Hicretin Kazandırdıklar
Doç. Dr. Muhittin Akgül 01 Ocak 1970
Canlılar içinde akıl bahşedilen tek varlık insandır. Akıl, sorumluluğu ve birtakım imtihanlara maruz kalmayı gerektirir. Zira imtihansız, iyiyle-kötünün, sadıkla-yalancının, sabırlıyla-sabırsızın ayrılması mümkün değildir. Cennet'e iştiyaklı yaratılan insanın, bu adaylığını ispatı, ancak dünya hayatında karşı karşıya kaldığı imtihanlar karşısındaki başarısıyla ortaya çıkar.
İmtihan olmak, insana başlangıçta güzel görünmez. Bazı acı ve ızdırapları çekmesi, fedakârlıkları yapması, kendisi, evlâtları ve malı-mülkü adına bazı kayıplarının olması, korku, açlık söz konusu olabilir. Ancak imtihanın sonu her zaman için tatlıdır. Sürprizler diyarı Cennet'e ehil hâle gelme ve Yüce Mevlâ'nın sadık bir kulu olma şerefine nail olma gibi neticelerini düşündüğümüzde, böyle bir neticenin ne denli kıymetli olduğu âşikârdır. Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Cennet, insanın hoşuna gitmeyen şeylerle, Cehennem de (bedenî arzu ve iştihâları kabartan) şehevâtla çepeçevre kuşatılmıştır." (Buhari, Rikak 28) beyanı da bunu göstermektedir. Bu makalede, başlangıcı acı olup, insanın hasret çekmesine, gurbet yaşamasına, sevdiklerinden ve dostlarından ayrılmasına sebep olan, ancak neticesi tatlı olup bereketlerin gelmesine vesile olan, onun da ötesinde müminin gerçek mümin olduğunun göstergesi olan hicretin, âyetler ve hadîsler çerçevesinde insana kazandırdıkları üzerinde durulacaktır.
1. Hicret Hüznü Giderir ve İlâhî Maiyete Ulaştırır
Hicret, başlangıçta insana zor gelir. Yerinden-yurdundan, yakınlarından ve alıştığı ortamdan ayrılan insan, mahzun olur. Ancak bu yolda çekilen her hüzün, insanın gelecekteki hüzünlerine karşı âdeta bir kale durumuna gelir. Yüce Mevlâ, böyle bir fedakârlığı yapan insanı, kendi koruması altına alır, muhtemel tehlikeler karşısında onu korur ve hüznünü giderir.
En büyük muhacir olan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hicret esnasında Sevr Mağarası'na misafir olmuştu. Durumun yatışmasını, yolun emniyet ve güvene kavuşmasını bekliyordu. Ancak müşrikler ellerinden kaçırdıkları Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peşini bırakmamaya kararlıydılar. Başına büyük ödüller koymuşlardı. En mahir iz sürücüler yollara düşmüş, sıkı bir takip başlatmışlardı. İşte bu esnada müşriklerden bir grup Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunduğu mağaranın kapısına kadar geldi. Neredeyse içeridekileri görecek kadar yaklaşmışlardı. Bu esnada Hz. Ebubekr (r.a.) büyük bir endişeye kapıldı. Onun endişesi kendisi için değildi. Her şeyden daha ziyade sevdiği Allah Resûlü içindi. Hz. Ebubekr'in (r.a.) telâşını gören Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), üzülmemesini, zira her şeyi gören ve bilen Yüce Mevlâ'nın kendileriyle beraber olduğunu bildirdi. Konuyla ilgili âyet mealen şöyledir:
"Eğer siz Peygamber'e yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder. Hani kâfirler onu Mekke'den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına: 'Sen hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir' diyordu. Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin dâvasını alçalttı. Allah'ın dini ise zaten yücedir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir)." (Tevbe 9/40)
Kur'ân evrensel bir kitaptır. Dolayısıyla bu âyet, her dönemde aynı niyetle yola çıkan bütün muhacirlere şamildir. Allah Resûlü'nün hicret yolunda bütün hüznünün giderildiği, görülmedik mânevî ordularla desteklendiği ve İlâhî maiyete alındığı gibi, her dönemdeki ve yerdeki aynı gaye ile yola çıkan ve muhtemel sıkıntılarla karşılaşan muhacirler de, âyette belirtilen müjdelere mazhar olacaklardır. Böyle bir mazhariyet, herhangi bir insandan beklenilen bir mazhariyet değil, sözü ve gücü, bütün varlığa geçen ve Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın vaadidir.
Kur'ân-ı Kerîm, en büyük hicret eri olan Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretini nazarlarımıza vererek, aslında bütün insanlara, hicretten elde edilecek olan Allah'ın yardımı, huzur ve güven duygusunu vermesi ve düşmanlarına karşı desteklemesi gibi müjdeleri hatırlatmaktadır. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicret yolculuğuna çıktığında, daha gideceği yere varmadan bu müjdeleri almış, gelecekte ulaşacak nimetlerden haberdar edilmişti.
Gerçekten de bu haberin verilmesinden kısa bir süre sonra, haber verilenlerin hepsi vuku bulmuş, Allah kendisi için hicret eden peygamberini ve ashabını düşmanlarına karşı korumuş, meleklerle onları desteklemiş ve düşmanlarını zelil kılmıştır.
2. Hicret Gerçek Mü'minliğe, Mağfiret ve Rızka Vesiledir
Rabb'ini tanıma, böylece ebedî hayatını şekillendirme gayesiyle dünyaya gönderilen insanın, Rabb'ini gerçek anlamda tanıyıp-tanımadığının, O'na inanıp inanamadığının veya imanındaki derecesinin ortaya çıkması için, bazı imtihanlarla karşılaşması kaçınılmazdır. İmandaki derecenin açığa çıkması, yakin derecesine ermesi ve böylece Cennet'in en yüce mertebelerine aday olduğunu ispatlaması, ancak gerçek imana sahip olmasına bağlıdır. Gerçek imanın göstergesi de, Yaratanı uğruna başına gelen imtihanlardan yüz akıyla çıkmış olmasıdır. Mü'minin imanının derecesinin göstergelerinden biri de, Rabb'inin rızasını kazanmak için, O'nun emrettiği hayat tarzını gönül huzuruyla yaşamak, O'nun adını başka yerlere taşımak ve herkesi o iklimden faydalandırmak için, memleketinden, sevdiklerinden, mal ve mülkünden ayrılma fedakârlığının göstergesi olan hicreti yaşamasıdır. Böyle bir fedakârlık mü'mine, imanındaki gücü, iman derinliğini ve imanını, hiçbir engelin söküp atamayacağını gösteren önemli göstergedir.
Böyle bir yola baş koyan hicret eri, Yüce Mevlâ'nın: "Gerçek mü'minler bunlardır." dediği zümrenin içine girme şerefine erecek ve böyle bir imtihanı başarıyla geçenler, Cenâb-ı Hakk'ın hem mağfiretine, hem de dünya-âhiret mutluluğuna erme müjdesine mazhar olacaklardır.
Nitekim konuyla ilgili âyette: "İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenlerle onlara kucak açıp yardım eden Ensar var ya, işte gerçek mü'minler bunlardır. Bunlara bir mağfiret, pek değerli bir nasip vardır." (Enfal 8/74) müjdeleri verilmektedir.
Âyetin sonunda ????????? ???? ?????????????? ?????? cümlesi, inançları uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak hicret eden kimselerin imanlarındaki derinliği ifade etmektedir. Zaten böyle bir derinlik olmasaydı, vatanlarını ve mallarını terk ederek uzak beldelere giderler miydi? Aynı zamanda böyle bir gidiş onlara, mü'minin ideal bir ufuk olarak baktığı hakiki mü'minlik özelliğini kazandırmaktadır.
Hicret, imanın müşahhaslaştığı canlı bir tablo gibidir. Zira Müslümanlık, sadece teoriden, inanmadan, hattâ ibadet dediğimiz bazı davranışları yerine getirmeden ibaret değildir. İslâm, inancın müşahhas bir şekilde, yaşayan bir toplumun şahsında somutlaşmadığı sürece, fiilen varolmuş sayılamaz. Hicret, yeri geldiği ve şartlar gerektirdiği bir zaman diliminde, İslâm hakikatinin fert ve toplum plânında mücerretten müşahhasa dönüştüğü bir sahne konumundadır. Bu sahnede mü'min, imanın gereğini sergilemekte, teoriden ibaret olan imanını, imanın neticesini ve tezahürlerini ortaya çıkarmaktadır.
Âyetteki ikinci husus ?????? ?????????? onlar için mağfiret vardır müjdesidir. Cenâb-ı Hakk'ın bağışlanmasına mazhar olma, insanlık gereği işlenen günahlardan af garantisi kapsamında huzur-u İlâhîye varma ve dolayısıyla Yüce Mevlâ'nın razı olduğu kulları arasına katılma, bir mü'min için en değerli şeydir. Âyetteki beyana göre mü'minin, hicret fedakârlığı karşısında günahlarından affedildiği ve hicret öncesi hatalarından bile muaf tutulduğu müjdesi verilmektedir. Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Hicret, önce işlenen günahları silip yok eder." (Ahmed b. Hanbel, 4/198) müjdesiyle âyetteki mağfireti teyit etmiştir.
Âyette hicret edenlere verilen üçüncü müjde, ???????? ??????? güzel rızıktır. Kur'ân muhacirlere verilecek rızka "rızk-ı kerîm" ismini vermiş, bunun alelâde bir rızık olmadığını belirterek, aynı zamanda onu değerli, hoş, çok güzel ve çekici anlamlarına gelen "kerîm" sıfatıyla taçlandırmıştır.
Mü'minler burada maddî ve fânî lezzetlerden fedakârlıkta bulunup, vatanlarını terk ettiklerinden, Allah Teâlâ onları vazgeçtiklerinden daha değerlisiyle mükâfatlandırmaktadır. Aynı zamanda âyet, gerçek saadete, mağfirete ve değerli rızka erişmenin yolunun hicretten geçeceğine de işaret etmektedir.
Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretin ne denli önemli bir yere sahip olduğunu, değişik hadîslerinde bizlere haber vermiştir. Meselâ O'nun nazarında Ensar'ın ayrı bir yeri vardır. Zira onlar Müslümanlara evlerini açmış, mallarını onlarla paylaşmış, hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardı. Hicret etme mecburiyetinde kalan Allah Resulü'nü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlar misafir etmişlerdi. "Şayet bütün insanlar bir vadiye ya da tepeye doğru, Ensar da başka bir tepeye doğru gitseler, ben Ensar'ın gittiği yeri tercih ederim. Hicret olmasaydı, Ensar'dan olurdum." (Buhârî, Menakıbu'l-Ensar 2) sözü, onlar hakkında söylenmişti. Evet, bütün bunlar büyük birer şerefti. Ancak hicretin, bütün bunların yanında daha da farklı bir yeri vardı. Vardı ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhacirliğin ensarlıktan daha önde olduğunu belirtmişti.
Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), imamlık gibi İslâm'da son derece önemli olan bir vazifeyi yapanların seçiminde, muhacir olmayı ölçü alması da, hicretin bir kişiye kattığı değeri göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Konuyla ilgili hadîslerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): "İnsanlara, Kur'ân-ı Kerîm'i en iyi okuyan kimse imam olsun. Eğer kıraatte herkes eşitse, Sünnet'i en iyi bilen; Sünnet'i bilmede eşitseler, hicrette önce olan; hicrette de eşitseler, yaşça büyük olan imam olsun..." (Müslim, Mesâcid 290) buyurarak, hicretin bu dünyada bile insana kazandırdığı değere dikkatleri çekmiştir.
3. Hicret Edenlere Hak Katında Büyük Ecir ve Kurtuluş Vardır
Yüce Rabb'imiz, hicretin ne denli önemli bir fedakârlık olduğunu, Yüce Beyan'ında şu müjdesiyle haber vermektedir: "İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır umduklarına nail olanlar! Onların Rabbi kendilerinin, katından bir rahmete, bir rıdvana ve içinde daimî nimetler bulunan cennetlere gireceklerini müjdeler. Onlar o cennetlerde ebediyen kalacaklardır. Muhakkak ki en büyük mükâfat Allah'ın yanındadır." (Tevbe 9/20-22)
Bu âyet, pek çok yüksek makamı ihtiva etmekte ve Allah Teâlâ'nın bu makamları en şereflisinden en aşağısına doğru sıraladığına işaret etmektedir. Bu mertebelerin en yücesi ve en kıymetlisi, rahmet ve rıza müjdesinin Allah Teâlâ tarafından verilişidir. Âyetteki "Allah'ın katından/yanından" ifadesi, onlar için çok büyük menfaatlerin gerçekleşeceğine işarettir. "İçlerinde 'naîm' bulunan" ifadesi, bu menfaatlerin her türlü bulanıklık ve şaibeden uzak olduğuna işarettir. "Tükenmez ve ebedî" kaydı da, o nimetlerin bitip tükenmeden devam edeceğini gösterir.
Devamlı kalışı da "mukîm" (tükenmez ve ebedî); "onlar orada ebedî olarak kalacaklardır" ve "ebedî" (kalıcıdırlar) kelimeleriyle tekit etmiştir. Bütün bu vurgulardan sonra Allah Teâlâ'nın hicret eden mü'minlere, devamlı, her türlü şaibeden arınmış, çok değerli bir menfaat tahsis ettiğini müjdelediği anlaşılır ki, bu, ödüllerin en üstünüdür.
Âyette seçilen kelimeler de son derece dikkat çekicidir. Yüce Rabb'imiz'in pek çok isim ve sıfatı olmasına rağmen burada "Onların Rabbi" ifadesinin seçilmesi de mânidardır. Bu ismin, terbiye etme, yetiştirme, eğitme gibi mânâları vardır. Buna göre sanki: "Sizi dünyada sınırsız nimetlerle terbiye eden, büyüten ve yetiştiren O Zât, sizi çok daha yüksek hayırlar ve mükemmel güzelliklerle de müjdeler." demek istemiştir.
Müjde, meydana geldiği bilinmeyen bir şeyin, meydana geldiğini haber vermek demektir. Meydana geldiği zaten bilinen bir şeyi haber vermek, müjdeleme sayılmaz. Böyle olunca, âyetteki: "Onlara müjdeler olsun!" ifadesinin, onların daha önce bilmedikleri ve haberdar olmadıkları mutluluk derece ve çeşitlerinden birisinin söz konusu olması gerekir. Zaten mü'minler, Kur'ân'ın haber vermesiyle, dünyada iken Cennet'in bütün lezzetlerinden, hayır ve güzelliklerinden haberdar olmuşlardı. Buna göre bir müjdenin olacağını bildirme, o müjdenin mutlaka akıllara kesinlikle gelmemiş olan ve bitip tükenmeyen birtakım sürprizlerle ilgili bir müjde olmasını gerektirir.
Müjdelenen konular ise, Allah'ın rahmeti ve rızasıdır. Allah'ın rahmeti, bir kul için en büyük değerdir. O'nun rahmet deryasına lâyık hâle gelen hicret eri, aynı zamanda kul için en büyük mertebe olan "nefs-i mutmainne" mertebesinin de sahibi olmuş olur. O mertebe ki Yüce Rabb'imiz: "Ey gönül huzuruna ermiş ruh! Sen Rabb'inden razı, O senden razı olarak dön Rabb'ine! Sen de katıl has kullarımın içine, gir cennetime!" (Fecr 89/27-28) davetiyle katına çağırmış ve has kullarının arasına katmıştır. (Bkz: Râzi, Tevbe 22. âyetin tefsiri)
Başka bir âyette de Cenâb-ı Hakk iman, amel-i salih sahibi mü'minleri müjdelerken -ki hicret, gerçek iman ve salih amelin kendisidir- yukarıdaki âyetlerde bildirilen aynı neticelere dikkatimizi çekmiştir: "Allah mü'min erkeklere de, mü'min kadınlara da, ebedî kalmak üzere girecekleri, içinden ırmaklar akan cennetler vaad etti. Hem Adn cennetlerinde hoş hoş konaklar! Hepsinden âlâsı ise Allah'ın kendilerinden razı olmasıdır. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı budur." (Tevbe 9)72)
Hicret, Rabb'imiz'in bizden razı olmasına vesile yüce bir mefkûredir. Böyle bir mefkûreyi gerçekleştiren kişi, rıza-i İlâhîyi kazanır. Allah'ın insandan razı olması ise, Cennet'teki nimetlerden, oranın her türlü cazibesinden daha cazip bir nimettir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): Allah Teâlâ Cennet ehline: "Ey cennet ahalisi!" diye seslenir. Onlar: "Ey Rabbimiz, buyur! Emrine âmâdeyiz! Hayır senin elindedir!" derler. Allah Teâla: "Razı oldunuz mu? diye sorar. Onlar: "Ey Rabbimiz! Razı olmamak ne haddimize! Sen bize mahlûkatından bir başkasına vermediğin nimetler verdin!" derler. Allah Teâlâ: "Ben sizlere bundan daha fazlasını vereyim mi?" der. Onlar: "Bu verdiklerinden daha üstün ne olabilir?" derler. Yüce Mevlâ: "Size rızamı helâl kıldım. Artık size ebediyen gazap etmeyeceğim!" buyurur. (Buhari, Rikâk 51; Müslim, Cennet 9)
Aşağıdaki şu güzel mısralar da, hicretin arkasından gelen müjdeli haberleri, Cenâb-ı Hakk'ın muhacire yapacağı ihsanları tasvir etmektedir:
"Şimdi sırada tekmil çağın garipleri var,
'Hicret' deyip dökülmüş yollara O'nu arar.
Dolaşıp dururlar her koyda ayrı bir bahar.
Onların bağına dikenler eken gül toplar.
Onların hamurunu Kudret Eli yoğurur,
Onların bağında saksağan tâvus doğurur!
Onlar, varlığın gâye ölçüsünde nüktesi,
Dillerinde ötelerin güftesiz bestesi...
Felek, onların ikbaline boyun eğmekte,
Kader, geçecekleri yollara su serpmekte.
Allah tutkusuyla her zaman başları mahmûr,
İklimleri Cennet kokusuyla buhûr buhûr..."
(Kırık Mızrap, s. 406)
4. Hicret, Alternatif Rızık Yollarına ve Rahmete Vesiledir
Yaşadıkları yerlerde imkânları iyi olmayan veya kısıtlı imkânlara sahip olanlar, hicret ettikleri yerlerde sıkıntıya düşeceklerini asla düşünmemelidirler. Zira hicretin aynı zamanda dünya nimetlerine ulaşmaya, imkânların genişlemesine, umulmayan bolluk ve zenginliğe vesile olan bir yönü de vardır. Ayrıca hicret eden kimse, şayet yolda başına bir şey gelip de vefat etse, yine de Cenâb-ı Hakk'ın ecrine mazhar olacaktır. Nitekim Yüce Mevlâ:
"Kim Allah yolunda hicret ederse dünyada gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur. Kim evinden Allah'a ve Resulü'ne hicret niyetiyle çıkar da yolda ecel gelip kendini yakalarsa o da mükâfatı hak etmiştir ve onu ödüllendirme Allah'a aittir. Allah gafurdur, rahîmdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur)." (Nisa 4/100) mealindeki âyetle bu konudaki müjdesini vermiştir.
Kendi beldelerinde rahat ve bolluk içinde bulunanlar, yerlerinden ayrılınca bazı sıkıntı ve darlıklara düşeceklerini akla getirmemelidirler. Hatta hicret edip de gidecekleri yere varamadan yolda ölenler bile, sanki hicret etmiş gibi mükâfatlandırılacaklardır.
İnsanlık tarihine baktığımızda, başta Allah Teâlâ'nın seçkin birer kulu olan peygamberler olmak üzere her hicret erinin, gittiği yerde müjdeli mükâfatlarla karşılaştığını, ummadık nimetlere mazhar olduğunu, daha güçlü ve zengin bir duruma geldiğini görmekteyiz. Hz. Âdem, Cennet gibi bir yerden ayrılmak durumunda kaldı; hicret durağı olan dünyada, neslinden Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi eşsiz insanların geleceği bir baba konumuna yükselmiş oldu.
Hz. Nuh, 950 yıl yaşadığı memleketinden hicret etmek zorunda kaldı. Gemiye bindirdiği az sayıdaki inananla çıkmış olduğu hicret yolculuğunun sonunda, suların çekildiği yepyeni bir hayata oldukça elverişli bir mekâna ârâm eylemiş oldu.
Milletinden olmakla şeref duyduğumuz Hz. İbrahim, bulunduğu yerdeki zorba ve zalimlerin, kendisine hayat hakkı tanımamaları karşısında hicret etme mecburiyetinde kalmıştı. "Ben Rabbime hicret ediyorum" diyerek yurdundan ayrılan Hz. İbrahim, daha hicretini bile tamamlamadan, oldukça ileri yaşına rağmen, meleğin Hz. İsmail müjdesiyle karşılaştı, tevhid hakikatinin merkezi olan Kâbe gibi mukaddes bir mâbedin inşasıyla taçlandı, kıyamete kadar gelecek insanların örnek aldıkları ve yâd-ı cemîlle andıkları özel bir konuma ulaştı.
Firavun'un kurduğu komplodan kurtulmak için Mısır'dan ayrılmak mecburiyetinde kalan Hz. Musa, yolda "Ey Rabbim! Senin indireceğin ikramlara ne kadar da muhtacım!" duasını yapar yapmaz, Hz. Şuayb gibi bir peygamberin evine misafir olma ve kızlarından biriyle evlenme teklifiyle karşılaştı. Hicret ettiği yerde şarj olan, güç ve kuvvete erişen Hz. Musa, ayrılmak zorunda kaldığı yere peygamberlik pâyesiyle taçlanmış olarak dönerek, esaret ve sefalet içinde kalan İsrailoğullarını, Firavun ve avanelerinin zulmünden kurtardı.
Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Ashab, sevdikleri, yoluna canlarını verecekleri Kâbe'den, mallarından ve evlâtlarından ayrılma ve aynı zamanda yabancısı oldukları mekânlara hicret etmek zorunda kaldılar. Ama hepsi gittikleri yerlere ve özellikle Medine'de olağanüstü ikram ve izzetle karşılandılar. Meteliksiz olarak gittikleri Medine'de, kısa sürede pazarın söz sahibi oldular, zenginliklerinden dolayı paralarının hesabını bilemeyecek kadar bir zenginliğe ulaştılar. İşte bütün bunlar, Yüce Rabb'imiz'in hicretle vermeyi vaad ettiği müjdenin ne denli doğru ve görünür olduğunun apaçık birer delilidir.
5. Hicret, Rahmeti, Mağfireti ve Cennet'i Kazandırır
Rahmet, Yüce Rabb'imiz'in Kur'ân'da 114 defa tekrar ettiği güzel isimlerindendir. Rahmetindendir ki, peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Rahmete, ancak merhamete lâyık olanlar erer. Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti, her şeyin ötesinde büyük bir kıymeti haizdir. Bu rahmetin ulaşmasına vesile olan sebeplerden biri de, hicrettir. Demek ki hicret, Rabb'imiz'in bize merhametle hem bu dünyada hem de ebedî hayatımızda muamele etmesini sağlayan bir ameldir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm mealen:
"Onlar ki iman ettiler, Sonra hicret ettiler ve onlar ki Allah yolunda cihad ettiler, İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur." (Bakara 2/218) beyanıyla, hicret edenlere ulaşacak olan rahmeti, onların umdukları İlâhî merhameti müjdelemektedir.
Diğer bir âyette de aynı müjdeler mealen şöyle beyan edilmektedir: "Sizden gerek erkek, gerek kadın hayır işleyen hiçbir kimsenin çalışmasını zayi etmem. Çünkü siz birbirinizdensiniz, birbirinizden farkınız yoktur. Benim rızam için hicret edenlerin, vatanlarından sürülenlerin, Benim yolumda işkenceye, zarara uğrayanların, Benim yolumda savaşanların ve öldürülenlerin, elbette kusurlarını örtecek ve elbette onları Allah tarafından mükâfat olarak içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim. En güzel mükâfatlar Allah'ın yanındadır." (Al-i İmran 3/195)
Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem), önüne çıkan bütün engelleri aşarak hicret etme fedakârlığını gösterebilen babayiğitleri, şu güzel neticeyle müjdeler:
"Şeytan, Müslüman olmak isteyenin, cihada çıkmak isteyenin ve hicrete niyetlenenin yoluna oturur. Her birini, gidecekleri yerden döndürecek sebepleri söyleyerek alıkoymaya çalışır. Kim şeytanın vesveselerine rağmen yolundan vazgeçmeden devam eder de giderse, bu kişi şayet öldürülürse, boğulursa, bineğinden düşerek kazaen ölürse, Allah Teâlâ'nın üzerine haktır ki onu Cennet'e koysun." (Tirmizi, Cennet 4; Ahmed b. Hanbel 5/240)
6. Hicret, İnsanları Yeniler
İnsan, bulunduğu yerde zamanla eskir. İnsanlık gereği geçmişte yaptıkları hatalarıyla anılır. Dolayısıyla komşuları, çevresi, ana-babası ve akrabaları tarafından ya dünkü çocuk veya şöyle böyle yapmış bir kişi olarak anılır. Ancak hicret düşüncesiyle gittiği yerde âdeta sıfır kilometre olur. Başkaları tarafından kabulü daha kolay olur. Mazisiyle yâd edilmez. Çocukluk günlerinde yaptığı küçük hatalarla anılmaz. Bu da muhacire, anlatacağı şeylerin tesirinde önemli bir güç vermiş olur. Nitekim hicret eden Ashab'a baktığımızda bunu oldukça net olarak görmemiz mümkün. Mekkeliler Hz. Bilal'e siyahî bir köle olarak bakıyorlardı. İbn Mes'ud'un yanlarında bir değeri yoktu. Zeyd b. Harise azatlı da olsa netice itibariyle bir köleydi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebu Talib'in yetimiydi... Ancak Medine döneminde durum tamamen farklı oldu. Onlar Medine'de birer efendi olarak karşılandı, köleliklerinden herhangi bir eser kalmadı, birer muallim ve üstad olarak kabul edildiler. Zira hicret, onların hayatlarında bereketli ve yeni bir sayfa açtı.
7. Yeni İhtidalara Vesiledir
Bir insanın, doğruyu bulmasına ve tevhid hakikatine ulaşmasına vesile olmak, Güneş'in üzerine doğup-battığı her şeyden daha kıymetlidir. Hicret diyarında Muhammedî ahlâkı temsil eden bir muhacir, sözden daha tesirli olan güzel bir temsille, gittiği yerlere hakiki insanlığı götürecektir. İslâm'ın bu güzel yüzüyle karşılaşan insanların böyle bir kaynağa ilgi duymamaları mümkün değildir. Bu ilgi, onları yakından tanımaya, yakından tanıma da yaratılış gayesine göre bir insan olmaya götürmüş olacaktır. Hicretiyle böylesine yüce bir işe vesile olan muhacir, başka hiçbir amelle ulaşamayacağı ebedî kazancı elde etmiş olur.
8. Dünya ve Âhirette Haseneye Ulaştırır
Yüce Kitabımız, mü'mine, Allah'tan "hasene" vermesini istemesini tavsiye eder. Hasene, mü'min hakkında hayırlı olan, elde ettiğinde pişmanlık duymayacağı her türlü hayırlı şey demektir. Böyle bir istek o kadar önemlidir ki, kıldığımız her namazda: ???????? ?????? ??? ?????????? ???????? ????? ?????????? ???????? "Ey bizim kerim Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver..." diye dua ederiz ki, işte hicret, Rabb'imiz'den vermesini istediğimiz bu "hasene"yi bize kazandırmaktadır. Nitekim hicret edenlere verilecek mükâfat haber verilirken:
??????????? ????????? ??? ??????? ???? ?????? ??? ???????? ?????????????????? ??? ?????????? ???????? ?????????? ?????????? ???????? ???? ??????? ???????????
"hasene" olarak nitelendirilmiştir. (Âyetin meali: "Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada 'hasene/güzel bir yere' yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi!" Nahl, 16/41)
Sonuç
Kur'ân-ı Kerîm'de iman-hicret-cihad genelde bir a¬rada zikredilmiştir. Âdeta hicret ve cihad, iman etmenin bir neticesi gibidir. Ve hicret yolu kı¬yamete dek açıktır. Hicret, zengin olmaya, dünya nimetlerine kavuşmaya, yeryüzünde söz sahibi olmaya, mükâfatı son derece büyük bir ecri Allah tarafın¬dan almaya vesiledir. Hicret, gerçek mü'minliğin alâmeti, Allah katında en üst mertebeye erme ve kurtuluşu kazanmaya vesiledir. Hicret, affedil¬meyecek günahların affına ve gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin aklından dahi geç¬meyeceği derecedeki sürprizlerle dolu Cennet'e girmeye vesiledir. Hicret, bütün şartların sıkıştırdığı ve yeryüzünün yaşanmayacak kadar dar bir hâle geldiği yerde, mü'minin önüne çıkan alternatif bir açılım vesilesidir. Hicret, inancın, mefkûrenin ve kültürün, dünyanın değişik yerlerine taşınmasına, her tarafın bu tatlı esintilerden istifade etmesine açılmış bir yoldur.