« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

22 Eki

2012

9

Prof. Dr. Faruk SÜMER 01 Ocak 1970

G İ R İ Ş
A. ORTA ASYA'DAKİ ESKİ TÜRK KÜLTÜRÜ.
En eski Türk kavmi Çinlilerin Hiong-nu adını verdikleri kavimdir. Bu
kavim M.Ö. III. yüzyıl ile M.S. II. yüzyıl arasında Çin seddinden Batı Tür¬
kistan'a kadar uzanan yerlere hâkim olmuştu. Hiong-nu'ların mükemmel bir
askerî teşkilâtları vardı ki, bunun esasları Osmanlı İmparatorluğu da dahil
olmak üzere, bütün Türk devletlerinde devam etmiştir. Osmanlı devleti* birçok
gelenekler ile birlikte Hiong-nu'lardan gelen sağ kol ve sol kol nizamını mülkî
idarede de kullanmıştı (meselâ Rumeli'nin sağ kol ve sol kol kadıları). Çinliler
Hiong-nular'a mukavemet edebilmek için ordularını onlarınki gibi yeniden
düzenlediler. Bu cümleden Çinliler savaş arabalarını kaldırarak yerine Hiong-
nular'ınkinin aynı olan atlı sınıfı vücuda getirdiler ve Hiong-nu askeri kıyafetini
de kabul ettiler.
Hiong-nular, gayet iyi teşkilâtlanmış ve disiplinli ordulara malik olduktan
başka kendilerine has bir sanatları da vardı. Bu sanat bilhassa üslûblaştırılmış
at, geyik ve kaplan gibi, hayvan şekilleri biçiminde bronzdan yapılmış levhalar
ile kendini göstermektedir. Bu levhalar başlıca kılıç kayışlarının üzerinde düğme
ve kopça olarak bulunmakta, yahut bir mızrak veya bayrağın sapını teşkil
etmektedir. Bazı levhalar üzerinde de iki atın birbiri ile yahut bir at veya bir
geyiğin kaplan, ayı veya muhayyel bir hayvan ile mücadelesi görülmektedir.
Hiong-nu beylerine ait mezarlardaki kumaş parçalarında da bu hayvan şekil¬
lerine rastgelinmiştir. Menşei M.Ö. VI. yüzyıla kadar görtürülen bu Hiong-nu
sanatının Çin sanatına kuvvetli bir şekilde tesir ettiği de meydana konmuştur.
Hiong-nu'lara ilk önce Siyen-piler, sonra da Avarlar halef oldular. Avarlar
Hiong-nu sanatını başlıca hususiyetleriyle kuvvetle devam ettirmişlerdir;
hattâ Gök-Türklerin hücumlarına dayanamıyarak Avrupa'ya göç ettiklerinde
bu sanatı da beraberlerinde götürdüler. Macaristan'da yapılmış olan arkeolojik
kazılar neticesinde Avarlar'a ait birçok sanat eserleri ele geçirilmiş ve bunların
Hiong-nu sanat eserleri vasfında oldukları görülmüştür. Özengiyi de Avrupalılara
Avarların tanıttığı kuvvetle tahmin edilmektedir.
VI. yüzyılın ikinci yarısının başında Orta Asya'nın siyasi hâkimiyeti Gök-
Türkler'in eline geçti. Gök-Türkler Çin seddinden Hazar denizine kadar uzan¬
mak üzere, o zamana kadar görülmemiş derecede büyük bir imparatorluk
kurdular. Türkçe konuşan kavimlere umumi bir isim olarak Türk adının veril¬
mesi bu mühim siyasî hadise neticesinde olmuştur. Bundan önce Türk adı,
sadece türkçe konuşan kavimlerden birisine ait idi. Gök Türkler'in yalnız siyasî
tarihimizde değil, Türk kültür tarihinde de mühim bir mevkileri vardır. Bu
Türk kavmi 38 harften müteşekkil bir alfabeye sahip idi. Onlar bu yazıları ile
bize Türk diline ait değerli metinleri bırakmışlardır. Bu metinler türkçenin o
devirde oldukça zengin ve gelişmiş bir dil olduğunu göstermektedir.
Gök Türkler devrinde Türkler arasında yerleşik hayata geçiş faaliyetlerinin
arttığı görülmektedir. Onlar şehri "balık" kelimesi ile ifade ediyorlardı. Bu
devirdeki şehirler arasında Toğu-Balık ve Beş-Balık'ın büyük bir şöhreti vardı.
Bunlardan Toğu-Balık asıl Gök Türk yurdunda, Tula (Toğla) ırmağı kıyısında
idi. Güney batıda bulunan Beş-Balık ise mühim bir ticaret ve ziraat bölgesinin
merkezi idi. Kuzeyde Yeni-Sey bölgesinde de canlı bir ticaret ve ziraat faa¬
liyetinin varlığı anlaşılmaktadır. Bu bölgede de GökTürk yazısı ile yazılmış
pek çok türkçe metinler bulunmuştur.
VIII. yüzyılın ortalarında Gök-Türkler'in yerini diğer bir Türk kavmi
olan Uygurlar aldılar. Uygurlar Çin seddinden Balkaş'a kadar uzanan yerlere
hâkim idiler. Bunların ikinci hükümdarı olan Tanrıda Kut Bulmuş İl Etmiş
Bilge Kağan (745-759) Selenge ırmağı kıyılarında Ordu-Balığ adlı bir şehir
inşa ettirmişti. Bu kağanın halefi Alp Kutluğ Bilge Kağan (759-780) ise Mâni
dinini kabul etmiş ve bunun sonucunda Uygurlar arasında yerleşik kültür faa¬
liyetleri daha geniş ölçüde gelişmeğe başlamıştır. Lâkin komşu Türk göçebe elleri¬
nin sürekli saldırışları "Orkun" bölgesinde gelişmekte olan Türk kültürüne mühim
darbeler vurduğu gibi, Uygurlar'ın da bilhassa Tarım havzasına göçetmelerine
sebep olmuştur. IX. yüzyılın ikinci yarısında Tarım bölgesine gelen Uygurlar
burada kültür faaliyetlerini iyice ilerletmek imkânına kavuştular.
X. yüzyılda Türk âleminin en kültürlü kavmi Uygurlardı. Uygurlar burada
beraberlerinde eski yurtlarından getirdikleri Gök-Türk yazısını bir müddet
kullandıktan sonra, yazılarını kendi adları ile anılan başka bir alfabe ile yaz¬
maya başladılar. Uygurlar bu alfabelerini Soğd (Suğdak)lardan almışlardı.
XI. yüzyılda, Uygurların başlıca şehirleri şunlardı: Sülmi, Koçu, Can-Balık,
Beş-Balık, Yeni-Balık. X. yüzyılda Uygur hükümdarı Arslan Han'a gelen bir
Çin elçisinin müşahedeleri, Uygurların medeniyet seviyeleri hakkında bize tam
bir fikir vermektedir. Çin elçisine göre: "Uygur ilinde musikiye karşı büyük bir
ilgi vardı. Onlar altın, gümüş ve bakırdan güzel sanat eserleri yapıyorlardı.
Çiftçilik gelişmiş bir durumda idi. Topraklar açılan arklar ile sulanıyordu.
Burada ipekçilik, meyvacılık ve şarapçılık da inkişaf ettirilmişti. Uygurlar mü¬
kemmel kumaşlar dokuyorlardı. Onlar aynı zamanda iyi insanlardı". Ayrıca
Çinli seyyah Uygur sarayında müneccimlerin büyük bir nüfuzları olduğunu
kaydetmiştir ki, bunlar Osmanlılar da dahil olmak üzere, bütün Türk hane¬
danlarının saraylarında görülmektedir.
X. yüzyılda Türkler, Müslümanlarca hem göçebe, hem de yerleşik hayat
yaşayan, şehirleri çok bir kavim olarak tanınmıştır. IX. yüzyılda Türklerin
16 büyük şehirleri olduğu kaydedilmiştir.
Türklerin İslâmiyete girmeye başlamaları da X. yüzyılda olmuştur. Bu
hâdise tek bir silâh atılmadan cereyan etmiştir. Türk âlemi ile İslâm âlemi
arasındaki ticarî münasebetlerin gelişmesi ve Müslüman şeyhlerinin Türkler
arasındaki dinî propagandaları, Türklerin İslâmiyeti kabul etmelerinde başlıca
âmiller olmuşlardır. Bahsedilen asırda Müslümanlığı kabul eden Karahanlı hâne
danı aynı yüzyılın sonlarında, Samanlı devletine son vererek Maveraün-nehr'e
(başlıca Semerkand-Buhara bölgeleri) hâkim olmuştur. Karahanlıların resmî dilleri
başlıca türkçe olup, Uygur yazısını kullanıyorlardı. Bu hanedan devrinde Türk kül¬
türü yüksek bir seviyeye erişmişti. 1070 yılında Balasagunlu Yusuf Has Hâcib
tarafından Müslüman Türk edebiyatının en eski âbidesi olan Kutadgu-Bilig yazıl¬
mıştır. Bu eser ile 1074 yılında yazılmış olan Kâşgarlı Mahmud'un Divanu
Lûgat-it-Türk adlı kitabı yalnız Türk dili ve edebiyatı bakımlarından değil
aynı zamanda Türk kültür tarihi bakımından da en mühim kaynaklardır.
Kara-Hanlılar, hâkim bulundukları geniş ülkenin başlıca şehirlerinde, mescid,
medrese ve kervansaray (ribat) gibi içtimaî müesseseler vücuda getirdiler. Bu
binaların inşasında başlıca kerpiç ve tuğla kullanılmıştır.
Kara-Hanlıların batı komşuları olan Oğuzlar her türlü alâkamıza lâyık
bir Türk kavmidir. Çünkü, bu kavim doğrudan doğruya Türkiye Türklerinin
atasıdır. Yani Anadolu'yu açan, bu ülkede yurt tutan ve böylece Türkiye'yi
yaratan kavim Oğuzlar'dır. Bu sebeple Türkiye kültür tarihinin birçok mese¬
leleri esas itibariyle Oğuzların büyük fetih ve göç hareketlerinden önceki kültür
durumlarına bağlı bulunmaktadır.
Oğuzlar, X. yüzyılda Seyhun (Sir-Derya) boyları ile bu ırmağın kuzeyin¬
deki topraklarda yaşıyorlardı. X. yüzyılda Oğuzların başında yabgu (yani
kıral)nun bulunduğu bir devleti vardı. Bu devlet X. yüzyılın birinci yarısında
komşularına karşı başarılı savaşlar yapıyordu. Yabgunun kuzerkin (nâib),
sübaşı(ordu kumandanı), tarhan, inal, inanç v.s. isim ve ünvanlarını taşıyan yüksek
memurları vardı. Yabgunun paytahtı Seyhun ırmağının ağzına yakın bir yerde
bulunan Yeni-Kent idi. X. yüzyılda Oğuzların mühim bir kısmı göçebe olmakla
beraber bir kümesi de Seyhun'un aşağı yatağında yerleşik hayatı sürüyordu.
Buradaki başlıca şehirler, yabgunun oturduğu Yeni-Kent, Cend ve Huvâre
şehirleri idi. XI. yüzyılda Oğuzlardan diğer mühim bir kümenin aynı ırmağın
orta yatağında yerleşik yaşayışta bulunduğu görülmektedir. Göçebe Oğuzlar
bu yerleşik eldaşlarına istihfafla "yatuk" (yani tenbel) diyorlardı. Çünkü, göçebe
Oğuzlara göre, oturak Oğuzlar şehirlerinden dışarı çıkmazlar ve savaş yap¬
mazlardı. Bu ikinci yerleşik Oğuz kümesinin şehirleri şunlardı: Sabran, Karaçuk,
Karnak, Suğnak, Sitgün. Bunlardan Karaçuk'un X. yüzyıldaki adı Fârâb olup,
meşhur Türk filozofu Fârâbi buraya mensuptur. Buna göre Fârâbi bir Oğuz
Türk'ü olmalıdır. Adları sayılan bu şehirlere XII. yüzyılda kurulmuş olan
Barçınlığ Kent'i de, ilâve etmek lâzımdır: Bu şehir yine Seyhun kıyısında ve
Cend'e yakın bir yerde olup, şehir adını Oğuz hatunlarından Karmış Bay'ın
kızı ve Mamış Beg'in karısı Salur boyundan Barçın Hâtun'dan almıştır. Barçın
(İpek) Hâtun, kendisi için Seyhun boyunda gök çinili bir künbed yaptırmıştı.
Özbekler çağında bu künbete "Barçının gök (mavi) kâşânisi" deniliyordu.
Bu künbet ve onun etrafındaki şehir yıkıntısı XIX. yüzyılın sonlarında keşfedil¬
miştir. Korkunç Moğol istilâsı, Seyhun boyundaki kültür hayatına büyük bir
darbe vurmuş ve bütün bu şehirler birer harabe haline gelmişlerdir. Yapılan
arkeolojik araştırmalar neticesinde bu şehirlerin yıkıntıları bulunmuş ve elde
edilen buluntular, bu şehirlerde yüksek bir kültür hayatının var olduğunu göster¬
miştir. Meşhur âlim Biruni her yıl Harezmşah'ı ziyarete gelen bir Oğuz tabibini
tanımıştı. Bu tabib yanında otlardan hazırladığı bir takım ilâçları getirdiği
gibi, mumya yapmasını da biliyordu. Esasen Oğuzların tabibleri olduğunu ve
bunlara büyük bir hürmet gösterildiğini başka bir kaynak ile de iyice biliyoruz.
Biruni'nin kaydı, Selçuklular devrinde Türkiye'deki mumyacılığın menşeine
işaret etmesi bakımından önemlidir. Oğuzlar, mezarlarının üstüne topraktan
kubbemsi şekiller yapıyorlardı. Bunlar ile Selçuklular devrinin künbetleri ara¬
sında bir münasebet olsa gerektir. Fakat bu husus ne olursa olsun, Oğuzların
asıl kadınlarından Barçın Hâtun'un "gök çinili bir künbet" yaptırması künbet
yaptırma âdetinin daha Türkistan'daki yurtlarında iken Oğuz Türkleri arasında
yayılmış olduğunu ve mavi çiniyi de kullandıklarını ifade eder.
Oğuzlar, Türkistan'daki eski yurtlarında iken X. yüzyıldan itibaren kümeler
halinde, kendiliklerinden İslâm dinini kabul etmeye başlamışlar ve XI. yüzyılda
hepsi Müslüman olmuşlardır. Böylece onlar, XI. yüzyılda, Selçuklu ailesinin
başbuğluğu altında büyük fetih hareketlerine geçtikleri ve Anadolu'nun fethine
giriştikleri zaman tamamen bu dinde idiler.
Oğuzların İslâm dinine girmelerinde de, onların, komşuları olan Müslü¬
manlar ile çok sıkı ticarî münasebetleri âmil olmuştur. Esasen Oğuzların tüccar¬
ları da çok idi. Ayrıca Oğuz şehirlerinde Müslüman Sogdlar da yaşıyordu ki,
Oğuzlar bunlara Sukak diyorlardı. Türkiye türkçesinde kullanılan İranca asıllı
kelimelerin mühim bir kısmının Anadolu'ya geldikten sonra değil, Türkistan'daki
Oğuz şehirlerinde Soğdlar ile birlikte yaşama devrinden kalmış olduğu şüphe¬
sizdir.
B. ANADOLU'NUN TÜRKLEŞMESİ:
Bilindiği gibi, Oğuzlar Selçuklu ailesinin başbuğluğu altında İran'da bir
devlet kurduktan sonra 1071 Malazgirt savaşını müteakip Anadolu'nun mühim
bir kısmını fethederek bu ülkede yurt tuttular. Fakat bu fetih esnasında buraya
Oğuzların ancak bir kısmı gelmişti. Oğuzlardan bazı kümeler İran'da yurt
tutmuş oldukları gibi, onların pek mühim bir kısmı da Seyhun boylarındaki
eski yurtlarında kalmıştı. Selçuklu hâkimiyeti Anadolu, İran ve Türkistan'ı
birbirlerine çok sıkı bir şekilde bağladı. Çünkü, Türkistan'daki asıl Oğuz yurduna
bitişik olan ve aynı zamanda kendi içinde de kalabalık bir Oğuz kümesi bulunan
Harizm doğrudan doğruya Selçuklular tarafından idare edildiği gibi, Mave-
raünnehr'deki Kara-Hanlı sülâlesi de Selçukluların nüfuz ve hâkimiyetleri
altında idi. Bu sebeple, Anadolu, Türkistan'ın bir uzantısı mahiyetinde olup,
arada kalan İran rahatça geçilebilen bir köprü vazifesini görüyordu. Anadolu'ya
yapılan Oğuz göçü bir buçuk asırdan fazla bir zaman dahilinde cereyan etti.
Bilhassa Moğol istilâsı Oğuzların Anayurtta kalanları ile İran'da bulunanlarından
pek büyük bir kısmının Anadolu'ya gelmesine sebebiyet verdi ve bu memleket
Oğuz elinin ezici çoğunluğunun yurdu oldu. Moğol istilâsı ile birlikte Şark
Türklerinden (bu arada Uygurlar) ve bizzat Moğollardan da mühim zümreler
Anadolu'ya geldi. Sonraları Timur bunların bir kısmını Türkistan'a götürmüştür.
Oğuz elini meydana getiren 24 boya ait yer adlarına ve teşekküllere ancak
tek bir ülkede rastgelinmiştir ki, bu ülke de Türkiye'dir. XV. ve XVI. yüzyıllara
ait Osmanlı tahrir defterleri, Anadolu'da Hıristiyan nufusun Türk nufusuna nisbet-
le ne kadar az olduğunu kat'i bir şekilde göstermektedir. Diğer taraftan Türkiye'¬
deki Hıristiyanlar arasında kitleler halinde Müslümanlığa dönme olayları görül¬
memiş olup, böyle bir hadisenin mevcudiyeti de hayrete şayan olurdu. Çünkü,
esasen tek Tanrıcılık inanışına mensup olanlar arasında kitle halinde dönmeler
nâdir olduğu gibi, onları İslâmi geleneğe uyarak himayesi altında bulunduran
devlet de, malî muvazenesinin bozulacağı kaygısı ile bu hususta Hıristiyanlar
üzerinde teşvik edici telkinlerde bulunmuyordu. XIV. yüzyıldan itibaren göç
hareketinin batıdan doğuya yani Türkiye'den İran'a olmak üzere aksi bir isti¬
kamet aldığı görülüyor. Bilhassa, Celâyirliler, Çobanlılar, Kara-Koyunlular,
Ak-Koyunlular ve Şii Safevi devletinin İran'da hâkimiyet kurmalarını sağlayan
bu göç hareketleri, İran Türklüğünü kuvvetlendirmiş, buna karşılık Anadolu'¬
nun doğu ve güney-doğu bölgesindeki Türk nüfusunun zayıflamasına sebep
olmuştur.
Moğol istilâsından sonra da, Türkistan ile Anadolu arasındaki münasebetler
devam etmiştir. Bu cümleden olarak Türkistan'dan Türkiye'ye âlimlerden, din
ve tarikat adamlarından, devlet memurlarından ve tacirlerden olmak üzere
pek çok kimseler gelmiştir. İran'a gelince, Türkiye'nin en sıkı münasebette
bulunduğu bu ülkeden de eskiden beri, okumuş kimseler sanatkârlar ve tacirler
gelmekte idi. Ancak XVI. yüzyıl başında Safevi devletinin kurulması üzerine,
bu üç ülke arasındaki münasebetler en asgari dereceye düşmüştür. Şiîlik, İran'ı
bir demir perde âlemi haline getirmişti. Mamafi, bu durum, Azerbaycan Türk¬
leri arasında çıkmış olan Âşık Garib, Kerem ile Aslı, Arzu ile Kanber gibi
birtakım halk hikâyelerinin Anadolu'da yayılmasına ve XVII. yüzyıldaki ünlü
Celâlilerden birisi olan Köroğlu'nun İran ve Türkmenistan Türklerinin de
millî destan kahramanları olmasına mani olamamıştır ki, bu pek şayanı dikkat
bir keyfiyettir. Daha eski zamanlarda her üçü de, Oğuz (Türkmen) elinden
olan Türkiye, İran ve Türkmenistan Türklerinin millî destanları Dede-Korkut
destanları idi.
Yukarıda da söylendiği gibi, Anadolu'ya vuku bulan Türk göçü uzun bir
zaman devam etmiştir. Türkiye türkçesinde başta çiftçilik ve bağcılık deyimleri
olmak üzere, ev hayatına ve diğer yerleşik kültür faaliyetlerine ait türkçe keli-
melerin pek çoğuna, Türkistan'da, Türk göçünden önce veya bu göç esnasında
yazılmış eserlerde ve eski Türkistan türkçesinde rastgelinmektedir. Bu husus
Anadolu'ya göçebe Türklerinin yanında, yarı yerleşik ve tam yerleşik hayat
yaşayan Türklerin de gelmiş bulunduklarına şüphe bırakmıyor. Diğer taraftan
yine Türkiye türkçesindeki iranca asıllı maddi kültür kelimelerinden önemli
bir kısmının Türkistan'dan getirildiği muhakkaktır. Yerleşik unsurun Türkiye'ye
gelmesinede, kendi göçebe unsurundan ayrılmamak ve Türkiye'de iyi imkânlar elde
etmek hususları yanında, başka göçebe kavimlerin Seyhun bölgesini istilâları
ve bilhassa Moğol istilâsı başlıca âmiller olarak sayılabilir. Moğol istilâsının,
Seyhun boyundaki Oğuz yerleşik bölgesi de dahil olmak üzere, Türkistan'daki
yerleşik kültür hayatına pek büyük bir darbe vurduğunu ve yıllarca bu mem¬
lekette açlık ve sefaletin hüküm sürdüğünü kesin olarak biliyoruz. Türkistan'daki
yerleşik Oğuz ve diğer Türk halklarından bir kısmı Moğol kılıcı altında ölmemek
ve onlara tutsak düşmemek için kaçmaktan başka çare göremedi. Moğol
kasırgasının İran'ı da altüst etmesi üzerine biricik emin ülke olarak Türkiye
kalmıştı.
Türkler, Anadolu'ya vukubulan bu göç esnasında malik oldukları her
nesneyi bu ülkeye getirdiler. Yani çadırlarını, orta boylu fakat uzun yola daya¬
nıklı ve süratli atlarını, bazı hususiyetleri olan koyunlarını, develerini, kağnı¬
larını, başta millî silâh ok olmak üzere silâhlarını, kıyafetlerini, destanlarını,
edebî değerlerini, törelerini, kısaca göçebe ve yerleşik hayatlarına ait maddî ve
manevî kültür değerlerinin hepsini Anadolu'ya getirdiler. Bu arada millî eserler
olan Kutadgu Bilig, meşhur Türk sûfisi Ahmed-i Yesevi'nin manzumeleri, Atebet ul
Hakayık, Ali Şir Nevai'nin eserleri ve Türkistan'da yazılmış diğer birçok eserler
de Türkiye'ye geldi. Kâşgarlı'nın eserinin biricik nüshası da Türkiye'de bulun¬
muştur. Yalnız bu eser Türkiye'ye Mısır'dan getirilmişti.
1
Türkiye'deki Yesevilik, Bektaşilik, Mevlevilik ve Nakşibendilik gibi mühim
tarikatların kurucuları veya onların mümessilleri de, Türkistan ve Horasan'dan
gelmişlerdir.
Böylece Anadolu'ya gelen Türklerin bir yandan nüfuslarının yerli unsurlara
nisbetle kat kat fazla olması, öbür yandan kuvvetli olan harsları ile Anadolu
tam bir Türk yurdu hüviyetini aldı ve belirgin ve kesin bir şekilde Türklük
vasıflarını kazandı.
Türkler Anadolu'ya gelirken tamamen Müslüman idiler. Bu sebeple onlar
millî kültürlerinin yanında dahil oldukları İslâm medeniyetinden aldıkları
unsur ve müesseseleri de birlikte getirdiler. İşte bundan ötürü, onlar esasen
ileri ve nüfusu fazla olmayan yerli halktan her hangi bir nesne almak lüzum
ve ihtiyacını duymadılar.
Bizans'a gelince, bu devlet ile Selçuklular arasında daimi bir düşmanlık
vardı. Türk-Bizans sınırında her zaman mevcut olan şey savaş idi. Bu yüzden
Türk-Bizans sınırındaki Türkler "uç Türkmenleri" olarak her yerde büyük bir
ün kazanmışlardı. Buna karşılık Anadolu Türkleri muhtaç oldukları müessese
ve elemanları doğudan (İran) kolayca temin ediyorlardı. Çünkü, onlar Ana-
dolu'nun hâkim bulundukları kesimini İslâm âlemine dahil ettikleri gibi, İran,
Suriye ve Irak'da uzun bir zaman Selçuklu hanedanının idaresi altında idi.
Selçuklu devrinde dahi, Emevilerde olduğu gibi, devlet idaresinde Hıristiyan
memurlara rastlanmaz ve ilim adamları görülmez.
Türkiye kültür tarihini her milletin tarihinde olduğu gibi siyasi devirlere
uygun olarak yazmak gayet münasiptir. Çünkü, siyasi devreler bizim kültür
tarihimizde de birbirinden farklı hususiyetler meydana getirmiştir.
I. SELÇUKLULAR DEVRİNDE TÜRK KÜLTÜRÜ
1071'deki Malazgird savaşını takibeden 5-10 yıl içinde Anadolu'nun hemen
hemen her tarafı fethedildi. Türkiye Selçukluları devletinin kurucusu Süleyman
Şah (öl. 1086) İznik'i payitaht yaptı. Fakat, aynı asrın sonlarında vuku bulan
I. Haçlı seferi Selçukluların orta yaylaya çekilmelerine sebep oldu. Konya, bir
daha değişmemek üzere hükümet merkezi yapıldı. Haçlılar sayesinde Batı
Anadolu ile Marmara havzasını ve diğer bazı kıyı bölgelerini geri alan Bizanslı¬
lar büyük bir ümide kapıldılar: I. Haçlı seferi yüzünden zayıflamış olan Türk¬
leri hiç olmazsa Fırat'ın ötesine atmak. Hukuken Selçuklu sultanlarının tabiî
olan Danişmend oğullarının Selçuklulara karşı rakip bir duruma yükselmeleri,
Bizanslıların ümidini ziyadesile artırmıştı. Bizans imparatorları bu maksatla
Selçukluların üzerine birçok seferler yaptılar. Fakat II. Kılıç Arslan (1155—
1192), saltanatının ilk buhranlı yıllarından sonra, büyük dirayeti ve tükenmez
enerjisi ile ilk önce Danişmend oğullarını ortadan kaldırdıktan sonra kendi
üzerine yürüyen Bizans imparatoru Manuel Komnen'i 1176'da Kumdanlı'da
(Myriokephelon) ağır bir bozguna uğrattı. Kılıç Arslan kazandığı bu parlak
zafer ile yalnız Bizans'ın Anadolu'yu geri almak ümidini kırmakla kalmamış
aynı zamanda ona ağır bir darbe de vurmuştu. Artık bu hâdise ile Selçuklu ve
Bizans tarihlerinin mukadderatı belli olmuştur. Kılıç Arslan'ın Danişmendlileri
ortadan kaldırması ve Bizanslıları yenmesi, Türkiye'nin kültür tarihi bakımın¬
dan da pek mühimdir. Çünkü, Kılıç-Arslan'ın bu zaferleridir ki, Anadolu'yu
siyasî istikrara kavuşturmuş ve bu da medenî faaliyetlere girişilmesi ve bu arada
kültür hareketlerinin esaslı bir şekilde başlaması imkânını sağlamıştır.
Kılıç Arslan'ın halefleri, Selçuklu ülkesine her istikamette yeni top¬
raklar kazandırdılar. Bunlardan bilhassa Alâaddin Keykubad (1220-1237)
Selçukluların Kanuni'si olup, zamanı, sonraki ızdırap yıllarında özlemle anıl¬
mıştır. Türkiye'de adı unutulmayan tek Selçuklu hükümdarı da budur. Alâaddin
Keykubad'ın halefi II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246), zayıf bir şahsiyet
olmasına rağmen, Selçuklu devleti haiz olduğu kudret sebebiyle bu hükümdarın
zamanında en geniş hudutlarına ulaştı. Batıda Denizli ve Kütahya, doğuda
Erzurum ve Diyarbekir, Selçukluların sınır şehirleri olmuş, Çukurova'daki
Ermeni kırallığı, Halep Eyyübileri, Trabzon Komnenleri, Artuklu beyleri ve
hattâ İznik Rum devleti, Selçukluların vergi veren tabileri haline gelmişlerdir.
Şam'da dahi Selçuklu hükümdarı adına
hutbe okunmaya başlanmıştı.
Hülâsa, Selçuklu devleti bu tarihte Yakın-Doğu'nun en kuvvetli devleti
durumuna yükselmişti. Lâkin, bu zahiri bir görünüş olup, devlet manen zayıf
bir halde idi. Eski değerli beyler kalmamış, genç olduğu derecede liyakatsiz ve
birtakım zaaflar ile malûl olan sultan da etrafına birtakım adi kimseleri topla¬
mıştı. Bu sebeple, Selçuklu ordusu 1243 yılında Sivas'ın takriben 80 kilometre
doğusunda bulunan Kösedağ'da, kendisinden sayıca epeyce az olan Moğol
ordusuna utanç verici bir şekilde yenildi. Bu mühim hâdise üzerine Selçuklu
devleti Moğolların tabiiyeti altına düştü ve zamanın müverrihinin ifadesiyle
"inhitat, zillet ve feryad devri başladı". Selçuklu devletinin putperest ve mede¬
niyetçe geri olan Moğolların hâkimiyetine girmesi, Türkiye'de derin yaralar
açtı. Fakat bunların tedavisi ve devletin eski kudretini elde etmesi için ciddî hiçbir
şey yapılmıyordu. Gerçi, Türkiye'nin zamanın şartları, cemiyetin kuvveti ve
evvelce almış olduğu müsbet istikamet yüzünden, iktisadî ve kültürel gelişmesi
durmamış ise de, liyakatsiz sultanlar ve tam bir manevî sukutun içinde bulunan
ekserisi muhacir İranlı veya onların oğulları olan idareciler yüzünden devlet,
günden güne zayıflıyordu. Nihayet öyle bir hale geldi ki, Moğollar 1277'de
fiilen idareyi ellerine aldılar. Bu ise memlekette, daha geniş ölçüde siyasî ve
içtimaî buhranların artmasına sebep oldu. Bu durum uzun bir müddet devam
ettiği taktirde, Türkiye'nin, İran gibi, her istilâya kapısı açık olarak, asır¬
larca ızdırap çekmesi mukadderdi. Bereket versin, Türkiye'nin, Moğollar ile
mücadele edebilecek, kalabalık sayıda ve aynı zamanda iç kuvvetleri sarsılmamış
pek mühim bir unsuru vardı. Bu unsur, Türkiye'nin fethedilmemiş yerlerinin
fâtihleri ve beylikleri devrinin yaratıcıları olan Türk göçebe unsuru yani' Türk¬
menler idi. Filhakika, Moğol istilâsı yüzünden Türk cemiyetinde husule gelen
yaraları onlar kapamışlar ve bu cemiyetin her sahada mühim hamleler yap¬
masını sağlıyacak şartları hazırlamışlardır. XIV. yüzyılın başında Selçuklu
devleti o kadar ehemmiyetsiz bir duruma düşmüştü ki, son Selçuklu hükümdarı
II. Gıyaseddin Mes'ud- 1307 yılında öldüğü zaman
bu, bizzat hükümet
merkezinde bile en küçük bir heyecan husule getirmemişti. Türkmenler Tür¬
kiye'nin her tarafının Moğol hâkimiyeti altında kalmasını önlediler. Türkmen¬
ler, bu arada Selçukluların yeniden fethedemedikleri Batı Anadolu ve Mar¬
mara havzasını da ellerine geçirip oralarda devletler kurdular.
1 - Selçuklularda devlet teşkilâtı:
Selçuklu devri, en umumî bir ifadeyle Türkiye'nin kuruluş devrini teşkil
eder. Bu böyle olmakla beraber, bu devirde her sahada mühim ilerlemeler ve
gelişmeler kaydedilmiştir.
Selçuklu devletinin mükemmel bir teşkilâtı vardı. Bu teşkilât eski Türk
devlet müesseseleriyle İslâmi devlet an'anelerinden meydana gelmiştir.
İlk önceleri (Büyük Sultan) sonraları (En Büyük Sultan) ünvanlarını taşıyan
Selçuklu hükümdarları, eski Türk türesine uyarak oğullarını, onların yetiştiril¬
melerine memur edilmiş atabeylerin refakatinde olarak vilâyetlerin idaresine
gönderiyorlardı. Asırlardan beri sürüb gelen Türk devlet hukukuna göre,
ülke hanedanın müşterek malıdır. Selçuklular da bu geleneğe sıkı bir şekilde
bağlı kaldılar. Türkiye Selçuklu hanedanının en büyük hükümdarlarından
olan II. Kılıç-Arslan (1155-1192) ölmeden önce 11 oğluna ülkesini paylaştır-
mıştı. Türk devletlerinin zayıflama ve ortadan kalkmasında pek mühim bir âmil
olmuş bulunan bu telâkki Selçuklulardan sonra da devam etmiştir. Atabeylik,
Selçuklu devletindeki yüksek memuriyetlerden birisi idi. Beylerbeyi ise Selçuklu
ordularının baş kumandanı idi. Vilâyetler Subaşı (ordu kumandanı), denilen
askerî valiler tarafından idare edilirdi. Sübaşılardan sonra, küçük rütbeli zabitler
(meselâ elli başılar) ve nihayet sipahiler geliyordu. Devletin mülkî idaresinin
başında sahib yahut sâhib-i âzam denilen vezir bulunurdu. Tuğra, Oğuz türk-
çesinde hükümdarın alâmeti demekti. Selçuklularda, başlıca yüksek memur¬
lardan birisi olan tuğrai resmi evraka sultanın tuğrasını kordu. Selçuklularda,
bir de saltanat nâibliği memuriyeti görülmektedir. Bunun eski Oğuz yabgularının
küzerkin memuriyetiyle münasebeti olması mümkündür. Beylerbeyiler, subaşılar,
atabeyler ile vezir, tuğracı ve diğer yüksek mülkî memurların mevkilerinin
derecelerine göre uluğ, bilge, inanç, tuğrul, tiğin, alp v.s. gibi türkçe ünvanları
vardı.
Selçuklular, Anadolu'ya o zamana kadar bu ülkede bilinmeyen mirî toprak
sistemini getirdiler. Bu sisteme göre, şehir ve kasabalardaki bahçe, bağ ve
bostanlar müstesna olmak üzere, bütün toprakların mülkiyeti devlete ait idi.
Toprağa tasarruf edenler kiracı durumunda bulunuyorlardı. İşledikleri topraklar
yalnız oğullarına intikal edebilirdi. Ancak toprağı işlemiyenlerin elinden tasarruf
ettikleri yerler alınırdı. Bu mîrî sistem hemen hiç değişmiyerek beyliklere ve
bu arada Osmanlılara da intikal etmiştir.
Selçuklular aynı zamanda askeri ikta sistemini de getirdiler. Bu sistem
esasen mîrî olan muayyen toprak parçalarının, devlete ait vergilerinin hizmet
karşılığı olarak ordu mensuplarına tahsisi idi.
2 - İçtimai hayatın gelişmesi :
Selçuklu fethi Anadolu'nun tarihinde yeni ve mes'ud bir devir açtı. Fil¬
hakika, Sasani-Bizans ve onu takib eden Arap-Bizans mücadelesi bu ülkeyi
harap ve perişan bir duruma düşürmüştü. Türk fethi ve Selçuklu devletinin
kurulması üzerine bilhassa orta yayla görülmemiş bir gelişmeye mazhar oldu.
Bizans devrinde birer sönük kasaba mahiyetinde olan Orta Anadolu şehirleri
Selçuklu devrinde içlerinde her türlü faaliyetlerin cereyan ettiği büyük merkezler
haline geldi. Daha XII. yüzyılın sonlarında Konya yabancı ziyaretçiler tarafın¬
dan "muhteşem" ve güzel bir şehir" olarak tasvir edilir. Türkler birçok şehirleri
hemen yeniden inşa etmişler ve bazı yeni şehirlerde kurmuşlardır. Bu inşaatta,
Türkistan'da olduğu gibi kerpiç ve tuğla, kullanılmıştır. Zamanımızda bile
birçok Türkistan şehirleri ile Anadolu şehirleri arasında mevcut olan benzer¬
lik gezginlerin dikkatini çekmiştir. Türkler tarafından yapılan veya geliştirilen
şehirlerden birisi olarak bilhassa Aksaray, Konya ile her bakımdan rekabet
edecek derecede gelişmiştir. Buraya Azerbaycan'dan âlimler, tacirler ve gaziler
celbedilmiştir.
Selçuklu devrinde büyük gelişmeler göstermiş başlıca şehirler şunlardır:
Konya (başkent), Aksaray, Ankara, Kayseri, Sivas, Amasya, Tokat, Niğde,
Kırşehir, Erzincan, Kastamonu, Antalya. Bu şehirler dinî ve ilmî müesseseler,
saraylar, köşkler ve ticaret hanları ile süslenmişti. Büyük şehirlerde her türlü
ticaret emtiasının tacirleri (meselâ şekerciler, ipekçiler) ayrı ayrı hanlarda
oturuyorlardı.
Selçuklu idaresi altında bulunan halk, hâkim nüfusu teşkil eden Türkler
ile, Rum ve Ermeniler ve az miktarda Süryanilerden meydana gelen Hıristiyan-
lardı. Hıristiyanlara, Osmanlı devrinde olduğu gibi büyük bir müsamaha göste¬
rilirdi. Bununla ilgili olarak bizzat Hıristiyan tarihlerinde mühim kayıtlar vardır.
Yalnız onlar devlet hizmetinde istihdam edilmemişlerdir. Hıristiyanlar bilhassa
şehirlerde fazla idiler. Çünkü burada kendilerini daha fazla emniyette hissediyor¬
lardı. XIII. yüzyılın ikinci yarısında Türkler şehirlerde de ekseriyeti almışlardı.
Bahsedilen zamanda büyük şehirlerde şimdi ahi dediğimiz teşkilâtlı san'atkâr
ve esnaf yapan zümreleri görülmeğe başladı. Tanıdığımız en eski ahiler,
türkçe veya Müslüman isimleri taşımaktadırlar. Ahiliğin XIV. yüzyılda daha da
gelişmiş olduğu ve Türkiye'nin hemen bütün şehirlerinde bulunduğunu biliyoruz.
3 - İktisadi hayat :
Türkiye Selçuklularında ilk para bastıran I. Mes'ud olup (1113-1155),
bu para mangır yani bakır para idi. Halefi I. Kılıç-Arslan gümüş para bastır¬
mıştır ki, Selçuklular da bu gümüş paraya, Gök-Türkler gibi, akça diyorlardı.
Sonra bu kelimeyi aynı anlamda olarak Osmanlılar da kullanmışlardır. Son
zamanlarda II. Kılıç-Arslan'ın altın parası da bulunduğu gibi, oğlu Rükneddin
Süleyman Şah'ın da altın para bastırdığı anlaşılmıştır. Halbuki bugüne kadar,
Türkiye Selçuklularında yalnız Alâaddin Keykubad'ın altın para bastırdığı
sanılıyordu. Bu husus, Selçuklu devletinin daha II. Kılıç-Arslan devrinde sağlam
iktisadî temellere oturmuş olduğunu gösteren kuvvetli delillerden birisidir.
Selçuklu hükümdarları memleketin iktisadî hayatını geliştirmek için büyük
gayretler sarfettiler. Onların Hıristiyanlara bile ekmeleri şartı ile verimli topraklar
dağıttıkları ve tohumluk hububat ve ziraat âletleri verdikleri görülmektedir.
Anadolu, Türk fethi ile İslâm âlemine dahil olunca coğrafî durumundan ötürü
milletlerarası ticarî münasebetlerin başlıca mübadele bölgelerinden birisi haline
gelmişti. Onlar bunu farkettikleri gibi, ticaretin hazine gelirinin artmasında ne kadar
mühim bir âmil olduğunu anlıyarak bunu geliştirmek çarelerini aradılar; ticaret
erbabını himaye ettiler ve hattâ bu uğurda seferler bile yaptılar. Alâeddin Key-
kubad'ın 1222 yılında beylerbeyi Hüsameddin Çoban Beyi Kırım'daki Sudak'ın
fethine göndermesi bu hususta dikkate değer bir misaldir. Ayrıca devletin birçok
ahvalde tacirlerin ziyaa uğrayan mallarını ödediğini biliyoruz. Tüccarın hi¬
mayesi ve ticaretin gelişmesi hususunda devletin giriştiği pek şayanı dikkat
teşebbüslerden birisi de ticaret yollarında kervan saraylar inşa ettirmesidir.
Selçuklu kervansarayları, gerek inşa tarzları, gerek gördükleri vazifeler bakı¬
mından, dünyanın hiçbir yerinde eşi olmayan eserlerdir. Selçuk devrinin en
karakteristik âbideleri olan bu eserler birer kale gibi azametli ve sağlam yapı¬
lardır. Bunun sebebi ise kervanların eşkiya hücumlarına karşı emniyetlerini
sağlamak idi. Bilhassa kervansaraylara ait elimizde bulunan vakfiyelere göre,
bu kervan saraylara gelen ticaret kafileleri ücretsiz olarak misafir edilir ve
hayvanlarının da yemleri verilirdi. Bundan başka büyük kervansaraylarda,
yolcuların yıkanmalarına tahsis edilmiş hamamlar, ibadet etmeleri için, imamı
ve müezzini bulunan mescitler olduğu gibi, yolcuların ayak kabılarını yine
ücretsiz olarak tamir eden eskiciler, tabibler ve baytarlar da bulunuyordu.
Hattâ yolcuları eğlendirmek için bu kervansaraylardan bazılarında çalgı takımı
ile şarkıcılar ve rakkaseler de vardı. Kervansarayların bahsedilen bütün bu
hizmetlerini ifa edebilmesi için geniş bir memur ve müstahdem kadrosuna ihtiyaç
göstereceği tabiidir. Kervan saraylar sultanlar ve büyük devlet adamları tarafından
yaptırılmıştır. Bunların mühim bir meblâğ tutan masrafları tahsis edilen zengin
vakıflar ile karşılanıyordu. Bu kervansarayların en muhteşemleri Orta Ana¬
dolu'da bulunuyordu. İlk Kervan-saray da her medeni faaliyette olduğu gibi,
II. Kılıç-Arslan (1155-1192) tarafından yaptırılmış olup, Aksaray civarında
idi. Selçuklu hanedanın bugün halkın hafızasında kalmış biricik hükümdarı
olan Alâaddin Keykubad (1220-1237) da, Konya Aksaray arasında (Sultan
Hanı yapılışı: 1229) ve Kayseri-Sivas yolu üzerinde (bunun da adı Sultan-Hanı)
iki muhteşem kervansaray yaptırmıştır. Selçuklu devlet adamlarından Celâleddin
Karatay'ın Kayseri-Elbistan yolu üzerinde yaptırdığı (1240ç1241) kervansaray
da bunların en muhteşemlerinden birisidir.
4 - İlim hareketleri :
Yüksek ilimlerin tahsil edildiği yerler olan medreselerin İslâm âleminde
ilk şekillerine X. yüzyılda Horasan'da rastgelinir. Fakat medreseler asıl hüviyet¬
lerini büyük Selçuklu devleti veziri Nizam-ül-mülk'ün himmeti ile almışlardır.
Bizzat Nizam-ül-mülk 1067'de Bağdat'da ve sonra diğer büyük şehirlerde
medreseler kurmuş ve bundan sonra her yerde medreseler açılmış ve bu ilim
müessesesi gelişmiştir.
II. Kılıç-Arslan'dan sonra gelen Selçuklu hükümdarlarının hepsi tahsilli
insanlar idiler. Memleketin şartları dolayısile II. Kılıç-Arslan tahsil görmemiş
olmasına rağmen ilim adamlarına son derecede itibar gösterir ve onlara huzurunda
münazaralar yaptırırdı. Onun daima yanında bulundurduğu Kemaleddin adlı
bir feylezofu vardı. Oğlu Keyhüsrev (öl. 121 l)in en yakın dostu ise devrin
meşhur âlimlerinden Necmeddin İshak idi. Bu âlime, Keyhusrev'in oğlu İzzeddin
Keykâvus da büyük bir hürmet göstermiştir. Keykâvus'un halefi Keykubad ise
dirayetliliği kadar da kültürlü bir hükümdar olup, şöhretini duyduğu âlim,
şâir ve sanatkârı ısrarla payitahtına davet ederek, onlara ikramlarda bulunur
ve âlimler için medreseler ve zaviyeler inşa ederdi. Zamanın Ermeni müverrihi
bu hükümdara âlim sıfatını vermektedir. Bu hükümdarın çağdaşı ve tabii olan
Erzincan hükümdarı Mengücük oğlu II. Davud mantık, tabiiyat, ilahiyat,
riyaziyat ve nücum ilmine vâkıf bir insandı. Meşhur tabib ve müverrih Abdullâtif
Bağdadi birkaç yıl Davud'un sarayında yaşamış ve eserlerinden bazılarını ona
ithaf etmiştir. Selçukluların ilme verdikleri değeri şuradan da anlamak kabildir
ki, II. Kılıç-Arslan'dan başlamak üzere hükümdarlar ve devlet ricali tarafından
son zamanlara kadar, şehirlerde hattâ birçok kasabalarda medreseler
inşa edilmiştir. San'at tarihi mütehassısları bu medreseleri, başlıca eyvanlı ve
kubbeli olmak üzere iki kısıma ayırarak tetkik etmektedirler.
Selçuklularda ilk medreseler, siyasî istikrarın teessüsü ile kültür faaliyet¬
lerinin başladığı II. Kılıç-Arslan devrinde kurulmuştur. Kılıç-Arslan'ın selefi
I. Mes'ud'un (öl. 1155) herhangi bir medrese inşa ettiği hakkında bilgi yok
ise de bu hükümdarın çağdaşı Danişmend hükümdarı Yağı Basan'ın Niksar'da
bir medrese yaptırmış olduğunu biliyoruz. Kılıç-Arslan biri Konya ve diğeri
Aksaray'da olmak üzere iki medrese yaptırdığı gibi, emirlerinden Altun-Aba'da
yine Konya'da bir medrese bina ettirmiştir. Aksaray medreselerinden yetişen
âlimler, XIV. yüzyılda Suriye ve Mısır'da bile büyük bir itibar görmüşlerdir.
Bundan sonra, az yukarıda işaret edildiği gibi, her tarafta medreseler inşa edil¬
meye başlanmıştır ki, bunların adları uzun bir liste tutar. Burada bunların en
bellibaşlılarından birkaçının adı zikredilmiştir. Konya: Sultaniye medresesi
(II. Kılıç-Arslan), Altun-Aba medresesi (1202 de veya daha önce), Sırçalı medrese
(1242-1243), İnce Minareli medrese (1252-1253), Karatay medresesi (yapılışı
1251), Atabekiyye medresesi (1251'den sonra); Kayseri: Hunat (Hond) Hatun
medresesi (1237-1238); Sahibiye medresesi (1267-1268); Sivas: Gök medrese
(,1271), Buruciye (1271-1272), Çifte minare medresesi (1271); Kırşehir: Caca
oğlu medresesi (1272), Tokat: Gök medrese (1275), Ankara: I. İzzeddin Key-
kâvus (1211-1220), Antalya: Ertokuş medresesi. Türkiye medreselerinde, diğer
ülkelerde olduğu gibi, başlıca, hadîs, tefsir vefıkıh okutuluyordu.
Selçuklular, tıbba da çok ehemmiyet vermişler ve hemen her şehirde daru'ş-
şifa, daru'l-âfiye ve daru's-sıhha gibi adlar verilen hastahaneler vücuda getir¬
mişlerdi. Bunlar başlıca Kayseri'de Gevher Nesibe (1205), Sivas'da I. İzzeddin
Keykâvus (1217), Konya'da Alâaddin Keykubad, Çankırı'da Atabey Ferruh
(1235), Divriği'de Mengücüklerden Fahreddin Behram Şah'ın kızı Turan
Melek (1228), Amasya'da Torumtay (1266), Tokat'ta Muiniddin Pervane (1275)
ve Kastamonu'da Pervane oğlu Ali (1272) hastahaneleridir. Bunlar ancak bizce
malûm olan hastahanelerdir. Bu hastahanelerin birçoklarında birden fazla tabib
bulunduğu anlaşılıyor. Selçuklu Türkiye'sinde tıb tahsili hastahanelerde
yapılmakta idi. Ayrıca şehirlerde serbest olarak icrayı tababet eden tabibler
de vardı. Yine şehirlerde eczahaneler mevcut olup, bunlarda Hindistan'dan
gelmiş tıbbi nebatlar bile bulunuyordu.
Türkiye'de bu devirde de bazı medreselerde heyet ilminin okutulduğu ve
rasat tetkiklerinin yapıldığı tahmin edilmektedir. Bu medreselerden birisi 1272
yılında Kırşehir'de inşa edilmiş olan Cacaoğlu medresesi idi. Selçuklu hüküm¬
darları nücum ilmine büyük bir alâka göstermişlerdir. Bu hanedanın Türkiye'ye
gelmemiş olan atası Kutalmış, bir Arap müverrihine göre, bu ilmi mükemmel
bir surette tahsil etmişti. II. Kılıç-Arslan, Alâaddin Keykubat ve bu sonuncunun
çağdaşı olan Mengücük hükümdarı II. Davud astrolojiye alâkaları ile tanın¬
mışlardı. Hattâ II. Kılıç-Arslan müneccimlere o kadar inanıyordu ki, onların
1286'da Nuh tufanı gibi bir tufanın bütün dünyayı istilâ edeceği ve her tarafı
yıkacak ve insanları öldürecek şiddetli kasırgalar çıkacağı şeklindeki sözlerine
inanarak yer altında sığınaklar yaptırmıştı.
5 - Türkiye'de tasavvufun doğuşu:
Türkiye'de XIII. yüzyılda Muhyiddin İbn al-Arabi'nin vahdet-i vücud
felsefesi büyük alâka görmüştür. Bu meşhur süfinin, Konya'da en sevgili talebe¬
lerinden Konyalı Sadreddin'in hankahında bulunan eserleri vasıtasile düşünceleri
yayılmağa başlamış ve hattâ buradan İran'a geçmiştir. Fakat tasavvufun yayıl¬
masında asıl âmil, Moğol istilâsı idi. Bu istilânın Selçuklu Türkiye'sinde yarattığı
manevî buhran, Mevlevilik ve Bektaşilik gibi tarikatların kurulmasına ve hattâ
Mevlâna ve Yunus Emre'nin mutasavvuf şairler olarak karşımıza çıkmalarına
sebep olmuştur. Zikredilen her iki tarikatta da başlıca tasavvufi fikirler, Muh¬
yiddin İbn al-Arabi'den gelmekle beraber Mevlevilik başlıca vasıfları ile İran,
Bektaşilik ise Türk kültürünü temsil ediyordu. Daha kuruluşlarından beri her
iki tarikat arasında başlayan rekabet adeta iki harsın mücadeleleri mahiyetinde
idi. Türk harsının galebesi üzerine Mevlevilik pek gelişemedi. Bu tarikat, işaret
edildiği gibi, yabancı bir kültürü temsil ettiği için, ancak münevverler arasında
cüzi sayıda bir taraftar bulabilmiş ve bu, son zamanlara kadar böylece devam
etmiştir. Türk harsı üzerinde kurulmuş, halkın ideallerine ve İslâmın dünyevi
gayelerine de bağlı kalmış olan Beşktaşilik, cemiyetin muhtelif tabakalarında
geniş bir taraftar kitlesini elde ettiği gibi, XIV. yüzyılda Osmanlı hassa ordu¬
sunun da resmî tarikatı olmuştur.
XIII. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye'de tasavvuf cereyanlarının çok kuv¬
vetlenmesi ile müteakip asırlarda eşleri görülmeyen iki büyük mutasavvuf
şâir yetişmiştir. Bunlardan birisi Mevlâna Gelâleddin (öl. 1273), diğeri de Yunus
Emre'dir. Yine bu asırda türkçe söyliyen müelliflerden Ahmed Fakih ve Şeyyad
Hamza da şiirlerini tasavvuf vadisinde yazmışlardır.
6 - Edebi faaliyetler:
Türkiye Selçuklularının resmi dili arapça ve farsça idi. Bu devrin son
zamanlarında dahi türkçenin resmi dil olarak, arapça ve farsçanın yanında yer
aldığına dair herhangi bir vesika elimize geçmemiştir. 1277 yılında Konya'ya
giren Karaman oğlu Mehmed Bey'in reisliği altında verilen karar, sanıldığı gibi,
türkçenin resmî yazı dili olması ile değil, türkçeden başka dil konuşulmaması
ile ilgili idi. Konuşulması yasak edilen dilin farsça olduğu muhakkaktır. Bu
karar, yalnız Mehmed Bey'in değil, o zaman sayısı epeyce artmış bulunan
münevver Türklerin de hissiyatını ifade etmiş olmalıdır. Her ne suretle olursa
olsun şurası muhakkaktır ki, bu karar Türk dilinin farsçaya karşı bir tepkisidir.
Esasen, bu esnada klâsik Türk edebiyatı da ilk mahsullerini vermeye başlamıştır.
Fars dilinin, daha umumî bir ifadeyle Fars kültürünün Türkiye'de, kuvvetli
bir hâkimiyet tesis etmesi, aydınlar, idareciler, sanatkârlar ve tüccarlar arasında
İran'dan gelmiş kimselerin pek çok bulunmaları ile de ilgilidir. Bilhassa Moğol
istilâsı bunların sayısını çok daha arttırdı. Hattâ onlar devletin askerî mevki
lerini bile ellerine geçirdiler.
II. Kılıç-Arslan'dan itibaren Selçuklu hükümdarlarının ve şehzadelerinin
saraylarında farsça şiir söyleyen şairler görülmektedir. Az önce işaret edildiği
gibi, bunların mühim bir kısmı İranlı muhacir zümresine mensup kimselerdi.
Mamafih daha XII. yüzyılın sonlarında, Ankara'da farsça şiirler yazan şairlerde
vardı. İran'ın tanınmış şairleri de Selçuklu sultanlarına ve emirlerine kasideler
gönderiyorlar veya onlar adına eserler yazıyorlardı. Selçuklu hükümdarı
Rükneddin Süleyman Şah'ın meşhur şair Faryablı Zâhireddin'in gönderdiği
bir kasidenin caizesi olarak 20.000 altın, 15 at, 5 katır, beş genç kul ve 5 cariye
verdiği söyleniyor.
Edebiyat sahasında ilk türkçe eserler XIII. yüzyılda yazılmıştır. Türkiye'de
XII. yüzyılda türkçe herhangi bir eser yazıldığına ait bilgi olmadığı gibi, esasen
bu, tabiî karşılanmalıdır. Çünkü o asırda uzun bir müddet siyasî istikrar teessüs
edememiş olduğu gibi, münevver Türklerin adedi de çok değildi. XIII. yüzyılda
ise durum değişmiştir. Bu yüzyılda, geçen asrın ikinci yarısının sonlarına doğru
açılmaya başlanmış olan medreselerden pek çok kimseler yetişerek bir Türk mü¬
nevver sınıfı meydana geldiği gibi, Türkistan ve İran'dan da birçok münevver
Türk gelmiştir. Mamafih arapça, farsça gibi dilleri de bilen ve bu diller ile
yazı yazabilen müellifleri türkçe yazmaya sevkeden asıl büyük âmil muhitin bas¬
kısı idi. Daha önce de işaret edildiği gibi, XIII. yüzyılda, Anadolu'daki Türk
nüfusu, Moğol istilâsı neticesinde gelen yeni Türk kümeleri ile kahir bir ekse¬
riyete erişmiştir. XIII. yüzyılın ikinci yarısında türkçe yazan başlıca müellifler
Şeyyad Hamza, Dehhâni, Sultan Veled ve Yunus Emre'dir. Mevlâna bile
belki muhitinin tesiriyle türkçe bazı şiirler söylemiştir. Bunlardan Şeyyad Hamza
sofiyane şiirler yazmıştır. Dehhâni ise Türkiye divan edebiyatının en eski mümes¬
sili kabul edilmektedir. Yunus Emre'ye (1240ç1320) gelince, o herkesce bilindiği
gibi, en büyük mutasavvıf Türk şairidir. Yunus Emre aynı zamanda türkçeyi
en güzel bir şekilde kullanmış bir sanatkârdır. Şiirleri Türk dilinin en parlak
incileri arasında sayılmaktadır.,
Musiki:
Selçuklu devletlerinde günde beş defa çalman muzika veya bando takımı
vardı. Selçuklularda olduğu gibi, Kara Hanlı hakanlarının saray ve ordugâh
larında çalınan bandoları vardı.
Selçuklulardaki bando takımı da hâkimiyet alâmetlerinden idi. Bu bando
başlıca davul, boru, zurna gibi çalgılardan teşekkül ediyordu. Türklerin İslâm
âlemine getirdikleri, boru diğerlerinden ayırd edilmek için, kendi adları ile (yani
Türk borusu) vasıflandırılmıştır. Ayrıca, Selçuklu saraylarında musikişinaslar,
şarkıcı ve rakkaseler de vardı. Selçuklu sultanları ve devlet ricali eğlenceyi çok
seven insanlardı. Bunlar sık sık çalgılı ve rakslı eğlenceler tertib ederlerdi. Bu
zamanda musiki ve raksın ne kadar yaygın olduğu şuradan da anlaşılıyor ki,
başlıca tarikatlara ve ahilere de musiki ve raks girmişti. Selçuklu Türkiyesindeki
eğlence ve musikiye düşkünlük, komşu İslâm ülkelerindeki müneccimlere, Ana¬
dolu'nun Zühre yıldızının tesiri altında bulunduğu fikrini vermişti.
II. BEYLİKLER DEVRİ TÜRK KÜLTÜRÜ
Türkiye tarihinde beylikler devri XIV. yüzyılın başlarından, XVI. yüzyılın
başlarına kadar olan zamanı içine alır. Bu devirde Türkiye "beylikler devri"
tâbirinin de ifade ettiği üzere, siyasî bakımdan parçalanmış olup, memleketin
her bir bölgesi bir beyliğin, yani küçük bir devletin idaresinde idi. Bu devrin
siyasî tarihi, pek çoğu birbirleriyle muasır olmak üzere, ondan fazla beyliğe
ait hadiseleri ihtiva etmektedir. Bu vaziyet karşısında, bu devrin tarihine
yakından vakıf olmayan bir kimse Türkiye'nin, beylikler devrinde, tarihte birçok
misallari görüldüğü gibi, devamlı siyasî mücadelelere sahne teşkil ettiğini ve
bundan dolayı da memleketin harap ve halkın perişan ve sefalete duçar olduğunu
düşünmesi mümkündür. Fakat gerçek kat'iyen böyle değildir. Vakıa bu devirde
de memlekette bazı şehirlerin yakılıp yıkıldığı, yağmaya maruz kaldığı görülmüş
ise de, bu gibi hâdiseler nadiren veya memleket harici bir istilâya uğradığı
zamanlarda görülmektedir. Beyliklerin başında bulunan aileler, umumiyetle
birbirlerinin hak ve hukukuna riayet göstermişler ve kendi idareleri altındaki
yerler ile kanaat etmişlerdir. Hemen bütün beyliklerin hayatına, bunlardan
birisi olan Osmanlı devletinin son vermesi bunun en güzel bir delilidir.
Başlıca beylikler şunlardı: Konya bölgesinde Karaman oğulları (yıkılışı:
1483), Beyşehir'de Eşrefoğulları (yıkılışı: 1328), Isparta-Antalya bölgesinde
Hamidoğulları (yıkılışı: 1391), Denizli'de İnanç oğullan (yıkılışı: 1368), Muğla
bölgesinde Menteşe oğulları (yıkılışı: 1425), Aydın-İzmir bölgesinde Aydın
oğulları (yıkılışı: 1405), Manisa bölgesinde Saruhan (yıkılışı: 1410), Balıkesir-
Bergama bölgesinde Karesi (yıkılışı: 1336), Eskişehir-Bursa bölgesinde Osmanlı,
Kütahya bölgesinde Germiyan (yıkılışı: 1428), Kastamonu bölgesinde Candarlı
(yıkılışı: 1461), Maraş bölgesinde Dulkadırlı (1521). Bunlardan başka başşehri
Adana olmak üzere Çukurova bölgesinde Ramazanoğulları
(yıkılışı:
1608) beyliği vardı. Bu beyliklerin birçoğu Selçukluların sınır bölgesinde
veya yeni feth edilmiş olan topraklarda kurulmuştu. Bunların kurucuları
ise ekseriyetle Türk göçebe unsuru olan Türkmenler idi. Orta Anado¬
lu'nun
Ankara-Aksaray hattının doğusundan Erzurum'a kadar
olan
yerler, 1336 yılına kadar, İlhanlıların umumî valilerinin idresi altında
kalmıştı. 1336 yılında Ebu Said Bahadır Han'ın ölümü ile Moğollar arasında
sonu gelmez bir iç mücadelenin başlaması, beylikleri tamamen müstakil bir
duruma getirdiği gibi, Türkiye'nin Moğolların işgali altında bulunan yerlerinde
de, yeni Türk beyliklerinin kurulmasına sebep olmuştur. Bunlardan birisi,
Kayseri-Sivas bölgesinde Uygur Türklerinden Eretna tarafından kurulmuş olan
Eretna devletidir. Buna aynı asrın (XIV) ikinci yarısının ortalarından az sonra
aynı yerde Türkmen Kadı Burhaneddin devleti halef olduğu gibi, Doğu Ana¬
dolu'da da yine Türkmen Kara Koyunlular ve Ak-Koyunlular siyasi faaliyete
geçmişlerdi. Hülâsa XIV. yüzyılda, Batı Türkleri (yani Türkmenler), İslâm
alemindeki eski siyasî hâkimiyetlerini yeniden tesis etmek yolunu tutmuşlardır.
Timur'un istilâsı beylikler devrinin uzamasında pek mühim bir âmil olmuş
ise de Türklüğün siyasi ilerleyişini önliyememiştir. Avrupa'da Osmanlı fetihleri
devam ederken Doğu Anadolu ucunda bulunan Kara-Koyunlular, tıpkı Os¬
manlılar gibi, uçda yani sınır bölgesinde bulunmanın verdiği imtiyaz ile, XV.
yüzyılın başlarından itibaren harekete geçerek, İran'ın mühim bir kısmı ile
Irak'ı içine alan büyük bir devlet kurmuş ve bunu aynı asrın ikinci yarısında
Ak-Koyunlularınki takip etmiştir.
Beyliklerin muntazam bir askeri ve idare teşkilâtları vardı. Bu teşkilât
Selçuklu devleti teşkilâtının pek az farkla hemen aynı olduğu için burada
ayrıca bahsedilmesine lüzum görülmemiştir.
I - İçtimai hayat:
Beylikler devrinde Türkiye'nin etnik yapısı gittikçe kuvvetlenmiş ve bil¬
hassa Orta ve Batı Anadolu bölgelerinde Hıristiyan nüfusu (kitle halinde ihtida
hâdiseleri olmadığı halde) asgari bir dereceye düşmüştür. 1520-1530 yıllarına
ait Osmanlı vergi nufusu defterlerine göre, Türkiye'nin Samsun, Kayseri, Mersin
hattının batısında kalan (Adalar ve Marmara denizine kadar uzanan) yerlerinde
750.993 Türk vergi nüfusuna karşılık 9.606 gibi pek cüz'i bir Hıristiyan nufusu
vardı ki, bu rakamlar, beylikler devrinde de Hıristiyan nüfusunun çok az
olduğunu gösterir. Böyle bir durumda, Hıristiyanların bu bölgelerde Türk
kültürünün daimi bir tesiri altında kalarak ana dillerini unutmaları pek tabiî
idi.
Beylikler devrinde Türkiye, harici tehlikelere daha fazla maruz bir durumda
bulunmakla veya mekni kudreti ile mütenasib olarak büyük siyasi hareketler
yapamamış olmakla beraber, iktidarın parçalanması memleketin her tarafında,
birbirine muvazi kültür faaliyetlerinin cereyan etmesine sebep olmuştur. Bey¬
likler devrinde kültür merkezleri olan başlıca Anadolu şehirlerinin Osmanlı
devrinde az bir zaman içinde bu vasıflarını kaybetmiş olduklarını söylersek
maksadımızı herhalde daha iyi ifade etmiş oluruz.
Beylikler devrinde Türkiye her bakımdan büyük bir gelişme göstermiş ve
Türk halkı bu devrin ikinci yarısında teazzi etmiş bir cemiyet haline gelmiştir;
yani medenî bir cemiyette olması gereken her şeye tekâmül yolu ile kavuşmuştu.
Beylikler devrinde içtimaî yaşayış bakımından Türk cemiyeti, şehirli, köylü ve
göçebe olmak üzere başlıca üç kısma ayrılmaktadır. Bu devirde Türkiye şehirleri
artık tamamiyle Türk karakterini almışlardır. Tam bir azınlığa düşmüş olan
Hıristiyanların ayrı mahallelerde oturdukları görülmektedir. Daha XIV. yüz¬
yılın başlarında bütün Türkiye şehirlerinde ahi adını verdiğimiz kalabalık
zümreler vardı. Bunlar Moğol istilâsından önceki rind (cemi runûd) ve ayyâr-
ların daha teşkilâtlı ve disiplinli muakkıblarıdır. Şehirlerdeki bütün Türk san'at-
kâr ve esnafı bu zümreye dahildi. Ahiler tamamen Türk olup, türkçeden başka
bir dil bilmiyorlardı ve türkçe veya müslüman isimleri taşıyorlardı; her şehirde
herbiri bir mesleği temsil etmek üzere kollara ayrılmışlardı; her şubenin bir
başı vardı. İbn Batuta ahi adının yalnız bunlara verildiğini söylüyor ki doğru
olsa gerektir. Onlar gündüz çalışırlar gece de zaviye denilen yerlerinde toplanarak
yemek yerler, türküler söyliyerek raksederlerdi. Ahiler aynı zamanda müsellâh
idiler. Bundan dolayı, beyler ahilere riayet ederlerdi. Bunlar, beylerin siyasî
kuvvetleri karşısında beledî kuvveti temsil ediyorlardı. Ahilerin başlıca göze
çarpan geleneklerinden birisi de son derecede konuk sever olmaları idi. Hattâ
bazan bu hususta kollar arasında şiddetli munazaalar çıkardı. Ahiler her ne
kadar umumiyetle esnaflık ile meşgul iseler de bu sıfatı taşıyan birçok okumuş
kimseler ve hattâ emirler de görülmektedir. Ahilerin, fethedilen memleketlerin
medenileşmesinde ve bu arada Rumelinde Türkler tarafından şehir hayatının
geliştirilmesinde âmil oldukları muhakkaktır. Bunların, Türkiye şehir esnafı
arasında gelenekleri son zamanlara kadar yaşamış ise de, Osmanlı imparator¬
luğu devrinde muhtelif âmillerin tesiri ile ehemmiyetlerini kaybetmişlerdir.
Köylülere gelince, onlar başlıca çiftçilik ve hayvan yetiştirmekle meşgul
oluyorlardı. Selçuklular devrinde olduğu gibi; bu devirde de onların işledikleri
toprakların mülkiyeti devlete ait idi. XV. yüzyılın birinci yarısının ortalarında
Türkiye'den geçmiş olan batılı bir seyyah Türk köylüsünün çalışkan, dürüst,
misafirsever ve kanaatkar olduğunu söylemektedir. Göçebe unsura gelince, bu
unsur beylikler devrinin yaratıcısıdır. Yüksek yaylalarda yaşıyan bu boy ve oymak¬
lar, Türk halkının daima hayatiyetini korumasına âmil olmuş ve onun tereddi
etmesini önlemiştir. Bu topluluk, Türk cemiyetinin tükenmez bir ihtiyat kaynağı
olmuştur. Onların kadınları bile Amazonlar gibi, mükemmel savaşçı idiler.
2 - İktisadi durum:
Türkiye'nin beylikler devrindeki iktisadî durumu, çok iyi idi. Daha XIV.
yüzyılın birinci yarısının ortalarında bu memleketteki bolluk ve ucuzluk ya¬
bancıların hayret ve gıptalarını çekmiştir. Bir asır sonra Türkiye'den geçen
batılı bir seyyah da bu memleketi müreffeh ve mes'ut bir halde görmüştü.
Bol ve o nisbette ucuz olan maddeler, hububat, meyve ve et idi. Başlıca
sanayi maddeleri de memlekette imal ediliyordu. Ticaret faaliyetleri beylikler
devrinde de canlı idi. Türkiye, Selçuklu devrinde olduğu üzere bu devirde de,
milletler arası ticarette mübadele merkezi rolünü oynamakta devam ettiği gibi,
doğrudan doğruya birçok memleketlere mal da ihraç ediyordu. Türkiye'nin ticarî
münasebetlerde bulunduğu başlıca ülkeler, Iran, Suriye, Mısır ile Ceneviz, Venedik
ve Floransa gibi, İtalyna devletleri idi. Başlıca ihraç maddeleri şunlardı: hububat
ve meyva (Mısır, Suriye), koyun ve atlar (Suriye, Mısır ve İtalya). Türkiye'de,
bilhassa Orta Anadolu'da ve Çukurova'da Türk göçebe unsuru tarafından yetiş¬
tirilen atlar, İslâm memleketlerinde çok meşhurdu. Avrupa'ya da ihraç edilen
bu atlar, muhtelif sebepler ile son asırlarda nesli bozularak kıymetten düşmüştür.
Diğer ihraç maddeleri arasında pamuk, ipek, hah, kilim, kumaşlar ve sahtiyan da
zikredilebilir.
X. yüzyılda göçebe Türkler keçeyi en iyi imal eden kavim olarak vasıf¬
lanıyorlar. Halktan bir kısmının elbiseleri, yaygıları keçeden olduğu gibi değirmi
çadırlarını da bundan yapıyorlardı. Türk çadırları İslâm ülkelerinde çok meşhur
olup, Peygamber'in bile Türk çadırı olduğu söylenmektedir. Bu çadırlarda
15-20 kişi rahatça oturabilmekte idi.
XIII. yüzyılda Türkiye'nin hah ve kilimleri çok ünlü idi. Bu halı ve kilim¬
leri bilhassa Türkmenler imal etmekte olup, Mısır ve Suriye, Irak gibi İslâm
memleketlerine ihraç ediliyordu. XIV. yüzyılda Mısır'da gayet kıymetli olan
bir kumaş nev'i vardı ki, buna "Türk kumaşı" deniliyordu.
Beylikler devrinde, Türkiye Türklerinin kıyafetleri Türkistan Türklerinin-
kine benziyordu. Halk kızıl renkte börk giymekte idi. Ak-börk giymek modasını
XIII. yüzyılda uçlardaki Türkmen beylerinden Mehmed Bey çıkarmış ve ondan
sonra diğer beyler de Ak-börk giymişlerdir. Ancak hükümdarlar başlarına güzel
görünüşlü ve kıvrımlı sarık sarmakta idiler. Ayakkabı olarak umumiyetle sokman
ve edik denilen Türkmen çizmeleri giyiliyordu. Ekseriyetle sarı ve kırmızı renkte
olan bu çizmeleri giymek köylü ve göçebe kadınlar arasında bile yaygındı. XVII.
yüzyılın ikinci yarısında dahi Anadolu'daki Türk kadınları arasında çizme
giyiliyordu.
3 - İlmi ve edebi faaliyetler:
Beyliklerin başında bulunan hükümdarların birçoğu ilim ve edebiyata
yakından vukufları olduğu gibi, onlardan bazıları da doğrudan doğruya ilim
ile iştigal ederek birçok eserler yazmışlardır. Bu keyfiyet ve daha mühim olarak
da her bölgede bir hükümdar bulunması, ilmî hareketlerin artmasına ve memleket
sathına yayılmasına âmil olmuştur. Bu devirde yalnız büyük şehirlerde değil,
kasabalarda ve hattâ bazı köylerde bile medresleer kurulmuştu. Bunlar o kadar
çoktu ki bir liste vermek imkânsızdır.
Beylikler devrinde, tıbba dair yazılan eserler dikkati çekecek kadar fazladır.
Bu devrin en büyük tabiblerinden Konyalı Hacı Paşa (öl. 1417) bu konuda
türkçe ve arabça olmak üzere birçok eser yazmıştır.
Beylikler devrinde, türkçe ilim ve edebiyat dili olduktan başka, resmî dil
olmak mevkiini de kazandı ve gittikçe bu mevkii kuvvetlendi. Osmanlı bey¬
liğinde daha Orhan Bey'den itibaren, türkçenin resmî dil olarak kullanıldığı
görülüyor. Bu devirde bir taraftan arabça ve farsçadan tercümeler yapılırken
diğer taraftan da telif eserler vücuda getiriliyordu. Beylikler devrinin edebi
türkçesi, türkçe sözlerin çokluğu ve ifadenin tabiiliği ile Osmanlı devri türkçe-
sinden ayrılır. Eserlerin türkçe yazılmasında muhitin ve bu arada bilhassa
hükümdarların ve onların ricalinin teşvikleri başlıca âmil olmuştur. XIV. yüz¬
yılda en büyük şairler Gülşehri (XIV. yüzyılın birinci yarısı) Nesimi (öl. 1404)
ve Ahmedi (1335-1412) idiler.
Beylikler devri aynı zamanda millî duyguların canlı bir şekilde yaşatıldığı
bir devirdir. Selçuklu Oğuz Türkleri Anadolu'ya gelirken bozkurt destanını da
beraberlerinde getirmişlerdi. Fakat bu destan o zaman yazılmamıştır. Moğol
istilâsı yüzünden Türkiye'ye gelen Oğuzlar ise eski yurtlarında cereyan etmiş
bir takım hâdiselere dair hâtıraları da getirdiler. Bu hâtıralar XIII. yüzyılın
son veya XIV. yüzyılın başlarında yazıldı; bunların yazıldığı yer kesin olarak
bilinmiyorsa da Doğu Anadolu olması muhtemeldir. Dede Korkut destanları
adını verdiğimiz bu destanlar kahramanlık destanları olup, kahramanları da
Türkistan'daki Oğuz elinin beyleridir. Dede Korkut destanları Türkiye Türk¬
lerinin kendi dillerinde yazılmış biricik millî destanlarıdır. Bunlar daha ilk
zamanlardan itibaren her yerde büyük bir alâka görmüştür. Bu destanları,
kopuz denilen sazları refakatında ozanlar anlatırlardı. Ozanlık bilhassa bu des¬
tanları anlatmak için yaygın bir meslek haline gelmişti. Ozanlar yalnız Türki¬
ye'de değil, Mısır Türk Memlûkleri ve İlhanlılar katında da büyük bir itibar
kazanmışlardı. Ozanlar, bir müddet sonra Bursa ve Edirne sarayında da görün¬
düler. XV. yüzyılda batılı bir gezgin, Güney Anadolu'da olduğu gibi, II. Mu-
rad'ın Edirne'deki sarayında da bu destanları okuyan ozanlar görmüştü. XV.
yüzyılda, başlıca Türkmen devletlerinde ataları olan Oğuzlara ait hâtıralara
büyük bir değer veriliyordu. Bu hususta Osmanlı hanedanı, Doğu Anadolu ve
İran'a hâkim olan Kara-Koyunlular ve Ak-Koyunlulardan geri kalmamış, belki
onlardan daha ileriye gitmiştir. II. Murad, ilk defa olarak paralarına ve silâhlara
Oğuz Kayı boyunun damgasını koydurduğu gibi, Oğuz Han ve Oğuzlardan
bahseden mühim bir eseri de türkçeye tercüme ettirmişti. Fatih'in ise torun¬
larından birisine Oğuz Han, öbürüne Korkut (Dede Korkut'dan) adları veril¬
mişti. Müverrihlerde de, Osmanlı tarihinden önce Oğuz Han ve oğullarından
ve Selçuklulardan bahsetmek suretile milli bir tarih görüşü uyanmıştı. XV. yüz¬
yılda, millî hisler ve kavmi şuur o kadar kuvvetli idi ki, bunların akisleri dini
eserlerde bile görülmektedir.
Beylikler devrinde Türkiye'de pek çok içtimaî eserler vücuda getirilmişti.
Bu devirde inşa edilmiş olan cami, medrese, mektep, imaret, han, hamam,
köprü, çeşme, su yolu ve zaviyelerden her birinin aded itibarile binden fazla
olduğu söylenmektedir ki, buna hayret etmemelidir. Çünkü, yukarıda belirtil¬
diği gibi, maddeten ve manen kuvvetli olan beylikler devri Türk cemiyetinin
bu eserleri meydana getirmesi tabiî idi.
-
III. OSMANLI DEVRİNDE TÜRK KÜLTÜRÜ
Osmanlı beyliği Türk-Bizans sınırında yaşayan bir Türkmen boyu tara-
fından kurulmuştu. Ülkesinin coğrafî durumu, Bizans'ın pek zayıf bir halde
bulunması ve Osmanlı beylerinin kabiliyetli kimseler olmaları, bu beyliği XIV.
yüzyılın sonlarında İslâm âleminin en kuvvetli devletlerinden birisi haline getir¬
mişti. Osmanlı tarihinde dikkate şayan olan hususlardan birisi şudur ki, Osmanlı¬
lar haricî başarılar kazandıkça Anadolu'da da yeni topraklar ve Türk kitleleri
elde ediyorlar ve bunlar da harici başarılarının devamını ve artmasını sağlı¬
yordu. Timur'un hücumu Osmanlı devletini yıkmadı ise de onun için ağır bir
darbe oldu. Timur tarafından diriltilen beyliklerin tekrar ortadan kaldırılmaları
işi ancak 1485'de ikmal edilebildi. Osmanlı devleti XV. yüzyılın ikinci yarısında
Fatih'in başarıları ile yeniden İslâm âleminin en kuvvetli devletlerinden birisi
haline geldi. Osmanlı ordusunun teknik üstünlüğü, bu devirde İslâm devlet¬
lerince de hissedilmeye başlanmıştı. Fakat başta liyakatli bir hükümdar olma-
yınca bu ordunun kendisinden bekleneni yapması mümkün olamıyordu. Nitekim
Bayezid devri buna bir misal olarak gösterilebilir. Buna karşılık Yavuz Selim
gibi dirayetli bir hükümdar aynı ordu ile, zaferden zafere koşan Safevi hükümdarı
Şah İsmail'i ağır bir şekilde yenerek Türkiye'yi tehdit etmekte olan şiilik tehli¬
kesini bertaraf ettiği gibi, asırlarca İslâm'ın en kuvvetli devleti sayılan Mem-
lûkleri de bir seferde ortadan kaldırmıştı. Yavuz Selim'in bu zaferleri Osmanlı
devletine Doğu Anadolu'nun mühim bir kısmı ile Suriye ve Mısır'ı kazandırmış,
Medine ve Mekke gibi mukaddes yerler de Türk hâkimiyeti altına girmişti.
Yavuz'un halefi olan Kanunî Süleyman devri (1620-1566) Osmanlı İmpara¬
torluğunun en parlak devridir. Bu devirde imparatorluk yeni elde ettiği topraklar
ile Viyana önlerinden Basra körfezine, Kırım'dan Habeşistan'a kadar yayılmış
ve Kuzey Afrika memleketleri de Türk topraklarına katılmıştı. Bu devirde geniş
imparatorluğun mükemmel bir şekilde kanunları yapılmış olduğundan Türkler
bu büyük hükümdarlarına Kanuni lâkabını vermişler ve devrini, haklı olarak,
tarihlerinin en haşmetli zamanı olarak kabul etmişlerdir. Avrupalılar ise bu
Türk hükümdarına Muhteşem Süleyman demişlerdir.
Kanuni Süleyman'dan sonra imparatorluk yüz yıldan fazla bir müddet
bu hükümdar zamanında ulaştığı sınırları korumuş ve hattâ bazı ufak
tefek toprak kazançları olmuş ise de eski kudret ve haşmetini zamanla kaybet¬
meye başlamıştır. Bilhassa iktisadi sebepler neticesinde, anavatan Anadolu'da
çıkan sonu gelmez ayaklanmalar, devletin bünyesine arız olan zaafları açıkça
meydana koymuştu. İmparatorluğun, askerlik alanındaki Avrupa'da kaydedilen
gelişmeleri bile takib etmemesi, 1683 yılındaki Viyana kuşatması yüzünden
Avusturya ve müttefikleri ile yaptığı savaşlarda yenilmesinde ve ilk defa olarak
mühim arazi kayıplarına uğramasında şüphesiz mühim bir âmil olmuştur. Bu
mağlûbiyetten sonra da, devlet, kaybettiği toprakları elde etmek emelinden
vazgeçmemiş ancak bu uğurda açtığı bir savaşı da kaybettikten sonra hakiki
durumu anlamıştır.
XVIII. yüzyılın ortalarında Osmanlı devleti bizzat bir devlet ricali tara¬
fından gayet doğru olarak pençeleri kopmuş ihtiyar bir arslana benzetilmişti.
Fakat, bu arslanı gençleştirecek iksirin ne olduğu bir türlü anlaşılamamıştır.
Ordunun islâhı ile her şeyin düzeleceği sanılıyordu ki, müteakip nesillerin düşün¬
cesi de bundan pek farklı değildi. Bunu iyice ifade edebilmek için Türkiye'de,
üniversitenin imparatorluğun yıkılmasından kısa bir zaman önce açıldığını
kaydetmek kâfidir. Fakat bütün bunlara rağmen, çok şerefli bir tarihe, eski ve
zengin bir kültüre ve köklü geleneklere sahip bir cemiyetin yüzyıllar boyunca
mücadele ettiği bir başka âlemin medeniyetine ait müesseseleri kolayca kabul
etmesi mümkün olmuyordu. Bilhassa zamanla gittikçe kuvvetlenen dinî hisler,
şanlı mazinin husule getirdiği gurur, cemiyetin Avrupa'dan muhtaç olduğu
yeni unsur ve müesseseleri almasına mani olan başlıca engeller idi. Eski İran¬
lılar da, medeni Yunan ve Roma âlemleri ile 1000 yıldan fazla komşuluk ettiği
halde onlardan esaslı tek bir unsur alamamıştı.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında bazı Türk münevverleri, geriliğin başlıca
sebebini devletin idare tarzında görerek demokratik bir nizamın kurulmasına
çalışmışlardır. Neticede bu fikir galip gelmiş ve Türkiye'de meşruti bir idare
kurulmuştu (1876). Fakat bu rejim felâketle neticelenecek bir harbin içinde
sona erdi. Demokratik nizam 32 yıl sonra (1908) yeniden iktidara hâkim oldu
ise de, imparatorluğun az sonra batmasını önliyemedi.
1 - Devlet teşkilâtı :
Osmanlı devleti, haklı olarak büyüklüğü, ihtişamı ve medeniyeti ile eskiden
beri Roma imparatorluğu ile mukayese edilmiştir. Bu imparatorluk, aynı za¬
manda, ikisi Araplar ve ikisi de Türkler tarafından kurulmuş olan dört İslâm
imparatorluğunun en uzun ömürlüsü olmuştur. Bu devletin askeri ve idari
teşkilâtı, içtimai ve harsi müesseseleri Selçuklular ve kısmen de İlhanlılardan
gelmekte idi. Bizans'ın Osmanlı devletinin müesseseleri üzerinde herhangi bir
tesiri bahis konusu değildir. Çünkü ,Osmanlılar, zengin Selçuklu medeniyetinin
varisleri olarak Bizans'dan herhangi bir şey almak ihtiyacını duymamışlardır.
Fazla olarak, Bizans ayrı bir dini âlemin mümessili, Türklerin daima mücadele
ettiği bir devlet olduğu gibi, kültürü de, Selçuklularınkinden yüksek değil idi.
Osmanlı devleti mükemmel bir askeri ve idari teşkilâta sahib bulunuyordu.
Bu teşkilât, XVI. yüzyılda, modern devletlerin teşkilâtları derecesinde mun¬
tazam ve mürekkeb bir manzara arzetmektedir. Bunu iyice anlamak için, bin¬
lerce defter ve yüzbinlerce vesikayı muhtevi bulunan Osmanlı arşivini görmek
elverir. Bu devlet, geniş imparatorluğunun en hücra köşesindeki küçük bir
hisarda bulunan askerinin ve malzemesinin mikdarını bildiği gibi, en küçük bir
köyde yaşayan kimselerin de ne işle meşgul oldukları kendisince malûmdu.
Bunıu vakit, vakit yaptığı vergi ve arazi nufus tahrirleri ile daimî bir surette
kontrol altında tutuyordu. Bugün XV. ve XVI. yüzyıllara ait olmak üzere,
bu vergi ve arazi nüfusu tahrir defterinden 1000'den fazlası mevcuttur. Anlaşıl¬
dığına göre XVI. yüzyılın birinci yarısında Anadolu'da takriben 4,5-5 milyon
nufus olup, bunun ezici çoğunluğunu Türkler teşkil ediyordu. Asrın sonlarında
bu nufusun artmış olduğu görülüyor.
Ateşli silâhlar ile techiz edilmiş olan Osmanlı ordusu İslâm âlemine yeni
bir savaş tarzı getirdi ki, meşhur Babur hatıratında Hindistan'ın fethindeki
zaferlerini, Osmanlı muharebe tarzı ile kazandığını söyler. Safeviler, kendi
ordularını Osmanlı ordusundan aldıkları birçok müesseseler ile yeniden tanzim
etmişlerdi. Esasen gerek İran'da, gerek Hindistan'da tüfenkçi bir Osmanlı Türk
erinin çok değeri vardı.
Osmanlı imparatorluğu, idaresi altında bulunan bölgelerin hususiyetlerini
gözönüne alarak bu bölgelerden her biri için kanunnâmeler vücuda getirmişti
ki, bunlara Osmanlı devletinin en orijinal eserleri nazarı ile bakılmaktadır.
XVI. yüzyılda medeni üstünlük, diğer İslâm ülkelerinden Türkiye'ye
geçmişti. Bunu bu ülkelerden gelen müellifler de görmekte idiler. Siyasî başarı¬
ların da gösterdiği gibi, XVI. yüzyılda Türk cemiyeti maddeten ve manen
kuvvetli bir durumda idi ki, bu Selçuklular devrinde başlıyan devamlı bir geliş¬
menin neticesi idi. Bu esnada milletlerarası ticaret yollarının denizlere intikal
etmiş olmasının tesiri bir anda değil, fakat tedrici bir surette hissedilmişti. Buna
karşılık, XVI. yüzyılın başlarından itibaren şiiliğin İran'da hâkim olması
yüzünden Osmanlı ülkesi ile Orta Asya ve Hindistan arasındaki
her
türlü
münasebetleri asgarî bir hadde inmişti. Şah İsmail'in, Türkiyeli
Şiî Türkleri etrafına toplıyarak Safevi devletini kurması, aynı zamanda yüz
binlerce Türk'ün Anadolu'dan İran'a gitmesine de sebep olmuştur.
Anadolu'nun Osmanlı devrinde ana vatan olarak, imparatorluğun en
mamur ülkesi halinde bulunduğunu düşünmek tabiîdir. Fakat devlete karşı
en büyük ayaklanmalar bu ülkeden çıkmıştır ki, bunda kötü bir idarenin büyük
bir payı vardır. Bilhassa devşirme ocağının gelişmesi, XVII. yüzyılın başlarından
itibaren uzun bir zaman devam eden Celâli isyanlarında mühim bir âmil ol¬
muştur. İşte, meşhur destan kahramanı Köroğlu bu Celâlilerden birisi, Bolu
beyi de bir Osmanlı sancak beyi idi. Celâli ayaklanmaları, Anadolu'nun en
gürbüz unsurunu mahvettiği ve halkın perişan olmasına, geniş ölçüde dağılma¬
sına, yer değiştirmelerine ve memleketin harabisine sebep olduğu gibi, dev¬
leti de yıpratmıştı. Adı geçen asırdan itibaren Anadolu, harab, nüfusu azalmış
ve halkı yoksullaşmış kapalı bir ülke haline geldi ve bu keyfiyet, onun her
bakımdan gerilemesine sebep oldu.
Rumeli'ye gelince, bu bölgede Anadolu'nun aksine olarak coğrafî mevkii
icabı gerek Müslüman, gerek Hıristiyan halk mamur ve müreffeh bir hayat
sürmüştür. Yapılan araştırmalar neticesinde, Türklerin Balkan memleketlerine
müterakki bir şehir hayatı götürdükleri anlaşılmıştır. Balkan milletlerinin dil¬
lerine geçmiş olan türkçe sözlerin pek mühim bir kısmı medenî hayat ile ilgilidir.
Bu arada Türk âdetleri, Türk yemekleri, Türk giyimi tarzı ve Türklere ait
silâhlar ve eşyalar bu memleketlere kuvvetle yerleşmiş ve bunlardan bazıları
Polonya'ya kadar yayılmıştı.
Yukarıda da işaret edildiği gibi, XVI. yüzyılda, Türk cemiyeti manen çok
kuvvetli idi. Büyük işler başarmış her cemiyette olduğu gibi, bu asır Türk cemi¬
yetinde de kuvvetli bir disiplin ruhu vardı. Balkan kavimleri arasındaki "Türk
sözü" doğruluk ve vadi ifa etmenin bir ifadesi mânasını kazanmıştı. Bu manevî
kuvvet, imparatorluğun inhitat zamanlarında bile tamamen kaybolmamıştı. XVI.
yüzyılda, bizzat Osmanlı sarayında, matem alâmeti olarak karalar giymek
ve saire gibi, pek eski Türk gelenekleri yaşıyordu. Beylikler devrinde kuvvetli
bir meslek halinde gördüğümüz ve bilhassa Dede Korkut destanları okuyan
ozanlar bu asırda da mevcudiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Bunlara bu asırda
Macaristan serhadlerinde bile rastgelinmektedir. Kopuzun doğu Avrupa kavim¬
lerine geçmesinde onların mühim bir rolü olmuş olabilir. Ertesi yüzyılda ise
ozanların yerini, mahallî şiirler söyliyen âşıklar almıştı. Bu asırda, medreselerin
çoğalarak kuvvetlenmesiyle, kavmi şuur kaybolmağa ve yerini ümmetçilik ruhu
almaya başlamış ve bu ruh köylere kadar yayılmıştır.
2 -
İlim hareketleri;
Osmanlı devleti daha kurulduğu andan itibaren ihtiyacı olan devrin ilim
adamları ile idare adamlarını, şair ve edibleri, sanatkârları başlıca Karaman ve
Germiyan ükelerinden temin etmiştir. Osmanlı askeri, idari ve kültür müesse¬
seleri bahsedilen bu iki memleketin elemanları tarafından kurulmuştur ki, bunu
tabii bulmak lâzımdır. Daha Osman Bey zamanında Şeyh Edebâli, Dursun
Fakih ve Molla Rüstem ile başlayan Karaman tesiri XVI. yüzyıla kadar devam
etmiştir. Osmanlı devletinde ilk medrese Orhan Bey tarafından 1331 yılında
İznik'te kurulmuştur. Bundan sonra Bursa, Edirne ve diğer şehirlerde de medre¬
seler kurulmuştur. İstanbul'un Osmanlı devletinin hükümet merkezi olması
üzerine bu şehirde büyük medreseler inşa edilmişti. Bu medreseler arasında
Fatih Sultan Mehmed (1450-1482) ve Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566)
tarafından yaptırılan medreseler bilhassa zikre şayandır. Bu iki medrese yalnız
Türkiye'nin değil, İslâm âleminin de en yüksek ilim müesseseleri idiler. XVI.
yüzyılda Türkiye'de ilk-orta ve yüksek tahsillerin yapıldığı müesseseler pek
çoğalmıştır. Bu yüzyılda Türkiye'yi ziyaret etmiş olan bir Fransız seyahının
Türkiye'de ilk tahsilin köylere kadar yayılmış olduğu hakkındaki sözlerini müba
lâğalı saymamalıdır. Köylerde, dağlık ve hücra yerlerde bile medreselerin kurul¬
muş olduğu görülmektedir. Mimar Sinan'ın inşa ettiği eserler arasında 50 medrese
vardı. Sadece bu rakam Avrupalı bir gezginin XVI. yüzyılın ikinci yarısında
Türkiye'de seksen dokuz medresenin bulunduğu hakkındaki sözlerinin doğru
olmadığını göstermeye kâfidir. Osmanlı medreselerinin de, diğer İslâm memle¬
ketlerindeki medreselerde olduğu gibi arapça, mantık, feraiz (miras hukuku),
fıkıh, hadîs, tefsir ve kelâm (İslâm felsefesi), belagat (Arap edebiyatı) dersleri
okutulurdu.
Medreselerden bahsetmişken kütüphanelere de temas etmek yerinde ola¬
caktır. Osmanlı devrinden önce Türkiye'de kütüphaneler diğer İslâm memleket¬
lerinde olduğu gibi, hususî mahiyette idi. Yani, hükümdar, emir veya âlimlerin
hususi kütüphaneleri olduğu gibi, cami ve medreselerin de kütüphaneleri vardı.
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'da büyük medresesinin yanında bir de kütüp¬
hane yaptırmıştı. Bu kütüphanenin günde altı akçe alan bir müdürü ile,
müderris ve talebelere ödünç kitap veren bir memuru vardı. Osmanlı
vezirlerinden Çoban Mustafa Paşa da 1521 yılında Gebze'de yaptırdığı
cami, imaret ve medresesinin yanında iki kütüphane vücuda getirmişti.
Bu medrese kütüphanelerinden başka sadece talebelerin değil herkesin fay¬
dalanacağı kütüphaneler de tesis edilmişti. Bu maksatla Fatih, Eyyüb camii
içinde bir kütüphane tesis etmiş olduğu gibi, II. Murad devrinin meşhur Türk
asilzadesi Timurtaşpaşa oğlu Umur Bey de Bursa'daki camii yanında bir kütüp¬
hane kurmuştu. Bundan sonra Gedik Ahmed Paşa ve Müftüzade Ahmed Paşa
gibi, devlet ricali ve kumandanlar da bu mahiyette kütüphaneler vücuda getir¬
mişlerdir. XVIII. yüzyıldan itibaren bilhassa Padişah I. Mahmud'un gayretleri
ile, müteaddit umumî kütüphaneler ihdas edilmiştir. Bununla beraber, Osmanlı
devletinde de hususî kütüphaneler eski ehem miyetlerini kuvvetle devam ettir¬
mişlerdir. Bu cümleden olarak ünlü âlim Molla Fenari'nin hususi kütüp¬
hanesinde on bin cild kitap olduğunu ve II. Bayezid'in oğullarından
şehzade Korkud'un deve katarları ile taşınan muazzam bir kütüp-
hanesi bulunduğunu biliyoruz. II. Bayezid ve I. Selim devrinin ünlü âlimlerinden
Müeyyedzade Abdurrahman Efendi'nin de çoğu nadir eserler olmak üzere
yedi bin ciltlik bir kütüphanesi vardı.
İznik'te ilk Osmanlı medresesinin inşası bitince müderrisliğine Kayserili
Davud (öl. 1335) getirilmişti. Kayserili Davud Mısır'da tahsil etmiş hem nakli,
hem de aklî ilimlerde tam bir ihtisasa sahip olmuştu. Muhyiddin İbn al-Ara-
bi'nin Fusus ül-Hikem adlı eserine yazdığı bir şerh, tasavvufun Osmanlı ülke-
sinde yayılmasında âmil olmuştur. Müellifin bu eseri İran ve Hindistan'da da
tanınmış ve geçen asırda İran'da basılmıştır. İznik, bir ilim şehri olarak ehem¬
miyetini XV. yüzyılda da muhafaza etmiş ve bu yüzden şehre "âlimler yuvası"
sıfatı verilmiştir. İznik medresesinin yetiştirdiği meşhur âlimlerden birisi de
Şemseddin Mehmed Molla Fenari idi (1350-1431).
Karamanlı olan Molla Fenari değerli bir ilim adamı olarak Mısır'da
ve Suriye'de de büyük bir şöhrete sahip idi. Aynı zamanda Türkiye'de ilmî bir
mektep tesis etmesi bakımından da bu zatın Türk ilim tarihinde müstesna bir
mevkii vardır. Molla Fenari'ye gelinceye kadar, Türk ilim adamları tahsillerini
ilerletmek maksadile Mısır, Suriye ve İran'a gidiyorlardı. Fakat, bu âlim saye¬
sinde Türkiye'de okumak suretile diğer İslâm memleketlerinde de takdir görmüş
birçok ilim adamları yetişmiştir. Hepsi Türk asıllı olan bu âlimlerin en tanın¬
mışları Hızır Bey (öl. 1459), Hocazâde (öl. 1488), Molla Hüsrev (öl. 1480),
Hızır Bey'in oğlu Sinan Paşa (öl. 1486), Molla Lütfi (öl. 1495), Zenbilli Ali
Efendi (öl. 1525) ve Kemalpaşazâde'dir (öl. 1536). Bunlardan Hızır Bey, bir
çok ilim adamı yetiştirmiştir. Hocazâde'ye gelince, onun Gazali'nin Tehafüt'ü
hakkında yazdığı eseri pek meşhurdur; şöhreti İran ve Orta Asya'ya yayılmıştı.
Molla Hüsrev fıkıh da büyük bir âlim olup zamanın Ebû Hanife'si sayılıyordu.
Eserleri yalnız ilmî bakımdan değil Türk dili için de mühim olan Sinan Paşa
babası gibi pek çok talebe yetiştirmiştir. Bunlardan birisi olan Molla Lütfi
mantık ve kelâm üzerinde kıymetli şerhler yazmış olup, riyaziyat ve heyet üze¬
rinde de çalışmıştır. Bu âlim tenkitçi bir mizaca ve serbest bir düşünceye sahip
olduğundan düşmanlarının tahrik ve faaliyetleri neticesinde 1495 yılında idam
edilmiştir. Talebesi İbn Kemal ise İslâm âleminin yetiştirdiği en büyük âlim¬
lerden biridir. Her konuda yazılmış olan eserlerinin yekünü üçyüzü bulmaktadır.
Bu isimlere, XVI. yüzyılın değerli ilim adamlarından, bilhassa Osmanlı âlim¬
lerinin hal tercümelerinden bahseden kitabı ve ilimlerin tasnif ve konularına
dair eseri ile tanınmış olan Taşköprüzâde'yi (öl. 1560), Türkçede ilk ahlâk
kitabını yazmış olan Kınalızâde'yi (öl. 1581) ve tefsirde büyük bir bilgin olan
Ebussuud Efendi'yi (1574) ilâve edebiliriz.
Osmanlı devrindeki büyük âlimlerden birisi de Kâtib Çelebi olup, XVII.
yüzyılda yaşamıştır (öl. 1658). Kâtip Çelebi'nin meydana getirdiği eserlerin
mühim bir kısmı orijinaldir. O, zamanında müsbet ilimlere karşı olan ilgisizlikten
acı acı şikâyet eder. Kendisi Avrupa'da yazılmış eserlerin ehemmiyetini takdir
etmiş ve onlardan en fazla faydalanmış bir müelliftir. Türlü konularda 14.500
kitaptan bahseden bibliyografik eseri bu konuda İslâm âleminde yazılmış en
mühim eserdir.
Türkiye'de türkçe, tarihe dair ilk eser, XIV. yüzyılın ortalarında yazılmıştır.
Osmanlı tarihi hakkında en eski türkçe eser ise XV. yüzyılın başlarında Şair Ah¬
medi tarafından meydana getirilen manzum bir tarihtir. Aynı asrın ikinci yarısında
Osmanlı tarihçiliği mühim bir gelişme göstermiş ve bu devirde Osmanlı tarihi ile
ilgili bir çok eser yazılmıştır. Bunlar arasında Aşıkpaşazâde ve Neşri tarihleri zikre
şayandır. XVI. yüzyılda bu sahada da ilerlemeler kaydedilerek pek çok eserler ya¬
zılmıştır. Bunlardan Kemalpaşazâde'nin henüz bir cildi basılmış bulunan mufassal
Osmanlı tarihi mühimdir. Kemalpaşazâde Anadolu'nun anavatan olarak arz-
ettiği ehemmiyeti, ilk defa vukufla izah eden bir müelliftir. Asrın sonlarında
yazılmış olan Âli'nin tarihi ise bilhassa ilim ve kültür tarihi bakımından önemlidir.
Osmanlı tarihçileri arasında büyük şöhretleri olan iki müverrih XVII. yüzyılın
sonlarında yaşamışlardır. Bunlardan birisi Müneccimbaşı Ahmed Efendi'dir
(öl. 1702). Müneccimbaşı orijinal kaynaklara dayanarak bir umumi tarih yaz¬
mıştır ki, bu kitab İslâm tarihi bakımından bugün Şark ve Garp müelliflerinin
ellerinden düşürmedikleri değerli bir eserdir. Diğer müverrih ise Mustafa Naima
Efendi olup (öl. 1716) tarihi, Osmanlı tarih edebiyatının en güzel eseri sayıl¬
maktadır.
Osmanlılarda orijinal coğrafya eserleri ancak XVI. yüzyılda yazılmıştır.
Bunların en kıymetlisi Piri Reis'in (öl. 1555) deniz coğrafyacılığına ait eseridir.
Bu eserdeki bilgilerin mühim bir kısmı müellifin müşahedelerine dayanmaktadır.
Eserde ayrıca birçok haritalar vardır ki, bunların o zamandaki Avrupa harita¬
larından daha mükemmel olduğu mütehassıslar tarafından ifade edilmektedir.
Ayrıca Piri Reis'in Amerika'ya dair de bir haritası vardır. Deniz coğrafyacılığına
ait ikinci eser, diğer bir Türk amirali olan Seydi Ali Reis tarafından yazılmıştır.
Bu eser, müellifin gayet iyi bildiği Hind okyanusu ile Kızıl deniz hakkında
mühim bilgileri ihtiva etmektedir. Kâtip Çelebi'nin telifi olan Cihannüma'da
kıymetli bir eserdir. Bu eserde, Anadolu, Suriye, Irak, Mısır ve Rumeli hak¬
kında, hiçbir yerde olmayan pek çok bilgiler bulunmaktadır.
Osmanlı devrinde ilk hastahâne Yıldırım Bayezid tarafından Bursa'da
yaptırılmıştır. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'da meşhur medreselerini yaptır¬
dıktan sonra bir de hastahâne vücuda getirmişti. 1470 yılında açılan bu hasta-
hanede, iki tabib, yardımcıları, bir cerrah, bir göz hekimi ve bir de eczacı bulu¬
nuyordu. İkinci mühim hastahaneyi Fatih'in oğlu II. Bayezid Edirne'de yaptır¬
mıştır. Bu hastahanenin yanında bir de tıb medresesi vardır. Bu hastahanede
üç tabib, iki göz hekimi ve iki cerrah çalışıyordu. Meşhur seyyah Evliya Çelebi,
bu hastahanede bazı hastaların musiki ile tedavi edildiklerini söylemektedir.
XVI. yüzyılda İstanbul'da üç hastahâne yaptırılmıştı. Bunlardan birisi, Ka-
nuni'nin sevgili zevcesi Hürrem Sultan (yapılışı: 1539), diğeri Kanuni'nin
annesi Ayşe Sultan (yapılışı: 1554), üçüncüsü de bizzat Kanunî tarafından
yaptırılmıştır (yapılışı: 1555). Kanuni'nin hastahanesinde de üç hekim, iki göz
hekimi, iki cerrah ve bir eczacı ile iki eczacı kalfası bulunuyordu. Bu hastahanede
her gün sabahtan öğleye kadar hastalar muayene ve tedavi edilirdi. Bu hükümdar
ayrıca bir de tıb medresesi vücuda getirmişti.
Türkiye'de XIV. yüzyılda doğrudan doğruya tıb ile iştigal eden ve bu
saha üzerinde birçok eserler yazmış olan Karamanlı Hacı Paşadır (öl. 1417).
Mısır'da tahsil etmiş ve buradaki Kalavun hastahanesinin baş tabibliğini yapmış
olan Hacı Paşa, sonra Türkiye'ye dönüp, Aydınoğlu İsa Bey'e intisab ederek
Ayasulug ve Birgide çalışmıştır. Onun eserlerindeki bilgilerin bir kısmı eski
müelliflerin eserlerine bir kısmı da kendi müşahedelerine dayanmaktadır.
Fatih devrinin tanınmış hekimleri Sabuncuoğlu Şerafeddin ile Altunizade
idiler. Bu sonuncu hekimin idrar tutulmasını sonda ile tedavi usulünü Tür¬
kiye'de ilk defa tatbik etmiş olduğu sanılmaktadır.
İslâm âleminde XI. yüzyıldan itibaren müsbet ilimlere karşı alâka azal¬
maya başlamış ve az bir müddet sonra, Mısır, Suriye ve Irak gibi Arap ülke¬
lerinde bu ilimler ile meşgul olan kimse kalmamıştı. Adı geçen ülkelerde nakli
ilimler denilen, hadîs, tefsir, fıkıh ve belagat ve tarih yazıcılığı ile iştigal edil¬
miştir. Yalnız İran ve Türkistan'da, kelâm ve mantık ilimlerinin yanında hey'et
ve riyaziyeye de, bilhassa Moğol devrinden itibaren ehemmiyetle yer verilmiştir.
Mısır ve Suriye ilim adamlarının müsbet ilimlere karşı alâkasızlığı bu ülkelerde
istihfafla karşılanıyordu.
Fakat, XVI. yüzyıldan itibaren İran ve Türkistan'da da müsbet ilimler
üzerindeki çalışmalar, yeniden başlanmamak üzere durmuştur.
Osmanlı medreselerinin ilk kısmında riyaziye ve kozmografya okutuluyordu.
Fatih'in ve Kanuni'nin kurmuş olduğu ve bugünkü üniversitelere tekabül eden
medreselerde de riyaziyenin tedris edildiğini biliyoruz. İlk Osmanlı riyaziyeci
ve hey'etçisi Kadızâde'dir (1337-1412). Türkistan'a girerek orada tahsilini iler¬
leten Kadızâde, Uluğ Bey tarafından fevkalâde takdir edilerek Semerkand
rasathanesi müdürlüğüne tayin edildiği gibi, Semerkand medresesi müderris¬
liğine getirilmişti. Kendisi her ne kadar Türkiye'ye dönmemiş ise de yetiştirdiği
talebelerinden ikisi, Şirvanlı Fethullah ve Ali Kuşçu bu ülkeye gelerek riyaziye
ve hey'et ilmini yaymışlardır. Fatih zamanında İstanbul'a gelen Ali Kuşçu
(öl. 1474) burada ilk riyaziye mektebini açmıştır. Bu mektepten birçok talebe
yetişmiş olup, bunlardan Mirim Çelebi (öl. 1525) bilhassa kayda değer.
XVI. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul'da ilk Osmanlı rasathanesi kurul¬
muş (1575'de) ve başına bir Memlûk ailesine mensup olan Takiyeddin Mehmed
getirilmiştir. Fakat, bu rasathane uzun ömürlü olmamış ve din ulemasının taas¬
subu yüzünden 1580 yılı başında yıkılmıştır. Takiyeddin Mehmed, hey'et ve
riyaziyeye dair bize birçok eserler bırakmıştır.
3 - Edebi faaliyet :
XVI. yüzyılda imparatorluk divanında tek bir dil hâkim olup, bu dil de
türkçe idi. Artık bu asırdan itibaren, Avrupa devletlerine olduğu gibi, İran
şahlarına, Hindistan hükümdarlarına, Mekke eriflerine ve Türkistan hakan-
larına da yalnız türkçe mektuplar gönderiliyordu. Şayanı dikkattir ki, Türkistan
hakanlarına yollanan türkçe mektubların cevapları daima farsça geliyordu. Bu
arada Fatih'in divanında uygurca bilen kâtiplerin mevcudiyetine de işaret edelim.
Osmanlıların ilk devirlerine ait meşhur şairler, Şeyhoğlu, Ahmedi, Ahmed
Dâi ve Şeyhi olmak üzere, Germiyanlı idiler.
Yalnız Süleyman Çelebi'yi bir istisna olarak zikredebiliriz. Bu zatın 1409
yılında yazmış olduğu mevlid manzumesi, dilinin güzelliği, şairin ilhamının
tabiiliği ve hislerinin samimiliği onu Türk edebiyatının bir şaheseri haline getir¬
miş ve yüzyıllar boyunca Türklerin din hayatında müessir olmuş ve tesiri zama¬
nımıza kadar devam etmiştir. Mevlid, Türklerin mensup bulundukları İslâm
dinine yaptıkları millî bir ilâve (contribution)dir ve Türklerin dinî hayatlarında
Kur'an'dan sonra gelen en mühim eserdir. Yazıcıoğlu Selâhaddin'in 1449'da
yazdığı Muhammediye adlı eseri de yalnız Türkiye Türklerinin değil, Kırım ve
Kazan Türklerinin dini hayatlarında da mühim bir mevki kazanmıştır.
XV. yüzyılın ikinci yarısı, ilim alanında olduğu gibi, edebiyat ve san'at
sahasında da parlak bir devirdir. Yüksek bir tahsil görmüş bulunan
Fatih ve oğlu II. Bayezid ile, mühim bir kısmı tahsilli olan devlet ricali, bu
parlak devrin açılmasında başlıca âmiller olmuşlardır. Bu devirde İstanbul'da
pek çok şairin mevcudiyetini görüyoruz. Bu şairler arasında Ahmed Paşa (öl.
1497) ve Necati (öl. 1508), klâsik Türk şiirinin en eski üstadları olarak kayda
şayandır. Klâsik Türk nesrinin en güzel eserini de aynı devrin ünlü âlimlerinden
Sinan Paşa (öl. 1486) vermiştir.
XVI. yüzyıl divan edebiyatının en yüksek noktasına eriştiği bir devirdir.
Türk edebiyatının en büyük şairi sayılan Fuzûlî (öl. 1556) bu asra mensup
olduğu gibi, Osmanlı şiirinin gelişmesinde derin ve devamlı tesirler yapmış olan
Baki de (öl. 1600) bu zamanda yaşamıştır.
Büyük bir deha olan Fuzûli'nin eserleri Ortadoğu Türk dünyasında asır¬
larca zevkle okunmuştur. Bâki'ye gelince o, Fuzûlî istisna edilirse, asrının en
büyük şairi sayılmaktadır. Onun şöhreti daha sağlığında İran ve Hindistan
saraylarına kadar yayılmıştı .
XVII. yüzyılda Nefi ve XVIII. yüzyılda ise Nedim, klâsik Türk şiirinde
zamanlarının en büyük üstadları olmuşlardır. Nedim, tesir ve şöhretini son
zamanlara kadar devam ettirmek suretile eski Türk edebiyatının unutulmaz
şairi olmuştur.
4 - Musiki:
Klâsik İslâm musikisi, Yunan, İran ve Hind musikilerinin tesirleri ile mey¬
dana gelmişti. Bu musiki, XIV-XV. yüzyıllarda İran'daki Türk hanedanları
(bilhassa Celâyirliler) ile Timurlu saraylarında büyük bir gelişme göstermiş ve
doğrudan doğruya Türkler de katılmak suretile bu gelişmede mühim bir âmil
olmuşlardır.
Osmanlı devrindeki musiki, bir taraftan Selçuklular devrinden gelen musiki
an'aneleri ile, XIV. ve XV. yüzyılda doğudaki Türk saraylarında gelişmiş olan
musiki esasları üzerinde kurulmuştur.
Osmanlılarda musiki II. Murad devrinde gelişmeye başlamıştır. Çünkü bu
hükümdar şiire ve musikiye düşkün idi. II. Murad'ın sarayında Dede Korkut
destanları okuyan ozanlar bulunduğu gibi, besteciler, çalgıcı ve oyuncular da
vardı. Aynı zamanda gerek bu hükümdar, gerek oğlu Fatih ve II. Bayezid
devrinde musikiye dair birçok eserlerin yazıldığını görüyoruz. Bütün bu devir¬
lerde musiki ile meşgul kimseler Türkiyeli Türkler idiler. XVI. yüzyıldan
itibaren daha da gelişmeye başlayan Türk musikisi XVIII. ve XIX. yüzyıllarda
en yüksek noktasına ulaşmış ve bizzat I. Mahmud ve III. Selim gibi, hüküm¬
darlar arasından da çıkan büyük besteciler sayesinde birçok yeni makamlar icad
edilmiştir. Böylece, Arap memleketlerine de yayılan, teknik bakımından mü¬
kemmel, ince ve zarif Türk musikisi meydana gelmiştir. Türklerin İslâm sanatları
arasında ilâve (contribution) yaptıkları üç sanat şubesi olmuştur ki, bunlar
mimarî, musiki ve hatt yani yazı sanatı idi.
5 - Yazı sanatı :
Az önce söylendiği gibi Türkler'in geliştirdikleri ve kendi zevklerini kattık¬
ları sanatlardan birisi de hatt yani yazı sanatı idi. Türk hattatlığı mektebini
tesis eden Amasyalı Şeyh Hamdullah'tır (öl. 1520). Şeyh Hamdullah yedi üstad
denilen kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Daha sonraki tarihlerde Türkiye'de
değerli yazı üstadları çıkmıştır.
6 - İçtimai tesisler :
Türklerde halka yardım etmek ve içtimai tesisler vücuda getirmek çok eski
bir milli gelenek idi. Orhun âbidelerinde Türk kağanı yoksul Türk budununu
zengin bir kavim haline getirdiğini söyliyerek öğünmektedir. Eski Türk hakan¬
ları sık sık halk için "toy" denilen umumî ziyafetler tertip ederlerdi. Selçuklu¬
larda muhtelif vesileler ile toylar veriyorlardı. Türklerce açları doyurmak, çıp¬
lakları giydirmek en faziletli hareket sayılıyordu. Millî destanlarda da bu husus
açıkça belirtildiği gibi, yine onlarda köprüler ve imaretler yaptırmanın en hayırlı
işler olduğuna işaret edilmektedir.
Kanunî devrinde, İstanbul'a Avusturya elçisi olarak gelen Busbek, Türk¬
lerin hayır işlerine karşı duydukları alâkayı belirtir. Filhakika, o, padişahı gör¬
mek için 1554 yazında Amasya'ya giderken, yolcuların içmesi için Türk köylü¬
lerinin yol boyuna karlı sular getirdiklerini görmüştür.
Osmanlı devrinde, Selçuklu ve beylikler devrinde olduğu gibi, başlıca
içtimai tesisler: camiler, imaretler, kervansaraylar, hastâhaneler, köprüler ve
çeşmeler idi.
Osmanlı devrinde pek çok cami yapılmış olup, bunların en muhteşemleri,
İstanbul, Edirne ve Bursa gibi büyük merkezlerde bulunuyordu.
İmaretler, medrese talebelerine, yolculara, yoksul halka, sabah akşam
yemek vermek için vücuda getirilen tesislerdir. Bilhassa beylikler devrinde
Türkiye'nin her yerinde imaretler kurulmuştu. Osmanlılar da bu geleneğe
kuvvetli bir şekilde bağlı kaldılar. Orhan Bey'in İznik'te yaptırdığı imaretin
açılış gününde halka bizzat eliyle yemek dağıttığını biliyoruz. Orhan Bey'den
sonra gelen Osmanlı hükümdarları zamanında, diğer içtimai müesseseler ara¬
sında imaretlere de ehemmiyetle yer verilmiş ve bilhassa XVI. yüzyılda pek çok
imaretler yapılmıştır. Bu imaretler, başta hükümdarlar olmak üzere, hanedan
âzası ve devlet ricali tarafından yaptırılıyor ve bunların işlemesi için zengin
vakıflar tahsis ediliyordu.
Fatih'in İstanbul, oğlu II. Bayezid'in Amasya, Edirne, İstanbul, Kanuni'nin
İstanbul, Konya, Karapınar, Şam, Kanuni'nin kızı Mihrimah Sultan'ın Üskü¬
dar'da, Kanuni'nin annesi Ayşe Sultan'ın Manisa'da vücuda getirdikleri imaret¬
ler ile, devlet adamlarından Gedik Ahmed Paşa'nın Afyon Kara Hisar'da,
Çoban Mustafa Paşa'nın Gebze'de ve Sokullu Mehmed Paşa'nın Bosna Saray
ve Gebze'de yaptırdıkları imaretler misal olarak zikredilebilir. Ayrıca, şehir,
kasaba ve köylerin ileri gelenleri de, yolcuların yatacakları, yemek yiyecekleri
odalar tesis etmişlerdi ki, bunlar zamanımıza kadar gelmiştir.
Osmanlılarda gerek Anadolu'da, gerek Rumeli'de büyük kervansaraylar
vücuda getirmiş olmakla beraber, bunlar iktisadî bir gayeden ziyade yolcuların
emin ve rahat bir şekilde seyahat yapmaları için inşa edilmişlerdi. Bu maksatla,
Suriye'de, hacc yolu üzerinde her konakta kervansaraylar inşa edilmişti.
İçtimai tesislerden birisi de hastahaneler olup, Selçuklu ve Osmanlı devrin¬
deki başlıca hastahanelerden yukarıda bahsedilmiştir.
Türkiye'de Selçuklu devrinden itibaren inşa edilmeye başlıyan hamamlar,
beylikler devrinde fazlalaşmış ve Osmanlı devrinde, imparatorluğun her tarafına
yayılmıştır. Bu devirde, sadece büyük şehirlerde değil, kasabalarda dahi birden
fazla hamam bulunuyordu. İşte, bundan dolayı Türk hamamının şöhreti Avru¬
pa'nın en uzak ülkelerine kadar yayılmıştır.
BİBLİYOGRAFYA
I.
KİTABELER:
HÜSEYİN NAMIK ORKUN: Eski Türk yazıtları, I-IV., T.D.K., İstanbul, 1936-1941.
A. GABRİEL:
Monuments turcs d'Anatolie I-II. Paris, 1931, 1934.
A.GABRİEL: Voyages archeologigue dans la Turguie Orientale., Paris 1940.
İSMAİL HAKKI (UZUN ÇARŞILI) :
Kitabeler,
I-II,
İstanbul, 1927, 1929.
CL. HUART:
Epigraphie arabe d'Asie minure, Paris, 1895.
F. SARRE: Reise in Kleinasien. Berlin, 1896.
II. VESİKALAR:
O. TURAN: Türkiye Selçukluları hakkında resmi vesikalar, T.T.K., Ankara, 1958.
—— : Selçuk devri vakfiyeleri, Belleten, sayı 43-45.
İSMAİL HAKKI. (UZUN ÇARŞILI) : Kütahya şehri, İstanbul, 1932.
: İbrahim Bey'in Karaman imareti vakfiyesi, Belleten, sayı 1.
R. RAHMETİ ARAT: Fatih Sultan Mehmed'in yarlığı,
Türkiyat Mecmuası, VI,
Vakılar dergisi, I-IV. Ankara, 1939-1959.
Topkapı Sarayı Arşivi Kılavuzu, I-II, İstanbul, 1938-1940.
FERİDUN BEY: Münşeat-ı Selâtin, I-II, İstanbul, 1274.
O. L. BARKAN: Kanunlar. İstanbul, 1945.
m. KAYNAKLAR:
S. JULIEN: Documents historiaues sur les Tou-kioue (Turcs), J. A, 1864.
E. CHAVANNES: Documents sur les Tou-kioue (Turcs) occidentaux, Paris, 1941.
Bibliotheca Arabicorum geographorum. Nşr. DE GOEJ, I-VIII. Leyde, 1885-1925.
V. MINORSKY: The regions of the World, tercüme ve izahları, GMNS. London, 1933.
K. MAHMUD: Divan-ı Lûgat-it-Türk. nşr. Kilisli Rifat, I-III, İstanbul, 1333-1335,
Türkçe tercüme B. Atalay, I-III, 1939-1941.
Y. HAS HACİP: Kutadgu Bilig, Türkiye türkçesi. R. R. Arat, T.T.K. Ankara, 1959.
NİZAM AL-MULK: Siyaset-nama, nşr. Ch. Schefer, I-II, Paris, 1891-1893.
Matthieu d'Edesse, Chronique, nşr. E. Dulauier, Paris, 1858.
Michel le Syrien, Chroniaue, nşr. ve fransızca tercüme J. B. Chabot, III-IV, 1888,
1924.
RAVANDİ: Rahat al-sudûr, nşr. M. İkbal, GMNS, türkçe tercüme A. Ateş, I-II,
T.T.K. Ankara, 1957-1960.
İBN AL-ASİR: al-Kâmil fi Tarih, nşr. Tornberg, IX-XII, 1876.
İBN BİBİ: al-Avamir al-'alâiyya. T.T.K. Ankara 1956; nşr. Houtsma, Textes relatif
a Fhistoire de Seldjoucides, III-IV, Leide, 1902.
AKSARAYİ: Musamarat al-Ahbar, nşr. O. Turan, T.T.K. Ankara, 1944.
Anonim Selçuknâme, nşr. ve türkçe tercüme F. N. Uzluk, Ankara, 1952.
İBN SAİD: Kitab bast al-arz, Tetuan, 1958.
İBN BATUTA : Voyage d'Ibn Batuta, nşr. ve fransızca tercüme Defremery ve Sangui-
netti. 1-v, Paris, 1853-1859.
AL-UMARİ:
Masalik al-absar, nşr. F. Taeschner, Leipzig, 1929.
AFLAKİ: Manakıb. al-Ârifin, nşr. T. Yazıcı, I-II, T.T.K. Ankara, 1959-1961.
AZİZ B. ARDAŞİR-İ ASTER ABADİ: Bazm u razm, nşr. K. Rifat, İstanbul, 1928.
AHMEDİ: Dâsitan-ı tavarih-i müluk-ı âl-i Osman, nşr. N. S. Banarlı, Türkiyat Mec¬
muası, VI.
Betrandon de la Broquiere, Voyage d'Ourtremer, nşr. Ch. Schefer, Paris, 1892.
Dusturnâme-i Enveri, nşr. Mukrimin Halil, İstanbul, 1928.
AŞIKPAŞAZADE : Tevârih-i âl-i Osman. İstanbul, 1332.
NEŞRI: Kitab-ı Cihan-numa, nşr. F. R. Unat, M. Altay Köymen, I-II, 1949, 1957.
Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi, İstanbul, 1958.
ALİ: Kunh al-ahbar, I-V. İstanbul, 1277 ve basılmamış kısımlar.
MÜNECCİM BAŞI: S'ahayıf al-ahbar, III, İstanbul, 1285.
NAİMA: Tarih, I-VI, İstanbul, 1280.
Dede Korkut Kitabı, I, nşr. Muharrem Ergin, T.D.K., Ankara, 1958.
ABU'L-GAZİ BAHADIR HAN: Şecere-i Terakima,
nşr. A. N. Kononof, Moskova,
Leningrad, 1958.
TETKİKLER:
A. ADIVAR: Osmanlı Türklerinde ilim, İstanbul, 1943.
A. ATEŞ: Hicri VI-VIII. (XIII-XIV) asırlarda Anadolu'da farşça eserler, Türkiyat
Mecmuası, VII-VIII.
: Muhy al-din İbn al-'Arabi, İslâm Ansiklopedisi, VIII.
R. GROUSSET: L'Empire des steppes, Paris, 1948.
W. BARTHOLD: Türkistan down to the Mongol invasion, GMS, Leyden, 1928.
: Orta Asya Türk Tarihi hakkında dersler, İstanbul, 1928.
: İslâm medeniyeti tarihi (F. Köprülü'nün notları ve izahları ile) türkçe
tercümesi, İstanbul, 1940.
A. GÖLPINARLI: Tunus Emre hayatı, İstanbul, 1936.
: Tunus Emre divanı, İstanbul, 1943.
: Tunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul, 1961.
: Mevlâna Celâleddin, İstanbul, 1951.
: Mevlâna'dan sonra Mevlevilik, İstanbul, 1953.
H. GLUCK: Türk san'atının dünyadaki mevkii, Türkçe tercüme, Türkiyat Mec. III.
J. VON HAMMER: Histoire de l'empire ottoman, I-XIII. Paris, 1835-1843.
E. Z. KARAL: Osmanlı Tarihi, V-VII. T.T.K., Ankara, 1947-1954.
F. KÖPRÜLÜ: Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar. İstanbul, 1918.
: Türk edebiyatı tarihi, İstanbul, 1926.
: Anadolu'da Türk dil ve edebiyatının tekâmülüne umumi bir bakış, Yeni Türk
Mecmuası, I-III, 1933.
: Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine tesiri hakkında bazı mülâhazalar,
Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, I. İstanbul, 1931.
: Les origines de l'Empire ottoman, Paris, 1935.
BAHEDDİN ÖGEL: İslamiyetten önce Türk kültür tarihi, T. T. K., Ankara, 1962.
A. SAYILI: The observatory in İslam. T.T.K., Ankara, 1960.
F. SÜMER: X. yüzyılda Oğuzlar, Dil ve Tarih-Goğrafya Fakültesi Dergisi, XVI,
sayı 3-4.
: Oğuzlar'a dair destanı mahiyette eserler. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Dergisi, XVII, sayı 3-4.

: Anadolu'ya yalnız göçebe Türkler mi geldi? Belleten, sayı 96.
: Mengücükler. İslâm Ansiklopedisi, cüz 77.
M. ŞERAFEDDİN: Mevlâna'da türkçe sözler ve şiirler, Türkiyat Mecmuası, IV.
BURSALI TAHİR:
Osmanlı müellifleri I-IV, 1333-1334.
Z. V. TOGAN: Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1946.
O. TURAN: İkta. İslâm Ansiklopedisi,
: L'Islamisation en Turquie au Moyen âge, Studia Islamica, X.
: Selçuk kervansarayları. Belleten, sayı 39.
: I. Kılıç-Arslan, II. Kılıç-Arslan, I. Gıyas al-din Keyhusrev, Izeddin Keykdvus,
Ala al-din Keykubat, II. Gıyas al-din Keyhusrev. İslâm Ansiklopedisi, cüz, 62-63.
İ. H. UZUNÇARŞILI: Anadolu beylikleri ve Ak Koyunlu ve Karakoyunlu devletleri, T.T.K.,
Ankara, 1937.
: Osmanlı devleti teşkilâtına medhal, T.T.K., İstanbul, 1941.
: Osmanlı devletinin saray teşkilâtı, T.T.K., Ankara, 1945.
: Osmanlı devletinin merkez ve bahriye teşkilâtı, T.T.K., Ankara, 1948.
: Osmanlı Tarihi, I-IV., T.T.K., Ankara, 1947-1959.
SUUD KEMAL YETKİN:
İslâm mimarisi, Ankara, 1959.
E. DİEZ - O. Aslanapa, Türk Sanatı, İstanbul.

Ziyaret -> Toplam : 125,32 M - Bugn : 74814

ulkucudunya@ulkucudunya.com