
özellikle İstanbul’da Ağustos’un son günlerinden başlayarak Eylül’ün altısına kadar
artan gerginliğin, yaklaşmakta olan olayları ayan beyan haber verdiğidir. Kıbrıs
meselesi ve onunla beraber Türkiye’de Rumlar hakkında oluşan toplumsal atmosfer,
İstanbul’lu Rumlarda derin bir güvensizlik hissi yaratmış ve azınlığın hem nicelik
hemde nitelik olarak daralmasında bu güvensizlik baş etken olmuştur. Bu güvensizlik
ikliminin oluşmasında kuşkusuz basın payına düşeni hatta çok daha fazlasını yerine
getirmiştir. 71
v. Hükümetin Tutumu
6/7 Eylül olaylarının gerçekleşmesinin arkasında devlet yöneticilerinin
olduğunu iddia eden görüşler vardır.72 Bu bağlamda hükümetin olaylar öncesi genel
olarak tutumuna göz atmak faydalı olacaktır. Daha önce işlenen iç politik
gelişmelerde ana hatlarıyla ülkenin durumu incelendiğinden bu bölümde olaylarla
ilintili olarak hükümetin tutumu değerlendirilecektir.
1950 yılındaki seçim zaferi ile iktidara gelen Demokrat Parti, iktidarının ilk
yıllarında gayrimüslim azınlık ile ilişkileri gayet ılımlı yaşamıştır. Ancak en büyük
desteği aldığı taşradaki köylü kitleler, toprak sahibi gruplar ve kentlerdeki önceki
71 F. Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, s. 29-37
72 Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları,
Çeviren:Bahar Şahin, Tarih Vakfı, İstanbul, 2005, s. 4
iktidara eleştirisel yaklaşan elitler, değişen ekonomik koşullardan daha fazla pay
almak istemiş bu durumda hükümet açısından bir ikilem yaratmıştır. Özellikle
İstanbul’da ekonomik hayatı büyük ölçüde elinde tutan gayri müslim azınlık ile bu
yeni oluşan yapı bir anlamda çatışmaya başlamıştır. 1950’lerin ortalarına doğru
ekonomik koşullarda yaşanmaya başlayan bazı olumsuz durumlar bu çatışmayı daha
da güçlendirmiş ve bu durum hükümeti farklı tutumlar takınmaya sevk etmiştir.
Hükümetin bir anlamda sertleşen ve bu çerçevede muhalefeti susturan bir yaklaşım
içine girmesi basın, öğrenci ve entellektüel çevrelerden tepki toplamıştır. Oluşan bu
durum sırasında Kıbrıs sorunu da uluslararası düzeyde dikkat çeken bir anlaşmazlığa
dönüşmüş ve Türkiye’nin o dönemdeki iç politikasını belirlemeye başlayan önemli
bir unsur haline gelmiştir. Siyasi ve ekonomik açılardan bazı olumsuzluklar yaşayan
Menderes hükümeti, Türk kamuoyunun dikkati Kıbrıs sorununa yöneleceğinden
bundan yararlanmayı düşünmüştür. Eğer olaylardan sonra Örfi İdare ilan edildiği
düşünülürse hükümetin bu ortamda siyasi gelişmeleri daha rahat kontrol altında
tutabileceği değerlendirilebilir.73
Hükümetin Kıbrıs meselesi ile ilgili takındığı tutumu anlamak için özellikle
Menderes’in Kıbrıs’a yaklaşımını değerlendirmek faydalı olacaktır. Olaylar öncesi
yapılan bir açılış sonrası Hikmet Bil Başbakan Menderes tarafından arabasına
çağrılmış ve Kıbrıs’taki durum sorulmuştur. Cevaben Bil Kıbrıs’ta silaha ihtiyaç
olduğunu bildirmiş ancak Menderes silah verilemeyeceğini söylemiştir. Bil bunun
üzerine silahın para ile temin edilebileceğini ve derneklerinde bir miktar parası
olduğunu belirtmiş, bunun üzerine Başbakan paranın aktarılmasında yardımcı
olunacağını ve 5000 liralık bir yardımında ilave olarak verileceğini söylemiştir.
Menderes ayrıca Londra’dan Zorlu’nun daha aktif olunması yönünde istekleri
olduğunu belirterek konferansın ya haklılığımızı kabul edeceğini ya da dağılacağını
söylemiştir.74 Bu durum bize Hükümetin gelişen olaylar çerçevesinde giderek daha
katı bir tutum takındığını göstermektedir.
73 Ag.e., s. 4-5
74 Demirer, a.g.e., s. 422,423
vi. Menderes’in Nutku
Kıbrıs’taki gelişmelerin 1955 Ağustos ayında Türkiye’de ulaştığı boyut
önceki bölümlerde de işlendiği gibi hükümetin mutlak müdahalesini gerektirmiştir.
Çünkü, Kıbrıs’taki Rumların terör faaliyetleri, Yunanistan’ın Enosis için pervasız
uğraşları Türk kamuoyu tarafından tepkiyle takip edilmeye başlanmış ve hükümet
yetkilileri basın kanalıyla da gelen bu baskı karşısında sorumluluk almak durumunda
kalmışlardır. Özellikle bir sonraki bölümde işlenecek olan Londra konferansı öncesi
oluşan bu hava içinde Başbakan Adnan Menderes tarafından 24 Ağustos 1955’te
Liman Lokantasında yapılan konuşma önem taşımaktadır. Kıbrıs konusunda yapılan
bu konuşma daha önce hiç olmadığı kadar sert ve kararlı olmuş, tüm dünyaya
Türkiye’nin kararlılığını gösteren bu konuşma Kıbrıs Türkleri tarafından
memnuniyetle karşılanırken, Yunanistan’da şaşkınlık yaratmıştır. Bu konuşma bir
anlamda Yunanistan için bir ihtar, İngiltere için bir ikaz olmuştur.75
Adnan Menderes yaptığı konuşmada ilk olarak bir gün önce İngiltere’ye
verilen notadan bahsederek buradaki amacın Kıbrıs Türklerinin güvenliğinden
duyulan endişenin belirtilmesi olduğunu ifade etmiş ve devamında Türkiye’nin
bugüne kadar sessiz kalmasının sebebinin Türk-Yunan dostluğuna verdiği önemden
kaynaklandığını söylemiştir. Menderes 28 Ağustos’ta EOKA’nın Kıbrıs’lı Türkler
için bir katliam planladığından bahsederek İngiltere’yi uyarmış ve ani gelişebilecek
olaylarda eğer yerel yönetim yetersiz kalırsa Kıbrıs’lı Türklerin müdafasız
kalmayacağını bildirmiştir. Bu açıklama artık Türkiye’nin gerekirse harekete
geçebileceğinin işareti olarak algılanabilir. Adnan Menderes Yunanistan’ı daha
makul olmaya davet etmiş ve dostluğun bozulmasının başkalarının işine
yarayacağını, Kıbrıs sorununda ileri sürülen nüfus probleminin gerekçelerinin
yetersiz olduğunu belirterek,
“Memleketlerin hudutlarının mutlak ve tek amil olarak ırki esasa
istinaden çizilmediği hususunda, bugünkü dünyada yüzlerce misal vermek
mümkündür. Aynı zamanda, muayyen bir nüfus topluluğunun, mesela
Kıbrıs’ta olduğu gibi sakin bulunduğu arazi parçası mutlaka falan
memlekete ilhak edilmediği takdirde orada sakin olanların bedbaht ve
felaket içinde olacakları iddiası da hiçbir suretle doğru değildir.
75 Gazioğlu, a.g.e., s. 87
Baksınlar, görsünler: memleketimizdeki Rum vatandaşlarımızla ne
derecelere kadar kardeşçe ve hepimiz aynı vatanın çocukları olmak
bahtiyarlığı içinde yaşamaktayız.
Bugün tahrikçilerin istinat etmek istedikleri Ada’daki nüfus
sayısının fazlalığı esasını, kendi ifadeleriyle bir hamlede çürütmek
mümkündür. Vaktiyle Garbi Trakya için Lozan’da bir plebisit yapılmasını
istemiştik. Buna şiddetle itiraz eden Yunanistan olmuştu. O günkü iddia ve
delillerini bugün kendilerine karşı kullanmak kolaydır.
Bunun ötesinde, tarihi hadiselerin akışına bakarak şurasını
dikkatleri önüne koymak lazımdır. Nüfus ekseriyetinin kendilerinde olması
esasına dayanarak mı daha dün Ankara’nın önüne kadar gelmiş
bulunuyorlardı? İzmir’de, Aydın’da, Denizli’de, Eskişehir’de işleri ne idi?
Acaba oralarda Self-Determination, milletlerin kendi mukadderatlarını
kendilerinin tayin etmesi prensibinin hakimiyetini tahakkuk ettirmek için
ilahi bir misyonları mı vardı? Birinci Cihan Harbi’nin emsalsiz felaketleri
içinden tamamiyle takatsiz, silahsız, hatta milli birliğini kaybetmiş bir
halde çıktığımız bir anda, bizi istikbalimize ve milli mevcudiyetimize mal
olacak derecelerde tehlikelerle karşı karşıya bırakmış olan hadiseleri
Atatürk’ün ve Venizelos’un realist görüşlerine uyarak unutmak ve kaale
almamak istiyoruz. Fakat bugünkü manzara, bize milli mevcudiyetimiz için
yaptığımız sonsuz fedakarlıkları ve yaşadığımız çok tehlikeli ve elemli
seneleri zaruri olarak hatırlatıyor.”
demiştir. Görüldüğü gibi burada ilk bölümlerde belirtilen Türk-Yunan tarihinin izleri
tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Başbakan Menderes konuşmasına Yunanistan’ın bir
çeşit emperyalizm politikası izlediğini belirterek şu şekilde devam etmiştir:
”Fakat muhasebesi tam yapıldığı takdirde, bu politikanın, hem Yunanistan
için hem Türkiye için şeametli olduğunu kabul etmemeye imkan yoktur.
Girit alındı, şurası burası alındı. Daha da birçok yerler alınacak sanıldı.
Ankara’ya kadar gidildi ve hadiseler, oralarda asırlardan beri Türklerle
yan yana, kucak kucağa yaşayan ırkdaşlarının, tarihte misli görülmemiş
bir tasfiyesi ile nihayet buldu. Girit’i almak metodlarının Kıbrıs’ta tekrar
edilmekte olması, ister istemez Türkleri, Yunan irrendantizm
hareketlerinin başlangıcından bugüne kadar olan seyrini hatırlamaya sevk
ediyor. Kıbrıs’taki bir avuç ekseriyetlerine istinat ederek dünyanın başına
yeni yeni gaileler açmak isteyenlere, ister istemez, “Ankara önünde ne
işleri vardı?” sualini sormak zaruretini hissettiriyor.”
Başbakan açıklamasına Türkiye’nin güvenliği ile devam etmiş ve Türkiye
kıyılarının yabancı devletler ile çevrili olduğunu, ancak Kıbrıs sahasının elverişli
olduğunu belirterek Kıbrıs meselesinin Türkiye’nin rızası olmadan
sonuçlanamayacağını, yine de Türk milletinin iyi niyetli gayretlerinin devam
edeceğini belirterek sözlerini
“Fakat şurasını da katiyetle ifade edeyim ki, bu memleketin, Kıbrıs
statükosunda bugün için ve hatta yarın için memleket aleyhine olabilecek
bir değişikliğe katiyen tahammülü yoktur”
diyerek bağlamıştır.76
Başbakan tarafından yapılan bu etkili ve kararlı açıklama Türkiye’deki
muhalefet partileri tarafından da desteklenmiştir. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü
ertesi gün yaptığı bir açıklamada
“Kıbrıs’daki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden korumak
için hükümetin alacağı bütün tedbirlerde beraberiz. Kıbrıs Konferansında
haklarımızı korumak ve kurtarmak yolunda hükümeti bütün gayretlerinde
destekleriz.”
derken ayrıca
“Dış politikamızın Kıbrıs ile meşgul olacağı bu günlerde iç
politikamızın havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu dünya’ya göstermek
vazifemizdir. ”
diye eklemiştir. CM Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı ise
”Kıbrıs meselesi ve oradaki kardeşlerimizi tehdit eden yakın tehlike
hakkında, hükümetimizin bu gün gazetelerde okuduğumuz ve çoktan beri
beklediğimiz enerjik beyanatını büyük bir memnuniyetle karşıladık. Esasen
CM partisinin dün Edirne’de yapılan kongresinde hükümetin çok enerjik
hareket etmesi lazım geldiğini, haklarımızı ve Kıbrıs’ta ki kardeşlerimizi
korumak mevzuunda bütün milletin kendisiyle beraber olduğunu
açıklamıştık. ”
diyerek muhalefetin hükümetle fikirbirliği içinde olduğunu göstermiştir. Kıbrıs’lı
Türkler tarafından da desteklenen Başbakanın bu açıklaması adeta bir dönüm noktası
olmuş ve açıklamada hissedilen enerji tüm Türkiye genelinde gerçekleşmiştir. 77
vii. Londra Konferansı
Kıbrıs’taki Rumlar 1955 yılında Enosis yönündeki faaliyetleri yoğunlaştırıp
ve hatta silahlı mücadeleye başladığında İngiltere bu konuyu çözüme kavuşturmak
için yollar aramaya başlamıştır. 27 Mayıs 1955 tarihinde iktidara gelen İngiltere’deki
76 Akar, a.g.m., s. 89 ; Demirer, a.g.e.,s. 395 - 400
77 Gazioğlu, a.g.e., s. 87-91 ;
Muhafazakar Parti bu bağlamda ‘Doğu Akdeniz Savunması ve Kıbrıs Meselesi’
konulu bir konferans planlamış ve Türkiye ile Yunanistan’ı davet etmiştir. Türkiye
hemen, Yunanistan ise gecikmeli olarak daveti kabul etmişlerdir. Amerika’da bu
konferansı desteklediğini açıklamıştır. Türkiye ana konusu Kıbrıs olacak olan bu
konferanstan çok memnun olmuş ve gazeteler Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili coğrafi,
tarihi, askeri ve hukuki haklarından bahsetmiş, Tercüman gazetesinde Cihat Baban,
İngiliz gazetelerinin ifadelerinden, İngiltere’nin Kıbrıs’ı askeri bir üs olarak
istediğini ve adanın yönetimini İngiltere, Türkiye ve Yunanistan üçlüsüne vermek
istediğini anladığını belirtmiştir. Ayrıca Türkiye’nin Yunan dostluğunu düşünerek
hareket etmesine rağmen Yunanlıların Kıbrıs meselesinde Türk dostluğunu
önemsemediklerini söylemiştir. 78
Konferans tarihinin 29 Ağustos olarak kararlaştırılmasının hemen ardından
Yunanistan hızla hazırlıklara başlamış, hükümet yetkilileri Makarios ile sık sık
görüşmüş ve Self Determinasyon konusunda ısrarlı olunarak gerekirse Birleşmiş
Milletlere başvurmayı kararlaştırmıştır. Türkiye’de ise özellikle basın meseleyi
işlemiş, Kıbrıslı Türkler de başbakana telgrafla bağlılıklarını ve güvenlerini bildirmiş
ve Londra’da Türk tezini savunmak için bir heyet bulundurulacağını duyurmuştur.
Bu yaklaşımlar Hükümet yetkililerini çok daha duyarlı hale getirmiş ve Başbakan
Adnan Menderes bir önceki bölümde anlatılan Liman lokantasındaki meşhur nutkunu
yapmıştır. Bu nutuk Türk hükümetinin artık meseleyi ne kadar ciddiye aldığının bir
göstergesi olarak Konferans öncesi Türk çevrelerinde memnuniyet yaratırken
özellikle Yunanistanda şaşkınlık yaratmıştır.79
Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu başkanlığındaki Türk heyeti ve yine
Dışişleri bakanı Stefanapulos başkanlığındaki Yunan heyeti bir iki gün öncesinden
gelerek siyasi faaliyet ve temaslara başlamışlardır. Bu temaslar sırasında Türk
heyetinin özellikle İngiltere Dışişleri bakanı Mac Millan ile yapılan görüşme sonrası
edinilen düşünceleri Türkiye’ye iletmek için çektiği telgraf önem taşımaktadır. Bu
telgraf durumu genel hatlarıyla anlatırken, içinde bulundurduğu kimi ifadeler daha
sonraları değişik anlamlar taşıdığı ve bir anlamda 6/7 Eylül olaylarının siparişinin
yapıldığı şeklinde yorumlanmıştır. Özellikle telgrafın son kısmında yer alan;
78 Gazioğlu, a.g.e., s. 84-85 ; İsmal, 150 Soruda Kıbrıs Sorunu, s. 51
79 Gazioğlu, a.g.e., s. 86-87
“Muhtelif İngiliz gazetecileriyle ve nihayet bugün Hariciye Nazırı ile
yaptığımız görüşmelerden aldığımız intiba İngilizlerin muhtemel bir hal
çaresi olarak ilerde bir self-determinationa fırsat verebileceği vaadi ile
Yunanlılara taviz vermek suretiyle bir hal çaresi bulunabileceğini
düşünmekte olduklarını fakat zatı devletlerinin beyanatı ve burada iki
gündür yaptığımız mülakatlar ve beyanatlar neticesinde tebellür eden hattı
hareketimizin bunları şaşırttığı merkezindedir. Ancak bizim haklarımızda ne
dereceye kadar ısrar edeceğimiz hususunda tereddüt sahibi oldukları
müşahade edilmektedir. Bu sabahki mükalemelerimiz gayet nazikane
cereyan etmekle beraber gayet kati ifadeler altında geçti ve bizim
haklarımızı savunmamız hususunda cesaretimizi kıracak bir eda
takınmadılar. Fakat ifadelerimizle haklarımızda musır davranacağımıza
kendilerini teyakkun ettirdiğimizi zannediyorsak da bu sahada çok
çalışılması icap ettiğini, anlamaktayız. Bu sebeple gerek biz, gerek
gazetecilerimiz bu yolda, gayret sarf ediyoruz.”
ifadeleri için sonraları farklı şeklinde yorumlar yapılmıştır. 80
Üçlü Londra Konferansı 29 Ağustos Pazartesi günü saat 17:00 de Kraliçe’nin
ikamet etmekte olduğu Buckingham Sarayı yakınındaki Lancaster House’da
açılmıştır. İlk olarak söz alan İngiliz Dışişleri Bakanı Mac Millan Türk ve Yunan
hükümetlerinin daveti kabülünden dolayı teşekkür etmiş ve onu takiben söz alan
Yunan ve Türk Dışişleri bakanları da iyi niyetlerini belirten ifadeler kullanarak
karşılık vermişlerdir. Bu ilk oturum sonrası Mac Millan daimi başkanlığa seçilmiş ve
görüşmelerin gizli olmasına karar verilmiştir. Görüşmelerin başlama günlerinde
İngiliz gazeteleri Yunan ve Türk taraflarının varlığı sebebiyle İngilizlerin adada
kalması gerektiğini yazmışlardır. Londra Konferansı iki aşamalı olmuştur. Birinci
aşamada İngiliz, Türk ve Yunan delegeler ayrı ayrı söz alarak görüşlerini
bildirmişlerdir. Bu aşamada İngiltere, adadan ayrılmak niyetinde olmadığını, Doğu
Akdeniz savunmasında üç ülkenin birlik olması ve bununda Kıbrıs’ta kendini
göstermesi gerektiğinden hareketle bir muhtariyete taraf olabileceğini belirtmiştir.
Yunan delegesi Kıbrıs halkına Self Determinasyon hakkının tanınmasında ısrar
ederken Dışişleri bakanı Zorlu 1 Eylül’de Türk tezini anlatan bir konuşma yapmıştır.
Bu konuşmada Fatin Rüştü Zorlu Kıbrıs’ın coğrafi olarak Anadolu’nun bir uzantısı
olduğuna değindikten sonra Türkiye açısından stratejik önemini vurgulamış ve bir
savaş durumunda Türkiye’nin sadece güney limanlarından ikmal yapabileceğini, bu
limanlarında Kıbrıs’ın denetiminde bulunduğunu, batıdan Anadolu’yu çevrelemiş
80 Demirer, a.g.e., s. 401-404 ; Akar, a.g.m., s. 87
adalarla Kıbrıs’ın aynı gücün egemenliğinde bulunmasının Türkiye’nin güvenliği
açısından kabul edilemez olduğu belirtmiştir. Self Determinasyon konusunda da
Ada’daki Türk halkının durumu ve tutumu açısından bunun mümkün olmadığını
vurgulayan Zorlu, Türkiye’nin adaya ilişkin politikasını ise; Türkiye statükonun, yani
İngiliz yönetiminin sürmesinden yanadır ancak eğer statüko bozulacaksa ada eski
sahibine yani Türkiye’ye geri verilmelidir diye açıklamıştır. Türk heyetinin gerçekçi
açıklamaları Yunan heyeti tarafından iyi karşılanmamış ve 2 Eylül’deki
görüşmelerde İngiltere’nin isteği ile konferans 6 Eylül tarihine tekrar toplanmak
üzere ertelenmiştir. Bu arada Stefanopulos Atina’ya gitmiş ve Yunan basını
Zorlu’nun açıklamaları karşısında Yunan heyetinin başarısızlığa uğradığını
yazmışlardır. Hatta durumu daha kötü değerlendiren bir kısım basın konferanstan
çekilme ihtimalini bile gündeme getirmiştir.81
6 Eylül 1955’te başlayan konferansın ikinci bölümünde İngiltere’nin
teklifleriyle gündeme girilmiştir. İngiltere Kıbrıs’ta iki ana problemin olduğunu
belirtmiştir. Birinci problemi uluslararası durumun gerektirdiği asgari şartlarda
Kıbrıs’taki toplumların çıkarlarının sağlandığı adayı muhtariyete götürecek bir
anayasa hazırlanması, ikinci problemi de Kıbrıs’ın gelecekteki uluslararası statüsü
olarak açıklayan İngiltere konferansın bu çerçevede ilerlemesi gerektiğini
belirtmiştir. Gerekli tedbirlerin kendisi tarafından alınacağını belirten İngiltere, Türk
ve Yunan taraflarının desteğini istemiş ve istenen şartları şu şekilde belirtmiştir.
Adanın içişlerinden tek sorumlu ve yetkili İngiltere olacak ve iç muhtariyeti
amaçlayan liberal bir anayasa hazırlanacaktır. Anayasa Türk toplumunu dikkate alan
ancak çoğunluğa dayalı meclisi öngörecektir. Savunma, Dışişleri ve İçişleri hariç
diğer devlet işleri Kıbrıslılara verilecektir. Türk toplumunun da bu bakanlıklardan
pay alması temin edilecektir. Kıbrıs Başbakanı, valinin onayının alınması ile meclis
tarafından seçilecektir. Bu anayasayı hazırlamak için bu konferansta üçlü bir özel
komite seçilmelidir. İngiltere ikinci problemin şimdilik uzlaşılması mümkün
olmayan özelliklerinden dolayı sonraya bırakılmasını istemiş ve bu aşamada
tarafların dostluk çerçevesinde ilk problemi halledip daha sonra yapılacak bir
konferansla ikinci problemin çözümüne bakmaları istenmiştir. Self Government
81 Gazioğlu, a.g.e., s. 91-96 ; Fırat, a.g.m., s. 25
düşüncesinde olan İngiltere’nin bu isteğini Türk heyeti şu nedenlerle kabul
etmemiştir:
1. Gelişen olaylar adadaki iki toplumun arasını açmış olduğundan ve Self
Government iyi geçinen toplumlara uygulanabileceğinden buna şimdilik imkan
yoktur.
2. Rumlar ilhak fikrinden vazgeçmedikçe bu durum ilhak isteyenleri daha da
cesaretlendirecek ve faaliyetlerine uygun zemin hazırlayacaktır.
Yunan heyeti önce bu teklifler karşısında yorum yapmamış, bir incelemeden
sonra cevap verileceğini bildirmiştir. Ancak Birleşmiş Milletler’deki Yunan
delegesinin Londra konferansının bir sonuca varmadığı iddiasıyla Kıbrıs meselesinin
Asamble tarafından görüşülmesini istemesi Yunanlıları İngilizlere red cevabı
verilmesine götürmüştür.
29 Ağustos’ta başlayan konferans İngiltere’nin verdiği muhtariyet teklifinin
reddi ile hiç bir karar alınmadan 7 Eylül’de sona ermiştir. Burada belirtilmesi
gereken bir husus da Melih Esenbel tarafından aktarılan 6 Eylül gecesi Menderes ve
Zorlu arasında yaşanan telefon görüşmesidir. Görüşmede Zorlu konferanstaki
gelişmeler hakkında bilgi verirken Menderes o sırada İstanbul’da yaşanan olayların
da etkisi ile sert bir üslup ile konferansı terk etmelerini istemiştir.82 Fakat yine de
Kıbrıs ile ilgili bazı konular aydınlanmış, taraf olan ülkelerin görüşleri öğrenilmiş ve
bir anlamda Türkiye kendi haklı endişelerini dünyaya duyurabilmiştir. Bu konferans
Türkiye’nin Kıbrıs’la birinci öncelikle ilgili olduğunu kanıtlamıştır. İngiltere’nin
adayı kolay bırakmayacağı ve Self Determinasyon’un uygulanamayacağı
anlaşılmıştır. Bu konferans sonrası İngiliz basını Türk tezinin kuvvetinden ve
Yunanlıların haksızlıklarından da bahsetmiştir. Bu konferan Türk diplomasisi
açısından bir zafer olmuştur. Çünkü uluslararası ortamda Türkiye’nin Kıbrıs
konusunda hak ve söz sahibi olduğu kabul edilmiş ve bu tarih bir merhale olmuştur.83
82 Mehmet Ali Birand, Can Dündar, Bülent Çaplı, Demirkırat, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1993,
s.125-126
83 Gazioğlu, a.g.e., s. 96-101
viii. Atatürk’ün Evine Atılan Bomba
5 Eylül 1955 gecesi Selanik’te, Atatürk’ün evinin bulunduğu bahçenin
kenarında bir bomba patlamış ancak etkisi esas olarak Türkiye’de yaşanmıştır. 6-7
Eylül olaylarının patlamasını sağlayan bir kıvılcım olan bu olayın Türkiye’de
duyurulmasından sonra olaylar bir çığ gibi büyümüştür. Bomba olayını yaptığı ek
baskı ile manşetten duyuran İstanbul Ekspres gazetesinin etkisi büyük olmuştur.
İddialara göre, İstanbul Ekspres’in sahibi Mithat Perin ve Yazı İşleri Müdürü
Gökşin Sipahioğlu, Selanik’te bombanın patlayacağını önceden bildiklerinden kağıt
stoku bile yapmışlar böylece günlük tirajı 30 bin civarında olan İstanbul Ekspres, 6
Eylül günü tam 300 bin adet basılmıştır. Yunanistan, olayın Türk hükümeti
tarafından planlamış olduğunu iddia etmiş ve bunu gerçek bir Yunanlının yapmış
olamayacağını belirtmiştir.84 Yunan tezine göre, bomba diplomatik çanta içinde
Selanik Başkonsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp tarafından Türkiye’den
getirilmiş ve Türk Başkonsolosluğu’nda kavasa olarak çalışan Hasan Uçar
tarafından bahçeye atılmıştır. Uçar’ı azmettiren kişi olarakta Selanik Hukuk
Fakültesi 2. sınıf öğrencisi olan ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın bir elemanı olduğu
iddia edilen Oktay Engin belirtilmiştir. Olaydan sonra Hasan Uçar ve Oktay Engin
tutuklanmış ve Oktay Engin’e üç yıl altı ay, Hasan Uçar’a ise 2 yıl hapis cezası
verilmiştir. 9 ay Selanik cezaevindeki hücrede yatan Oktay Engin, tahliye
edildikten sonra Türkiye’ye sığınmış ve Selanik’te yarıda bıraktığı hukuk
fakültesini İstanbul’da bitirmiş sonrasında da Türkiye’de çalışmıştır. Uzun yıllar
Emniyet teşkilatında önemli görevlerde çalışan, kaymakamlık ve valilik yapan
Engin İzmir polisevinde yapılan bir röportajda Yunanistan’ın kendisini Türkiye ile
olan ilişkilerinden ve Batı Trakya ile ilgili Türk basınında çıkan yazılarından dolayı
bir Türk casusu olarak algıladığını belirtmiş ve bomba olayı ile ilgili başından
geçenleri şöyle anlatmıştır: 85
“Selanik Enternasyonal Fuarı açılacaktı. Bizim hükümetimiz de
katılma kararı aldı. Selanik Başkonsolosu, fuardaki Türk pavyonunun
kurulmasına yardımcı olmamı istedi. 4 Eylül günü Selanik Fuarının
84 Ayın Tarihi, Sayı:262, Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü, 1-30 Eylül 1955, s. 108
85 Faruk Mercan, “Bombacı da MİT elemanı da değilim”, Aksiyon Haftalık Haber Dergisi, Sayı:457,
İstanbul, 13 Temmuz 2004 ; Akar, a.g.m., s. 90
açılışıydı. Yunan Kralı ve Kraliçesi de bizim pavyonu ziyaret etti. İki gün
sonra, 5 Eylül’ü 6 Eylül’e bağlayan gece yarısı, Atatürk’ün doğduğu evin
yanında o gece patlama oluyor. Atatürk’ün evinin arka tarafında bir çıkmaz
sokak var. Orada bir infilak olmuş. Yunan ekspertiz raporlarına göre, bazı
demir parçaları, çivi parçaları gibi yabancı maddelerden oluşan iptidai bir
bomba. Atatürk’ün doğduğu ev konsoloslukla aynı bahçenin içindedir.
Selanik belediyesi vaktiyle Venizelos’la dostluk vesilesiyle bu evi bahçesiyle
beraber Türk hükümetine hediye etmiş. Patlama neticesinde Atatürk’ün
evinin arka tarafında yirmiye otuzluk bir cam kırıldı. Konsolosluğa hiçbir
şey olmuyor. Tabii, 6 Eylül günü İstanbul’daki olaylar üzerine ertesi gün,
muazzam hasmane bir hava oldu ve 7 Eylül sabahı fuardaki bizim pavyon
kapandı. Biz de atladık Gümülcine’ye geldik. 12 Eylül günü Konsolosluk
hademesi Hasan’ı tevkif etmişler. Gümülcineli bir hukuk öğrencisi var,
Konsolosluğa girmem onun tavsiyesi ile oldu demiş. Ayın 18’inde
Gümülcine’de beni tevkif ettiler. Bombayı sen attın dediler. O gece kimlerle
nerede olduğumu anlattım. O saatlerde çok uzak bir yerde bulunduğum
ispatlandı. Bunun üzerine sen atmadın ama Hasan’ı teşvik etmişsindir
dediler.”
Yunanlı yetkililerce Oktay Engin ve Hasan Uçar’ın tutuklanması üzerine
bunların savunulması için Türk Başkonsolosluğu iki Yunan avukat tutmuş, ancak
iki gün sonra Selanik Barosu’nun onları savunan avukatların barodan kesin ihraç
edilmeleri yönünde karar almaları üzerine bu avukatlar istifa etmiş ve Atina’daki
Türk Büyükelçiliği’nde görevli hukuk müşaviri, Engin ve Uçar’ın avukatlığını
üstlenmiştir. Selanik cezaevinde Hasan Uçar ile ayrı ayrı hücrelerde kaldıklarını
belirten Oktay Engin, hücre günlerini de şöyle anlatmıştır:
“Sabaha karşı, gece yarısı, bir gardiyan geliyor. Yazık olacak sana
çok da gençsin diyor, gidiyoruz. Gece saat 3.30’da üç tane gardiyan geliyor,
kapı açılıyor. Hadi bakalım yürü. Nereye? Sorma yürü. Yani manevi
baskının bini bir para. Hapishane müdürünün odasına geliyorsun. Sorgu
hakimi gelmiş. Bir gün artık dayanamadım. Sen sorgu hakimi misin, yoksa
yol kesen eşkıyadan biri misin? Bu ne biçim iş, yüz kere tekrarladım, dedim.
Ama adam gülüyor. İstanbul’da neler oldu diyor. Siz de bunu çekeceksiniz
diyor. Bizim tutuklanmamızın bir sebebi de şuydu. 6—7 Eylül olaylarından
sonra Yunan hükümeti kendi kamuoyuna karşı çok zor duruma düştü.
Muhalefet ve gazeteler, 6—7 Eylül olayları Türkiye’ye verilen bir notayla
geçiştirilecek bir olay değildir diye bağırdı. Bu kadar haysiyetsizlik olur mu
diye başlıklar atıldı. Yunan hükümeti bir çıkış yolu aradı. Bizi tevkif etmek
suretiyle biz de boş durmuyoruz gibi bir havaya girdi. O zamanki Atina
Büyükelçimiz Settar İlksel gidiyor, Yunan Dışişleri Bakanı Teotokis ile
görüşüyor. Adamın yüzü kızarıyor. Settar İlksel, ‘Bu çocuklardan ne
istiyorsunuz, niye hapiste çürütüyorsunuz. Bunların bu işle bir ilgileri
olmadığını siz de biliyorsunuz’ deyince Teotokis, bize biraz zaman verin
diyor.”
Oktay Engin, bomba ile ilgili suçlamaları kesin bir şekilde kabul etmemiş ve
mübadele ile Anadolu’dan gelen Rumların Atatürk’ün evinin bulunduğu bölgeye
yerleştiğini belirterek Türkiye’deki evini barkını terk etmiş bu toplum dururken
kendine ve Hasan’a iftira atıldığını söylemiştir. Tahliye olduktan sonra Yunan
medyasında sürekli olarak kendisinin yabancı istihbarat örgütleri ile ilişkileri
olduğuna dair yayınlar yapıldığını belirten Oktay Engin, dört gün dört gece
bağlardan ve tarlalardan yürüyerek Meriç nehrine ulaştığını, burada nehirden insan
geçişi yapan bir Rum şebekesinin kayığı ile Türkiye tarafına geçtiğini söylemiştir.
Valilik de yapmış olmasına rağmen kendisini “Emniyetçi” olarak tanımlayan Oktay
Engin, MİT ile hiç ilişkisinin olmadığını belirtmiş ve MİT ile olan bütün
temaslarının Emniyet’teki yılları sırasında görev gereği yapılan karşılıklı
görüşmelerden ibaret olduğunu özellikle vurgulamıştır.
ix. 6-7 Eylül’ün Nedenleri
6/7 Eylül 1955 tarihinde yaşanan üzüntü verici olaylar, son bölümde ayrıntılı
olarak açıklanan Yassıada’da görülmüş olan mahkemeler sonucu bir tertip olduğu
şeklinde yorumlanmıştır. Mahkemede iddia makamınca, Türkiye Cumhuriyeti
hükümetinin o yıllardaki Cumhurbaşkanı, o yıllardaki Hükümet Başkanı, o yıllardaki
İçişleri, Dışişleri Bakanları, Valiler, Emniyet Müdürleri, suçlu olarak belirtilmiştir.
Ancak bu bölümde olayların nedenleri daha geniş bir bakış açısıyla
değerlendirilecektir. Değerlendirme yapabilmek için ilk önce olayın sade bir tanımını
yapmak gerekmektedir. Tanımı yapabilmek içinde ilk önce şu soru cevaplanmalıdır.
Acaba olaylar bir gizli plan dahilinde mi yapıldı yoksa milli bir galeyan şeklinde mi
gelişti? Bu soruyu milli bir dava olan Kıbrıs olayı çerçevesinde cevaplarsak milli bir
galeyandan söz edebilir ve olayları geniş bir toplumsal patlama olarak
tanımlayabiliriz. Olayların gelişmesi öncesinde belki de bir çok Türk’ün içinden
Kıbrıs’ta bu şekilde Türkler mağdur olurken buradaki Rumlar fazlasıyla rahat ve
bizden dahi iyi yaşıyorlar şeklinde bir düşünce geçmiş olabilir. Bu düşünce belki de
kafalarının arka planında Rum azınlığa karşı bir ön hazırlık yapmış olabilir.
Devamında olaya etken olan diğer bileşenler ile 6-7 Eylül 1955 gecesi yaşanmıştır.
Dönemin iktidar sahipleri belki de o dönemde bir çok kimsenin kafasından
geçen Rumlara karşı alınması gereken tedbirler konusunda bir kaç adım ileri gitmiş
olabilir. Bu durum sonradan görülen davalarda da işlenmiştir. Ancak hükümette
bulunanların bu olayları tam manasıyla planlama ve kontrol etme imkanı bulduğu
söylenemez. Belki etkilemede bulundukları söylenebilir ancak bunun olayları
yaşandığı boyutta meydana gelmesine yetmeyeceğini belirtebiliriz. O günlerde
İstanbul’da yapılan Milletlerarası Para Fonu toplantısı ve Beynelmilel Kriminoloji
Polis Kongresi olayların arkasında devlet olduğu iddialarını çürütecek niteliktedir.86
Bu durum da olayların bir çok etkiden kaynaklandığı yorumu daha tutarlı olacaktır.
Bu çerçevede İngiltere’nin de olaylarda etkisi olabilir. Çünkü İngiltere o
dönemde Akdeniz‘deki hakimiyetini devam ettirmek için Kıbrıs adasına muhtaçtır.
Ancak Kıbrıs’ta Rumlarla bir türlü başa çıkamamış, dünya politikası içinde
hırpalanmış ve üstünlüğünü kaybetmiştir. Türkiye’nin o günlerde önem verdiği
Balkan Paktı yüzünden komşusu ve müttefiki Yunanistan’la hoş geçinmek istemesi
nedeniyle Kıbrıs konusunda İngiltere, Yunan ve Rum baskısı altında yalnız
kalmıştır. İngiltere açısından, bu yalnızlıktan kurtulmak ve adadaki hakkılarının
devamını sağlamak için Türkiye ve Yunanistan arasında çekişme yaratılması daha
uygun koşullara ulaşması bakımından faydalı olabilirdi. Böylece Yunan talepleri
küçülecek ve İngiltere Kıbrıs’taki üslerini daha kolay bulundurma imkanına
kavuşabilecektir. Bu düşünceler çerçevesinde İngiltere olaylar öncesi böyle üzüntü
verici olayı arzu etmese bile, Türk Yunan ilişkilerini kendi çıkarları doğrultusunda
değiştirmek için çeşitli etkiler yapmış olabilir. 87
Olayların meydana geldiği dönemde yayılma sürecinde olan Komünizm
unsuru ve komünist düşüncede olan kişilerin zengin ve kapitalist uzantı olarak
baktıkları zengin azınlığa karşı olumsuz yaklaşımının olayların yaşanmasına olan
etkisi değerlendirilmelidir. Olayların ilerleme sürecinde arka planda duran
düşünceler bir anda açığa çıkmış olabilir. Bu durum bir anlamda olayların boyutunu
gelişiren bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Olaylar sonrası yapılan
tutuklamalarda bu düşünce etkin olmuş ve bu yönde tutuklamalar gerçekleştirilmiştir.
86 Ayın Tarihi, Sayı:262, s.5-6
87 Dilek Güven, “6-7 Eylül Olayları ve Failleri”, Toplumsal Tarih Dergisi , Sayı 141, Tarih Vakfı,
İstanbul, 2005, s. 42-43 ; Sefa Kaplan, “50 Yıl Aradan Sonra 6-7 Eylül Olayları” , Hürriyet, 7 Eylül
2005, s. 7
Ancak olaylar sonrası devam eden yargılama sürecinde münferit yapılan hadiseler
dışında genel bir komünist planlaması bulunmadığı anlaşılmıştır.
Yassıada duruşmalarında savunma avukatı yaptığı savunmada 6-7 Eylül
olaylarının nedenleri konusunda değerlendirme yaparken CHP’nin de etkili
olabileceğinden bahsetmiştir. Avukatın belirttiği görüşlerden hareket edersek,
Demokrat Parti iktidarı 24 Ağustos 1955 tarihinde Menderes’in liman lokantasında
verdiği meşhur nutka kadar Kıbrıs Davası ile ilgili sessiz bir tutum sergilemiştir.
Ancak Halk Partisi 1954 yılından itibaren parti kongrelerinde, demeç, nutuk ve
beyanname olarak Kıbrıs Davasını ele almış sözlü sorularla meclise getirmeye
çalışmış ve iktidarı, bu konudaki pasif durumundan dolayı eleştirmiştir. CHP
tarafından yapılan basın toplantıları ve açıklamalar oldukça fazladır ve bunlar halkı
kıbrıs konusunda etkilemiştir. Memleketin birçok köşesinde, Kıbrıs Türktür Derneği
tarafından kapalı salon toplantılarının hemen hepsinde CHP adına sert ve heyecanlı
konuşmalar yapılmıştır. Ayrıca Halk Partisi ile azınlık arasında olan küskünlük,
azınlıkların DP’yi desteklemeleri ve Varlık Vergisi uygulamalarının hatıraları bu
yorumu destekler görünümdedir.
Olayların oluşmasına Kıbrıs Türktür Derneğinin katkısı azımsanmamalıdır.
29 Ağustos 1955 tarihi ile 2 Eylül 1955 tarihi arasındaki dört gün içinde ve yalnız
İstanbul’da 15 Kıbrıs Türktür derneği, 27 Ağustos 1955 tarihi ile 6 Eylül 1955 tarihi
arasında ise bütün yurtta 45 Kıbrıs Türktür Derneği açılmış ve dernek o günlerde
135’e ulaşan şube sayısı ile toplum üzerinde çok büyük bir etkiye sahip olmuştur.
Derneğin o dönemde yaptığı etkinlikler Türk halkının duyarlılığını artıran en önemli
faktör olarak karşımızda durmaktadır.
Tüm bu belirtilen etkilerin değerlendirilmesi ile olayların temelinde yatan
sebebin, önceki bölümlerde ayrıntılı olarak anlatılan tarih sürec içinde oluşan Türk
ve Yunan toplumlarının birbirlerine bakışı olduğu söylenebilir. Özellikle Kıbrıs
nedeniyle gelişen ortam, bu bakış açısının da katkısı ile tüm olumsuz duyguları
kamçılamıştır. Yakın zamanda yaşanan Girit kaybı, Kurtuluş savaşının izleri,
Yunanlıların Megola İdea ve Enosis girişimleri, Türkiye’deki patrikhanenin
faaliyetleri ve bunun basın tarafından eleştirilmesi olayı daha da vahim bir hale
sokmuştur. Olayların gerildiği o günlerde Rum azınlığımızın Fener Patrikhanesi yolu
ile Enosis’e para yardımı yaptığı haberi Türk toplumu üzerinde bir bomba etkisi
yaratmış ve 6 Eylül’den 5 ay önce yani 27 Nisan 1955 tarihinde Taksim’de Kristal
salonunda üniversite gençliğinin yaptığı akademik toplantıda yaşanan gelişmeler
olabilecekler hakkında ip ucu vermiştir. Bu akademik toplantı sakin konuşmalarla
başlamış, fakat kısa bir müddet sonra bir konuşmacının ağzından çıkan ateşli bir
cümle oradaki yüzlerce insanı tutuşturup sokağa dökmüştür. Kalabalık İstiklal
caddesini ve köprüsünü geçerek Cağaloğlu’na çıkmış ve Hürriyet gazetesinin
önünden akıbeti tahmin edilmeyecek bir gösteriye dönüşmüştür. Polis ve jandarma
kuvvetleri cop, itfaiye su kullanmak suretiyle bu topluluğu zorlukla dağıtmıştır. Bu
yürüyüşün sorumlusu olarak yakalanan kişilerden üçünün üniversite öğrencisi,
dördünün de serbest meslek sahibi olması toplumun aylarca evvel nasıl sosyal bir
hava içine düştüğünü göstermektedir. Toplum psikolojisi içinde hareket eden
insanların olayların bu boyutta gerçekleşmesine sebep olduğu tesbiti bu çerçevede
çok büyük bir önem taşımaktadır.88
b. 6-7 Eylül 1955
i. Olayların Başlaması
Atatürk’ün Selanikteki evinde 6 Eylül 1955 tarihinde patlayan bomba
Radyo’dan saat 13:00 bülteninde duyurulmuştur. Metin şöyledir:89
“Selanik'te Aziz Atatürk'ün doğduğu ev ile Türk KonsoIosluğu binası
arasında bahçede saat gece yarısını dört geçe bir bomba patlamış ve bu
infilak neticesinde Aziz Atatürk'ün doğduğu evin pencereleriyle
Konsoloshanenin camları hasara uğramıştır. İnfilak esnasında insanca
zayiat olmamıştır.
Yunan polisi tahkikata başlamış ve daha sıkı emniyet tedbirleri
almıştır. 5 şüpheli şahsın tevkif edildiği bildirilmektedir. Yunan Hükümeti
meydana gelen hasarı ödeyeceğini söylemiştir. Yunan Dahiliye Vekili basına
verdiği beyanatda ‘bu işi hakiki bir Yunanlının yaptığını zannetmiyorum’
demiştir.”
88 Zihni Kanmaz, 6-7 Eylül Davasında Kararname ve Menderes’in Müdafaası, İstanbul, 1960, s.
21-39
89 Demirer, a.g.e., s. 412 ; 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar – Belgeler Fahri Çoker Arşivi, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2005, s. 256
Demokrat Parti'ye yakınlığıyla bilinen Mithat Perin'in sahibi olduğu İstanbul
Ekspres gazetesi ise daha önce de belirtildiği gibi ikinci baskı yaparak olayları çok
daha çarpıcı biçimde halka duyurmuştur. Kıbrıs Türktür Derneği Genel Sekreteri
Kamil Önal'ın mukaddesata el uzatanlara bunu pahalıya ödetecekleri ve bunu alenen
söylemekte de bir mahzur görmediklerini belirten bir şekilde yaptığı açıklamanın yer
aldığı İstanbul Ekspres gazetesi90 o gün yaklaşık 300 bin adet bastırılarak İstanbul
sokaklarında dağıtılmıştır.91 Perin, Yassıada'daki duruşmalardaki ifadesinde İstanbul
Ekspres gazetesinin olaylardaki çarpıcı rolünü şöyle anlatmıştır. 92
“İkinci baskı yapıldığı sırada gazetede bulunmadığımı, buna yazı
işleri müdürleriyle bayilerin karar verdiğini, işin vahametini ancak sokakta
gazetenin kapışıldığını gördüğüm zaman anladığımı ve matbaaya koşup
baskıyı durdurttuğumu ama iş işten geçtiğini gördüğümü bir bir anlattım.”
Olayların başlamasının hemen öncesinde ve başlama aşamasında İstanbul
dışında bazı gelişmeler olduğu da iddia edilmektedir. Örneğin Yassıada
duruşmalarında avukat Halim Said Kayılı verdiği ifade de Eskişehir'de Demokrat
Parti il teşkilatının şehirdeki işçileri trenlere doldurup, İstanbul'u görmeye
götürdüğünü belirtmiştir. Bu işçilerden bir çoğu 6-7 Eylül olaylarında yağmaya
katıldığı iddiasıyla gözaltına alınmıştır. Çatalca'da çiftçilik yapan Şevket Temiz
Yassıada duruşmalarında verdiği ifadede o gece saat 04.30'da kamyonlar dolusu
insanın İstanbul istikametine gittiğini gördüğünü, benzincide duran kamyonlardan
birine nereye gittiklerini sorduğunu ve kamyondakilerden ‘babalık, İstanbul'da
cümbüş var. Oraya gidiyoruz’ yanıtını almasına rağmen anlamayarak ne cümbüşü
olduğunu sorduğunda ise kamyondakilerin ‘filmi yarın seyredersin’ diyip hep birlikte
gülüştüklerini anlatmıştır.93
Bomba haberinin duyurulduğu günün akşam üzeri, çeşitli öğrenci birliklerinin
ve Kıbrıs Türktür Derneği'nin çağrısı doğrultusunda, Taksim Meydanı'nda bir
protesto mitingi düzenlenmiştir.94 Yapılan bu mitingin ardından olaylar yavaş yavaş
boyut kazanmaya başlamış ve bazı gruplar İstiklal Caddesi'nde bulunan
gayrimüslimlere ait işyerlerinin camlarını taşlamaya girişmişlerdir. Kısa bir süre
90 İstanbul Ekspres, İkinci Baskı, 6 Eylül 1955
91 Ergun Hiçyılmaz, “İstanbul’da Kalbimi Bıraktım”, Sabah Gazetesi Aktüel Pazar Eki, 5 Eylül 2004
; Birand, Dündar, Çaplı, a.g.e., s. 124
92 Akar, a.g.m., s. 90
93 Aynı yer
94 Birand, Dündar, Çaplı, a.g.e., s. 124
sonra İstanbul geneline yayılan ve tahminen 100 bin kişinin katıldığı düşünülen
olayların başlangıcını, tanık olmuş biri olan Mihalis Vassiliadis şöyle anlatmaktadır:95
“0 zaman 15 yaşındaydım ve Tahtakale'de Rızapaşa 19 numarada
bir tanıdığımızın yannda çalışıyordum. O dönem dükkanların yüzde ellisi
gayrimüslimlere ait idi. Saat ikiye doğru daha Selanik'teki bomba haberi
duyulmadan evvel ortalık yavaş yavaş karışmaya başlamıştı. Türk dükkan
sahipleri yanımıza gelip bize şöyle diyorlardı: ‘Dükkanlarınızı hemen
kapatıp eve gitseniz iyi olur’. Saat beşe doğru gayrimüslimlere ait tüm
dükkanlar kapanmıştı. Tahtakale'de inanılmaz bir kalabalık birikmişti. Ne
araba, ne otobüs, ne de tramvay geçebiliyordu. Eminönü'nde küçük
gruplar halinde adamlar bekliyordu. Bankalar Caddesi'nde durum aynı idi.
Karaköy ve Kuledibi'nde yine grup grup bekleşen adamlara rastladım.
Taksim Meydanı ise artık iğne atsan yere düşmeyecek hale gelmişti. O sıra
İstanbul Ekspres gazetesi çıktı. Beklenen haber gelmişti. Birden ortalık
karıştı, sesler yükseldi. Saldırılar artık başlayabilirdi.”
Olayların ilginç olan bir yönü aynı anda, aynı saatte, aynı biçimde İstanbul'da
Rumların yoğun olarak yaşadığı semtlerde başlamasıdır. Olaylardan sonraki pek çok
tanıklık, olayları yönlendiren grupların başında Kıbrıs Türktür Derneği'nden
öğrencilerin bulunduğunu, hemen her semtte yağmacıların kullandığı sopaların aynı
tornadan çıkmışçasına eşit büyüklükte ve kalınlıkta olduğunu, Rumlara ait ev ve iş
yerlerinin önceden tespit edildiğini, hatta kimi yerlerde bu ev ve işyerlerinin o gece
tebeşirle işaretlendiğini, öncelikli amacın mümkün mertebe maddi zarar olduğunu,
ancak yoksul ve yağmacı kalabalıkların cesaretinin kısa sürede bunu aştığını ortaya
koymaktadır. Bu ilgi çekici durumu daha da dikkat çekici yapan olayların aynı anda
İzmir ve Ankara'da da başlamasıdır. Bu durum sanki önceden bir hazırlık yapılmış ve
olaylar planlı bir şekilde halkı galeyana getirerek başlatılmış gibi bir hava
vermektedir. Yassıada duruşmalarında verilen ifadelerde İzmir'de Yunan
Konsolosluğu'nu yakanlar arasında DP Tepecik Bucak Başkanı İsmet Uç ve DP
üyesi elektrikçi Ahmet’in bulunduğu belirtilmiştir. Göstericiler, polislere kendilerine
kötü davranılmaması yönünde uyarıda bulunan İzmir Valisi Kemal Hadımlı'yı
omuzlarına alarak gezdirmiştir. Bu örnekler olayların başlamasında ve boyut
değiştirmesinde bir müsamaha havasının olduğunu göstermektedir.96
Olaylara tanık olmuş kişilerin anlattıkları da önceden bazı planlamaların
yapılmış olabileceği konusunda şüpheleri doğrulayacak niteliktedir. Bazı tanıklıklarda
95 Güven, a.g.e., s. 13-14
96 Akar, a.g.m., s. 90,91 ; Kaplan, a.g.m., s. 7
saldırıların 20 ila 30 kişiden oluşan gruplar tarafından gerçekleştirildiği ve bu gruptaki
kişilerde Türk bayrakları ile Atatürk ve Celal Bayar'ın fotoğraflarının bulunduğu,
Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin rozetlerini dağıttıkları ve halkı kendi dükkanlarına,
evlerine ve arabalarına Türk bayrağı ile işaret koymaya çağırdıkları iddia edilmiştir.
Bunun yanında bazı kişilerce kahvehanelerde oturan erkeklerin doğrudan saldırılara
katılması talep edildiği, kahvehanelere girilerek , “Siz ne biçim Türksünüz! Tüm halk
ayaklandı siz daha hala oturmuş burada kart oynuyorsunuz” denilerek olaylara
karışmaları istendiği, hatta yayaların ve izleyicilerin doğrudan hitap edilerek harekete
geçirilmeye çalışıldığı da aktarılmaktadır. Yine bu iddialara göre grup önderleri,
tahrip edilecek nesneleri belirlemişler, hatta ellerinde gayrimüslimlerin ev ve
işyerlerinin adreslerinin yazılı olduğu listeler bulunmuştur. Bu konuda yapılan bir
tanıklıkta şu ifadeler geçmektedir:97
"Bir Rum arkadaşımın dükkanının önünde elimde bir Türk bayrağı
ile nöbet tutuyordum. Ellerinde bir listeyle geldiler. Onlara bu dükkanın bir
Türk’e ait olduğunu söyledim. 0 bunun imkansız olduğunu, çünkü ismin
listede olduğunu belirti. Ben de '0 zaman listede bir hata olmuştur' dedim.
Ellerindeki listelerde tüm cadde isimleri ve ev numaralan vardı. Kendi
arlarında sürekli birbirlerine talimat veriyorlardı. 'Bu ev bir Rum’un, şu
Ermeni’nin, bu dükkanı yağmalayın, şu eve girin ' vs. "
İddialara göre uzak semtlerde yaşayan gayrimüslimlerin ev ve işyerleri bile,
adresler sayesinde kolayca bulunabilmiş ve kapısında isim ya da numara olmayan
büyük binaların dördüncü, beşinci katlarındaki Rumlara ait eşya depolarına dahi zarar
verilmiştir. İlk tahrip hareketine girişmiş olanları, bazı semt sakinleri çevreyi çok iyi
tanıdıklarından yönlendirmiş, hatta gayrimüslim komşularını ihbar ederek onlara
Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin evlerini göstermişlerdir. Bir yönlendirmenin
olmadığı yerlerde saldırganlar öncelikli olarak isimleri Türkçe olmayan dükkanlara
yönelmişlerdir.98
"Yüksekkaldırım'da bir Yahudi, o kargaşada kendi levhasını bir Türk
dükkanının tabelasıyla değiştirdi. Yahudinin dükkanına hiçbir şey olmadı
ama Türk’ünki yağmalanmıştı. Sonra komşusuna dedi ki 'Ne yapalım, senin
insanların bunu yaptılar.' Ama garip hatalar da oluyordu. Benim bir
profesör arkadaşım vardı. Muayenehanesinin üzerinde Doçent Dr. diye bir
levha yazılmıştı. Doçent kelimesini gayrimüslim bir isim zannedip
muayenehanesini tahrip etmişler."
97 Güven, a.g.e., s. 14-15 ; Ayhan Aktar, “50. Yılında 6-7 Eylül Gerçeği”, Sabah, 6 Eylül 2005, s. 19
98 Güven, a.g.e., s. 16
Müslüman halk, ev ve dükkanlarına Türk bayrakları asarak ve tüm ışıklarını
yakarak, kendi mülklerini korumaya çalışmış ancak istisnai de olsa bazen hedef
olmuşlardır. Türk bayrağını ya da haftalardır dağıtılmakta olan Kıbns'ın Türk
olduğunu gösteren haritayı zamanında gösterebilenler veya duvara Kıbns Türktür
yazanlar kurtarabilmişlerdir. Kendini salgırganlardan kurtarmak için çok trajikomik
yöntemler kullananlar da olmuştur.99
"Tünel'de Cevat Bey'e ait bir kumaş dükkanı vardı. Adam Türktü,
ama onun da işyerini yağmalamaya başladılar. Adam hemen pantolonunu
aşağı indirdi ve sünnetli olduğunu gösterdi. O da bu şekilde adamların
durdurmaya çalıştı.
Tahrip olaylarına etkin bir şekilde katılmış olan bazı grupların ellerinde
önceden hazırlanmış gibi taşların, kaldıraçların, lataların, küreklerin, testerelerin,
kaynak makinelerinin bulunduğu hatta bunların saldırıların başlamasından önce
kamyonlarla kent içindeki merkezi noktalarda ya da otobüs duraklarında hazır
tutulduğu şeklinde iddialar da vardır.100
"Sekiz buçuğa doğru dışardan sesler gelmeye başladı. Iki kamyon
evimizin önünde durdu. İlk kamyondan kıyafetlerinden fakir oldukları
anlaşılan adamlar indi. İkinci kamyon ise sopa ve kalın demirlerle doluydu.
Kilisenin ön avlusundaki aileyi papazın ailesi zannetmişlerdi. İki buçuk
metrelik duvarlara tırmandılar ve aniden bahçenin içindeydiler. Evimize
girmek istiyorlardı. Kapı ve camları pa çalamaya başladılar.”
Olaylar daha önce belirtildiği gibi sadece İstanbul’da başlamamış başta İzmir
olmak üzere Ankara, Bursa, Samsun, Adana ve Eskişehir’de de olay çıkarma
teşebbüsleri olmuştur. Bursa ve Samsun'daki yetkililer, Rum yerleşimleri ve evler
için güvenlik tedbirleri almış, ayrıca Bursa'da 97 Rum, bir otele yerleştirilmiştir.
Adana'da 6 Eylül 1955 akşamı, gençlik örgütlerinin ve esnaf birliklerinin yaklaşık
3.000 üyesi protesto için toplanmış ancak polisin şiddet kullanmasıyla topluluk
dağıtılmıştır. Eskişehir'de gençlerin katıldığı küçük çaplı bir gösteri, olaysız sona
ermiştir.101 İzmir’deki olaylar ise bunlardan daha büyük çaplı olmuş İstanbul’da
yaşanan olayları andırır özellikler taşımıştır. Atatürk'ün doğduğu eve saldırıda
bulunulduğu haberi, İzmir'de Gece Postası isimli yerel bir gazete tarafından
yayınlanmış ve gazetenin 06.09.1955 günkü baskısında “Madem Yunanlılar Türk
99 Önay Yılmaz, “Tanıklarla 6-7 Eylül Olayları”, Milliyet, 6 Eylül 2005, s.16 ; Güven, a.g.e., s. 17
100 Güven, a.g.e., s. 17
101 Güven, a.g.e., s. 29
Konsolosluğu'nu bombaladı, öyleyse onların bayrağı da artık Konak Meydanı'nda
dalgalanmamalı.'' şeklindeki haberi toplumda yankı bularak aynı akşam, uluslararası
fuar nedeniyle Konak Meydanı'na çekilmiş olan Yunan bayrağı, bir saldırının hedefi
olmuştur. Gençlerden oluşan bir grup, bayrağı ''Kıbns Türktür! Gavurlara ölüm!''
nidalarıyla indirip yakmış, İstiklal Marşı eşliğinde Yunan bayrağının yerine Türk
bayrağı çekmiş, grup sonra fuar alanına doğru hareket etmiştir.102
ii. Olayların Gelişimi
6 Eylül akşama doğru başlayan olaylar genişleyerek 7 Eylül sabahına kadar
devam etmiştir. Boyutları toplum psikolojisi çerçevesinde büyüyen yağma, tahrip ve
saldırılar bir çok yere sıçramıştır. Bu duruma polislerin göstericilere yumuşak
davranması, askerin olaya müdahalede gecikmesi gibi nedenler gösterilmiştir ancak,
gerçek olan bir şey olayların bir anda kontrolden çıkarak üzüntü verici boyutlara
vardığıdır.103
Olayların genişlemesine yol açan toplumsal psikolojiyi anlatan
Mükerrem Sarol tarafından aktarılan aşağıdaki alıntı değer taşımaktadır.104
İstanbul’daki olayları öğrenerek Ankara’dan İstanbul Valiliğini arayan Sarol
aralarında geçen konuşmayı şöyle aktarmaktadır:
“Telefona Vali Fahrettin Kerim Gökay çıktı: “-Vali Beyefendi' dedim,
ciddiyetini anlasın diye, 'İstanbul yakılıp yıkılırken nasıl gönlünüz razı oluyor da
orada polislerin size sağladığı emniyet içinde oturuyorsunuz' dedim. ‘Ayıp değil mi’
dedim. 'Bu büyük bir felaket. milli bir felaket.' 'Yanımda Dahiliye Vekili var, O'nu
veriyorum' dedi. Telefonu Namık'a verdi. Namık dedi ki, 'Öyle milli felaket filan
değil' 'Bu milli bir isyan. Gençliğin milli kıyamı.' 'Namık' dedim, 'Bunu senden
duyduğuma çok üzüldüm. Bu gerçekten milli bir felaket. İstanbul'da devlet yok,
emniyet yok, can güvenliği yok. Beyoğlu'nda mağazaları yağma ediyorlar ve sen
buna “Milli gençlik kıyamı” diyorsun.”
Olayların gelişimini usta gazetecilerimizden Hıfzı Topuz ise şöyle
anlatmaktadır:
“1955 Eylül’ünde Akşam gazetesinde yazı işleri müdürüydüm. 6
Eylül Salı Akşamı gazeten Nişantaşı’ndaki evime dönmüştüm. Taksim’de
102 Güven, a.g.e., s. 26
103 Akar, a.g.m., s. 91
104 Birand, Dündar, Çaplı, a.g.e., s. 125-126
büyük gösteriler yapıldığını haber verdiler. Hemen bir taksiye atlayarak
Taksim’e yaklaştım. Bütün yollar tıkalıydı. Beyoğlu nereden geldikleri belli
olmayan serseriler ile doluydu. Vitrinler parçalanıyor, mağazalar yağma
ediliyor, kumaş topları açılarak kaldırımlara seriliyordu. Akşam’da spor
yazarı dostum Haluk San’la Taksim’den kalabalığı yara yara Galatasaray’a
kadar yürüdük. Yerler cam kırığı içindeydi. Bütün vitrinler parçalanmıştı.
Saldırganlar her şeyi kırmaya ve yağma etmeye devam ediyorlardı. Kimdi
bu çapulcular? Ne istiyorlardı? “
Olaylarda önceden bir hazırlık olduğuna dair hava sezinlediğini belirten
Topuz şöyle devam etmektedir:
“O akşam Beyoğlu’nda Haluk San’la dehşete kapılmıştık. Bütün
azınlık mağazaları yağma ediliyordu. Haluk San’a ‘Bu korkunç bir olay’
diyordum. ‘Bunun nasıl altından kalkacağız? Yarın Rumların, Ermenilerin
;Yahudilerin nasıl yüzlerine bakacağız? Dış ülkelerde itibarımız beş paralık
olacak.’ Haluk San da,’Milli servet mahvoluyor, çok yazık’ diyordu.
Galatasaray’dan Tünel’e kadar yürüdük. İmha ordusu, her yanı yıkıp
geçiyordu. Geri döndük, Balıkpazarın’ndaki şarapçı dükkanlarınında
kapıları kırılmış ve o dönemin berduşları şarap şişelerine yüklenmiş
gidiyorlardı.Kimisi de hemen oracıkta kafayı çekiyordu. Galata’daki
şaraphanelerin aynı durumda oldukları anlatılıyordu. Ben ertesi gün
gazetelerde kullanabileceğim belge niteliğinde haber araştırıyordum. O
sırada Ermeni ve Rum mezarlıklarına da saldırılar olduğu ve mezarların
kirletildiği haberi yayıldı. Gece yarısı eve döndüm. Saldırılar devam ediyor
ve ortalıkta hiç polis görünmüyordu.”105
Olayların yayılma sürecinde özel araba, taksi ve kamyon gibi ulaşım
araçlarının yoğun olarak kullanıldığını ifade edenler bulunmaktadır. Hatta olaylara
katılanlar için kent içindeki ulaşım bir anlamda temin edilmiştir. Bu imkanlarla bir
çok noktaya ulaşılmış, genellikle benzer yöntemlerle yağmalama olayları
gerçekleştirilmiştir. Saldırganlar ilk olarak dükkanlara yönelmiş ve dükkanların
vitrinleri taşlanarak parçalanmış, vitrinlerin önündeki demir parmaklıklar kaynak
makineleri veya tel makasları ile kesilmiştir. Sonrasında, dükkanın içindeki tüm
eşyalar ya içeride ya da dışarı çıkarılarak sokağın ortasında paramparça edilmiştir.
Saldırıların başlamasından kısa bir süre sonra, İstanbul'un caddeleri dükkanlardan
çıkarılan çeşitli eşyalarla dolmuştur. Olaylar sırasında bazı iddialara göre
apartmanlara ve evlere yönelik saldırılar da gerçekleşmiş ve bu durum
gayrimüslimler arasında büyük korku ve paniğe yol açmıştır. İddialara göre bazı
105 Hıfzı Topuz, “6/7 Eylül Olayları ve Aknoz Paşanın Yasakları”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:81,
Tarih Vakfı, İstanbul, 2000, s. 39 ; Ayhan Aktar, “50. Yılında 6-7 Eylül Gerçeği”, Sabah, 7 Eylül
2005, s. 22
evlerin önce camlarına taş atılmış, sonra giriş kapıları baltalar ve demir çubuklarla
kırılmış sonrasında ise evin içinde ne varsa parçalanmış ya da camdan dışarıya
atılmıştır. Hatta bazı salgırganların “Bugün malınız ve mülkünüz, yarın hayatınız”
şeklinde bağırdıkları da belirtilmiştir.106
"Yayanın evindeyken orada gördüklerime inanamadım. Kapılar ve
pencereler artık yoktu. Buzdolapları, dolaplar, aynalar parçalanmış ve
evinin önüne yığılmıştı. Yataklar, yorganlar kesilmiş, yünler her tarafa
dağıtılmıştı. Elbiseler, ayakkabılar, örtüler, halılar Iime Iime edilmiş,
yığınlar halinde tabak çanak binIerce parçaya bölünmüştü. Somya
parçalanmış, avizeler, vitrinler, masalar, sandalyeler ve koltuklar baltayla
kesilmişti. Yerde odun, kömür ve gaz, tuz ve şeker, yağ ve yumurtalardan bir
birikinti oluşmuştu. Soba da tahrip edilmiş, bazı valizIerin içindekiler dahi
makasla kesilerek kullanılamaz hale getirilmişti. "
Saldırılarda Kiliselere de yönelinmiş. kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer
kutsal eşyalar tahrip edilmiş, hatta bazı kiliselerin tamamı ateşe verilmiştir. Özellikle
Şişli ve Balıklı'daki Rum-Ortodoks mezarlıklarına da zarar verilmiştir. Buralarda
mezar taşları parçalanmış hatta çıkarılan bazı iskeletler kırılmış ya da yakılmıştır.107
Olayların gelişimi çerçevesinde ulaştığı boyut olaylar sonucu meydana gelen
zarar başlıklı bölümde ayrıntılı olarak işlenmiştir. Burada kısaca belirtmek gerekirse,
bir çok yağmalama, tahrip, hırsızlık ve yaralanma olayları olmuş ayrıca fazla
olmamakla beraber ölümle sonuçlanan saldırılarda gerçekleşmiştir. Ancak olayların
genişleme ve boyut değiştirerek gayrimüslim azınlığa karşı büyük bir şiddete
dönüşmesi sürecinde Türklerden saldırılara karşı tepkilerde gelmeye başlamıştır.
Rum, Yahudi ve Ermenilere yönelik saldırılar sırasında komşuları olan bir çok Türk,
gayrimüslimleri korumaya çalışmışlardır. Saldırganlar bazı iddialara göre bedensel
zarar vermemeleri için talimat aldıklarından, küçük çaplı direnmeler bile şiddet
olaylarını engelleyebilmiştir. Örneğin Heybeliada'da CHP üyesi bir kadının saldırgan
grubun karşısına dikilip, bulundukları caddede hiçbir eve dokunulmamasını istemesi
bile yeterli olabilmiştir. Bunun gibi cesurca gösterilen bireysel tepkiler, bazen
saldırganları durdurabilmiştir. Bu konuda verilen bir tanıklıkta şunlar anlatılmıştır.
108
"Bizim sokağımızda şoför Nusret yaşardı. O gün 40 kişilik bir grup
106 Güven, a.g.e., s. 18-19
107 Güven, a.g.e., s. 19-20
108 Ayhan Aktar, “50. Yılında 6-7 Eylül Gerçeği”, Sabah, 8 Eylül 2005, s. 20 ; Güven, a.g.e., s.23-24
bizim evlere doğru gelmeye başladı. Nusret bunların önünü kesti ve ne
istediklerini sordu. Onlar Rumların evlerine saldıracaklarını söylediler.
Nusret, burada Rumların oturmadığını söyledi. Gruptan birkaç kişi yine de
yürümeye devam edince Nusret bağırdı ve ancak onun cesedinin üzerinden
yollarına devam edebileceğini söyledi. Ve grup hemen geri döndü. Nusret,
50 metrelik bir sokağı kurtarmıştı. Yan sokakta ise arkadaşım Zafer'in
teyzesi Rum komşusunun kapısına dikildi ve adamlara şöyle dedi: 'Pavli
Efendinin evine girmek için ilk önce bana saldırmamız gerekir.' Adamlar
hemen geri döndüler. Bu sokaktaki 60 Rum evinden sadece ikisi tahrip
edilmişti.”
Saldırı yapılacağına dair dedikodular çıktığında ve saldırılar sırasında,
gayrimüslim komşularını kendi evlerinde saklayan Türkler de olmuştur. Tophane
oturan Şükrü isimli bir Türk 6 Eylül günü, alt katlarında oturan iki Rum komşusunu
kendi evine saklamış ve üst katlara çıkan saldırganlarıda havaya ateş açarak
kovalamıştır. Bazı Müslümanlar ellerine aldıkları Türk bayraklarıyla
gayrimüslümlerin ev ve işyerlerinin önünde durmuş, buraların sahiplerinin Türk
olduğunu iddia ederek saldırganlardan korumuşlardır. Ayaklanmalardan sonra
gayrimüslimler yapılan bu yardımlar için gazetelere ilan vererek teşekkür dahi
etmişlerdir. Müslümanlardan mağdurlara parasal yardımda bulunanlar da olmuştur.
İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na yazılan bir raporda, bir Türk subayın, Rum kiracısına,
kirayı ödemek için saldırılardan doğan maddi zararını telafi edinceye kadar
bekleyebileceğini önerdiğinden bahsedilmektedir. Fakat daha önce de belirtildiği gibi
bazı durumlarda, komşu veya tanıdıklarlardan, gayrimüslimlerin oturdukları yerleri
göstererek saldırganların işini kolaylaştıranlar da olmuştur. Yani iyi komşular gibi
kötü komşular da olmuştur. Bir Ermeni, Elmadağ'daki apartmanlarının kapıcısının bir
Türk bayrağını binanın cephesine takarak evi koruduğunu, ancak bir komşunun, 100
kişinin üzerindeki bir gruba apartmanda Ermenilerin oturduğunu ihbar ederek
yağmalanmasını sağladığını anlatmıştır. Yani iyi komşuluk ya da iş arkadaşlığı gibi
kişisel ilişkiler içinde olanlar birbirlerine daha çok yardım etmişlerdir. Ancak tanıdığı
gayrimüslimlere yardım ederken tanımadıklarına saldıranlar da olmuştur. Bu konuda
yapılan bir tanıklıkta şunlar anlatılmaktadır.109
"Bizim evimiz, Beyoğlu'ndaki Kalyoncu Sokaktaydı. Şiddet olaylar
patlak verdiğinde, kapıcı Mehmet, anneme 'Korkmayın Madam, bizim evde
saklanabilirsiniz' dedi. Eline bir Türk bayrağı aldı, dış kapıyı kilitledi ve
109 Elçin Macar, “6-7 Eylül’ Tanıklıklar”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:141, Tarih Vakfı, İstanbul,
2005, s. 52-62 ; Güven, a.g.e., s. 24-25
binanın önünde durdu. İlk saldırganlar geldiğinde, onlara burada Rum
oturmadığını söyledi ve adamlar gerçekten de evimizi yağmalamadan
gittiler. 2. kattaki Madam Katina'yı, 3. kattaki Maria'yı ve 4. kattaki Anton'u
korumuş olan Mehmet, binadan çıktı, Türk bayrağını bıraktı, eline bir odun
parçası aldı ve caddenin karşısındaki gayrimüslimlere ait dükkan ve evlere
saldırmaya başladı. Ben onu evimizin penceresinden izleyebiliyordum.”
İstanbul dışında İzmir’i saymazsak pek fazla üzüntü verici olayın yaşandığı yer
olmamıştır. İzmir Fuar alanında Lozan ve Dokuz Eylül girişlerindeki Yunan
bayrakları aşağıya indirilip yakılmış ayrıca Yunan pavyonunu taşlanıp iç donanımı
parçaladıktan sonra, bina ateşe verilmiştir.110 Aynı anda, Alsancak'ta bulunan Yunan
Konsolosluğu önünde başka bir grup protesto için toplanarak Konsolosluk
mensuplarından Türk bayrağı çekmelerini istemiş, bu talep yanıtsız kalınca, saat
21.00'e doğru konsolosluk binasına hücum edilerek mobilyalar parçalanarak ateşe
verilmiş, bina yanmaya başlayınca konsolosluk çalışanları arka kapıdan kaçmışlardır.
Bu esnada İzmir'in çeşitli semtlerinde 20-30 kişiden oluşan gruplar, iki ya da üç kişi
tarafından yönlendirilerek belirli hedeflere saldırmışlardır. Toplam sayısı 400'ü
geçmeyen eylemciler Yunanlı 6 NATO subayının evlerini basmış ve yağmalamıştır.
Saldırılar sırasında memurlar ve aileleri hakarete uğramış, hatta bir memur ve karısı
dövülmüştür. O geceyi Amerikan Konsolosluğu'nun koruması altına geçiren Yunan
NATO subayları ve başkonsolos, ertesi gün uçakla Yunanistan'a gitmişlerdir.
İzmir'deki toplam on kilise ve üç sinagogdan yalnızca Alsancak'taki Ortodoks kilisesi
yağmalanmış ve ateşe verilmiştir. Alsancak'taki İngiliz Kültür Enstitüsü'ne yapılan
saldırıyı, İngiliz Konsolos, bina sahibinin bir Rum olmasından hareketle bir yanlışlık
olarak değerlendirmiştir. Limanda bulunan Rum bayraklı teknelerin Türk bayrağı
takmaları talep edilmiş ancak burada olabilecek muhtemel saldırılar limanda bulunan
Türk savaş gemilerinin subaylarının müdahalesi ile engellenmiştir. Brescia ve Livomo
adlı iki İngiliz gemisinin mürettebatına mazota bulanıp tutuşturulmuş taşlar veya
kumaşa sarılmış teneke kutuları ile saldırılmıştır. İzmir'deki tahribat eylemleri de
aslında güvenlik güçlerinin müdahalesi ile önlenebilecekken, güvenlik güçlerinin
pasifliği olayların tırmanmasına zemin hazırlamıştır. Hatta saldırganlara karşı sert
davranmamaları kendilerine emredilen polis memurlarının, fuar alanındaki saldırılar
esnasında pasif bir tutum takındıkları da iddia edilmektedir. İtfaiye 6 Eylül akşamının
erken saatlerinde, İzmir Fuarı alanına gelmiş ve fuar pavyonlarından birinin önünde
110 Hürriyet, 7 Eylül 1955
beklemeye başlamıştır. Neden geldikleri sorulduğunda, itfaiye erlerinden birisi
''Birazdan yangın çıkacak, biz de söndüreceğiz'' şeklinde yanıt vermiştir. İtfaiyecilerin
Yunan pavyonunda ve konsoloslukta çıkan yangını söndürmede saldırganların su
hortumlarını keserek ya da itfaiye erlerinin sırtlarına çıkarak, işlerini yapmalarına
engel olmalarından dolayı yetersiz kalmıştır.111
Başkent Ankara’daki gelişmelerden bahsetmek gerekirse ağırlıklı olarak
öğrenci protestolarının olduğunu ve şiddet olaylarının yaşanmadığını söyleyebiliriz.
Bunun en önemli nedeni Ankara'daki gayrimüslim nüfus oranının çok düşük olması
ve Ankara Valisi Kemal Aygün'ün, Ankara genelindeki tüm toplantıları yasaklayarak
acil tedbirleri uygulamasıdır. Valinin uyguladığı tedbirler çok yerinde olmuştur çünkü
öğrencilerin ifadelerine göre, 6 Eylül gece yarısına doğru, Türkiye Milli Talebe
Federasyonu (TMTF) üyeleri İstanbul'dan, Ankara'daki tüm öğrenci yurtlarını
telefonla arayarak gençliğin deklarasyonunu duyurmuşlar ve İstanbul'daki olaylardan
bahsederek Ulus'ta düzenlenecek bir protesto gösterisine katılma çağrısı yapmışlardır.
Bu deklarasyon üzerine Siyasal Bilimler ve Hukuk Fakültesi önünde toplanan sayıları
1000 ile 4000 arasında değiştiği belirtilen öğrenciler, askeri güçlerin de takviyesiyle
polis tarafından göz yaşartıcı gazla dağıtılmış, öğrenci yurtları ise gözetim altına
alınmış ve 479 kişi tutuklanmıştır.112
iii. Güvenlik Güçlerinin Tutumu
6/7 Eylül olayları öncesinde devlet yetkililerinin bazı olayların meydana
gelebileceğine dair şüpheleri bulunduğu ve güvenlik uygulamalarında problem
yaşanmaması için tedbir alma gerekliliğini hissettikleri bilinmektedir. İstanbul
Emniyeti'nin yaklaşık 1.500 kişilik personeli Ağustos ayından itibaren alarma geçmiş
ve memurlar Emniyet binalarını bile terk etmemişlerdir. Nüfusu ağırlıklı olarak
Rumlardan oluşan Büyükada'nın polisi, takviye güçlerle kuvvetlendirilmiş ve bu
güçler, iskeleye demirlenmiş gemilerde gecelemişlerdir. Patrikhane ve Yunan
Konsolosluğu iki hafta öncesinden sıkı bir gözetim altına alınmış, Hilton Oteli gibi
111 Güven, a.g.e., s. 26-28
112 Güven, a.g.e., s. 29
uluslararası prestije sahip yerlerde polis tarafından çeşitli güvenlik önlemleri
alınmıştır. Yabancı dükkanların korunması için bile tedbirler düşünülmüştür. Örneğin,
Tünel'deki Bolero adlı Fransız dükkanı önünde bir polis memuru nöbetçi olarak
konmuş ve bu memur ellerinde demir çubuklar bulunan 15-20 kişilik bir grup dükkana
yaklaşmaya çalıştığında onları durdurmuştur. Ayrıca 3 Eylül 1955'ten itibaren,
Eskişehir ve çevresindeki polis memurlarından da İstanbul’a görevlendirmeler
yapılmıştır.113 Bu bağlamda dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, 26
Ağustos 1955 tarihinde Birinci Ordu Müfettişliğine gönderdiği aşağıdaki yazı ile
askerden de güvenlikle ilgili tedbirlerin alınmasını rica etmiştir.114
“Birinci Ordu Müfettişliğine
Kıbrıs olayları dolayısı ile bazı emniyet tedbirleri alınması zaruri
bulunduğundan icabeden yerlere sevkedilmek üzere 27 /8/1955 Cumartesi
günü sabahından itibaren iş'arı ahire kadar tam teçhizatlı motörlü
vasıtalarla beraber Emniyet Müdürlüğü tarafından ilişik listedeki mahaller
nazarı itibara alınarak tensip edilecek yerlerde herhangi muhtemel büyük
kitle hareketlerini dahi teşebbüs halinde önleyecek miktarda sis ve göz
yaşartıcı bombalar ile birlikte toplu olarak bulundurulmasının teminini ve
sonundan bilgi verilmesini ehemmiyetle arz ve rica ederim. 26/8/1955 “
Olayların başladığı 6 Eylül günü, Bomba haberini alan İstanbul Valiliği
hemen Birinci Ordu Müfettişliğine bir yazı yazarak ele alınması gereken tedbirleri
bildirmiştir. Muhtemel olayların çıkmasını engellemek için kaleme alınmış olan bu
yazı olayların başlama devresindeki havayı ve yetkililerin ilgisini göstermesi
açısından önemlidir. İstanbul Valiliğinin 6 Eylül 1955 tarihli yazısı şöyledir:115
“Birinci Ordu Müfettişliğine
Selanik'te Aziz Atatürk'ün ikametgahlarında bir bomba patladığı,
aynı zamanda konsoloshanemize de tecavüzler vaki olduğu anlaşılmıştır.
Şehrimizdeki Rum müesseselerine de herhangi bir taarruzun vaki
olması çok kuvvetli ihtimal dahilinde bulunduğundan Beyoğlu, Şişli,
Beşiktaş muhitlerinde meydana gelecek hadiseleri önlemek için Harbiye'de
4 tabur Boğaz'ın Rumeli sahili için Yeniköy'de bir tabur, Fener Patrikhanesi
için Rami kışlasında Üç tabur, Fatih ve Eminönü mıntıkaları için Davutpaşa
kışlasında Üç tabur, Sirkeci askeri sevkiyat mahallinde iki tabur, Kadıköy ve
Üsküdar muhitleri için Selimiye kışlasında Üç tabur ayrıca Anadolu sahili
için Kuleli Askeri Lisesi'nde iki taburun, Emniyet Müdürü'nün talebi üzerine
113 Güven, a.g.e., s. 21-22
114 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar – Belgeler Fahri Çoker Arşivi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul, 2005, s. 252
115 A.g.e., s. 255
herhangi makamdan istizan veya emir almaya Iüzum kalmadan her an
harekete hazır bir vaziyette ve bütün kuvvetlerini istiap edecek tarzda
bindirilmiş olarak bu akşam saat 20.00'den itibaren kuvvei muntazıra
halinde bulundurulmasını ve bu hazırlanacak kuvvetlerin telefon numaraları
ile başlarında bulunacak selahiyetli subayların isim ve soyadlarının acele
bildirilmesini ehemmiyetle ve saygı ile rica ederim. 6/9/1955
İstanbul Valisi
Ord.Prof.
Dr.Fahrettin Kerim Gökay “
6/7 Eylül tarihlerindeki Beyoğlu kaymakamı, olaylarda Rumlara ait birçok
ticarethane ve işyerinin tahrip edildiğini belirterek bu olayların öncesi ve gelişimi
esnasında güvenlik ile ilgili uygulamaları şöyle açıklamaktadır.
“AyIardan hatta yıllardan beri İstanbul'da Kıbrıs Türktür
Cemiyeti'nin organize ettiği kapalı ve bazan da açık yer topIantıları
yapılıyor, Kıbrıs'taki Rum ve Yunan mezalimi tel'in ediliyordu. Bu
toplantılar bilhassa organize durumda olan talebe ve işçi kitlelerinde milli
bir galeyan yaratmaya başlamıştı. 6 Eylül günü bir akşam gazetesinde
‘Selanik'te Atatürk'ün evi bombalandı’ haberi manşet halinde çıkınca,
coşkulu öğrenci ve işçi grupları sokağa döküldüler. Taksim'de ve
Beyoğlu'nda çok büyük kalabalık toplandı. Taksim'deki Cumhuriyet Abidesi
önünde heyecanlı konuşmalar yapılırken bir taraftan da Beyoğlu'ndaki
Yunan konsolosIuğuna ve müesseselerine doğru, galeyan halinde bulunan
halk sel gibi akıyordu. Zamanın Emniyet Müdürü merkezdeki ve ilçelerdeki
polis kuvvetini emrinde toplamış, hassas bölgeler etrafında koruma tertibatı
almıştı. Bu arada Rumlara ait ticarethane ve müesseselere saldırılar
başladı. Emniyet Müdürünün başında bulunduğu bütün polis kuvvetleri,
kaIabalıktan oldukları yerde mahsur kaldılar ve başka tarafa hareket
edemediler.
Mevzuat, mülki idare amirlerine bu gibi fevkalade hadiselerde
uygulanmak üzere plan yapmalarını emreder. Zabıta kuvvetlerini takviye
için askeri makamlardan yardım istenme şekli de bu planda tesbit edilir.
Ben, Beyoğlu Kaymakamı olarak bu planı yapmış ve tasdiki için Valiliğe
göndermiştim. Valilik ve ilgili servis planı inceleyip, uygun bulmuşlar, tastik
ettikten sonra öteki Kaymakamlara da, örnek alınması için tamim etmişler.
Olayların patlak verdiği 6 Eylül gününe kadar kaymakamların bir kısmı bu
planları yapıp, gönderememişler. Olaylardan sonra soruşturmaya başlayan
müfettiş heyetleri, başta Vali olmak üzere bütün kaymakamlardan bu
planların yapılıp, yapılmadığını sormakla işe başladılar. Ben planı
zamanında yaptığım ve ValiIiğin tasdikini de aldığım için hakkımda
soruşturma açılmadı. Planı yapamayan idare amirlerinin hemen hepsi
vekalet emrine alındılar. Vali Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay: ‘Ben,
vilayet planını, kaymakamlardan gelecek planIarı birleştirerek yapacaktım.
Beyoğlu kaymakamının planını uygun buldum, tasdik ettim. Bu örneğe göre
de planlarını yapmalarını bütün kaymakamlara emrettim. Binaenaleyh,
vazifemi yapmış durumdayım. Aynı zamanda olay günü askeri birliklerden
zamanında yardım istedim. şeklindeki savunmasıyla soruşturmadan
kurtuldu.
6 Eylül gecesi, Perapalas'ın bitişiğindeki Amerikan
Konsolosluğu'ndan yardım istendi. Kalabalık grupların kapılarını
zorlamaya başladığı bildiriliyordu. Kaymakamlığın bütün polis kuvveti
Emniyet Müdürü'nün emrine girmişti. Polis olan şoförümden başka emrinde
kuvvet yoktu. En yakınımızdaki askeri birlikten bir manga kuvvet alarak,
konsolosluğa gittim. Etrafta bulabildiğim birkaç polis ve bekçinin de
yardımı ile kalabalığı dağıttık; konsolosluğu ve yöredeki öteki müesseseleri
tahrip edilmekten kurtardık.
7 Eylül günü kaymakamlık binasında çalışırken, Tepebaşı'ndan
Şişhane'ye doğru ellerinde bayraklar bulunan büyük bir kalabalığın
gelmekte olduğunu, ‘Kıbrıs'ta Türkleri öldürüyorlarmış, yürüyün’ diye
sloganlar attıklarını haber aldım. Hemen kaymakamlıkta bulunan polislerle
kalabalığın önüne çıkıp, dağılmalarını ihtar ettim ve bir iki el de havaya
ateş açtım. Bunu duyan ve yakınımızda bulunan Emniyet Müdür Muavini ve
Trafik Müdürü merhum Orhan Eyüboğlu ekibiyle beraber siren çalarak
imdadıma yetişti. Kolaylıkla kalabalığı dağıttık. Bu anlattığım olaylar ve
yaptığımız görevler ertesi günü benim Emniyet Müdürlüğün'e atanmama
neden oldu.”116
Yukarıdaki açıklamalardan bazı resmi görevlilerin kötü amaçlı olmasa da
görevlerini aksatarak olaylara hazırlıksız yakalandığı anlaşılmaktadır. Bu
hazırlıksızlık olayların genişlemesine ve şiddetini artırmasına zemin hazırlamış
olabilir. Ancak Beyoğlu gibi önemli bir yerin kaymakamının olayların önlenmesinde
gösterdiği özverili yaklaşım, güvenlik kuvvetlerinin olayların büyümesinde art niyetli
bir yaklaşıma sahip olmadığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir..
Olaylara karışanlar, güvenlik görevlilerinin ve askerin şaşkınlığından
yararlanmış ve milli bir galeyan havası içinde onları da kendilerine ortak etmeye
çalışmıştır. Olaylara sonradan müdahale eden askerin bu konuda yaşadıklarını emekli
general Muzaffer Erciş’in dönemle ilgili anılarından çıkarabiliriz. Erciş anılarında 6
Eylül 1995 tarihinde 66. Tümen’de nöbetçi amiri olduğunu belirtmektedir. Olaylar
öncesinde Türk-Yunan ilişkilerindeki gerginlik nedeniyle muhtelif görev ve intikaller
için hazırlık yapıldığını ve bu konuda gayet ciddi olarak çalıştıklarını belirten Erciş,
6 eylül günü akşam yemeği yerken saat 18:20 de 1. Ordu Komutan V. Korg. Vedat
Garan’ın arayarak Tümen’e alarm verilmesi ile olaylar bir anlamda dahil olduklarını
söylemektedir. Tam olarak neler olduğunu bilmeyerek derhal faaliyete geçen Erciş
116 Demirer, a.g.e., s. 429-430
saat 19:00 da İstanbul Emniyet Müdürü tarafından aranmış ve halkın galeyan halinde
tahrip eylemlerine giriştiği söylenerek kendisinden Patrikhane’nin korunması için
önlem alması istenmiştir. Erciş gelen bu istek üzerine neler olduğunun daha iyi
anlayarak, genel bir şaşkınlık havasına rağmen, hemen çalışmalara başlamıştır.
Çalışmaların büyük bir özveriyle yürütüldüğünü ve rütbeli personelin en kısa
zamanda toplanması için her şeyin yapıldığını belirten Erciş, gelen subaylardan
dışarıda neler olduğunu öğrendiklerini ve bunun büyük bir endişe yarattığını
söylemektedir. Saat 23:00 sıralarında araçla dışarıda görevlerini yaparken oluşan
manzarayı dehşet verici olarak yorumlayan Erciş çapulcuların şarkı söyleyerek
oynadıklarını, bazı göreve giden araçlarda marş söyleyenlere de rastladığını ve bu
durumun önlenmesi ve görevlerin dikkatle yapılması için emirler verildiğini
belirtmektedir. Ancak galeyan halindeki toplum güvenlik güçlerini de yanlarına
almak için çalışmıştır. Erciş özellikle 117
“Edirnekapı'ya yaklaştığımda, ne olduğunu fark edemedim. Bir de
baktım ki halkın omuzlarındayım. Bağırış, çağırışlar ve beni omuzlarında
taşıyorlardı. Halkın bu kadar süratle, böyle hareket edeceklerini aklımın
ucundan bile geçirmemiştim. Oldu!...”
diyerek olayların nasıl istemeden şekillendiğini anlatmaktadır.
Olaylar sırasında bazı polis memurlarının Taksim'deki milliyetçi gösteri
esnasında harekete duydukları sempatiyi gösterdikleri ve hatta bu tutumlarını kamu
düzeni bozulduğunda ve şiddet olayları meydana geldiğinde de sürdürdükleri
belirtilmektedir. Bu tutumu yalnızca kalabalık halk kitleleri karşısında değil, sayıca
küçük ancak kararlı gruplarla karşı karşıya kaldıklarında da göstermişlerdir.
Tanıklıklarda, bazı polislerin salgırganlar bir lokantayı talan ederken baktıklarını ve
hatta onların daha rahat çalışmasını temin ettikleri iddia edilmektedir. Mihalis
Vasiliadis'in tanıklığına göre başka zamanlarda kendileriyle gayet arkadaşça ilişkilerin
kurulabildiği mahalli polis memurları bile, şiddet olayları sırasında herhangi bir
müdahalede bulunmamışlardır. Vasiliadis olaylar esnasında kendisine başvurulan bir
komiserin hiç bir şey yapamayacağını çünkü kendisinin o gün bir polis değil bir Türk
olduğunu belirtiğini ve bu tarz sözlerin polislerden sıkça duyulduğunu da iddia
etmektedir. İddialara göre; İstanbul'un bazı semtlerinde, güvenlik güçleri, şiddet
olaylarına tanıklık etmiş ancak karakollarını terk etmemişlerdir. Örneğin, Samatya
117 Muzaffer Erciş, Yaşadım (1923-1973), s. 199-202
Karakolu'nun komiseri ve polis memurları kendilerini karakola kilitlemiş ve ancak
ertesi günün erken saatlerinde dışarı çıkmışlardır. Bazı durumlarda polis memurları
olaylara alkış tutmuş ve saldırganların devam etmesi için onlar cesaretlendirmişlerdir.
Yine bazıları, bizzat kendileri de, yağmalanan dükkanların mallarını parçalamışlardır.
Aslında saldırıların zamanında yapılacak müdahalelerle önlenebilecek nitelikte
olduğu, muhtemelen müdahale etmemeleri yönünde açıkça bir talimat almış olan
polislerin, bazen tek başlarına büyük insan kitlelerinin saldırılarını engellemelerinden
anlaşılabileceği belirtilmektedir. Bu şekilde bir polis memuru, Büyükada'da bir Rum
okuluna saldırmaya çalışan 30-40 kişilik bir insan topluluğunu, iki el ateş ederek
durdurmuştur. Alman Başkonsolosluğu'nun raporlarında yer alan bir görüş, polis
güçlerinin pasifliğini emir biçiminde verilmeyen, ancak hadiselere göz yumulmasını
bir prensip olarak öngören genel bir talimatın varlığına dayandırmaktadır. Bu düşünce
daha sonra polis memurlarının ifadeleriyle desteklenmiştir. Bu konuda 6 Eylül 1955
günü Sarıyer Karakolu'nun telefon santralında görevli olan polis memuru Hikmet
Çolak, hırsızlık ve yangın olayları dışındakilere göz yummak için emir aldıklarını
söylemiştir. Dikkat çekici bir başka nokta ise itfaiyenin yangın yerlerine çok geç
gelmesi, ya da yangın söndürme teçhizatının yetersiz olduğuna dair iddiaların
bulunmasıdır. Bir görgü tanığı, kiliselerdeki pek çok değerli ikona ve tablonun,
itfaiyenin geç gelmesi veya yangını isteksizce söndürmesi nedeniyle kaybedildiğini
aktarmaktadır.118
c. 6-7 Eylül Sonrası
i. Olaylar Sonucu Meydana Gelen Zarar
Olaylarda meydana gelen hasar konusunda değişik kaynaklar ve bunlar
arasında bazı farklar bulunmakla beraber resmi Türk kaynaklarına göre 4.214 ev,
1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar
vb. yerlerin bulunduğu 5.317 tesis saldırıya uğramıştır. Rıdvan Akar zararı 1004 ev,
4348 dükkân, 27 eczane ve laboratuvar, 21 fabrika, 110 lokanta ve kafe, 73 kilise, 26
118 Güven, a.g.e., s. 20-23
okul, 5 spor kulübü, 2 mezarlık olarak belirtmektedir.119 Nüfusun yüzde 15'inden
fazlasını Rumların oluşturduğu Beyoğlu’nda, 2.293 obje ile en yüksek yıkım oranına
ulaşılmıştır. Gayrimüslimlerin işyerlerinin ve atölyelerinin yoğun olarak bulunduğu
Eminönü ise tahrip edilen 1.134 obje ile ikinci sırada yer almıştır. Fatih'te 652,
Şişli'de 525, Beşiktaş'ta 273, Sarıyer'de 227 , Kadıköy'de 222, Adalar'da 152,
Üsküdar'da 123, Bakırköy'de 71, Beykoz'da 9 ve Eyüp'te 1 obje tahrip edilmiştir. Bir
Yunan kaynağı da tahrip edilen nesnelerin sayısını doğrulamaktadır. Bu konuda bilgi
veren Alman Dışişleri Bakanlığı Arşivi'ndeki belgelerde ise İstanbul'daki 36.000
işyerinden 3.900'ü yıkılmış ya da yağmalanmış olduğu belirtilmektedir. Dinsel ya da
etnik gruplara göre bir sınıflandırma yapıldığında, ortaya çıkan tablo şöyledir:120
Dinsel ya da etnik
grup
İşyerleri
Rumlar
Ermeniler
Museviler
Müslümanlar
2.200
900
400
400
Amerikan Dışişleri arşivlerinde ise , tahrip edilen yerler kendi içlerinde
ayrılarak farklı etnik gruplara göre sınıflandırılmıştır:121
İşyerleri (%)
İşyerleri (sayı) Evler (%)
Evler (sayı)
Rumlar
59
2500
80
670
Ermeniler
17
1000
9
150
Museviler
12
500
3
25
Müslümanlar 10
400
5
40
Bu kaynağa göre, zarara uğratılan işyerlerinin yüzde 75'i Pera'da, yüzde 25'i
ise tarihi Yarımada'dadır. İstanbul'da 38 sinagog ve 8 Musevi okuluna
saldırılmamıştır. İstanbul Başpiskoposluk arşivinde kayıtlı olan 95 Rum-Ortodoks
kilisesinin, yine bu kaynağa göre 61'i ya kısmen ya da tamamen tahrip edilmiş,
ayrıca bunlardan 8 tanesi kundaklanmıştır. Bir Rum-Katolik kilisesi ve üç başka
kilise daha ağır zarara uğratılmıştır. Ayrıca St. Sinai Manastırı'na bağlı olan ve
119 Akar, a.g.m., s. 91
120 Güven, a.g.e., s. 34
121 Güven, a.g.e., s. 35
Bizans döneminden kalma pek çok kutsal eseri barındıran üç manastır da tahrip
edilmiş ve yağmalanmıştır. Verilere göre, Rum cemaatine ait 48 okuldan 36'sı
tamamen ya da kısmen zarara uğratılmıştır. Ağır zarar görenler arasında Zapyon Kız
Okulu, Heybeliada'daki Megali Okulu ve Hasköy, Edirnekapı, Bakırköy, Galata,
Taksim ve Arnavutköy'deki liseler bulunmaktadır. İstanbul'da Rumca yayımlanan
Apoyeumatini, Tachydromos, Embros gazeteleri ve haftalık Chronos gazetesinin
yayınevleri de saldırıların hedefi olmuştur. Söz konusu gazetelerin ilk ikisinin
redaksiyon büroları talan edilmiş ve matbaalar tahrip edilmiştir . Embros ve Chronos
gazetelerinin ise kendilerine ait matbaaları bulunmadığı için sadece büroları
yağmalanmıştır. Apoyeumatini gazetesi, aldığı ağır hasar nedeniyle ancak
saldırılardan iki hafta sonra yeniden yayımlanabilmiştir. 122
İki farklı Yunan kaynağına göre 6-7 Eylül 1955 gecesi İstanbul’da zarar gören
Rum ve Yunan mallarının dökümü şöyledir: Birinci kaynakta 4340 Atölye ve
mağaza, 2000 konut, 110 lokanta, 83 kilise, 27 eczahane, 21 fabrika, 12 otel, 11
klinik ve dispanser, 5 dernek binası, 3 gazete matbaası, 2 mezarlık bulunurken bu
sayılar ikinci kaynakta; 4340 mağaza, 2600 konut, 110 otel ve lokanta, 38 kilise
(ateşe verilen), 35 kilise (tahrip ve yağma edilen), 27 eczane, 21 fabrika, 8 ayazlama,
5 spor kulübü, 3 gazete, matbaası olarak verilmektedir. (Katmerini Euta Meres–
gazete Atina 10.9.1995 )123
İzmir'deki toplam hasar ise 475.500 TL. olarak belirtilmektedir. Yunan
Konsolosluğu binasındaki zarar 90.000 TL., Yunan pavyonundaki zarar ise 57.000
TL. olarak bildirilmiştir. Kabul edilen zarar tutarları ise Yunan Konsolosluğu için
52.000 TL., Yunan NATO subayları için 42.000 TL. ve İzmir'de yaşayan diğer
Yunanistan vatandaşlar için 235.500 TL. olmuştur. Toplam olarak İzmir'de 14 ev, 6
işyeri, bir pansiyon, bir kilise, Yunan fuar pavyonu, Yunan Konsolosluğu binası ve
İngiliz Kültür Enstitüsü'nü barındıran bina saldırıya uğramıştır. 7 kişi ağır, 50 kişi ise
hafif şekilde yaralanmıştır. 124 Meydana gelen zararla ilgili başka bir kaynakta verilen
ayrıntılı tablo şöyledir:
122 Güven, a.g.e., s. 35-36
123 Orhan Türker, “6-7 Eylül 1955 Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yankıları” , Tarih ve
Toplum Dergisi, Sayı:177, İstanbul, Eylül 1998, s. 13
124 Güven, a.g.e., s. 28
ADALAR
BAKIRKÖY
BEYOĞLU
BEYKOZ
BEŞİKTAŞ
EMİNÖNÜ
EYÜP
FATİH
KADIKÖY
SARIYER
ŞİŞLİ
ÜSKÜDAR
TOPLAM
DÜKKAN/MAĞAZA
110
40
2110
-
170
903
-
136
180
110
407
65
4214
EV
3
27
62
-
70
173
-
475
3
85
58
48
1004
KİLİSE
3
2
10
2
8
3
1
23
3
8
4
6
73
MEKTEP
2
-
9
-
3
1
-
5
1
1
2
2
26
HAVRA
-
-
-
-
-
-
-
-
1
-
-
-
1
AYAZMA
-
-
2
2
-
2
1
1
-
-
-
-
8
MANASTIR
2
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
2
MEZARLIK
-
-
-
-
-
-
-
-
-
1
-
1
2
DERNEK BİNASI
-
2
-
-
-
2
-
-
-
-
-
1
5
FABRİKA
-
-
7
-
-
5
-
-
-
1
6
-
21
İMALATHANE
-
-
5
-
-
1
-
2
3
-
3
-
14
LABORATUAR
-
-
-
-
-
1
-
-
-
-
-
-
1
ECZANE
2
-
-
-
-
6
-
3
2
3
6
-
26
MUAYENEHANE
1
1
4
-
-
2
-
-
1
-
3
-
11
MATBAA
-
-
5
-
-
-
-
-
-
-
4
-
9
OTEL,PANSİYON
2
-
4
-
-
-
-
-
-
-
4
-
12
FIRIN
-
-
4
-
1
3
-
2
4
1
3
-
18
LOKANTA/GAZİNO
21
-
20
-
10
5
-
-
5
15
15
-
91
PASTANE
2
-
5
-
1
3
-
1
4
3
19
HAMAM
-
-
-
-
-
-
-
-
-
1
-
-
1
GARAJ
-
-
1
-
-
1
-
-
-
-
-
-
2
BEZİNCİ
-
-
2
-
-
-
-
-
1
-
-
-
3
DEPO
-
-
-
-
-
10
-
-
10
-
3
-
23
SİNEMA
-
-
2
-
-
-
-
-
-
-
-
-
2
KUYUMCU
-
-
5
3
-
-
-
-
2
-
-
-
10
OTO.KAM.
-
-
7
-
-
1
-
-
1
1
1
-
11
MÜTEFERRİK
1
-
4
-
-
5
-
2
-
-
2
-
14
YEKÜN
152
71
2293
9
273
1134
1
652
222
227
525
123
5622
TAHRİBE VE TALANA İŞTİRAK EDENLER
TAHRİP
14
58
906
82
352
12
283
31
38
218
16
2032
TALAN
75
25
82
19
61
71
47
147
66
37
124
14
772
ELEBAŞI
9
12
43
2
19
9
2
90
11
20
119
15
347
YEKÜN
98
95
1031
43
162
432
61
520
108
95
461
45
3151
ŞUBE 2’DEN 7-8 EYLÜL GÜNÜ SELİMİYE’YE SEVK EDİLENLER
1953
UMUMİ YEKÜN
5104
Ayaklanmalarda gayrimüslim azınlıklar dışında, yabancı uyruklu kişiler de
zarar görmüştür. İsveç Büyükelçiliği binası yağmalanmış, Fransızlara, İtalyanlara,
125 Demirer, a.g.e., s. 414 ; 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar – Belgeler Fahri Çoker Arşivi, , s.260
Avusturyalılara ve Almanlara ait bazı işyerleri de tahrip edilmiştir. Alman
Başkonsolosluğu'nun verilerine göre, bildirilen hasarın toplamı yaklaşık 150 milyon
TL.'yi bulmaktadır ki bu rakam, o dönemin 54 milyon Amerikan dolarına eşdeğerdir.
Bunun 28 milyon TL'lik kısmı Yunan vatandaşlarının, 68 milyon TL'lik kısmı Türk
vatandaşı olan Rumların, 35 milyon TL'lik kısmı kiliselerin, 18 milyon TL.'lik kısmı
ise yabancıların ve diğer azınlıklarındır. İngilizler, İstanbul'daki büyükelçiliğe toplam
2 milyon TL'lik hasar bildiriminde bulunmuşlardır. İngiliz Konsolosluğu binası da
olaylar sırasında hafif hasar görmüştür. Kundakçılar, Rumelihisarı’nda yaşayan bir
İngiliz ailenin evini ateşe vermiş, bir İngiliz kadını bıçakla yaralamış, İngiliz bir
erkeği evinde tehdit etmişlerdir. İngiliz vatandaşların mezarları tahrip edilmiş, tabutlar
açılmış ve iskeletler etrafa saçılmıştır. Fransız vatandaşların hasar bildirimi 4,6 milyon
TL, Alman vatandaşların ki 632.319 TL, İtalyan vatandaşların bildirdiği hasar ise 3,3
milyon TL'ye ulaşmıştır. Saldırıların sonucunda oluşan ve büyük bir kısmı
bildirilmeyen gerçek hasarın, yaklaşık 1 milyar TL tutarında olduğu tahmin
edilmektedir.126
Olaylarda dikkat çekici bir biçimde hırsızlık olayları az olmuştur. Bunun
nedenini yağmacıların bu konuda emir aldıkları şeklinde yorumlayanlar olmuştur. Bu
konuda verilen bir tanıklıkta şu ifadeler geçmektedir.127
"Grupların liderleri hırsızlığa izin vermiyordu. Hatta hırsızlık
yapmak isteyen bazı kişiler dövülüyordu. Ancak, pek çok kişi kargaşadan
istifade ediyordu. Daha sonraları liderler de duruma karşı koyamıyor, hatta
kendileri de çalıyordu. 1960 Mayıs'ındaki askeri darbe esnasında,
askerdeydim. Sulukule'de bir çadır kurmamız gerekiyordu. O zamanlar
orada daha elektrik yoktu. Ama bu bölgedeki evler buzdolapları, çamaşır
makinaları, radyolar ve diğer elektrikli aletlerle doluydu. Bunlar 6-7
Eylül1955'in ganimetleriydi."
Saldırılar sırasında iddialara göre önemli kavşaklara dikilen nöbetçiler,
yayaların üzerlerini arayarak beraberlerinde çalıntı mal taşıyıp taşımadıklarını kontrol
etmişlerdir. O esnada Beyoğlu'ndaki bir işyerinde çalışan İslam B., Tünel'de
öğrenciler tarafından durdurulmuş ve hırsızlık yapıp yapmadığının belirlenmesi için
sistemli olarak aranmıştır. Ancak, 6 Eylül gecesinin ilerleyen saatlerinde hırsızlık
126 Güven, a.g.e., s. 36-37
127 Aynı yer
vakaları çoğalmıştır.128
"Dükkanı 7-8 metrelik bir mesafeden izliyordum. Çantalarını nasıl
parfüm, kozmetik malzemeleri ve diğer şeylerle doldurduklarını gördüm.
Balık Pazarında bir adam sırtında bir kasaptan aşırdığı koca bir kuzuyla
kaçarken, bir yandan da elinde büyükçe bir parça peynir taşıyan birini
gördüm [...] Fındıklı'da Türkler bütün gece boyunca, iki bakkal dükkanından
çuvallarla pirinç, şeker, sabun,fasulye, zeytinyağı ve başka şeyleri evlerine
taşıdılar. Sabah olduğunda karşımızdaki dükkanlar tamamen boştu.”
Saldırıların ardından, 11 Eylül 1955'e kadar sayısı 1.500'ü bulan ihbarlar
üzerine, polis evlerde arama yapmıştır. Yalnızca bir gün içinde, Beyoğlu 'nda 225,
Eminönü'nde 307, Beşiktaş'ta 67, Üsküdar'da 52, Fatih'te 29, Şişli'de 10 ve
Büyükada'da 1 evde arama yapılmış ve bu aramalarda polis 6.032 farklı eşya, 637
parça mücevher, 45.915 TL. tutarında para ve 8 çelik kasa ele geçirmiştir. Haliç,
Beyoğlu, Fener ve Edirnekapı'da, aramalar nedeniyle korkmuş olan yağmacıların
çalınan eşyaları gizlemek için yaptıkları depolar da bulunmuştur. Hatta Kasımpaşa,
Şehremini, Beyoğlu, Yedikule ve Mecidiyeköy'de, çalıntı eşyalar evlerin önüne,
sokaklara ya da boş arsalara konulmuştur. 13 Eylül 1955'e kadar aranan 899 evde
18.655 farklı eşya, 91.699 TL. tutarında para, 8 çelik kasa, 612 parça mücevher, 300
altın lira ve 74 saat bulunmuştur. Yağmalanan eşyalar İstanbul'dan çıkarılmaya
çalışıldığı için, polis ayrıca araba, kamyon ve trenlerde de çalıntı eşya araması
yapmıştır.129
Olaylarda çeşitli yaralanma ve ölüm olayları da meydana gelmiş olup bu
konuda da farklı rakamlar dile getirilmiştir. 300 ile 600 arasında değişen bir yaralı
miktarı söz konusu olup bu rakamlara yalnızca mağdurlar değil, yaralanan suçlular da
dahildir. Yaralıların arasında Üsküdar metropoliti, Boyacıköy metropoliti, Tarabya
metropoliti, Kadıköy metropoliti, Balıklı piskoposu, Arnavutköy piskoposu, ve
Yeniköy'deki Patrikhane'nin başpiskoposu da bulunmaktadır. Olaylar sırasında
saldırganların bir kısmının yanlarında ilkyardım malzemeleri olduğu görülmüştür.
Yaralı ve ölü sayısının genel yıkıma göre düşük seviyede olması yine bedensel
saldırılardan kaçınılması yönünde bir talimatın var olmasına dayandırılabilir. Çünkü
saldırılar sırasında yalnızca maddi zarar vereceklerini söyleyerek mağdurları
sakinleştirmeye çalışanlar olmuştur. Olaylarda, tecavüz olaylarına da rastgelinmiştir.
128 Güven, a.g.e., s. 37-38
129 Aynı yer
200 Rum kadına tecavüz edildiğini130 belirten kaynaklar olmakla beraber çok sayıda
kadının bu durumu gizlemiş ve hastanede tedavi olmaktan kaçınmış olabileceği de
düşünülürse, tecavüz kurbanlarının sayısının gerçekte daha yüksek olduğu
söylenebilir. Sadece Balıklı Hastanesi başhekiminin ifadesine göre, hastanede 60
kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür.131
Olaylarda meydana gelen ölüm olayları az olması dolayısı ile kaynaklar
arasındaki farklar daha çarpıcı olarak görülmektedir. Türk basınında ölü sayısı 11
olarak verilmiş ancak sadece Abraham Anavas, Olga Kimiades ve Takki Bakkal
isimleri verilmiştir. Kimi Yunanlı çevreler ölü sayısını 15 olarak da açıklamıştır
ancak söz konusu listede öldüğü bildirilen isimlerden bazılarının Yunanistan'da
yaşadıklarının anlaşılması üzerine resmi açıklamadaki ismi geçen üç kişi genel
olarak olaylarda ölen kişiler olarak kabul görmüştür.132 Helsinki Watch örgütünün
bir raporuna göre ise ölenlerin sayısı 15 olup bunların 5'i, ruhani rütbesi olan
Balıklı'da Papaz Chrysanthos Mantas, Piskopos Gerasimos, Yeniköy'de Piskopos
Gennadios Arabacıoğlu ve adları bilinmeyen iki papazdır. Adları bilinmeyen bir
diğer iki kişinin yanı sıra, Erpapazoğlu, Abraham Anavas, Olga Kimiades, Thanassis
Mısıroğlu, Hebe Giolma, lsaak Uludağ Theopoula Papadopoulu ve Yannis Balkis ölü
olarak bildirilmiştir.133
Olayların hemen ardından Türk hükümeti yaşanan bu yağmadan üzüntü
duyduğunu ve özür dilediğini belirten bir açıklama ile zararların tazmin edileceği
sözünü vermiştir.134 9 Eylül 1955 günü Maliye Bakanlığı'nın yaptığı bir açıklamada,
zarara uğrayanlar lehine uygulanacak önlemler belirtilmiştir. Buna göre mağdurlara
vergi kolaylığı, ucuz inşaat malzemesine erişim olanağı, cam ithalatı, banka borcu
olanlara geri ödeme ve banka kredisi alma kolaylığı sağlanacağı açıklanmış ayrıca
tüm bu işlemlerde ve zarar tespit ve telafi sürecinde bürokratik zorluk
çıkarılmayacağı belirtilmiştir.135 Kızılay, acil önlem olarak Beyoğlu'ndaki ihtiyaç
sahiplerine kişi başına 20 TL. tutarında nakit yardım, taş kömürü ve yiyecek
130 Akar, a.g.m., s. 91
131 Güven, a.g.e., s. 39
132 Akar, a.g.m., s. 91
133 Güven, a.g.e., s. 40
134 Akar, a.g.m., s. 91
135 Uygur Kocabaşoğlu, “6/7 Eylül Olaylarından Sonra Hasar Tespit Çalışmaları Üzerine Birkaç
Ayrıntı”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:81, Tarih Vakfı, İstanbul, 2000, s. 45
dağıtmıştır. Gerekli tamiratın yapılabilmesi için mağdurlara belediye aracılığıyla
çivi, boya ve pencere camı verilmiştir. Denizcilik Bankası uygun koşullarda kredi
vereceğini, şirketlerin kendi atölye ve imalathanelerinin yeniden inşasına katkıda
bulunacağını ve çeşitli ekipmanını kullanımlarına sunacağını açıklamıştır. Ancak,
parlamentonun görünürdeki telafi çabalarını yasalaştıracağı beklentisi önce
karşılıksız kalmış, tazminat, daha çok bir bağış kampanyası niteliğine bürünmüştür.
Nitekim 10 Eylül 1955'te gönüllülük esasına dayanarak para sağlanmasını
hızlandırmak ve hasarın aciliyetine göre mağdurlara, özellikle düşük gelirlilere
hemen ödeme yapmak maksadıyla, Cumhurbaşkanı Celal Bayar himayesinde,
Kızılay Başkanı Rıza Çerçel, Borsa ve Sanayi ve Ticaret Odaları Başkanı Üzeyir
Avunduk, Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Kazım Taşkent ve Sanayi
Odası Başkanı İbrahim Esi'den oluşan bir komite kurulmuştur.136 Memur, hizmetli ve
tezvir memuru olarak toplam 24 kişinin görev yaptığı komite ilk toplantısında, İş
Bankası Umum Müdürü Üzeyir Avunduk’u başkanlığa seçmiş ve ilk olarak İş
Bankasından 200.000 TL. Yapı Kredi Bankasından 100.000 TL. İstanbul Ticaret
Odasından 200.000 TL. ve İstanbul Sanayi Odasından 100.000 TL. olmak üzere
toplam 600.000 TL. bağış toplamıştır. Kızılay Genel Merkezinde, olaylar sebebiyle
işsiz kalmış fakirlere acil ve günlük ihtiyaçlarını karşılamak üzere ilk yardım olarak
100.000 TL. tahsis edilmiştir.137 Bir kaç gün sonra 15 Eylül 1955’te İstanbul’da
meydana gelen zararları saptamak ve yapılacak yardımları toplamak üzere bir
mahalli komite daha oluşturulmuştur. Söz konusu komitede Vehbi Koç, İzzet
Akosman, Refik Bezmez, Hilmi Gürkan, İbrahim Dilber, Afif Tektaş, Hasan
Derman, Arsen Gesar, Papadapulo Arşemidis, Kazım Yurdakul, Sadık Bigat, Eli
Burla, Remzi Peker, Onnik Balıkçıyan, Yomtov Kohen, J. Naum, Yekta Teksel,
Kiryako Pamukoğlu, Osman German, Yorgi Erman ve Asgasar Boncuk yer
almışlardır. Yapılacak her türlü yardımların merkezi İstanbul’da bulunan 6 Eylül
olaylarında zarar görenlere yardım komitesi adına gönderilmesi için kamuoyuna
çağrı yapılmış, ayrıca 5.000 TL.den fazla bağış yapabilecek kişi ve kurumlar
komiteye davet edilerek kendileriyle bizzat görüşülmüştür. 138
136 Güven, a.g.e., s. 41 ; Kocabaşoğlu, a.g.m., s. 45
137 Ayın Tarihi, Sayı:262, s. 16
138 Akar, a.g.m., s. 91 ; Kocabaşoğlu, a.g.m., s. 45 ; Güven, a.g.e., s. 40-43
15 Eylül’den itibaren bağışlar komite emrine gönderilmeye başlanmış, aynı
gün Ziraat Bankası 500.000 TL., Sümerbank 500.000 TL., Etibank 200.000 TL. ve
Emlak Kredi Bankası 200.000 TL. bağışta bulunmuştur. İzleyen günlerde İstanbul
Genel Meclisi 500.000 TL., İstanbul Ticaret Borsası 100.000 TL. ve T.C. Merkez
Bankası 500.000 TL. bağış yapmıştır. Yapılan bağışların kayıtlarının tutulduğu
teberru defterine göre, 100.000 TL. ve üzerinde bağış yapan kuruluşlar arasında
şunlar yer almıştır: Yedikule İplik Fabrikaları ve Nazım Bezmen (150.000), Dilber
Kardeşler Müessesatı Tuhafiye T.A.Ş. (150.000), Mihail Çikvaşvili ve Ortakları
(150.000), Vehbi Koç Teşekkülleri (150.000), Squip İlaç Fabrikası (100.000), Sokoni
Vakum Petrol A.O. (100.000), Osmanlı Bankası (100.000) ve Milli Reasürans Türk
Sigorta Şirketi (100,000). Bağış kampanyası sonucu toplanan 8.7 milyon TL.nin
yaklaşık yarısı kamu ve özel bankalarla, sayıları bir düzineyi geçmeyen büyük sanayi
ve ticari kuruluşlarınca sağlanmıştır. 25.000-80.000 TL. bağışta bulunan kişi ve
kuruluşlar arasında, Anadolu Anonim Türk Sigorta Şirketi (80.000), Türk Philips
Limited Şirketi (75.000), Ünilever İş Türk limited Şirketi (75.000), Burla biraderler
ve Şürekası (60.000), Gıslaved Kauçuk Sanayi ve Ticaret T.A.Ş. (60.000), Antalya
Umumi nakliyat Türk A.Ş. (50.000), Türk Ticaret Bankası (50.000), İller Bankası
(50.000), Naki Erenyol (50.000), İpekçi Kardeşler (50.000), Başvekalet (50.000),
Vakıflar Bankası (35.000), Sanayi kalkınma Bankası (30.000), Nejat Eczacıbaşı
Firması (25.000) yer almıştır. Öte yandan başlatılan bağış kampanyasında başta Celal
Bayar (1.500) olmak üzere, Refik Koraltan (1.000), Habip Edip Törehan (5.000),
Erzurum Müftüsü Sadık Solakbay (100) gibi sahıslarla, İstanbul Kasket İşçileri ve
Esnaf Derneği (900), Edirnekapı Şehitlikler İmar Cemiyeti (100), Nevşehir
Nalbantlar Cemiyeti (100) gibi dernekler, Demokrat Parti bucak, ilçe ve il örgütleri
ve diğer gerçek tüzel kişiler de katılmışlardır. Teberru defterinde 8 Ekim 1955
tarihine kadar yapılan toplam 165 kalem bağışın miktarı 6.778.400 TL. olarak
belirtilmiştir. Kasım ayı sonunda toplanan bağış miktarı 8,2 milyon TL.na, 31 Aralık
1957 tarihinde ise 8,7 milyon TL.na ulaşmış olup bu durum yaklaşık 2 milyon TL.lık
bağışın daha sonraki tarihlerde ve başka kişi ve kurumlarca yapıldığını
göstermektedir.139 Yardım çağrılarına yurt genelinden geniş bir katılım olmuştur.
Türkler sanki böylesi olayla hiçbir ilgileri olmadığı kanıtlanmak istemişlerdir.
139 Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 46
Ayaklanmalara etkin biçimde karışmış olan öğrenci derneklerinin Başbakan Adnan
Menderes'e gönderdikleri bir telgrafta gönüllü olarak yeniden inşa çalışmalarına
katılma emrini beklediklerini beyan etmeleri, bu anlamda ilgi çekicidir.140
Bir yandan bağışlar toplanırken, bir yandan da zarar görenlerin belirlenmesi
çalışmalarına başlanmıştır. Bu amaçla 21 Eylül 1955 günü yapılan duyuruda,
komiteden talepte bulunacak kişilerin 26 Eylül 1955 tarihinden itibaren başvurularını
yapmaları gerektiği, 15 Ekim 1955 mesai saatleri bitiminden sonra başvuru kabul
edilmeyeceği ve dördüncü Vakıf Handa, Ticaret Odası’nda faaliyet gösteren
Komite’ye yapılacak başvurularda zarar miktarı ile zararın cins ve miktarlarının
gösterilmesi hatırlatılmış ayrıca alınacak neticelere göre tespit edilecek zararların,
komitenin imkanları dahilinde zarar görenlere ödeneceği belirtilmiştir.141 Komite bu
amaçla, mağdurların söz konusu hasar öncesinde sahip oldukları servetin miktarı,
hasar nedeniyle tamamen ya da kısmen yok olan eşyaları, hasardan sonra ellerinde
kalan servetin değeri ve sigorta durumlarıyla ilgili bilgileri vermeleri için anket
formları hazırlayıp dağıtmıştır. Ancak, söz konusu kişilerin pek çoğu
kendiliklerinden bilirkişiler tarafından hasar tespiti yapılmasını talep etmiş,
böylelikle kendilerini yanlış beyan yapıldığı ile ilgili ithamlardan korumayı
amaçlamışlardır. İşyerleri ve evlerdeki hasar, komite üyeleri ve bir Kızılay temsilcisi
tarafından rapor edilmiş sonra da zarara uğrayanlar komite toplantılarına çağrılarak
tazminat bedelleri belirlenmiştir. Tazminat talebinde bulunan kişilerden, tüm
zararının tazmin edildiğini, başkaca talebi kalmadığını ve diğer resmi kurumlara bu
yönde bir başvuru yapmayacağını bildiren bir açıklamayı imzalamaları istenmiştir.142
30 Eylül 1955 tarihinde başvuruda bulunan 25 kişiden talepleri yerinde görülen 7
kişiye toplam 10.525 TL. ödenerek tazminatların verilmesine başlanmıştır. Yardım
komitesi başkanlığının raporuna göre, duyurulan sürenin sonunda zarar gördüğünü
belirtenlerin sayısı 4.433’e talep ettikleri tazminat miktarı ise 69.578.744 TL.ye
ulaşmıştır. Buna karşılık, yine yardım komitesi başkanlığının belgelerinden
anlaşıldığına göre, 1957 yılı sonu itibariyle, yalnızca İstanbul’da 3.247 gerçek ve
tüzel kişiye toplam 6.533.856 TL. tutarında yardım yapılmıştır. Buna göre 2.877
kişiye (1.843 kişiye 1.000 TL.nin altında olmak üzere) 1-5.000 TL. arasında, 225
140 Güven, a.g.e., s. 40-43
141 Kocabaşoğlu, a.g.m., s. 47
142 Güven, a.g.e., s. 43-44
kişiye 5.000-10.000 TL. arasında, 107 kişiye 10.000-20.000 TL. arasında, 6 kişiye
20.000-30.000 TL. arasında, 2 kişiye de 30.000’ er TL. ödeme yapılmıştır.143
Raporda, gerek yardım talep eden kişilerin sayısı gerekse talep ettikleri
yardım miktarı ile fiilen yardım yapılan kişiler ve yardım tutarları arasındaki farkın,
beyan edilen rakamların çok abartılı olması veya belgelenememesinden
kaynaklandığı belirtilmiştir. Komite üyelerinden oluşturulan ekipler, yanlarında
Kızılay’ın da bir temsilcisi olduğu halde zarar görenlerin ev ve iş yerlerinden
inceleme yapmışlar, daha sonra zarara uğrayanlar Ticaret Odası Meclisi salonunda
toplantı halinde bulunan komiteye davet edilmişler ve burada zarar görenlerin de
rızasıyla takdir edilen miktar üzerinde uzlaşma sağlanmıştır. 144
Komitenin raporuna göre, 4.433 kişinin, toplam 69.578.744 milyon TL'lik
hasar tazmini için yaptıkları başvuru kabul edilmiş olup açıklanan hasarın ve kişilerin
dağılımı şöyledir:145
Hasar (TL)
Kişi Sayısı
Toplam Hasar (TL)
1-5000
2300
17.798.198
5000-10000
730
4.966.500
10000-20000
599
8.193.574
20000-30000
313
7.654.382
30000-50000
247
9.451.715
50000 üzeri
283
31.514.875
Olaylarda zarar gördüğünü belirterek başvuran ve yapılan inceleme sonunda
yardıma hak kazanan 3.247 kişinin bir değerlendirilmesi yapıldığında 187 kişinin
yani %5,7 sinin müslüman olup diğerlerinin Rumlar ağırlıklı olmak üzere Ermeni ve
Yahudiler olduğu görülmektedir. İstanbul’un 120 semtine yayılan yardım görenlerin
yaklaşık %35’e karşılık gelen 1150’si Şişli-Taksim-Galata bölgesinde olup, burada
da en fazla zarar gören yerler, 550 kişi ile İstiklal Caddesi ve çevresi, 227 kişi ile
Galata ve 99 kişi ile Kurtuluş olmuştur. Eminönü-Aksaray-Kumkapı-Yenikapı-
Samatya-Yedikule-Edirnekapı bölgesi ise %23 ile zararın en fazla olduğu ikinci
143 Kocabaşoğlu, a.g.m., s. 47
144 Aynı yer
145 Güven, a.g.e., s. 43-44
bölge olmuştur. Yardım görenlerin yoğunluğuna göre, üçüncü derecede zarar gören
bölge Sarıyer’den Beşiktaş’a ve Kandilli’den Üsküdar’a Boğaz’ın iki yakası
olmuştur. Haliç’in iki yakasındaki 10 semtte %10’a karşılık gelen 311 kişiye yardım
yapılmıştır. Yardım yapılanların yaklaşık %19’luk bir bölümü de yukarıda verilen
yerlerin dışında kalan yaklaşık 70 semte dağılmıştır.146
Belirtilmesi gereken bir konu da hasar beyanı esnasında mağdurların
çekimser bir tavır takındığı şeklindeki yorumlardır. Bunda çeşitli nedenler olabilir
ancak 6 Eylül 1955'ten önce, sınırlı olarak bulunan bazı ticari eşya çeşitleri için depo
içeriğinin bildirilmesi zorunluluğu getirilmiş olması dikkat edilmesi gereken bir
durumdur. Dolayısıyla tüccarlar, tazminat taleplerinin bu zorunluluk gereği, bildirmiş
oldukları veriler ve vergi beyanlarıyla denk düşmesi için gayret sarf etmişler, ayrıca
bazı ithalatçılar da kullandıkları ithalat yöntemlerinin ortaya çıkmasını, ticaret
mevzuatındaki yaptırımlar nedeniyle istememişlerdir. Basın sürekli, gönüllü olarak
tazminat talebinden vazgeçtiğini açıklayan kişi ve firmaların Başbakan Adnan
Menderes'e yolladığı telgrafları yayınlamıştır. Bu durum, ödenmesi gereken tutarın
mümkün mertebe asgari düzeyde tutulmaya çalışıldığının bir göstergesi olarak
değerlendirilebilir.147 Yardım Komitesi’nin faaliyetleri 10 Temmuz 1956 tarih ve
4/7474 sayılı İcra Vekilleri Heyeti Kararnamesi ile sona erdirilmiş ve bu tarihten
sonra yapılacak başvuruların İstanbul Galata’daki Maliye Baş Müfettişliği’ne
yapılması istenmiştir.148
İstanbul dışındaki yerlerde meydana gelen zararların da karşılanması için
çalışmalar yapılmıştır. İzmir'deki mağdurların zararlarının karşılanması için
Selahattin Sanver yönetiminde bir komisyon kurulmuştur. Enver Kösemen, Mehmet
Karaoğlu, Bedri Bıkmaz, M. Werheck, Leon Amado, Şevket Filibeli, Osman Ki(b)ar,
Haydar Dündar, Burhan Maner, Rıfat Yemişçi, Cemil Atalay, Adnan Uysal, Mücahit
Büktaş, Alp Türksoy, M. Ali Tuzcuoğlu, Nevzat Ortabaş, William Giraud, Reşat
Leblebicioğlu, ve Rişar Gomel’den149 oluşan komisyon önce bir bağış kampanyası
başlatmış ve bu kampanya ile 5 Ekim 1955'e kadar gerçek ve tüzel kişilerden
500.000 TL. toplanmıştır. 150 TL. den 75.080 TL. ye kadar değişen tutarlardaki
146 Kocabaşoğlu, a.g.m., s. 48
147 Güven, a.g.e., s. 44-45
148 Kocabaşoğlu, a.g.m., s. 48
149 Kocabaşoğlu, a.g.m., s. 49
ödemeler, 24 gerçek ve tüzel kişiye yapılmış olup, toplam ödeme 418.527 TL.
olmuştur. En yüksek ödemenin yapıldığı Andreas Kapinis'i (75.080 TL),
kundaklama ve yağmalama nedeniyle kişisel serveti zarar gören. Yunan
Başkonsolosu Marios Zafirious (52.450 TL), Dr. Eustathios Halkiopoulos (43.222
TL), Nejat Şeşbeş (37.700 TL), Yunan NATO subayları Nikos Koniaris ve llias
Papaliou (30.742 TL), Stavros Tsalikis (26.150 TL) ve Yunan Başkonsolosluğu
memuru Dimitrios Bastas (25.000 TL) izlemiştir. Ayrıca, binasında meydana gelen
hasar nedeniyle Yunan Konsolosluğu'na da 70.000 TL.lik bir ödeme yapılmıştır.
Mimar Niyazi Mesta'ya, İzmir Fuarı’ndaki Yunan pavyonunu yenilemesi için 20.000
TL. havale edilmiştir. Aralarında 5 Müslüman vatandaşın da bulunduğu 15 kişiye,
150 TL. ile 6.000 TL. arasında değişen tutarlarda ödeme yapılmıştır. İzmir'deki bir
Rum kilisesine, binanın çeşitli tamirat işlemleri için 5.000 TL., parçalanan ya da
çalınan dini objeler ve ışıklandırma gereçlerinin yeniden temini için 15.000 TL.
ödenmiştir. Ad ve soyadlarına bakıldığında bu 15 kişiden 5’inin gayrimüslim
olmadığı görülmektedir.150
Komisyonların İzmir ve İstanbul'daki 6-7 Eylül
mağdurları için yaptığı çalışma, daha önce de belirtildiği gibi 10 Temmuz 1956'dan
sonra Galata Maliye Dairesi tarafından üstlenilmiş, devamında da 28 Şubat 1956'da,
6 Eylül 1955'in hasarlarını telafi etmeye yönelik tazminat yasası ve alınacak tazminat
tutarlarına vergi muafiyeti getiren bir diğer yasa Meclis'ten geçmiştir. Buna göre
tazminatlar birer yıllık Hazine senedi biçiminde öngörülmüş ve 1957 yılı devlet
bütçesinden karşılanması kararlaştırılmıştır. Muhalefetin yasa tasarısında, ne zarara
uğrayan kişilerle ilgili bir tanımın, ne de öngörülen tazminat miktarı toplamının yer
almaması nedeniyle getirdiği eleştiri üzerine, maliye bakanı küçük zararların yardım
komitesince yapılan ödemelerle karşılanmış sayıldığını ve azami 60 milyon TL.yi
bulan daha yüksek tazminat tutarlarının ise maliye müfettişleri tarafından hesaplanıp
kesinleştirildiğini söylemiştir. Ancak hükümet hasar yasasıyla ilgili kararnameyi
ancak Eylül 1956 başında yürürlüğe koyduğu için, yeni kurulan Takdir Komisyonu,
çalışmalarına Eylül sonunda başlayabilmiştir. Meclis tarafından tahsis edilen tutar
sadece 60 milyon TL. tutarında olmuş, dolayısıyla zarara uğrayanların taleplerinin
sadece bir kısmı karşılanmıştır. Bununla ilgili birkaç örnek aşağıdaki tabloda
150 Kocabaşoğlu, a.g.m., s. 49
gösterilmiştir:151
Hasar (TL)
Tazminat (TL)
Ayia Paraskevi
43.510,42
3.263,28
Panayia
39.758,15
2.981,86
Panayia Vlaherna
39.350,70
2.951,30
Ayios Yeoryios
33.241,91
2.493,14
Zapyon Lisesi
7.167,59
537,60
Maddi hasarın karşılanmasının yanında, Yunan hükümeti, Yunan bayrağının
ve subaylarının hakarete uğradığı gerekçesiyle manevi bir telafi de talep etmiştir.
Türkiye ile NATO ve Balkan Paktı içinde askeri işbirliği yapılması, bu talebin
karşılanmasından bağımsız tutulmakla beraber Ekim başında Trakya'da yapılan
NATO manevralarına Yunan Silahlı Kuvvetleri ve gözlemcileri katılmamıştır. 22
Ekim 1955'te Türk Dışişleri Bakanlığı telafi göstergesi olarak, 24 Ekim günü
İzmir'de yeni Yunan Konsolosluğu binasının devri sırasında bir bayrak töreninin de
yapılacağını açıklayarak, Yunan üniformasına reva görülen ayıbın bağışlanması için
özel bir kutlamanın da yapılacağı duyurmuştur. Törene, Türk hükümetini temsilen
İzmir milletvekili olan Ulaştırma Bakanı, İzmir'deki askeri birliklerin komutanı,
İzmir valisi ve İzmir Fuar müdürü katılmıştır. Yunanlıları ise Ankara'daki Yunan
büyükelçisi, İzmir'deki Yunan başkonsolosu ve NATO Kumandanlığı'nda görevli iki
Yunan general temsil etmiştir. Ayrıca, neredeyse tüm kurmay subaylar ve
konsolosluk mensupları da törene katılmıştır. Törende ilk önce milli marşlar
okunmuş Ulaştırma Bakanı’nın konuşmasından sonra Yunan milli marşı ile Yunan
bayrağı göndere çekilmiştir. Daha sonra garnizon gazinosunda bir kutlama daha
yapılmıştır. İzmir'deki tören Yunan hükümeti tarafından uygun bir telafi olarak
değerlendirilmiş ve Yunan büyükelçisi İzmir'de katılan tüm kadroların, yol açılan
haksızlığı telafi etmek için gösterdikleri iyi niyet ve dürüstlükten etkilendiğini
açıklamıştır. Ancak Yunan başkonsolosu, maddi hasarların tazmin edilmesini
tatminkar değil, katlanılabilir olarak tanımlamıştır. Başbakan Menderes'in hasarı her
yönüyle telafi etmek için her şeyi yapacağına dair verdiği söze rağmen, tazminatlar
151 Güven, a.g.e., s. 47-49
yabancı gözlemciler tarafından az, bürokratik ve gecikmiş olarak değerlendirilmiş ve
tahrip edilen kuruluşların kısa sürede toparlanması daha çok, azınlıkların
çalışkanlığına ve uyum sağlama becerisine dayandırılmıştır. Mağdurlardan, devletin
tazminat ödemelerinin gerçek bir telafiden çok dış ülkeler için yapılmış bir jest
olduğunu düşünenlerde olmuştur ancak yine de devletin samimi girişimleri takdir
toplamıştır.152
ii. Tutuklamalar ve Alınan Güvenlik Önlemleri
Olayların boyutunun değişmeye başladığı 6 Eylül akşamının ilerleyen
saatlarinde, trenle Ankara'ya doğru hareket etmiş olan Cumhurbaşkanı ve hükümet
üyeleri gelişen durum hakkında bilgilendirildiklerinde derhal geriye dönmüşler ve
örfi idare ilan ederek birlik komutanlarına düzeni sağlamalarını emretmişlerdir.153
Beyoğlu semtinde işyerlerini gezen Celal Bayar Elhamra Sineması önünde biriken
kalabalığa seslenerek Türk milletinin tarihinde bu gibi hadiselere tesadüf
edilmediğini ve herkesin dağılarak evlerine gitmesini istemiştir.154 Düzeni sağlamak
için silah kullanılması dahi istenmiş ancak 1. Ordu Komutanı Vedat Garan Paşa, bu
ateş emrini uygulama konusunda temkinli davranmıştır. 6 Eylül akşamının son
saatlerinde devreye sokulan birlikler şiddet olaylarını kontrol altına almışlar ancak
alınan sıkı güvenlik önlemlerine rağmen huzursuzluklar sonraki gün ve haftalarda,
yerel seviyede zaman zaman yaşanmıştır. Olayların hemen ertesi günü 2057 kişi
gözaltına alınmış155, bazılarının üzerinde yağmalanan ev ve işyerlerine ait yükte hafif
pahada ağır eşyalar ele geçirilmiştir. Gözaltına alınanların çoğunluğunun Demokrat
Parti’lilerin oluşturmasına rağmen hükümet olayların bir komünist tertibi olduğunu
iddia ederek, olayları tertip edenler olarak isimleri kayıtlı olan 45 komünistin listesini
açıklamış, ancak alelacele hazırlanan listedeki isimlerden dördünün 1955 yılından
çok önce yaşamını yitirmiş olması nedeniyle bu iddia baştan geçerliliğini
152 Güven, a.g.e., s. 49-50
153 Ayın Tarihi, Sayı:262, s. 11
154 Ergun HİÇYILMAZ, a.g.m. , s. 1
155 Vatan 7 Eylül 1955 ; Hürriyet 7 Eylül 1955
yitirmiştir.156 7 Eylül günü öğleden sonra, Beyoğlu'ndaki Belediye Meclisi binasının
önünde toplanan ve milliyetçi sloganlar atan bir grup polis tarafından dağıtılmış, 8
Eylül gecesi İskenderun'daki bir Rum-Ortodoks kilisesine dinamitle saldırılmış, 9
Eylül’de Alsancak'ta tren garının karşısındaki Aya Vuklin kilisesi ateşe verilmiş, 10
Eylül’de Balıklı'daki Rum hastanesini ateşe vermek isteyen üç kadın tutuklanmış,
aynı gün Emirgan'daki bir kahvede bir gayrimüslimin fabrikasına saldırmak üzere
hazırlık yapan 70 kişilik bir grub dağıtılmış, 25 Eylül’de Kadıköy'de bulunan bir
kilise yakılmaya çalışılmıştır. Bu olaylar toplumun genel olarak tansiyonunun ne
kadar yüksek olduğunun bir göstergesidir.157
Olaylardan sonra Hükümet tarafından hemen bir basın toplantısı
düzenlenmiştir. Basın toplantısında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan
Menderes, o dönemin önemli bakanları ve Vali Fahrettin Kerim Gökay bulunmuştur.
Basın toplantısında Celal Bayar basını kışkırtıcılıkla suçlamış ve olayların faili
olarak komünistleri göstermiştir. Bunların bilindiğini ve takip edilip
yakalanacaklarını belirten Bayar basını da dayanışma içinde olmaya davet etmiştir.
Hiç kimsenin parmak kaldırıp söz istemediği bir baskı havasının estiği o toplantı
günü, ilan edilmiş olan sıkıyönetim komutanlığına Korgeneral Nurettin Aknoz
getirilmiştir.158 O günün devamında daha sonradan suçsuz oldukları anlaşılan
İstanbul’da ne kadar sicilli komünist varsa hepsi tutuklanmıştır. 159
Olaylardan 3 gün sonra tüm yazı işleri müdürleri çağrılarak Harbiye’de
Sıkıyönetim komutanlığı’nda bir toplantı yapılmış ve toplantıda Aknoz paşa sert bir
tutum içinde olunacağının işaretlerini vererek toplantılara katılmayan gazetelerin
kapatılacağını söylemiş uygulanacak hareket tarzları konusunda talimat vermiştir.160
“Gergin günler yaşadık. Şimdi artık sinirlerin yatıştırılması lazım
çok dikkatli olacaksınız. Sizden şunları istiyorum. Büyük Millet
Meclisi’ndeki müzakereler halkı heyecanlandıracak nitelikte ise
yazmayacaksınız. Yokluk ve kıtlık haberlerinin hepsi yasaktır. Örneğin
fırınların önünde ekmek almak için sıra bekleyenlerin resimleri
yayınlanamaz. Bu tür haberler ülkede panik yaratır. Hükümeti tenkit etmek
156 Akar, a.g.m., s. 91 ; Aziz Nesin, Düzenleyen : Nesin Vakfı, “Aziz Nesin’in 6/7 Eylül Hapisane
Anıları”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:34, Tarih Vakfı, İstanbul, 1986, s. 46-49
157 Güven, a.g.e., s. 30
158 Ayın Tarihi, Sayı:262, s. 11
159 Topuz, a.g.m., s. 39-40
160 Topuz, a.g.m., s. 40-41
yasaktır. Böyle bir şey yaparsanız gazetenizi kapatırım. Sıkıyönetim
konularıyla ilgili haber yayınlayamazsınız. NATO devletleri hakkında siyasi
haber, makale neşretmeyeceksiniz. NATO devletlerinin kendi aralarındaki
ilişkilerle ilgili haber yayınlanması da yasaktır; yazan olursa kapatırım. 6-7
Eylül olaylarını komünistlerden başkasının yaptığı yolunda yazılar ve
yorumlar yasaktır; kapatırım. 6-7 Eylül olaylarında zarar görenlerin
istekleri gibi yazılar yazamazsınız. Heyecana uyandıracak haber yayını
yasaktır. Hükümetin icraatını etkileyecek türde yazı yazılması yasaktır.
Türklüğe hakaret, bayrak yırtma gibi haberler gazetelere giremez;
kapatırım. İkinci, üçüncü baskı yapamazsınız; toplatırım. Çıplak kadın resmi
basmak yasaktır. Bundan maksat genel ahlakı bozmak ve ülkeyi
çökertmektir; kapatırım. Hükümetin alacağı kararlarla ilgili hayal ürürünü
yazı yazmak yasaktır. Mesela falanca vali değişecekmiş gibi haberler
yazamazsınız; kapatırım. Basına sansür koymayacağım. Yayıncılığı sizin
insiyatifinize bırakıyorum. Doğru kullanamazsanız bana verilen yetkileri
kullanırım. Sizin kötü bir alışkanlığınız var, aklınıza geleni yazıyorsunuz,
yazamazsınız. Anadolu Ajansı’nın ve Radyonun yayınladığı her şeyi
alabilirsiniz. Ona izin veriyorum. Bu başıma gelenler doğrudan doğruya
komünistlerin hazırladığı bir hadisedir.Yazılarınızda bunu gözden uzak
tutmayın. Ona göre aklınızı başınıza toplayın. İşimizi güçleştirmeyin.”
İstanbul, Ankara ve İzmir’de ilan edilen Örfi İdarenin Komutanlığı’na 3. Doğu
Anadolu Ordusu Komutanlığı’ndan gelen General Nurettin Aknoz biraz evvel
belirtildiği gibi sıkı tedbirler uygulamıştır. 24.00-05.00 arası uygulanan sokağa çıkma
yasağı, devriyelerin kontrolleri ve yapılan tutuklamalarla, şiddet olaylarına son
verilebilmiştir.161 İstanbul' da 5.104 kişi, Ankara'da 300 ila 469 kişi, İzmir'de ise 50 ile
170 arası kişi tutuklanmıştır. İçişleri Bakanı Namık Gedik, emniyetin başarısızlığı
nedeniyle istifa etmiş ve yerine geçici olarak Savunma Bakanı Ethem Menderes
atanmış, Bakan Fuat Köprülü vekaleten Savunma Bakanlığı görevini üstlenmiştir.
Milli Emniyet Hizmetleri şefi (MAH Reisi), İzmir valisi, İzmir'de bulunan birliklerin
komutanları, İstanbul emniyet müdürü ve üç general, iktidar tarafından görevden
alınmış, Milli Emniyet şefliğine Kemal Aygün atanmıştır. Ayrıca yerel düzeyde bir
dizi memurun, çıkan huzursuzluk ve bunlarla yeterince mücadele edilmemesinden
sorumlu oldukları gerekçesiyle görev yerleri değiştirilmiştir. Anayasaya göre örfi
idare durumunun meclis tarafından en kısa sürede onaylanma zorunluluğu
bulunduğundan, 12 Eylül 1955 günü meclis toplantıya çağırılmıştır. Toplantıda
iktidar ve muhalefet sözcüleri, ayaklanmalarla ilgili görüşlerini bildirmiş, Başbakan
Vekili Fuat Köprülü bir anlamda Menderes’e sırtını dönmüş ve hükümetin
161 Ayın Tarihi, Sayı:262, s.12
gösterilerin yapılacağından haberdar olduğunu, ancak zamanının kesin olarak
bilinmediğini açıklamıştır.162
"Arkadaşlar polis güçlerinin saldırılardan daha önceden haberleri
olmadığından bahsetti. Ben sadece şu kadarını söyleyebilirim: Hükümet
önceden bilgilendirilmişti. Buna göre tedbirler de alınmıştı. Fakat, olayların
hangi gün ve saatte çıkacağı bilinmiyordu. Tüm çabalara rağmen, baskın
gibi gelişen olaylar engellenemedi. Hatırlarsanız, tarihte buna benzer çok
olay olmuştur. En yakın örnek Pearl Harbour Amerikan Silahlı
Kuvvetleri'ne yapılan baskındır. İzninizle şimdi saldırıların kendisi hakkında
konuşacağım. Kıbrıs meselesi nedeniyle tahrik edilmiş olan gençler ve
vatanseverler, olayların çıkışından sorumludur. Özellikle gençlik, çok hırçın
tepki vermiştir. Diğer taraftan basın provoke etmiştir. Selanik'te patlayan
bombanın da haberi gelince, nihayet bir fırsat doğmuştur. Komünistler
hareketin arasına karışıp gençlerin vatansever gösterisini kullanarak, yıkıp
yağmalamışlardır. Çünkü komünistler, ayaklanmaları önceden planlamış ve
şimdi de komutayı ellerine almışlardır. Bu olaylar aylar öncesinden
planlanmış olmasaydı, böylesi bir saldırı mümkün olmazdı. [...] Saldırıların
şekli ve hedefleri doğru incelenirse, burada söz konusu olanın yalnızca
komünist bir komplo olduğu görülecektir.”163
Başbakan Adnan Menderes, olaylar nedeniyle şaşkın olduğunu belirterek
ayaklanmaların içyüzünü ortaya çıkarmak için her şeyi yapacaklarını açıklamıştır.
Olayların sebebinin, Kıbrıs sorununun gerek Yunanistan'da gerekse Türkiye'de yol
açtığı aşırı kışkırtılmış vatanseverlikte aranması gerektiği belirtilmiş ve Kıbrıslı
Türklere karşı bir kıyımın gerçekleştirileceğine dair dedikoduların etkisiyle gerçek
bir psikoza dönüşmüş olan ortamın gençler arasında duygu patlamalarına yol açtığı
açıklanmıştır. 6 Eylül'deki gerçek huzursuzlukların, aslen bir öğrenci grubunun
eylemiyle başladığı, bu gruba kısa sürede diğerlerinin de katıldığı, ve ateşli
vatanseverliğin etkisi ile sorumlu emniyet müdürlerinin silah kullanma konusunda
çekimser davranmasıyla da olayların genişlediği vurgulanmıştır. İktidarın olayların
olabileceğinden haberi olmasına rağmen boyutlarını kestiremediği işlenmiş ve
zararların karşılanması ile beraber bir daha böyle olayların yaşanmaması için gerekli
tedbirlerin alınacağı belirtilmiştir. Meclis Genel Kurulu toplantısında tüm
konuşmacılar, olayları Türkiye'nin bir hukuk devleti olarak itibarını zedeleyecek
ulusal bir facia olarak değerlendirmişlerdir. Muhalefet partisi CHP'nin lideri İsmet
İnönü olaylar nedeniyle duyduğu üzüntüyü beyan etmiş ve hükümetin aldığı
162 Ayın Tarihi, Sayı:262, s. 68-77 ; Güven, a.g.e., s. 30 ; Birand, Dündar, Çaplı, a.g.e., s. 125-130
163 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 10, İçtima 1, 12 Eylül 1955, s. 684
önlemleri desteklemiştir.164
"Demokrat Parti grubunun, olayları ciddi şekilde tartıştığını tespit
ettik. Hükümetin anavatanın büyük bir tehlikede olduğunu idraki, partiler
arası rekabete, üstün gelmiştir. "
İnönü, Meclis Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmasını, devlet gücünün
yetersizliğini işaret etmek ve acil bir açıklama talep etmekle sınırlı tutmuştur. Genel
Kurul ise büyük bir çoğunlukla, muhalefetin örfi idareyi iki ayla sınırlandırma ya da
Ankara'yı bunun dışında tutma talebini reddetmiştir.165
Özellikle İstanbul’da olaylardan sonra bir müddet devam eden Aknoz paşanın
sıkı uygulamaları özellikle basın üzerinde etkili olmuştur. Basın, yayınlar konusunda
tereddüt yaşamış, yabancı yayınları aktaramamış ve sansüre uğramıştır. Olayların
bilançosu ve sebepleri bu durum nedeniyle basında yayınlanamamıştır. Sıkı
yönetimden sürekli basına bildiriler gönderilmiştir. 166
“-Kıbrıs’taki tedhiş hadiseleriylele ilgili haber ve resim basmak
yasaktır.(12 Eylül 1955,telefonla)
-Bugün Hürriyet gazetesinde tahrib edilen edilen dükkanların sayısı
hakkında bir haber çıkmıştır. İktisap edilmesi yasaktır.(17 Eylül
1955,telefonla)
-6/7 Eylül gecesi şehrimizde vuku bulan esef verici olaylar
sonrasında çekilmiş olan bütün fotoğrafların negatif ve pozitif süretlerini
Örfi idare kumandanlığına göndermenizi rica ediyorum. (19 Eylül 1955)
-Ulus gazetesi 19 Eylül tarihli nüshasında “Çetin bir imtihan”
başlığı altında yayınladığı makalede Örfi İdare kumandanlığının yasağına
riayetsizlik etmiştir. Bu sebeble gazetenin yayınını süresiz olarak men
ettim.(Korgeneral Nurettin Aknoz)167
-Ankara’da çıkan Medeniyet Gazetesi 20 Eylül 1955 tarihli
nüshasında “Batı Trakya Türkleri ve Acıklı durumları” başlığı altında çıkan
makalesiyle örfi idare yasağına riayetsizlik etmiştir. Bu sebeple gazetenin
yayınını süresiz olarak men ettim.(Korgeneral Nurettin Aknoz)168
-8 Aralık 1955 tarihli Dünya gazetesinin “Demokrat parti grubunda
Huzursuzluk Arttı” ve aynı tarihte Vatan gazetesinin “Bu böyle gitmez”
başlıklı makaleleri kışkırtıcı mahiyette görülmüştür. Adı geçen gazetelerin
yayınını 15’er gün süreyle men ettim.(Orgeneral Nurettin Aknoz)
164 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 10, s. 688-690 ; Güven, a.g.e., s. 32-33
165 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 10, s. 668-669 ; Güven, a.g.e., s. 33
166 Ayın Tarihi, Sayı:262, s. 11-16 ; Topuz, a.g.m., s. 40-41
167 Ayın Tarihi, Sayı:262, s.42
168 Ayın Tarihi, Sayı:262, s.44-45
-Ulus, Medeniyet, Delil ve Elefterifoni gazetelerinin yayınını serbest
bırakılmıştır. Diğer örfi İdare kayıt ve şartlarıyla yasakların devam ettiğini
ilgilere hatırlatırım. (Orgeneral Nurettin Aknoz)”
6/7 Eylül olayları Türkiye’nin siyasal yaşamında büyük yaralar açmıştır
ancak olaylardan sonra uygulanan güvenlik tedbirleri hükümete çok farklı boyutta bir
imkan tanımış ve ülke üzerinde bir baskı havası oluşturmuştur. Aknoz paşanın
uygulamaları olayların kendisi kadar önem arzeden bir boyuta ulaşmıştır.169
Başbakan Menderes’e gönderdiği bir heyet ile Ermeni Patriği 6 Eylül gecesi
yaşananlardan duyduğu üzüntüyü belirtmiş ve Hükümetin almış olduğu tedbirler için
teşekkürlerini bildirmiştir.170
iii. Azınlıkların Durumu
1955’in 6 Eylül’ünü 7 Eylül’e bağlayan o üzüntü verici gecede İstanbul’da
yaşananların ardından 500 yıllık çok uluslu imparatorluk başkenti İstanbul’un son
nefesini verdiğini ve İstanbul’un tarihinde yeni bir dönemin başladığını vurgulayan
yorumlar yapılmıştır. Ancak Türkiye’de ve Yunanistan’da o günleri yaşamamış olan
yeni nesillerin çoğunlukla zannettikleri gibi, İstanbul’da yaşamakta olan ve o
zamanlar sayıları 80.000-90.000 civarında olan Türk vatandaşı Rumlarla,
Türkiye’de oturma izni ile kalıp çalışan Yunanlıların toplu olarak Türkiye’yi terk
etmeleri 6-7 Eylül 1955 olaylarından kaynaklanmamaktadır. Evet bu olay derin izler
bırakmıştır ama olayların şoku ile İstanbul’u terk eden Rum ve Yunanlı ailelerin
sayısı toplam nüfus içinde fazla bir yer tutmamaktadır. 171 Olaylar zamanında
iktidarda olan Demokrat Parti döneminde İstanbul’dan TBMM’ye 3 milletvekili
gönderen Rumlar o günlerde ülke genelinde yaşayan özgürlük, güven ve kalkınma
hamlesinden gayet iyi yaralanmışlardır. 1955’te hiç beklemedikleri bir sırada
yakalandıkları 6-7 Eylül kasırgasından sonra hükümetin ve yöneticilerin özür
dilemesi ve de Rumların maddi zararlarını büyük ölçüde tazmin etmesi üzerine,
İstanbul’daki Rum toplumu ve Yunan vatandaşları adeta kendilerine son bir şans
169 Topuz, a.g.m., s. 41 ; 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar – Belgeler Fahri Çoker Arşivi, s. 282
170 Ayın Tarihi, Sayı:262, s.33
171 Emin Akdağ, “Lazım Gelirse Başkan Oluruz.”, Aksiyon Haftalık Haber Dergisi, Sayı: 459
tanıyarak yerlerinde kalmayı tercih etmişler, hatta gelen ilk seçimlerde Demokrat
Parti’ye desteklerini sürdürmüşlerdir. 6-7 Eylül 1955 olaylarından 8 sene 3 ay sonra
1963 yılı aralık ayında patlak veren Kıbrıs sorunu ile birlikte devlet politikasının
Rumlara ve Yunanlılara karşı sertleşmesi sonucu ünlü “1964 kararnamesi” ile
İstanbul’da yaşamakta olan Yunan vatandaşları kısa süre içerisinde sınır dışı
edilmişlerdir. Yunanlılara akrabalık ve iş ilişkileri içinde bulunan Türk vatandaşı
Rumlarında kendileri için artık İstanbul’da bir gelecek kalmadığı düşüncesi ile yurt
dışına doğru hızla artan göçleri yine 1964 sonrasına rastlamaktadır. 6-7 Eylül 1955
olaylarından hemen sonra, İstanbul Rum basınındaki baş yazı örneklerinden
anlaşılacağı gibi, Rumların yaşanan o korkunç geceye rağmen İstanbul’da kalmak
için kararlılıkları, döneminin tarihsel belgeleri olarak önümüze gelmektedir. 172
Genel olarak azınlıkların olaylardan sonraki tutumlarını yansıtması açısından
1957 yılındaki milletvekili seçimleri sırasında sonradan DP’den milletvekili
seçilecek olan Yahudi cemaati liderlerinden Yusuf Salman’ın 11 Ekim 1957 günü
İstanbul’un Galata semtinde yaptığı seçim konuşmasında söyledikleri gayet
çarpıcıdır. Salman, CHP devrinde azınlık olarak korku içinde yaşadıklarını, Varlık
Vergisi ile mal ve mülklerinin alınarak Aşkale’ye sürüldüklerini, üniversite mezunu
çocuklarının askere alınmasına rağmen silah yerine kürek verilerek gavur taburları
olarak takdim edildiklerini belirterek DP sayesinde bütün vatandaşlık ve insan
haklarına sahip olduklarını söylemiştir. Aynı seçim kampanyası sırasında sonradan
milletvekili seçilecek olan Rum asıllı DP İstanbul milletvekili adayı Aleksandnos
Hacopulos da Varlık Vergisi’nde zarar görenlere CHP iktidarının kırk para
vermediğini, ayrıca 1941 senesinde 25-45 yaşları arasındaki gayrimüslimleri süren
CHP’ni hala unutmadıklarını belirterek CHP’ne oy verilmemesini istemiştir. Bu
durum, bir anlamda olaylar döneminde yaşananların azınlıklar üzerinde kısa vadede
harekete geçirici bir etki bırakmadığını göstermektedir.173
Olaylardan sonra yayınlanan bazı Rum gazetelerinde çıkan yazılar Rumların
olaylardan sonraki durum ve tutumunu net olarak anlatmaktadır.
“Burada, yerimizde kalacağız, Kiliselerimizi yeniden yapmak,
ölülerimizi gömmek, okullarımızı, iş yerlerimizi, evlerimizi toparlamak için
172 Türker, “6-7 Eylül 1955 Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yankıları”, s. 13,14
173 Bali, “Balat Fırınları”, s. 15
Rumlar düştüğümüz yerden doğrulacaklar ve yerimizde kalacağız.
Doğduğumuz, büyüdüğümüz dedelerimizin ve babalarımızın şimdi kırık
dökük de olsa mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız. O kırık
mezarlardan, harabeye dönmüş kilise, okul, dükkan ve evlerimizden yeni bir
dünya yaratacağız. Hepimizin bunu başarabilecek kadar cesareti olmalı.
Açılan yara daha çok taze bunu görüyoruz ve biliyoruz. Ancak şifa bulmaz
bir yara da değil. Rumlar geçmişte yaşanan hiçbir felaket karşısında
ümitsizliğe kapılıp pes etmediler. Biraz sabır ve cesaretle o harabelerin
arasında yine yaşantımızı düzene koyacağız. Bizler bu ülkede ne reayayız
nede rehine. Bizlerde bu vatanın evlatlarıyız ve bunu ispat etmek için her
alanda çaba sarf ediyoruz. “174
Yazılarda her zaman ülkenin kanunlarına saygılı vatandaşlar olduklarını ve
hep öyle kalmaya devam edeceklerini belirten Rumlar, Hıristiyanlıktan kaynaklanan
manevi değerleri ve kültür birikimleri ile, kendilerinden önce her türlü sıkıntıya
göğüs gererek burada yaşamayı sürdürmüş olan atalarının torunları olduklarını
göstereceklerini ve bunu ağıt yakarak ve ağlaşarak değil seslerini yükselterek ve
garantilerden, can güvenliğinden bahsederek Rum olarak vatanları olan bu ülkede
kalacaklarını belirtmişlerdir. “Dallarımızı budayabilirler, ama yaşlı ağacımızın
köklerine kimse ulaşamaz.” diyerek manevi bir dayanışma ortamı yaratmaya
çalışmışlardır. Bu ülkede lütuf ve keyfi olarak kalmadıklarını, kalmaya hakları
olduğu için kaldıklarını belirterek ülkenin vatandaşı olarak devletin kendilerini
korumasını istemişlerdir. Türk devletine olan güven ve ümitlerini belirten Rumlar
devletin tüm organlarıyla olması gerektiği gibi var olursa, onun içinde kendilerinin
de var olacağını belirterek devletten kendilerine herşeyin bitmediğine dair güven
vermesini istemişlerdir. Başlarına neler gelebileceklerini anladıkları şeklinde yapılan
yorumlardan sonra bir anlamda devletten bir güvence beklediklerini belirten Rum
kaynaklı yazılarda 500 yıllık birlikte yaşama geleneğini yaşatmak arzuları da
belirtilmiştir. Olaylardan sonra normale dönüş için büyük çabalar harcayan Rumlar
ve diğer azınlıklar devletten de aldıkları yardım ile bu süreci gayet hızlı
sürdürmüşlerdir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile başbakan Adnan Menderes’in
İstanbul’a gelip halkın önüne çıkmaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticilerinin
derhal olayları kınayıp ve bir daha tekrarlanmayacağını resmen açıklamaları olumlu
ve iyi niyetli bir davranış olarak nitelenmiş ve yaşananları unutmaya hazır
olduklarını belirtmişlerdir. Rum yazarlar, o gece boyunca polisin görevini
174 Türker, “6-7 Eylül 1955 Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yankıları”, s. 14-15
yapmadığını ve bunun İstanbul Emniyet Müdürü’nün derhal görevinden alınması ve
İçişleri Bakanı’nın istifası ile teyid edildiğini belirtmişlerdir ancak olaylardan kısa bir
süre sonra gözlemlenen canlılık Rumların ve onların yanında zarar gören diğer
vatandaşların tüm ümitlerini kaybetmediklerini göstermektedir. 175
iv. Olayların Dış Yankıları
Olaylara doğal olarak dışardan yükselen ilk ve en büyük tepki
Yunanistan’dan olmuştur. Yunanistan olaylara tepkisini daha önce de belirtildiği gibi
Ekim ayında Trakya’da düzenlenen NATO tatbikatına katılmayarak göstermiştir.
Zamanın Atina Büyükelçisi Settar İksel’in olaylardan sonra gittiği Atina’da
yaşananlar ile ilgili olarak verdiği bilgilere göre; Yunanistan’ın bomba ve
İstanbul’daki olaylardan sonra Selanik başkonsolosluğunu arama ve Başkonsolosluk
çalışanlarını tutuklama girişimleri olmuştur. Ancak Selanikteki konsolosluğun
karşılığının İstanbul Yunan konsolosluğunun olduğunun hatırlatılması ile bu
hareketler önlenmiştir. Yine de bomba olayı ile ilgili olarak daha önce bahsedildiği
gibi o zaman öğrenci olan Oktay Engin tutuklanmış ve kendisine bu suç zorla kabul
ettirilmeye çalışılmıştır. Ancak suçlu olmadığı bilindiği için Yunan hariciye Bakanı
tarafından İksel’e Engin’in kaçırılmasına göz yumulabileceği şeklinde teklif gelmiş
ancak bu teklif reddedilmiştir.176
Yunanistan ile ilişkilerde olaylar sebebiyle başlayan bozulma Amerika
Birleşik Devletleri’nin ilgisini çekmiş ve Dışişleri Bakanı John Foster tarafından
başbakanlığa bir mesaj çekilerek gelişmelerden duyulan endişe ifade edilmiştir.
Mesajda komünizm tehlikesine karşı mücadelede Türkiye ve Yunanistan arasındaki
iyi ilişkilerin öneminden bahsedilmiş ve Kore savaşında iki ülkenin yanyana
kahramanca savaşmalarına vurgu yapılmıştır. Bu çerçevede ilişkilerin dostane bir
biçimde yürütülmesi için gerekli gayretin gösterilmesi istenmiş ve Atatürk ile
Venizelos’un geçmişte kurduğu iyi ilişkilerin ilerletilmesi gereği üzerinde
durulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin 1947’den beri Yunanistan ve
175 Türker, “6-7 Eylül 1955 Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yankıları”, s. 14-16
176 Demirer, a.g.e., s. 407,408
Türkiye’ye yaptığı yardımların bu bölgedeki iki ülke arasında olan işbirliği
çerçevesinde gerçekleştiği ve bunun bu işbirliği ile devam etmesi gerektiği
belirtilmiştir. NATO ve Balkan paktı ile işbirliği içinde olan iki ülkenin bu durumu
bozmaması ve bunun için gerekli tüm önlemleri alması istenmiştir. Bu yazıya cevap
olarak Menderes Amerika Birleşik Devletleri’nin konuya olan duyarlılığına teşekkür
etmiş ve Yunanistan’la ilişkilerin bu olaylar sebebiyle bozulmaması gerektiğine
inandıklarını belirtmiştir. New York basınında olayların hükümetin enerjik hareketi
ile daha da büyümeden önlendiği ve bu durumdan çok büyük üzüntü duyularak
zararın karşılanacağı yönünde sürekli açıklamalarda bulunulduğu yönünde haberler
yayınlanmıştır. Washington basını da olayı benzer bir şekilde ele almış ve
Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından olaylara büyük ilgi gösterilerek gerekli tüm
tedbirleri alındığı yönünde yayın yapmıştır. 177
Olaylar sonrası hükümet tarafından uygulanan güvenlik tedbirleri ve zarar
görenler hakkında başlatılan yardım faaliyetleri diğer ülkelerden olumlu tepkiler
almıştır.178
v. Basının Tutumu
Basın olayların hemen ardından verdiği ilk sayfa haberlerinde genel olarak
bilgi vererek İstanbul ve İzmir’de gerçekleşen yağma ve tahrip olaylarını
duyurmuştur. Selanik’te patlayan bomba ile ilgili heberlerin de verildiği ertesi günkü
gazetelerde sıkıyönetim ilanından ve alınan güvenlik tedbirlerinden bahsedilmiştir.
Daha sonraki günlerde ilk sayfalarda hükümetin aldığı tedbirlerden, güvenlik
uygulamalarından ve tutuklama işlemlerinden genel olarak bahsedilmiştir.179
Cumhuriyet gazetesinin 8 Eylül 1955 tarihindeki sayısında, Kıbrıs davası ile ilgili
olarak Londra’da yapılan konferansta haklı davamız iyi bir şekilde savunulurken
177 Ayın Tarihi, Sayı:262, s. 108-109
178 Ayın Tarihi, Sayı:262, s. 93-94
179 Vatan, 7 Eylül 1955 ; İstanbul Ekspres, 7 Eylül 1955 ; Hürriyet, 7 Eylül 1955 ; Vatan, 8 Eylül
1955, Hürriyet, 8 Eylül 1955
meydana gelen 6/7 Eylül olaylarının bu davamıza ve ülkeye zarardan başka bir şey
getirmeyeceği yazılmıştır.180
8 Eylül 1955 tarihli Zafer gazetesinde olayların bir tahrip maksadı
taşıdığından hareketle bir komünist tekniğine sahip olduğuna değinilmiş ve Kıbrıs
olaylarının verdiği duyguların Selanik’te patlayan bomba ile kışkırtıldığı belirtilerek
soğukkanlı olunması gerektiği vurgulanmıştır. Yine aynı tarihli Cumhuriyet
gazetesinde Yunanistan’daki Megola İdea’cıların Kıbrıs hadiselerini tırmandırarak
bir anlamda olaylara zemin hazırladığı ifade edilmiştir. Tercüman gazetesinde de
Kıbrıs konusunda meydana gelen gelişmeler vurgulanmış ve ayrıca Yunanistan ile
olan ilişkilerdeki olumsuz havanın etkisi Trakya ve bazı adaların istenmesi
hatırlatılarak belirtilmiştir. Zafer gazetesinde yayınlanan bir yazıda da olaylarda
meydana gelen zarar vurgulanarak bunun ülkeye zarar vereceği belirtilmiştir. İlk
yayınlarda dikkati çeken ortak nokta ise olayların, halkın Kıbrıs merkezli olmak
üzere Yunanistan ile aramızda oluşan olumsuz havanın etkisi ile komünistlerin
kışkırtmasından kaynaklanmış olabileceği yönündeki fikre sahip olmasıdır. Ayrıca
olaylar tüm basın tarafından eleştirilmiş ve bunun en çok ülkeye zarar vereceği
vurgulanmıştır.181
Olaylar hakkında basında çıkan daha sonraki tarihlerdeki yayınlarda 6
Eylül’de yaşanan olayların ikiye ayrılması gerektiği belirtilerek, birincinin Selanik’te
patlayan bomba ile ilgili olan haklı protesto gösterileri olurken ikincinin bu
protestoları istismar eden soyguncu ve kızıl ajanların gerçekleştirdiği yağmalama ve
tahrip olayları olduğu belirtilmiş ve olayların Türk milletinin geneline mal
edilemeyeceği vurgulanmıştır. Yapılması gerekenler konusunda da basın, hükümetin
sorumluları bulması gerektiğinden hareketle vatandaşlara da bu konuda görevler
düştüğünü yazmıştır. Hatta bazı yazarlar olayların arkasında komünizm olduğu
konusuna vurgu yaparak devlet kademelerinde ve bazı önemli görevlerde komünist
düşüncede insanlar bulunabileceğini belirtmiş ve bunların temizlenmesi gerektiğini
yazmışlardır. Saldırılarda sadece Rum azınlığa yönelinmediği ayrıca Ermeni, Yahudi
ve Türklere de saldırıldığı belirtilmiş ve olayların Türklerin her açıdan aleyhine
olduğu belirtilerek sorumluların çapulcu, hırsız kitlesinde olduğu şeklinde yorumlar
180 Demirer, a.g.e., s. 432
181 Ayın Tarihi, Sayı:262, s. 83-86
yapılmıştır. Tarihi bir değerlendirmeyle, toplumlarda böyle üzücü olayların zaman
zaman yaşandığına değinilerek bunun da böyle bir olay olduğu şeklinde
değerlendirmeler yapılmıştır. 182
Olaylardan sonra basına sıkıyönetim tarafından getirilen denetim, olayın
farklı açılardan ele alınmasını engellemiştir.183 Ancak Ulus gazetesinde 13 Eylül
1955 tarihinde çıkan bir yazıda güvenlik güçlerinin yeterli seviyede olaylara
müdahale edemediğinden bahsedilerek bu durum gündeme getirilmiştir. Bu tip
eleştiriler az da olsa görülmüş ancak yine de hükümetin olaylar sonrası uygulamış
olduğu yardım faaliyetleri basında çok daha fazla yer tutmuştur.184
vi. Olaylarda Örgütlü Bir Hareket Var mı?
Konu ile ilgili bir çok kaynakta, olayların önceden hazırlığa sahip olduğuna
dair iddialar bulunmaktadır. Bu konuda kesin olmamakla beraber bulanık yorumlara
sık sık rastlanmaktadır. Dönemin gazetecilerinden Hıfzı Topuz’un
“Sorup soruşturduk. İstanbul Ekspres gazetesi o akşam ikinci baskı
yaparak Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba konduğunu yazmış ve bu
olay İstanbul’da bomba etkisi yaratmıştı. Uzun süre sonra bunun bir
kışkırtma olayı olduğu anlaşıldı. Ama 6 Eylül akşamı bu işin nasıl
provakasyon olduğunu kimse bilmiyordu.”185
sözleri kafalardaki şüphe ve bulanıklığa örnek olarak gösterilebilir. Yapılan
hazırlığın tam olarak kapsamını anlayabilmek veya bir hazırlık varsa bunun ne
boyutta olduğunu tahil etmek bazı güçlükler taşımakla beraber bu konuda Yassıada
6-7 Eylül duruşmalarında verilmiş olan bir yargı kararı da önümüzde durmaktadır.
Yassıada duruşmaları daha sonraki bölümlerde daha ayrıntılı olarak kendi çerçevesi
içinde inceleneceğinden bu bölümde genel olarak örgütlü bir hareket olduğunu iddia
eden yorumlara değinilecektir.
İddialara göre olayların başlamasından birkaç hafta önce ilgili mahallelerin
182 Ayın Tarihi, Sayı:262, s. 89-92
183 Topuz, a.g.m., s. 39-40
184 Ayın Tarihi, Sayı:262, s. 83-96
185 Topuz, a.g.m., s. 39-41
muhtarlarından ev ve işyerlerinin adresleri istenmiştir. Fransız Konsolosluğu'nun bir
raporunda daha 2. Dünya Savaşı sırasında, özel bir birlik tarafından, herhangi bir
çatışma durumunda daha kolay nötralize edilmelerini sağlamak amacıyla,
gayrimüslim azınlıkların adresleri kaydedilmiş olduğu ve ayaklanmalar sırasında bu
bilgilerin kullanılmış olması olasılığının bulunduğuna değinilmiştir. Ayrıca olaylardan
kısa bir süre önce, gece bekçilerinin bazı sakinlerden duvarlardaki ev ve işyeri
numaralarını belirginleştirmelerini istedikleri ve gayrimüslimlere ait bazı ev ve
işyerlerinin GMR (Gayrimüslim Rum) gibi kısaltmalar ya da “Türk değil”, gibi
tanımlamalarla işaretlendiği iddiaları da vardır.186
Olaylarda örgütlü bir hareketin olduğu konusunda yorum yapılabilmesi için
1990’lı yıllarda meydana çıkan bazı tarihi olaylara bakmakta fayda vardır. 1990
yılının sonlarında İtalya’da büyük bir skandal ortaya çıkmıştır. ‘Gladio’ olarak
hatırlanabilecek bu skandalda ‘devlet çetesi’ gibi yakıştırmalarla tanımlanan devlete
bağlı bazı örgütlerin olduğu ortaya çıkmıştır. Hatta iddialara göre bu tip devlet
örgütlerinin Amerika ve CIA tarafından tüm NATO ülkelerinde kurdurulmuştur.
Sivil militanlara sahip, gizli silah depoları olan bu örgütlerin Türkiye’deki
karşılığının ‘Özel Harp Dairesine’ bağlı olarak çalışan ‘Kontragerilla’ olduğu iddia
edilmiştir.187 Ancak Emekli General Cihat Akyol tarafından yazılan Kontragerilla
adlı kitapta geçen ifadelerde bu konuya açıklık getirilmiştir. Yazar Orgeneral Kenan
Evren'in Genelkurmay Başkanı iken basında yayınlanan demecini kitabında
belirtmiştir.
“Türk Silahlı Kuvvetlerinde Kontr-gerilla isimli bir kuruluş
bulunmadığı gibi, bu tabir askeri terimlerimiz içinde de mevcut değildir .
Gayri Nizami Harbe karşı koyma harekatı yerine kontrgerilla
tabiri bazı çevrelerce maksatlı olarak kullanılmaktadır.
Ülke içinde çıkabilecek bir ayaklanmayı bastırmak veya harp
zamnında işgal edilmiş düşman bölgesinde düşman tarafından
başlatılacak bir gerilla harekatını söndürmek konularını içine alan (Gayri
Nizami Harbe karşı koyma) harekatının planlanması ve gerektiğinde
icrası da silahlı kuvvetlerimizin bir görevidir.” 188
186 Güven, a.g.e., s. 16
187 Fatih Güllapoğlu, Tanksız, Topsuz Harekat : Psikolojik Harekat , Tekin Yayınevi, İstanbul,
1991, s. 7
188 M.Cihat Akyol, Kontragerilla, Şafak Matbaası, Ankara, 1990, s. 43-62
6-7 Eylül olaylarında örgütlü bir hareketin olup olmadığı konusunda tutarlı
değerlendirmeler yapabilmek için iddiaların bazı detaylarına girmek ve örgütler
hakkında verilmiş olan açıklamaları incelemek gerekmektedir. Bu örgütlü
hareketlerin ortaya çıkarıldığı İtalya’da yapılan çalışmalarla, olayın geniş kapsamlı
ve 1950’li yıllara dayanan bir tarihe sahip olduğunu gösteren sonuçlara ulaşılmıştır.
İtalya’da ortaya çıkarılan Gladio’nun 1956 yılında ABD İstihbarat servisi CIA
tarafından antikomünist kişilerden oluşan bir şekilde ve gizli olarak kurdurulduğu
bilgisi mevcuttur. 1970–1974 yıllarında İtalyan İstihbarat Servisi Başkanlığını
yapmış olan General Vito Micelli yaptığı bir açıklamada bu örgütün diğer bir çok
Avrupa ülkesinde de olduğunu ve NATO anlaşmaları çerçevesinde, İstihbarat
Başkanlığına bağlı olarak görev yaptığını belirtmiştir. Olayın ortaya çıkmasıyla
Avrupa genelinde başlayan araştırmalar, benzer örgütlerin varlığını ortaya
koymuştur. Yunanistan’da ‘süper NATO’ ismiyle 1955 yılında kurulduğu,
Hollanda’da 1950’li yıllarda böyle bir örgütün kurulduğu ve Fransa’da ‘Rüzgar
Gülü’ adı ile böyle bir örgütün yine 1950’li yıllarda kurulduğu bu kapsama Almanya
ve Belçika gibi ülkelerin de girdiği ortaya çıkarılmıştır. Türkiye’de bu konuda sessiz
kalmamıştır. 16 Kasım 1990 tarihli Milliyet gazetesinde emekli Kurmay Yarbay
Talat Turhan Türk Gladio’sunun Özel Harp Dairesi yani Kontragerilla olduğuna dair
açıklamalarda bulunmuştur. Türk siyasetinin önemli isimlerinden Bülent Ecevit’in de
bu konuda yorumları mevcuttur. Ancak bu örgütlerin kurdurulmuş veya kurulmuş
olmaları ile ilgili bu kadar açıklamadan sonra bunların ne amaca hizmet ettiği
konusunu sorgulamak faydalı olacaktır. Bu örgütler zararlı amaçlara sahip midir?
Maksatları kendi ülkelerine sahip çıkıp zamanın komünist tehlikesine karşı daha
etkin bir savunma mekanizmaları oluşturmak mı yoksa başka çıkarlar elde etmek
midir? Burada konumuzun fazla dışına çıkmamak için bu soruların cevaplarını
okuyucu görüşüne bırakmak uygun olacaktır.189
6-7 Eylül olaylarına, bahsedilen örgütlenmelerin veya bu tarz çalışmaların
etkisinin olup olmadığını değerlendirmek yararlı olacaktır. Öncelikle Sabri
Yirmibeşoğlu’nun Tuğgeneral iken orduda verdiği öğretilerden yapılan bir alıntıda
şöyle denmektedir :
189 Güllapoğlu, a.g.e., s. 14, 16-21, 31, 36, 37
“Psikolojik harekat, psikolojik harp veya daha ılımlı bir ifadeyle
psikolojik savunma; daha önce silahlı mücadeleden hemen evvel başlatılıp,
bu mücadele devamınca sürdürülen; düşmanın savaşa başlama ve devam
azim ve iradesini kırmaya yönelik bir faaliyet iken, İkinci dünya savaşı
sonrasında uluslararası silahlı mücadelenin yerini alırcasına günlük
yaşantının bir parçası haline gelmiştir.”
Burada günlük yaşantının bir parçası olma ifadesi ilgi çekmektedir. 6-7 Eylül
günlerinde de böyle bir durum söz konusu oldu mu? sorusu akla gelebilir. Fatih
Güllapoğlu’nun ‘Tanksız Topsuz Harekat: Psikolojik Harekat’ adlı eserinde geçen,
kendisinin yaptığı bir görüşmeden bahsetmek faydalı olacaktır. Eserde, bu
görüşmenin Orgeneral rütbesinden emekli olmuş, Tuğgenerallik rütbesinde Özel
Harp Dairesi başkanlığı yapmış, bu konuda eserleri olan, Genelkurmay İstihbarat
başkanlığı ve Milli güvenli kurulunda üst düzey görevlerde bulunmuş bir asker ile
yapıldığı belirtilmektedir. Bu görüşmede emekli paşa özel harp konusunda; bu
harekatın psikolojik, gerilla ve yeraltı dallarının bulunduğunu, Milli Mücadele
dönemindeki dağlarda, kentlerde yapılan mücadelenin de bir özel harp şekli
olduğunu, Kıbrıs’ta da özel harbin kullanıldığını açıklamaktadır. Ancak bu
görüşmede yapıldığı belirtilen aşağıdaki bölüm konumuz açısından çok büyük önem
arzetmektedir:190
“-Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al
-Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı?
-Tabii.6-7 Eylül’de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir
örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme
değil miydi?
-E, evet Paşam!
Ö.H.D.’nin sivil kanadı diye tutturmuşlar. Yahu bunların hepsi çok
güvenilir kişilerdir. Bu kişileri Ö.H.D.’nin en başındaki yetkilide
tanımaz.Ben de tanımazdım...
-Paşam,’Üst düzey yetkililer tanımaz; ben de tanımazdım’
diyorsunuz. Peki güvenilir kişiler olduklarını nasıl saptayabiliyordunuz?
-Ee, bizim altımızdaki askeri personel güvenilir personel. Onların
seçtiklerine elbette güveniriz. Ama dediğim gibi bizler, yani Ö.H.D.’nin en
üst kademesinde görev almış olanlar ve halen görevde olanlarsivil
bağlantıları tanımazlar. Tanımamalarıda çok doğrudur. Çünkü bu
sorumluluk isteyen bir iştir.”
190 Güllapoğlu, a.g.e., s. 26,27,102-105
Yukarıda yapılmış olan görüşme alıntısında dikkat edilirse 6-7 Eylül
olaylarının bir Özel Harp işi olduğu belirtilmiştir. Ancak dikkat edilmesi gereken
husus, bunun bizzat Türkiye’deki resmi bir örgüt tarafından yapıldığı şeklinde bir
ifade yoktur. Bu olaylar gelişim itibarı ile planlanmış gibi görüntü verdiğinden Özel
Harp kapsamına girdiği şeklinde yorum yapılabilir. Ancak böyle olsa bile bunun
kaynağında kimler ve ne şekilde var bu tam olarak değerlendirilemez.
1975 yılında Türkiye’den ayrılarak Yunanistan’da yaşamaya başlamış, orada
Yeditepe gazetesinin sahibi ve başyazarı olan Mihail Vasiliadis 31 Aralık 1994
yılında kendisine sorulan 6-7 Eylül olayları ile ilgili bir soruya aşağıdaki şekilde
cevap vermiştir. Verdiği cevapta Vasiliadis olayların tam anlamıyla planlı olduğunu
iddia etmektedir. Olayların, toplumu bir gazeteci ve yayıncı olarak yönlendirebilecek
konumda olan bir kişi tarafından nasıl yorumlandığının bilinmesi çok önemlidir.
Çünkü bir açıdan bu Yunan toplumunun genel bir görüşü olarak kabul edilebilir.
Çok önemli gördüğümüz bu cevap mektubu aynen aşağıdadır.
“Türkiye'de Rum azınlığının yaşamakta olduğu kesimlerde, 1955
yılında, 6 Eylül günü ikindi saatlerinde başlayarak, 7 Eylül sabahının ilk
saatlerine kadar devam eden; uygulayanların cana, mala ve namusa
kastettiği, saldırı tahrip ve talan olayları ile ilgili olarak bildiklerimi soran
notunuzu aldım.
O hazin ve hunhar olayları, gerek bizzat yaşamış, gerekse, daha
sonra, gazeteci ve araştırmacı olarak incelemiş bir kişi olarak, kısaca
şunları söyleyebilirim:
1- 6 Eylül olayları, gayet dikkatli bir şekilde hazırlanmış ve titizlikle
uygulanmış bir plan çerçevesinde başlamış ve gelişmiştir. 'Spontane’ olarak
başlamadığı kesindir. Sonradan 'nitelik' değil, ''nicelik'' değiştirerek
çığrından çıkmış olması muhtemel olabilir. Ancak bir devletin ve onun
hükümetinin Anayasa ve diğer yasaIarın güvencesi altında bulunması
gereken kendi vatandaşları aleyhine komplo hazırlayarak, onları koz olarak
kullanmayı düşünmesi dahi büyük bir suçtur. Şöyle ki:
a) Olaylardan günlerce önce, devrin iktidar ve muhaIefet partilerine
mensup milletvekilleri, meclise, Rum aleyhtarlığını kışkırtacak yayınlara yol
açan önergeler vermeye başlamıştı.
b) MİT ajanlarının cirit atmakta olduğu Kıbrıs Türktür Cemiyeti,
gençlik-öğrenci örgütleri ve yeni yetme diğer bazı dernekler, bütçeleri ile
bağdaşamayacak harcamalarda bulunarak, kamuoyunu Rum vatandaşlar
aleyhinde sistemli bir şekilde kışkırtmaktaydı.
c) Devrin basını, tek elden çıktığı göz göre göre belli olan uydurma
haberler yayımlamaktaytı. Bunlara göre, kendi öz ihtiyaçlarını bile
yıllardan beri çok zor koşullar altında sağlayabildiği bilinen Ortodoks
Patrikhanesi'nin Kıbrıs'a yardım yolladığı iddiasında bulunmak bile caiz
idi!!!
d) Olaylardan günlerce önce camilerde vaizler, meali ve hatta
ifadesi bile aynı olan vaazlar vermekte, müminleri Rum azınlığı aleyhine
kışkırtmakta ve belli bir eyleme azmettirmekteydi. Vaaz sonunda, hazır
bulunanlar, duyduklarını açıklamayacaklarına dair yemin ettiriliyordu.
e) Eylül başından beri, taşrada pek çok kişiye İstanbul'a gitmesi
telkin edilmiş ve ''pişman olmayacakları'' kendilerine defalarca
tekrarlanmıştı.
f) Rum ev ve dükkanları haftalarca önce, sistemli bir şekilde, en
kenar mahallelere varıncaya kadar tek tek tespit edilmiş ve aynı işaretle
(haç ile) işaretlenmişti.
g) Pek çok Türk, 6 Eylül sabahı veya önceki günlerde, yakın Rum
dostlarına yarım ağız nasihatlerde bulunmuş ve o gün pek dışarı
çıkmamalarını, çocuk ve kadınlara dikkat göstermelerini telkin etmişti.
h) Olayların başlaması için gerekli provokasyonu Selanik'te
gerçekleştiren Oktay Engin, Türk basınında çıkan yayınlarda da
belirtildiğine göre, bugüne dek MİT'in en üst kademelerinde görev yapmış
ve yapmaktadır.
i) 'Atatürk'ün evine bomba atıldığı' şeklinde ortaya atılan
provokasyon, daha yerine getirilmeden 'haber' olarak Ekspres gazetesinde
yayınlanmıştı.
j) Söz konusu 'haberi' veren gazetelerin yayımladığı fotoğraflar,
Selanik'teki Türk Konsolosluğu tarafından çekilmiş ve İstanbul'a
yollanmıştı. Devrin konsolosunun karısı, 3 Eylül 1955 Cumartesi günü, söz
konusu fotoğrafları, Selanik'te fotoğrafçılık yapmakta olan Bay
Kiryakidis'ten teslim almıştır. Filmi, adı geçen fotoğrafçıya bir gün evvel
bizzat kendisi vermiş ve acele istediğini ertesi gün İstanbul'a döneceğini
söylemiştir. Yani, Konsolosun karısı, bombaların konacağı yeri önceden
bilmiş ve resmini çekmiştir. 4 Eylül günü, aynı kadın, TAE Hava Yolları ile
İstanbul'a seyahat etmiştir.
k) Celal Bayar, olayların ertesi günü, istiklal Caddesi'nde, Vali
Fahrettin Kerim Gökay'ın yanında ve pek çok kişinin duyabileceği şekilde,
'Galiba dozu kaçırdık' demiş, yani plandan haberi olduğunu itiraf etmiştir.
l) MİT'te görev yapmış ve daha sonra generalliğe kadar yükselmiş
olan emekli subay Yirmibeşoğlu, anılarında, MİT tarafından 'başarı' ile
hazırlanıp uygulanan planlara örnek olarak, 6/7 Eylül olaylarını gösterir.
m)Tahripler esnasında kullanılan, binlerce balta, kazma, kürek gibi
aletlerin hemen hemen tamamı yeni ve tek tip idi.
n) Olayların tezahür ettiği kent ve adalarda, polis emir almışcasına,
tek tip davranmış ve seyirci kalmıştır. Pek çok hallerde, yardım isteyen
Rumlara 'şu anda polis değilim, Türk'üm' cevabı verilmiştir.
o) Olaylar çığırından çıkınca, hükümet suçluların üstüne gideceğine
başka çıkış yolları aramış ve suçu komünistlere yüklemek istemiştir. Masum
olanın korkusu olamayacağına göre, Hükümetin, gerçek suçluların tespit
edilmesine çalışması gerekirdi.
p) 6/7 Eylül olaylarının yaratılması fikrinin babası sayılan Suat
Hayri Ürgüplü, devrin hükümeti tarafından, Londra görüşmelerinde
kullanılmış, o zamanlar, hükümete bağlı kişilerdendi.
r) Kaldı ki, olayların 'spontane' olduğunu iddia etmek, suçu
tamamen Türk halkına yüklemek demektir ki, bu da kanaatimizce haksızlık
olur.
2- 6/7 Eylül olayları, yoktan gelen bir olay değildir. 1923'den bu
yana, Türkiye'deki Rum'ları eritmek üzere uygulanan olaylar dizisinin bir
halkasıdır. Varlık Vergisi, 20'sinden 40'ına kadar erkeklere uygulanan
seferberlik bazı mesleklerin Yunanlılara yasaklanması v.s. bu zincirin diğer
halkaları sayılabilir.
3- 6/7 Eylül olayları, İstanbul Rum'ları için sonun başlangıcı
olmuştur. Gerçi olaylardan hemen sonra, gözle görülür bir göç
başlamamıştır, ancak, o güne kadar istikballerini Türkiye'de gören,
yatırımlarını ona göre yapan ve hayatını ona göre düzenleyen bu insanlar
kendilerine hayat hakkı tanımayacağı kanaatine varmış ve göçü düşünmeye
başlamıştır .Nitekim, 9 yıl sonra uygulanan, planın diğer kademesi, yani
zoraki sürgünlerin gerçekleştirilmesi ile, Rum'ların büyük bir kısmı
Türkiye'den sökülüp atılmıştır.
4- Türkiye'de yaşamış ve yaşamakta olan Rum nüfusu hakkında
tahminler yürüterek, hemen-hemen doğru rakama ulaşmak zor sayılmaz.
Ancak, 1923'den buyana yapılan sayım neticeleri, bu soruyu en doğru
şekilde cevaplayacağına göre, tahmin yürütmeyi yersiz saymaktayız. Rum
araştırmacıların ulaşamadığı bu kaynaklara, sizin, bir siyasi parti olarak
ulaşmanız zor olmayacağına göre, bu konudaki soruları, bu kaynaklardan
faydalanarak cevaplamanız bilimsel açıdan çok daha doğru olacaktır.
5- Bilindiği gibi, 6/7 eylül olaylarına rağmen, Rum seçmenler 1957
seçimlerinde, büyük bir çoğunlukla, yeniden Demokrat Parti'ye oy
vermişlerdir. Bundan belli olmaktadır ki, Halk Partisi hükümetleri devrinde
uygulanan şiddetli baskılar unutulmamış ve Demokrat Parti 'ehven-i şer'
kabul edilmiştir. Esasen pekçok Rum, 6 eylül olaylarının meydana geldiği
devrede, başta Halk Partisi Hükümeti olması halinde, felaketin daha da
büyük olacağı kanısında idi.
Sayın Baylar,Yollamış Olduğunuz soru cetveline cevap teşkil eden bu
metnin bir tüm olarak kabul edilmesini ve kullanılması halinde kesinti
yapılmamasını rica ederim. Atina, 31 Aralık 1994 Mihail Vasiliadis “191
Alexis Alexandris tarafından yazılan ‘The Greek Minority of Istanbul and
Greek -Turkish Relations 1918-1974’ adlı kitabta, olayların hazırlıklı olduğuna dair
191 Demirer, a.g.e., s. 437 - 440
kısımlar bulunmaktadır. Kitapta, Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin Başkanı Hikmet Bil’in
Yassıada'da tanık olarak verdiği ifade de, Menderes'in kendisine 6 Eylül 1955 sabahı,
Londra'da Zorlu'nun görevinin Türkiye'nin tezini dayatmak ve konferansı
torpillemek olduğunu ve Zorlu’nun aktif olunmasını istediğini bildirdiği şeklindeki
ifadeler geçmektedir. Yine bu kitapta şifreli telgraftan bahsedilmiş ve bu telgrafta
aktif olunması şeklindeki ifadeden anlam çıkarılmıştır. Yunanistan Dışişleri
Bakanlığı yapmış Averoff tarafından yazılmış diğer bir kitapta da olayların bu kadar
aşırıya kaçılmak istenmese de Türk resmi çevrelerince tertiplendiği iddia
edilmektedir. Yunanistan’da ve onların etkisi ile diğer Batı ülkelerinde olayların
planlı olup olmadığına bakışlarını değerlendirebilmek için bu yabancı kaynaklar
önemlidir.192
Cemil Sait Barlas olayları yaşamış bir kimse olarak 20 Ekim 1960 tarihli Son
Havadis gazetesindeki yazısında şunları yazmıştır.
“6/7 Eylül’ün daha evvel bilinmemesine imkan yoktu. İstanbul’un
belli semtlerinden belli iktisadi teşekkül işçileri muayyen hedeflere gidip
harekete geçiyorlerdı. Bu, tıpkıTopkapı ve Uşak hadiseleri gibi organize idi.
Polis hadiseye seyirci kaldı. Beykoz gibi, Kınalı gibi vazifesini bilir idare
adamlarının tek başına hareketleri bile bu çapulcu zümresini durdurmaya
yetmiş ve yağmacılığı önlemişti.”193
1954 – 1957 yıllarında Atina büyükelçisi olan ve Londra konferansına Fatin
Rüştü Zorlu ile katılan Settar İksel’in 1967 yılında Fatin Rüştü Zorlu’nun Yassıada
avukatı olan Orhan Fersoy’a yazdığı mektupta olayların tertip olup olmadığı
konusunda bilgiler verilmiştir. Zorlu ile arkadaşlığının ileri seviyede olduğundan
bahsettikten sonra bomba haberi alınınca endişelenen Zorlu’nun olayları tepkiyle
karşılandığından bahseden İksel eğer olaylar Zorlu tarafından bilinseydi kendisinin
bu durumu mutlaka fark edebileceğini belirtmiştir. Hatta Zorlu olayları öğrenince
Yunan hariciye nazırı Stefonopulos’a üzüntülerini bildirmiştir.194
Gazeteci Hikmel Bil’de olayların 5 Eylül gecesi Florya’da Bayar, Menderes
ve Gedik tarafından hazırlandığına dair yorumlar olduğunu belirtmektedir. Güya
kafalarındaki düşünce Londra Konferansının ya başarılı olmalısı ya da dağılmasıydı
ve bunu temin etmek için daha aktif olunması şeklindeki istek belki de yapılacak
192 Demirer, a.g.e., s. 433 - 436
193 Demirer, a.g.e., s. 431
194 Demirer, a.g.e., s. 406,407
gösterilerle karşılanabilirdi. Bu düşüncenin boyutu, olan olaylarla kıyaslanamaz,
ancak Liman Lokantası Nutku ve Kıbrıs’taki gelişmelerin etkisi kafalarda bu şekil bir
düşüncenin oluşma ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Burada Mehmet Arif
Demirer’in bu bilginin yanlış olduğuna ve o akşam Bayar’ın İzmir-İstanbul arasında
yolda Adana vapurunda, Gedik’in Park Otel’de Kriminoloji Konferansı heyeti ile
yemekte olduğuna dair iddialarını belirtmek de gereklidir.195
195 Demirer, a.g.e., s. 424, 425, 428
6. BÖLÜM : 27 MAYIS İHTİLALİ VE YASSIADA 6-7
EYLÜL DAVASI
a. 27 Mayıs 1960 İhtilali ve Sonrası Gelişmeler
İsmet İnönü’nün 1945 yılında ortaya koyduğu irade ile başlayan çok partili
hayat sürecinin hemen etkisini gösterdiğini ve 7 Ocak 1946’da kurulan DP’nin kısa
sürede büyük halk kitlelerini etkileyerek 1950 yılından itibaren Türkiye’nin siyasi
hayatına iktidar olarak girdiğine daha önceki bölümlerde değinmiştik. Ancak kısa bir
zaman içinde ümitler yerini hayal kırıklığına bırakmıştır. Bu süreçle birlikte
Türkiye’de Cumhuriyet ve Devrim idaresinin getirdiği bazı olgular tartışma konusu
olmaya başlamış ve genel olarak CHP 27 yıldır milletin kanını emen bir teşekkül
olarak suçlanmıştır. DP, 1950’den sonra izleyeceği din politikasının tohumlarını da
serpmiştir.196 Her ne kadar programında partinin laikliği, devletin din ile hiçbir ilgisi
bulunmaması ve hiçbir din düşüncesinin kanunların tanzim ve tatbikinden müessir
olmaması manasında anlayarak; din hürriyetini, diğer hürriyetler gibi, insanlığın
mukaddes haklarından tanıdığı ifadeleri bulunsa da, DP henüz muhalefetteyken dahi,
1949’daki II.Büyük Kurultayı’nda islâmcı fikirlere kapısını açmıştır. Nitekim Celal
Bayar, nutkunda Türk Milletinin müslüman olduğunu ve müslüman olarak Allah’ına
kavuşacağını belirtmiştir.197
14 Mayıs 1950 seçimleri, serbest ve özgür seçim denemesi olmasının yanısıra
1923’ten beri sürmekte olan CHP iktidarını da sona erdirmiş ve yakın tarihimizde bir
dönüm noktası olmuştur. Menderes, 29 Mayıs 1950’de okuduğu ilk Hükümet
Programında Türk Devrimi’ni tutan-tutmayan devrimler olarak 2’ye ayırmış ve
millete malolmayan devrimlerde ısrarlı olmayacaklarını belirtmiştir. 1956’lı yıllara
gelindiğinde ise hırçınlaşan ve kavgaya dönüşen iktidar-muhalefet sürtüşmesi,
biçimsel özgürlük anlayışı ile Atatürk devrimciliği konuları etrafında toplanmıştır.
DP, tek parti iktidarını, halkın iktidarını, halkın dinsel duygularına saygısızlık,
196 Erol, a.g.e., s. 167,168
197 Muzaffer Sencer, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, Ant Yayınları, İstanbul, 1968, s.210 ; Tunaya,
a.g.e., s. 647-649
vicdanlara baskı, hatta devrimbazlıkla suçlarken; CHP ise DP iktidarını irticaya
destek olan, devrimlere ve Atatürk’e ihanet eden bir süreç olarak görmüştür.198
1950–60 arası demokratikleşme açısından ele geçirilmiş önemli bir fırsat
olmasına karşın değerlendirilememiştir. Örneğin bu dönemde, basın yasası eskileri
aratır hale getirilmiş, işçilere grev hakkı verilmemiş, 1958’den sonra muhalefet
partilerinin faaliyetleri bile kısıtlanmaya başlanmış, dernek kurma hakkı, örgütlenme
özgürlüğü, temel insan hakları kağıt üzerinde kalmış, Türkiye’nin ekonomiden askeri
alana kadar dışa bağımlığının arttığı bir dönem hasıl olmuştur. Ayrıca DP, CHP’yi
askeri bir ayaklanma ve kargaşa tezgahlamakla suçlayarak, CHP’nin faaliyetlerini
ortaya çıkarmak için Meclis Tahkikat Encümeni’nin kurulmasını istemiştir. Sert
tartışmalardan sonra, 18 Nisan’da CHP’nin yasal sınırları çiğnendiğine dair
DP’lilerin suçlamasını soruşturmak için Meclis Tahkikat Encümeni oluşturulmuştur.
Tamamiyle DP’lilerin bulunduğu bu Encümene, Meclisin ve mahkemelerin
yetkilerini geride bırakan, bu nedenle de Anayasa’nın ihlali olan olağanüstü bir yetki
de verilmiştir. 27 Nisan 1960’da da Encümene basını sansür etme ve komisyonun
çalışmalarını engel olan ya da zorlaştıranlara 3 yıla kadar hapis cezası verme
yetkisini veren bir kanun tasarısı meclisten geçmiştir. Tüm bunlar 27 Mayıs’a giden
süreci hızlandırmıştır.199
DP-CHP arasındaki sert ilişkiler Atatürk Devrim ve ilkelerinin ihlali,
toplumsal yapıyı etkileyen ekonomik sorunlar, Menderes Hükümeti’nin diktatörlüğe
yönelmesi ve bu yönelmeyi önleyecek güçte çoğulcu Türk toplumunun olmaması,
1924 Anayasası’nın bir çoğunluk partisi diktatöryasını etken bir biçimde önleyecek
önlemleri ve kurumları getirmemiş olması, özellikle yargı erkine, basına, üniversite
gençliğine uygulanan sert önlemler, ülkenin çok partili rejim konusunda yeterli
deneyime sahip olmayışı ve iktidarın kendi siyaseti için Silahlı Kuvvetlerden destek
araması 27 Mayıs Devrimine neden olan başlıca faktörlerdir.200
198 Şevket Süreyya Aydemir; İkinci Adam, cilt 3, İstanbul, 1968, s.20; Çetin Özek, Devlet ve Din,
Ada Yayınları, İstanbul, 1982, s. 542-543.
199 Çavdar, a.g.e., s. 86-87. ; Feraz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), Hil Yayın,
İstanbul, 1996, s. 78-79. ; Sabahat Erdemir, Milli Birliğe Doğru, Ankara, 1961, s. 10
200 Suna Kili, “1961 Anayasası ve Devlet Anlayışı”, 27 Mayıs 1960 Devrimi, Kurulan Meclis ve
1961 Anayasası, İstanbul, 1998, s. 65
İşleyen bu süreç sonunda İstanbul ve Ankara’daki öğrenci gösterileriyle
28/29 Nisan 1960’da fırtına kopmuş ve Ankara ile İstanbul’da sıkıyönetim ilan
edilmiş ve gösteriler sert önlemler alınarak kontrol altına alınmıştır. 2 Mayıs’ta
toplanacak NATO Dışişleri Bakanları Konferansı dikkate alınarak, olayların devam
etmesine izin verilmemiş ve göstericiler zorla dağıtılmıştır. İhtilal sürecine giden bu
yolda, Hükümet askeri müdahaleden çekinmesine karşın hükümette karar alma
iradesine sahip kimse olmadığından ihtilal olduğunda hükümete bağlı birliklerden
hiçbir direnişle karşılaşılmamış ve darbe en az kanla başarılmıştır.201
6-7 Eylül olayları ile ilgili dosya 27 Mayıs 1960'taki askeri darbe sonrasında
yeniden açılmış ve olayların "mürettibi" olduğu iddiasıyla Demokrat Parti'nin ileri
gelen isimleri ile İstanbul ve Ankara'nın mülki erkânı yargılanmıştır. Bu davanın
açılmasında Demokrat Parti'yi kuran dört isimden biri olan Prof. Fuat Köprülü'nün
olayların olacağını hükümetin önceden bildiği ve bir tertibin olduğu yönündeki
açıklamaları etkili olmuştur. Tarihe Yassıada duruşmaları diye geçen yargılamalarda
Demokrat Parti'nin ileri gelen isimlerine 6-7 Eylül olaylarını tertip ettikleri iddiasıyla
açılan davanın 11 sanığı olmuş ve bu sanıklardan sadece Başbakan Adnan Menderes
ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlu altışar yıl hapse, İzmir Valisi Kemal Hadımlı
da 4.5 yıl hapse mahkûm olmuş diğerleri beraat etmiş veya haklarında dava ortadan
kalkmıştır.202
b. Yassıada 6-7 Eylül Davası
Yassıada’da görülmüş olan ve 6-7 Eylül 1955 tarihinde yaşanan olayları konu
alan bu dava, sanıkları, tanıkları ve iddiaları ile gayet ilgi çekicidir ve olayların resmi
bir ortamda incelenmesi bakımından da önem arz etmektedir.
21 Eylül 1960 ve 5 Ocak 1961 tarihleri arasında görülen davada, ilk başta
sayıları 11 olan ancak 2 Ekim’de MBK kararı ile Fuat Köprülü’nün de eklenmesi ile
12 yükselen sanıklar şöyledir: Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu,
201 Ahmad, a.g.e., s. 161-163.
202 Akar, a.g.m., s. 93
Namık Gedik, Fahrettin Kerim Gökay, Kemal Hadımlı, Alaeddin Eriş, Mehmet Ali
Balin, Mehmet Ali Tekinalp, Oktay Engin, Hasan Uçar ve Fuat Köprülü. Yaklaşık
3,5 ay süren davada 98 tanık ifadesinden yararlanılmıştır. 203 Bayar, Menderes ve
eski Dışişleri Bakanı Zorlu, ayaklanma emrini vermekle, eski Başbakan Yardımcısı
Fuat Köprülü, planı desteklemek ve mecliste hükümetin kanunsuz hareketlerini
savunmakla, eski Selanik Türk Konsolosu ve o sırada orada okuyan bir Türk öğrenci
olan Oktay Engin ayaklanmaları doğuracak olaylara sebebiyet vermekle
suçlanmışlardır. Köprülü’nün 1946’da Demokrat Parti kurucularından biri olarak
siyaset hayatına atılmazdan önce, eski Türk tarihi üzerine dünya çapında üne sahip
bir otorite olması sebebiyle sanıklar arasında bulunuşu çeşitli ülkelerin akademik
çevrelerinde endişe yaratmıştır. Ancak Köprülü’nün 1957 yılında partinin
geleceğinden ümidi kestiğini söyleyerek Demokrat Parti’den çekilmiş olması
yargılamalarda kendisi için daha olumlu bir hava oluşturmuştur.204
Yüksek Soruşturma Kurulu 21 Eylül 1960’da, Hayrettin Şakir Perk’in
başkanlığında toplanmış ve 7 numaralı soruşturma kurulu tarafından hazırlanan 6-7
Eylül 1955 olaylarına ait tahkikat raporu ve ekli dosyayı inceleyerek şunları
saptamıştır: Kıbrıs sorununun gelişmesi çerçevesinde hükümetçe desteklenen Kıbrıs
Türktür Cemiyeti geniş çapta propaganda faaliyetlerinde bulunmuş ve bazı Türk
gazeteleri kışkırtıcı yayınlar yapmıştır. Patrikhanenin zengin Rumlar’dan Kıbrıs için
para topladığı ve 28 Ağustos 1955 tarihinde Kıbrıs’ta Türklere karşı genel bir
katliam yapılacağı gibi yorumlar yapılmıştır. Başbakanın 24 Ağustos 1955 günü
İstanbul Liman Lokantası’nda yaptığı basın toplantısındaki beyanatı ağır ve serttir.
İstanbul Valiliği emniyet tedbirleri almış ve 1.Ordu’dan hazır kuvvet
bulundurulmasını istemiştir. 5-6 Eylül gecesi Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evde
mürettip bir şekilde bomba patlamış ve Menderes tarafından bu haberin öğle
ajansına yetiştirilmesi emredilmiştir. Radyoda öğle haberlerinde okunan bu kışkırtıcı
bilgi, İstanbul Ekspres gazetesinin 2. baskısıyla daha da geniş çapta yayılmıştır.
Vali, Bayar ve Menderes’e saat 16 da telefon ederek, gösterilerin başlama ihtimalini
bildirmiş ve gerçekten saat 17 den sonra olaylar yer yer kendini göstermiştir. 6-7
Eylül gecesi ilan edilen sıkıyönetim ertesi sabah 8 de kaldırılmış ve saat 15 de
203 Demirer, a.g.e., s. 107-110
204 Mete Tunçay, “Kıbrıs Sorununun Gelişmesi Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”, Tarih ve Toplum
Dergisi, Sayı:33, İstanbul, Eylül 1986, s. 50,51
yeniden üç ilde konulmuştur. Olaylar yeterince incelenmeden komünistlere ve
Kıbrıs Türktür Cemiyeti mensuplarına bağlanmış ve İstanbul’da 6.000, İzmir’de 165
kişinin tutuklanmasına sebebiyet verilmiştir. İstanbul’da zamanında tedbir
alınmaması yüzünden gösteriler sonunda üç kişi ölmüş, 30 kişi yaralanmış 73 kilise,
1 havra, 8 ayazma, 2 manastır, 3584’ü Rum vatandaşlara ait olmak üzere 5538
gayrimenkulun tahrip ve yanmasına sebep olunmuştur. İzmir’de Fuar dolayısıyla
Konak meydanına çekilen bayraklardan Yunan bayrağı saat 19:10 sıralarında
göstericiler tarafından indirilip yakılmış, Fuar’daki Yunan bayrağı indirilmiş, Yunan
pavyonu yakılmış, Kordon’daki Yunan Konsoloshanesi’ne girilip bina tahrip ve
ateşe verilmiştir. 205
Olayların duruşmalar sürecinde değerlendirmesi ise şöyledir: Celal Bayar ve
Adnan Menderes’in olaylara komünistlerin sebep olduğu yönündeki etkilemeleri ile
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nce hazırlanan fezlekede olayların meydana geliş ve
devamında komünistlerin alakaları tespit edilemediği açıklanmakta, yalnız Kıbrıs
Türktür Derneği üyelerinin üzerinde durulmaktadır. Emniyet Baş Müfettişliğince
hazırlanan raporlarda, Bayar ve Menderes’in gözdağı mahiyetinde küçük bir
gösterinin yapılmasını arzu ve müsaade ettiği fakat gösterinin istenilen sınırlarda
tutulamadığı, olayların genellikle DP’ye mensup koyu Rum düşmanı şahıslar
tarafından desteklendiği ve komünistlerin herhangi bir alakasının tespit edilemediği
yazılmaktadır. Kıbrıs Türktür derneği üyelerinin de İstanbul 1. Ağır Ceza
Mahkemesi’nce beraatlerine hükmolunmuş ve hüküm kesinleşmiştir. Böylece
komünistlerin ve Kıbrıs Türktür Derneği üyelerinin 6-7 Eylül olayları ile ilgileri
olmadığı anlaşılmıştır. Yunan Bidayet Mahkemesi’nin istinaf ve temyiz
mahkemelerinden geçerek kesin hüküm haline gelmiş olan, soruşturma ve itiraflara
dayalı ilamına göre, bombaları Türkiye’den Selanik Başkonsolos Yardımcısı
Mehmet Ali Tekinalp 15 Temmuz 1955’te getirmiş, Başkonsolos Mehmet Ali
Balin’in talimatları ve Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde TC’den burs alan
Yunan uyruklu öğrenci Oktay Engin’in azmettirmesi ile Yunan uyruklu Gümülcine
Türklerinden Kavas Hasan Uçar atmış, TC hükümetinin başvurusu üzerine
diplomatik dokunulmazlıkları nedeniyle konsoloslar kavuşturulamamış, Hasan Uçar
iki yıl hapse mahkum olup cezasını çekmiş, Oktay Engin ise tutuklu kaldıktan sonra
205 Kanmaz, a.g.e., s.3-8 ; Mithat Perin, Yassıada Faciası, Ercan Ofset, İstanbul, 1990, s. 64-71
20-21 Eylül 1956’da Türkiye sığındığı için mahkum olduğu 3 yıl 6 ay hapis
cezasının geri kalan 2 yıl 9 ay 9 gününü çekmek üzere Yunanistan’a iadesi istenmiş
ise de, bu talep TC hükümetince reddedilmiştir. 206
Yüksek Soruşturma Kurulu tarafından saptanan diğer konular şunlardır:
Gösterilerin ciddiyet kazandığını İzmit’te duyup Sapanca’dan İstanbul’a dönmüş
olan sanıkların kendi tertip ve teşviklerini örtmek maksadıyla olaylara mutlaka bir
sorumlu aramak kaygısına düşüp adli tahkikatla suçsuz oldukları anlaşılan
komünistler ve Kıbrıs Türktür derneği üyeleri için tutuklama emri vermişlerdir.
İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın, olaylardan sorumlu tutulmak istenince 9
Eylül 1955 tarihinde istifa edeceğini bildirmesi karşısında bu açıklamanın
yapılmasına imkan bırakmamak maksadıyla istifası reddolunmuştur. Olaylardan
sonra Rum Patriki Athenagoras’ın Saint Sinod Meclisi’ni toplayarak yaptığı tahkikat
neticesinde Menderes’e 15 Kasım 1955 tarihinde yazdığı mektupta
“muayyen bir program ve plan mucibinde teşkilatlandırılmış bir sevk
ve idare tahtında hazırlanmış bulunan halk kitleleri, şehrin muhtelif
noktalarından gece vaktinde aynı zamanda ve bir işaretle hareket emirlerin
amade muhtelif vesaiti nakliye ile her türlü tahrip edici alat ve adavetle
mücehhez olarak asayişi muhafazaya memur olanların nazarları önünde
dehşetli bir savletle ırkımıza karşı girişmiş”
diyerek olayların planlı olduğu şeklinde görüş belirtmiştir. 12 Eylül 1955 günü
Demokrat Parti meclis grubu toplantısında Namık Gedik söz alarak;
“Başvekilinden burada konuşmamam pahasına bir şey rica ediyorum.
Dahiliye Vekili bu hadisede mesul değildir. Desinler ben susayım. Eğer
mesuliyet benim üzerimde ise müsaadenizle konuşayım”
demiş buna karşılık Menderes derhal taviz vermiş ve Namık Gedik’in izah edici
konuşmasına imkan tanımamıştır. TBMM görüşmelerinde, Köprülü ve Menderes
olayların çıkacağından hükümetin haberi olduğunu açıklamış ancak günün ve saatin
bilinmediğini, hadiselerin bir baskın halinde doğduğunu belirtmişlerdir. Milli
Emniyet’in Ankara Başmüfettişliği’ne özel büro 309 sayı ile gönderdiği yazıda,
Yunanlılara gözdağı verilmek üzere Beyoğlu’nda ufak bir gösteri yapılmasının
Hükümetçe tasvip edildiği ve olaylar genişleyince bunu komünist tahrikine
dayandırmanın uygun görüldüğü bildirilmiştir. Başka bir Milli Emniyet raporunda
7 Eylül olaylarının yaratılmasını Celal Bayar’ın telkin ettiği ve diğer bir raporda da
206 Kanmaz, a.g.e., s. 8-9
Menderes’in 6-7 Eylül olaylarını hükümetin tertibi olduğunu kabul ettiğine dair bilgi
bulunmuştur. Oktay Engin’in kendisine, babasına ve kız kardeşine hükümetçe çeşitli
yardımlarda bulunulmuştur. Komisyonlar tarafından saptanan zarar ve ziyanlara
karşılık, yalnız Rum ırkından olanlara 27,014,479 TL. ödenmiştir. Üç grup halinde
toplanabilecek sanıklardan 5 politikacı (Bayar, Menderes, Gedik, Zorlu, Köprülü)
ırk mülahazasıyla Rum vatandaşları anayasal haklarından yoksun bırakmak üzere
Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesinin son fıkrasında belirtilen türden bir cemiyet
kurmuşlar; 3 yönetici (İstanbul Valisi Gökay, Emniyet Müdürü Eriş, İzmir Valisi
Hadımlı) bu kararı gerçekleştirmekte onlara yardımcı olmuşlar; aynı şekilde 2 kişi
(Engin ve Uçar ) suça katılmışlardır.207
Davanın ilerleme sürecinde, Selanik olayları ile ilgili iddialar da, Köprülü ve
eski İstanbul Valisi Gökay aleyhine ileri sürülen iddialar da ispat edilememiş,
Bayar’a yöneltilen suçlamalar ise teknik nedenlerden ötürü düşmüştür. Menderes ve
Zorlu ile ilgili olarak iddia makamı tarafından, Türklerin Kıbrıs davasındaki
durumlarını güçlendirmek amacı ile ufak bir gösterinin gerçekten de tasarlandığına (
Zorlu’nun daha önceki bölümlerde bahsedilen telgrafı Yassıada davasında tanıklık
yapan Coşkun Kırca tarafından gündeme getirilmiştir. Kırca ifadesinde, bu telgrafın
son bölümündeki ilgililere gerekli emirlerin verilmesi gerektiği şeklindeki görüşün
olaylar için bir şekilde sipariş anlamına geldiği şeklinde açıklamalar yapmıştır.
Yapılan bu açıklamalardan sonra çıkan bazı gazeteler olayların tertip olduğu şeklinde
manşet dahi atmışlardır.208 Ayrıca Zorlu’nun görüşmeler sırasında azıcık faaliyet
göstermenin yararlı olacağı şeklinde Londra’dan telefon ettiğini ortaya koyan deliller
sunulmuştur.) ve polisin göstericilere karışmamak için emir aldığına dair hatırı sayılır
deliller ortaya konabilmiştir. İddia makamına göre gösteriler çabucak kontrolden
çıkmış, polisler de karışmamak için emir aldıklarından durumun gösterdiği yeni ve
ciddi gelişmeler karşısında bile harekete geçme sorumluluğunu yerine
getirmemişlerdir. Türkler ile Yunanlılar arasında çok eskiden beri var olan husumet
dolayısı ile polislerin pek çoğu Yunan aleyhine gelişen olayları sempatiyle
karşılamıştır. Her ne kadar göstericilerin hangi evlerin Rumlara hangilerinin
Türklere ait olduğu konusunda önceden hazırlıklı bulunmadıklarına ve bu konuda
207 Tunçay, a.g.m., s. 22-24 ; Kanmaz, a.g.e., s. 10-18
208 Demirer, a.g.e., s. 405, 419
kendilerine esaslı bilgiler verildiğine dair tanıklık edenler olmuş ise de
ayaklanmaların bir kışkırtma eseri olduğu iddiasında tanık edenlerin büyük
çoğunluğu kişisel kanaatlerini belirtmekten öteye gidememişlerdir. Celal Bayar’ın
eski yaveri, daha sonra İstanbul Askeri Valisi Refik Tulga ayaklanmaların resmen
planlandığını duyduğunu kesinlikle ifade edememekle beraber Bayar ve Menderes’in
ufak çapta gösteri yapılacağından haberdar oldukları kanaatinde bulunduğunu ısrarla
belirtmiştir. İstanbul’un Ortodoks patriği, resmi memurların kendisini ziyaret ederek
ufak bir gösteri yapılacağını ama kimsenin kılına dokunulmayacağını bildirdiklerini
söylemiştir. Bununla beraber Patrik bunun sadece daha büyük bir planın kamuflajı
olduğu şeklindeki iddia makamının tezini desteklemeyi de ret etmiştir. Menderes’in,
olayların Demokrat Parti meclis grubu tarafından tartışılmasını baskı altında tutarak,
işin içinde kendi parmağı olduğunu gizlediği şeklindeki iddialar da çeşitli
toplantıların ayrıntıların eksik oluşu yüzünden tam bir aydınlığa
kavuşturulamamıştır.209
Son Havadis gazetesinin 4 Kasım1960 tarihli sayısında Aziz Nesin 6-7 Eylül
davası tanıkları ile ilgili olarak düşündürücü değerlendirmeler yapmıştır. Nesin, bu
davada tanık olmak için tertipçiler hakkında konuşacağını söylemenin yeterli
olduğunu belirterek aranılanın bir tertip olduğunu ortaya çıkaracak birşeyler
olduğunu söylemiştir. Bu şekilde bir arayış olduğu için çok gereksiz insanların
dinlendiğini söyleyen Nesin, tertip konusunda bir şeyler çıkarabilmek için çok
uğraşıldığını ifade etmiştir.210
Settar İksel, Yassıada duruşmalarında olayların planlı olmadığına dair
tanıklık yapabileceğini ancak duruşmalara her nedense çağrılmadığını belirtmektedir.
İksel’in bu açıklaması sanki mahkeme heyetinin kasıtlı olarak kendisini dinlemek
istemediği şekilde anlaşılmaktadır.211
Dava 5 Ocak 1961 tarihinde karara bağlanmıştır. Kararda Celal Bayar, Adnan
Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Fuat Köprülü Kıbrıs olaylarının gelişim sürecinde
Rum vatandaşlara Anayasanın tanıdığı kamu haklarını ırk mülahazası ile kısmen
kaldırmayı hedef tutan bir cemiyet halinde birleştikleri ve Kıbrıs nedeniyle hassas
209 Tunçay, a.g.m., s. 50-51 ; Birand, Dündar, Çaplı, a.g.e., s. 249-250
210 Demirer, a.g.e., s. 417,418
211 Demirer, a.g.e., s. 408,409
durumda olan Türk halkını Rumların mallarını tahrip için hazırlayıp harekete
geçirdikleri iddiası ile; Fahrettin Kerim Gökay, Alaaddin Eriş ve Kemal Hadımlı
cemiyete dahil bulundukları tesbit olunmamakla beraber, yukarıda adları yazılı
sanıkların tahrip amacına yönelik eylemleri sonucunda meydana gelen gösterileri
önleyecek tedbirleri almamak, niyetlendikleri bazı tedbirleri zamanında yerine
getirmemek ve gösterilere taviz verici bir tutum içinde yaklaşarak suça fer’an
katılmak iddiasıyla; Mehmet Ali Balin, Mehmet Ali Tekinalp, Oktay Engin ve Hasan
Uçar Selanik’te patlayan bombayı Türkiye’den Yunanistan’a götürmek, patlatmaya
azmettirmek ve bombayı patlatmak iddiasıyla yargılandıkları bu davadan aşağıdaki
cezalara çarptırılmışlardır.212
Sabık ve Sakıt Cumhurbaşkanı Celal Bayar
ademi takip
Sabık ve Sakıt Başbakan Adnan Menderes
6 yıl hapis
Sabık ve Sakıt Dışişlerş bakanı Fatin Rüştü Zorlu
6 yıl hapis
Eski Devlet Bakanı Fuat Köprülü
beraat
İstanbul Eski Valisi Fahrettin Kerim Gökay
dava kalktı
İstanbul Eski Emniyet Müdürü Alaaddin Eriş
dava kalktı
İzmir Eski Valisi Kemal Hadımlı
4,5 ay hapis
Selanik Eski Başkonsolosu Mehmet Ali Balin
beraat
Selanik Eski Başkonsolos Yrd. Mehmet Ali Tekinalp
beraat
O tarihte Yunan Tab’alı ve Öğrenci Oktay Engin
beraat
Bu dava hakkında verilen karar çeşitli bakımlardan halkın onayını
kazanmıştır. Demokrat Parti aleyhtarlarının gözünde olayların elebaşı sayılan
Menderes ve Zorlu’nun mahkum oluşu, daha yargılamalar başlamadan önce 6-7
Eylül olayları hakkında iddia edilen bir hazırlığın varlığını doğrulamıştır. Diğer
sanıkların beraatı yargılamaların dürüstlüğünün ispatı olarak kabul edilmiştir ki bu da
Türkiye’nin medeni dünya içindeki durumu bakımından önem taşımaktadır. Ancak
davanın sonunda Menderes’e karşı olan Türklerden bile farklı yaklaşımlar gelmiştir.
Delillerin çoğunun şüpheli olduğunu ve batılı ölçüler içinde yapılacak bir
212 Demirer, a.g.e., s. 341,342
değerlendirmede asla olumlu not alamayacağını kabul eden bu görüşlerinde kendi
açılarından haklı yanları bulunmaktadır.213
213 Tunçay, a.g.m., s. 50,51
SONUÇ
Sonuç olarak söylenebilecek ilk şey, olayların üzüntü verici bir nitelik
taşıdığıdır. Bu durum, hemen olaylardan sonra tüm basın ve devlet yetkilileri
tarafından belirtildiği gibi, bu güne kadar konuyla ilgili yazılmış tüm kaynaklarda da
belirtilmiştir. Toplum psikolojisi içinde kontrolden çıkmış bireylerin birbirini
tetiklemesi ile başlayıp büyüyen olaylar sonunda, muhtemelen olaylara karışmış
kişiler bile belli bir pişmanlık duymuştur. Her iki toplum açısından da yapılacak bir
değerlendirmede ulaşacağımız muhtemel sonuç tüm bu olayların keşke yaşanmamış
olması temennisidir. Ancak tarih boyunca belki de daha büyük acılar vermiş olan
diğer olaylar gibi bu olay da yaşanmıştır. Sebepleri, açıklanmaya çalışıldığı gibi,
tarihin sayfaları arasında yatan bu gibi olayların bir daha yaşanmaması için yapılması
gereken, iki toplum açısından da birbirlerinin hassas taraflarını gözeten bir yaşam
şeklinin uygulanması olmalıdır. İlişkilerin çok kırılgan bir özellik taşıdığının, bu ve
buna benzer bir çok olayda kanıtlanmış olması, gösterilecek dikkatin ne kadar büyük
önem taşıdığının bir göstergesidir.
Olayların sebepleri araştırıldığında çok çeşitli etkenlerin bulunduğu önceki
bölümlerde detaylı olarak anlatılmıştır. Ancak sebepler konusunda iç
değerlendirmeler çok önemli olmakla beraber dış etkilerinde özenle
değerlendirilmesi gerektiği aşikardır. Bu bağlamada, konuyla ilgili ilginç
bağlantılardan biri, İngiliz hükümetinin 6-7 Eylül olaylarının organizasyonunda bir
payı olmasıdır. Bu durum çok net bir şekilde görülmüyor olabilir ancak 1950'lerin
başında bir İngiliz sömürgesi olan Kıbrıs'ın Rum-Ortodoks halkının Yunanistan ile
bütünleşme isteği, İngiliz hükümetini 29 Ağustos-7 Eylül arasında Londra'da
Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin katıldığı bir konferans düzenlemeye neden sevk
ettiği sorusuna cevap aramak gerekmektedir. Burada, o dönemde Yunanistan’ın
Kıbrıs konusunu sonbaharda Birleşmiş Milletler'in gündemine götürmeyi planlaması
ve bu durumun İngiltere hükümeti tarafından engellenmek isteneceği
değerlendirmesi önem arzetmektedir. Çünkü Konferansla hedeflenen, sorunun
sömürgeci İngiltere ve Yunanistan'ın değil, Türkiye ile Yunanistan'ın gündemi
olduğunun ispatlanması ve İngiltere’nin durumunun güçlendirilmesidir. Bu bağlamda
Konferanstan önce MacMillan, Türk delegeleriyle görüşmüş ve Yunanistan'a karşı
uzlaşmaz bir tavır sergilemelerini istemiş ve zaten olumsuz geçen koşullar içindeki
konferans 6 Eylül’de dağılmıştır. :
Yukarda bahsedilen bu çerçeve içinde o dönemde Yunan basınının olayların
sorumlusu olarak İngiltere'yi görmeleri önem arzetmektedir. Dilek Güven de,
arşivlerde İngiltere'nin 6-7 Eylül olaylarının planlanmasında bir katkısı olduğuna dair
ipuçları mevcut olduğunu belirtmiştir. Özellikle Dilek Güven, Atina'daki İngiliz
Büyükelçiliği'nin Yunan-Türk dostluğunun çok yüzeysel bir vaka olduğuna değinen
ve küçük bir şokun, örneğin Selanik'teki Atatürk'ün evinde meydana gelecek küçük
bir tahribatın derhal ilişkiyi zedeleyeceğinden bahseden Ağustos 1954 tarihli bir
beyanının söz konusu olduğundan bahsetmektedir. Bu bağlamda, İngiltere’nin
olaylarla hiç de uzak olmayan bir yakınlığının olabileceği değerlendirmesini yapmak
yadırganmaması gereken bir yorum olacaktır.
Son olarak esas sorumluluğun yine de topluma ve onu oluşturan bireylere
düştüğünü, bilinçli ve uyanık olunması gerektiğinin her zaman akıllarda
bulunmasının şart olduğunu hatırlatmak gerekmektedir.
KAYNAKÇA
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 10
Ayın Tarihi, Sayı:262, Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü, 1-30 Eylül 1955
Vatan Gazetesi, 8 Eylül 1955
Hürriyet Gazetesi, 7 Eylül 1955
Hürriyet Gazetesi, 8 Eylül 1955
İstanbul Ekspres Gazetesi, 7 Eylül 1955
İstanbul Ekspres Gazetesi, İkinci Baskı, 6 Eylül 1955
Vatan Gazetesi, 7 Eylül 1955
6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar – Belgeler Fahri Çoker Arşivi, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 2005
Tarımsal Politikalar ve Yapısal Düzenlemeler Özel İhtisas Komisyonu Raporu,
DPT, Ankara, 2000
AHMAD, Feraz; Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), Hil Yayın, İstanbul,
1996
AKAR, Rıdvan, “İki Yıllık Gecikme: 6-7 Eylül 1955”, Toplumsal Tarih Dergisi,
Sayı:117, Tarih Vakfı, İstanbul, 2003
AKDAĞ, Emin, “Lazım Gelirse Başkan Oluruz.”, Aksiyon Haftalık Haber Dergisi,
Sayı: 459
AKTAR, Ayhan, “50. Yılında 6-7 Eylül Gerçeği”, Sabah Gazetesi, 8 Eylül 2005
AKTAR, Ayhan, “50. Yılında 6-7 Eylül Gerçeği”, Sabah Gazetesi, 6 Eylül 2005
AKTAR, Ayhan, “50. Yılında 6-7 Eylül Gerçeği”, Sabah Gazetesi, 7 Eylül 2005
AKTAR, Ayhan, “Türkleştirme Politikaları”, Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı 156,
İletişim Yayınları, İstanbul, Aralık 1996
AKYOL, M.Cihat, Kontragerilla, Şafak Matbaası, Ankara, 1990
ALKAN, Hakan, Geçmişten Günümüze Türkiye Patrikhaneleri, Kutup Yıldızı
Yayınları, İstanbul, 2003
ANDRİANOPUPU, Konstantina, “6-7 Eylül Olayları”, Tarih ve Toplum Dergisi,
Sayı:185, İletişim Yayınları, İstanbul, Eylül 2003
ARMAOĞLU, Fahir, 20.YY. Siyasi Tarihi, Cilt 1, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Ankara, 1991
ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk, Türk Dil Kurumu Yayınları, Genelkurmay
Basımevi, Ankara
AYDEMİR, Şevket Süreyya; İkinci Adam, cilt 3, İstanbul, 1968
BALİ, Rıfat N., “Balat Fırınları”, Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı 180, İletişim
Yayınları, İstanbul, Aralık 1998
BALİ, Rıfat N., “Çok Partili Demokrasi Döneminde, Varlık Vergisi Üzerine
Tartışmalar”, Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı:165, İletişim Yayınları, İstanbul,
Eylül 1997
BENLİSOY, Foti, “19.Yüzyılda İstanbul’da Etnik Azınlıklar”, Toplumsal Tarih
Dergisi, Sayı:53, Tarih Vakfı, İstanbul, 1998
BENLİSOY, Foti, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, Toplumsal
Tarih Dergisi, Sayı 81, Tarih Vakfı, İstanbul, 2000
BENLİSOY, Stefo, “İkinci Dünya Savaşı Sonrasi Türk Yunan Yakınlaşması”,
Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:81, Tarih Vakfı, İstanbul, Eylül 2000
BİLGE, A. Suat, Güç Komşuluk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,
1992
BİRAND, Mehmet Ali, DÜNDAR, Can, ÇAPLI, Bülent, Demirkırat, Milliyet
Yayınları, İstanbul, 1993
BORA, Tanıl, “Azınlıklar, Ekalliyetler, Sığıntılar”, Toplumsal Tarih Dergisi,
Sayı:117, Tarih Vakfı, İstanbul, 2003
ÇAVDAR, Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1950-1995), İmge Kitabevi,
Ankara, 2000
DANSUK, Ercan, Türkiye’de Yoksulluğun Ölçülmesi ve Sosya-Ekonomik
Yapılarla İlişkisi, DPT Uzmanlık Tezleri, 1997
DEMİR, Hülya, AKAR, Rıdvan, İstanbul’un Son Sürgünleri, Belge Uluslar arası
Yayıncılık, İstanbul, 1999
DEMİRER, Mehmet Arif, 6 Eylül 1955 Yassıada 6/7 Eylül Davası, Bağlam
Yayıncılık, İstanbul, 1995
ERCİŞ, Muzaffer, Yaşadım (1923-1973)
ERDEMİR, Sabahat; Milli Birliğe Doğru, Ankara, 1961
ERKANLI, Orhan, Anılar...Sorunlar...Sorumlular, Baha Matbaası, İstanbul, 1972
EROL, Ömer Lütfü, Asker Devrim Darbe, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul,
2003
FIRAT, Melek M., “Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları (1945-1960)”, Toplumsal Tarih
Dergisi, Sayı:81, Tarih Vakfı, İstanbul, Eylül 2000
GAZİOĞLU, Ahmet, İngiliz İdaresinde Kıbrıs1878-1960, Cilt 1, Ekin Basımevi,
İstanbul, 1960
GÖKAÇTI, Mehmet Ali, Nüfus Mübadelesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002
GÖRÜN, Kamuran, Dış İlişkiler ve Türk Politikası, Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1983
GÜLLAPOĞLU, Fatih, Tanksız, Topsuz Harekat : Psikolojik Harekat , Tekin
Yayınevi, İstanbul, 1991
GÜVEN, Dilek, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül
Olayları, Çeviren:Bahar Şahin, Tarih Vakfı, İstanbul, 2005
GÜVEN, Dilek, “6-7 Eylül Olayları ve Failleri”, Toplumsal Tarih Dergisi , Sayı
141, Tarih Vakfı, İstanbul, 2005
HİÇYILMAZ, Ergun, “İstanbul’da Kalbimi Bıraktım”, Sabah Gazetesi Aktüel Pazar
Eki, 5 Eylül 2004
İSMAİL, Sebahattin , 150 Soruda Kıbrıs Sorunu , Kastaş Yayınevi, İstanbul , 1998
İSMAİL, Sebahattin, 20 Temmuz Barış Harekatının Nedenleri-Gelişimi-
Sonuçları, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 1988
KANMAZ, Zihni, 6-7 Eylül Davasında Kararname ve Menderes’in Müdafaası,
İstanbul, 1960
KAPLAN, Sefa, “50 Yıl Aradan Sonra 6-7 Eylül Olayları” , Hürriyet Gazetesi, 7
Eylül 2005
KENNEDY, Paul, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Ankara, 1991
KILIÇBAY, Ahmet, Türk Ekonomisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,
1991
KİLİ, Suna; “1961 Anayasası ve Devlet Anlayışı”, 27 Mayıs 1960 Devrimi,
Kurulan Meclis ve 1961 Anayasası, İstanbul, 1998
KOCABAŞOĞLU, Uygur, “6/7 Eylül Olaylarından Sonra Hasar Tespit Çalışmaları
Üzerine Birkaç Ayrıntı”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:81, Tarih Vakfı, İstanbul,
2000
KONGAR, Emre, 21.Yüzyılda Türkiye, İstanbul , Remzi Kitabevi , 2000
KURT, Yılmaz, Pontus Meselesi , TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları,
Ankara, 1995
MACAR, Elçin, “6-7 Eylül’ Tanıklıklar”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:141,
Tarih Vakfı, İstanbul, 2005
MERCAN, Faruk, “Bombacı da MİT elemanı da değilim”, Aksiyon Haftalık Haber
Dergisi, Sayı:457, İstanbul, 13 Temmuz 2004
NESİN, Aziz, Düzenleyen : Nesin Vakfı, “Aziz Nesin’in 6/7 Eylül Hapisane
Anıları”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:34, Tarih Vakfı, İstanbul, 1986
NESİN, Aziz, Salkım Salkım Asılacak Adamlar , Adam Yayınları, İstanbul, 1987
ÖZEK, Çetin, Devlet ve Din, Ada Yayınları, İstanbul, 1982
ÖZERSAY, Kudret, Kıbrıs Sorunu Hukuksal Bir İnceleme, Avrasya Stratejik
Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara, 2002
PERİN, Mithat, Yassıada Faciası, Ercan Ofset, İstanbul, 1990
ROBERTS, J.M., Yirminci Yüzyıl Tarihi, Çev.:Sinem GÜL, Dost Kitabevi,
Ankara, 2003
SENCER, Muzaffer, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, Ant Yayınları, İstanbul,
1968
SEZER, Sennur, ÖZYALÇINER, Adnan, İstanbul, İnkilap Yayınevi, İstanbul, 2003
TOKER, Hülya, “Cumhuriyet Döneminden Günümüze Fener Rum Patrikhanesinin
Faaliyetleri”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı:383, Ankara, 2005
TOPUZ, Hıfzı, “6/7 Eylül Olayları ve Aknoz Paşanın Yasakları”, Toplumsal Tarih
Dergisi, Sayı:81, Tarih Vakfı, İstanbul, 2000
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952) , Arba Yayınları,
İstanbul, 1952
TUNÇAY, Mete, “Kıbrıs Sorununun Gelişmesi Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”,
Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı:33, İstanbul, Eylül 1986
TÜRKER, Orhan, “35 Yıl Önce Yunanlıların Türkiye’den Sınırdışı Edilmeleri”,
Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı 190, İstanbul, Ekim 1999
TÜRKER, Orhan, “6-7 Eylül 1955 Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yankıları”,
Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı:177, İstanbul, Eylül 1998
TÜRKER, Orhan, “Yunan Kral ve Kraliçesi Türkiye’de”, Tarih ve Toplum Dergisi,
Sayı:205, İstanbul, Ocak 2001
TÜRSAN, Nurettin, Yunan Sorunu , Ankara, 1987
VOLKAN, Vamık D., ITZKOWITZ, Norman, Türkler ve Yunanlılar (Çatışan
Komşular), Bağlam Yayınları, Ankara, 2002
YALÇIN, Soner, YURDAKUL, Doğan, Bay Pipo , İstanbul , Doğan Kitap, 2000
YILMAZ, Önay, “Tanıklarla 6-7 Eylül Olayları”, Milliyet Gazetesi, 6 Eylül 2005
YILMAZ, Veli, Siyasi Tarih , Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, İstanbul,
1998

Ziyaret -> Toplam : 125,32 M - Bugn : 77108

ulkucudunya@ulkucudunya.com