Deprem: Arz’ın Gücün ve Şiddetin Dili ile Konuşması
Durmuş Hocaoğlu - Aksiyon Dergisi 01 Ocak 1970
Bir sûre olarak bizzat kendisi, hattâ ilk âyeti olan “İza zulziletu’l—ardu zilzâlehâ” dahi, tek başına, hem fonetik ve hem de mânâ itibariyle bir deprem (zelzele) gibi olan,
Kıyâmet’i tasvîr eden Ez—Zilzâl’den çıkarsayabildiğim bir anlam da, Deprem’in, “Arz’ın Gücün ve Şiddetin Dili ile konuşması” olduğudur.
Deprem, bir “güç”tür, korkunç bir güç, bir şiddet, bir felâket; sâniyen bir terbiye edicidir, bir ihtar edicidir; bu itibarla, o, Rabbinin emrettiğinden başkasını yapmayan aşırı derecede sert melekler (melâiketun ğılâzun şidâd) gibidir.
Deprem, bir ‘güç’tür, bir felâkettir; ama, o, öncelikle bir tabiî olgudur; serbest bırakılan bir taşın düşmesi gibi bir tabiat olgusu. Tabiat, çıplak bir varlık alanı olarak bizim dışımızda, yani bizden bağımsız, gerçek bir dünyadır ve kendi kanunlarına tâbîdir; bu sebeple de her türlü eleştiriye kapalıdır. Yani bu güce yüklenen felâket niteliği çıplak bir tabiat olgusu olarak alındığında bir anlam taşımaz; onun bu anlamı sâdece insan dünyası içindir. Zira, felâket, bir aksiyoloji kavramıdır, bir fizik kavramı değil; fizikî dünyada bizzat ne iyi vardır ne de kötü ve felâket. İyi, kötü, felâket insan dünyasına ait değerlerdir.
O halde, deprem’in mürebbî vasfı da sâdece insan dünyası için bir mânâ taşıyacaktır.
Deprem, bir yandan tabiî bir hâdise olduğu gibi, bir yandan da o muazzam gücü ile karşılaşmış olduğu ülkeleri, medeniyetleri, kültürleri, zihniyetleri —bazan mânen bazan da maddeten, veya her ikisi birden— teste tâbî tutan, imtihan eden bir murâkıptır, bir müfettiştir, bir mürebbîdir, hem de en iyisinden.
Evet, en iyisinden. Zira; Rüşvet yemez, hâtır tanımaz, aldatılamaz, kandırılamaz. O, geldiği ülkeye bir el—ense çeker ve kimin eserinin, san’atının ve dürüstlüğünün ne ölçüde olduğunu sâdece ve yalnız bu birkaç saniyelik el—ense ile ölçer ve neticeyi de gözler önüne serer ve “sen busun” der, notunu ilân eder. Sezar’ın “gittim, yendim, geldim” (veni, vidi, vici) demesi gibi, “geldim, ezdim, gittim” diyen bu büyük güç, baskın yapan bir müfettiş gibi, randevusuz olarak, insanların uykuda yahut uyanık, iyi veya kötü halde olduğuna hiç bakmaksızın bir yıldırım gibi gelir; gelir ve vurur!
Deprem “ölüm” gibidir; hattâ bazan bizzat ölüm’ün kendisi. Onun için de, beyne’l—havf we’r— recâ düstûru kavlince, her ân teyakkuz hâlinde bulunmayı icap ettirir. Ayağının altına alıp çiğnediği ülkenin ve o ülkede yaşayan insanların kimliğine, inancına, ideolojisine, fiyakasına hiç bakmaz; sâdece o ülkedeki ve o ülkenin insanlarındaki kaliteye bakar, sâdece “kalite”ye. Depremi ilgilendiren sadece budur. Kalite, dünyevî fonksiyonu nazarı itibare alındığında ise Kalite, “Güç” demektir.
Bunun içindir ki, deprem —aşırı derecede sert melekler gibi— duygusuzdur; kimsenin feryâdını işitmez, yıkılan yuvalar, sönen ocaklar onu ilgilendirmez; O, sâdece ve yalnız, çarptığı ülkeyi şöyle bir tutar, kaldırır, tartar, ne kalitede olduğuna bakar ve beğenmediğini yere çarpar, üstüne basar ve geçer.
Deprem, “Arz’ın Gücün ve Şiddetin Dili ile konuşması”dır; bir güçtür, bir şiddettir, ve sâdece ve sâdece “gücün dili”nden anlar; yani, onu ancak ve yalnız başka bir güç dengeler: “Bilgi”.
***
Arz, 17 Ağustos salı gecesi saat 03.02’de bizimle “gücün ve şiddetin dili” ile konuşmuş, Türkiye’mizi, Hiroşima’ya atılan atom bombasının takriben 400 katı —yani 8 megaton (8 milyon ton dinamit eşdeğeri) bir güce sahip bir darbe ile ağır bir teste tâbî tutmuştur.
Arz, bir şedîd melek gibi, tek—tek insanları görmemiş, feryadları duymamış, âmmeten gelmiş, bir el—ense çekmiş, ne kalitede olduğumuza bakmış, notunu vermiş, “geldim, ezdim, gittim” diyerek uzaklaşmıştır.
... ve maalesef âmmeten kötü not almış bulunmaktayız.
Söylemekten hazer ediyorum, hırsız müteahhidleriyle; Devlet denen o en yüce, en saygın dünyevî kurumun mânevî şahsiyetini de tahfif ve tezyîf eden, çivisi çıkmış, lâçkalaşmış devlet kurumları ile; aldığı bir malın kalitesini sorma ve öğrenme medenîliğini gösteremeyen, henüz hâlâ ham, henüz hâlâ geri kalmışlık çemberini kıramayan toplumu ile bu ülke, cem’an, âmmeten kötü not aldı. Bu not elbette sıfır değil, ama sınıf geçmeye, hattâ vize almaya bile yetmeyecek kadar düşük.
Deprem, bizim gerçek değerimizi yüzümüze vurmuştur: kalite yetmezliği. Kalitemiz, birçok ülkenin ilerisindedir, hiç kuşkusuz; ama onlar da gerçek anlamda birer ülke değildir ve Bizim için birer kıyas unsuru olamazlar.
Bu düşük notun, bu fâcianın asıl sebebi ise, “zihniyet fâciası”dır; kalitesizlik, zihniyet yetersizliğinin bir ürünüdür.
Türkiye’nin buna ihtiyacı var: Kalite; yani, Güç, yani Bilgi. Bilgi de zihniyetin bir ürünü olduğuna göre, açıkça diyebiliriz ki, Türkiye’nin bir “zihniyet devrimi”ne ihtiyacı vardır; zira, asıl fâcia zihinlerde başlamaktadır.
***
Ancak, herşeye rağmen, şahsen, gelecek için ümitliyim; bundan iki sene önce Kırıkkale’deki cephânelik fâciası için yazmış olduğum yazımdaki son ifâdelerimi tekrar etmek istiyorum: “Ümitliyim, çünkü, çürüyen bir çınarın gövdesinden taze bir filizin uç vermesi gibi, Türk toplumu da Anadolu’dan taze bir uç veriyor.”
Ben bu filizin meyvesini görür müyüm? Kim bilir?