OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ
01 Ocak 1970
Hayatı (Özet)
Osman Zeki YÜKSEL (SERDENGEÇTİ) DOĞUM : 15.05.1917 Akseki/ANTALYA VEFAAT: 10.11.1983 ANKARA Ömrünce,sürekli hep indifa halinde kükreyen bu yanardağa; alevlerini söndürmek için üzerine zulmetin en iğrenç ıslaklığındaki zindanlar örtülen, küfrün kızıl hançeriyle bağrı bin kez yırtılan; tabutluklarda, karanlık şafağa uzanırken can evine zulüm okları dürtülür. Din, millet, vatan ve adalet dendiği zaman bu sevda uğruna çılgınlara dönmüş, bu ideallerin binde biri kadar nefsine pay vermemiştir. Karşısında kabaran kızıl dağa karşı, baş döndürücü bir çağa karşı boğulmayan bir nefes, susturulmayan bir ses olarak hep dimdik durdu. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diye haykıran sesini zindanlar, prangalar susturamayınca dünya nimetleriyle susturmaya çalıştılar. Ruhu şad olsun.. 1917’de Akseki’de doğdu. Bu ilçenin en eski ve en büyük ailelerinden birine mensup olup Müftü Hacı Selim’in oğludur. İlkokulu Akseki’de, orta ve liseyi Antalya’da bitirdikten sonra 1940’da Ankara Dil Tarih Coğrafya fakültesinin Felsefe bölümüne girdi. Fakültedeki milliyetçiliği ve ele avuca sığılmazlığıyla üniversite kampüsünde binlerce öğrencinin huzurunda okuduğu bir şiirle (Moskofname) sesini ilk defa duyurur. Ülke çapında ünlenlenmesi ise Adsız-Sabahattin Ali davasında olur. Sabahattin Aliyi tokatladığı için Cürmümeşhut mahkemesine götürülür ve 12,5 lira para cezasına çarptırılır. Davanın ikinci celsesinde hükümetin aldığı güvenlik tedbirlerine rağmen onbinlerce insan “Kahrolsun komünistler!” diye bağırarak Türkiye’yi inletirler ve Sabahattin Aliyi yuhalarlar. Tarih 3 Mayıs 1944’tür ve hemen ertesi günü yapılan tevkiften sonra Osman Yüksel SERDENGEÇTİ’de nasibini alır. Milli şefin tabutluk ve işkence hanelerinde misafir(!) edilir bir süre. 1940-1947 arasında çeşitli gazetelerde yazılar yazdı. 20 Nisan 1947’de kendi dergisini (SERDENGEÇTİ) çıkarmaya başladı ve dergisinin adı kendi adı olarakta anılmaya başlandı. Derginin ilk sayısı defalarca basıldı. Bir fakültenin iç yüzü ve Azap hücrelerinde yazılarıyla fakülteden kaydı silindi. Yapılan soruşturma ve mahkemeden sonra suçsuzluğu anlaşıldı ve serbest bırakıldı. Atıldığı fakülteye yeniden girmek için ilgililer nezdinde çalmadık kapı bırakmadı ise de fakülteye giremedi ve diplomasını alamadı. Bunun üzerine dönemin Maarif vekili Hasan Ali Yücel’e hitaben “Yüksek vekaletin alçak vekiline” başlıklı dilekçe yazarak vekilin eline tutuşturdu. Tekrar tutuklanarak hapse girdi. Hapisten sonra SERDENGEÇTİ’yi çıkarmaya devam etti, fakat dergi haksız zulüm ve yöneticilerce toplatılıyordu.40 yıl boyunca 33 sayı çıkartabildi. Her sayı ayrı adreslerde basıldı. Her sayı sonrası hapse giriyordu ve dergi çıkmaz oluyordu ve paralarını da alamıyordu. Bütün neşriyat hayatında savcılarla ve Bab-ı Adi simsarlarıyla uğraşıyordu. Bütün bunlara rağmen o davasından, yolundan, ülküsünden vazgeçmedi. 1954 yılında Antalya’dan milletvekili oldu. Politikayı hiçbir zaman becerememiştir. Protokollerden her zaman uzak durmaya çalışmıştır. 1961 yılında Konya’dan aday oldu fakat faaliyet gösteremeden yıllar önceki bir yazısından dolayı hapse girdi.Millet aşkına atıldığı siyaset onu hep itmiş ve dışlamıştır. Osman Yüksel uzaktan akrabası olan bir ailenin kızı olan İsmet hanımla evlenmişti. Bu evlilikten bir oğlu olmuştu fakat,oğlu 2 yaşına gelmeden öldü. Bir daha da çocukları olmadı. Siyasetten çekildikten sonra Ankara,Antalya,Akseki ve İstanbul’da dolaşarak geçirir. SERDENGEÇTİ aniden hastalanır. Parkinson olmuştur. O aldırmaz, zaman zaman hastalığını da alaya alır. “Parkinson öyle hoş bir isim ki araba markasına benziyor. İnsanın keşke benimde bir parkinsonum olsun diyesi geliyor. Mao’da bu hastalık varmış yahu. Eh yinede büyük adam hastalığı. Ne de olsa serde fukaralık var, bu da proleter hastalığıymış, bize de böylesi yakışır. Siroz olup ta burjuva hastalığına tutulacak değildik ya” der. Bir hemşehri ziyaretinde gece su içmek için kalktığında düşer ve kalçasını kırar. Yatış o yatış bir daha yerinden kalkamaz. Önce Konya Üniversitesinde sonrada Hacettepe Üniversitesinde tedavi görür. Yurdun dört bir tarafından ziyaretçileri gelmektedir.Ve SERDENGEÇTİ son esprisini patlatır. Nerdeyse o gün ölmek bile yasaktır, ama o yine dinlemez ve ölüme kanatlanır Hakka kavuşur. Tarihler 10 Kasım 1983’ü gösteriyordur. O, dünyaya, kabına sığmayan insan şimdi Cebeci Asri mezarlığında mütevazı kabrinde yatmaktadır. Ruhu için Fatiha. RUHUN ŞAD, MAKAMIN CENNET OLSUN....
Çocukluk Yılları
Asıl adı Osman Zeki Yüksel’dir. Yayımladığı meşhur Serdengeçti dergisinden ve bu dergide Serdengeçti imzasıyla kaleme aldığı yazılarından dolayı Serdengeçti olarak tanınmıştır. Osman Yüksel, Antalya’nın Akseki ilçesinde Hacı İlyas Mahallesi Medrese Caddesi’nde 26 Temmuz 1917 tarihinde dünyaya geldi. Osman Yüksel’in Ailesi Babası Hoca Ahmet Salim Efendi, annesi ise Emine hanımdır. Aynı zamanda müftülük sıfatını da üzerinde taşıyan Hoca Ahmet Salim Efendi’nin Esat ve Hasan Selami ismini koyduğu iki oğlunun ardından Osman Yüksel dünyaya gelmiştir. Anne ve babasının Akseki’de yetişen nüktedan insanlar olduğu bilinmektedir. Eski ve büyük bir geçmişe sahip olan Osman Yüksel’in ailesindeki fertler ekseriyetle yüksek tahsil yapmış kişilerdir. Aralarında bir zamanların Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, eski müftülerden Hacı Salih Efendi’nin de bulunduğu Akseki’nin âlimler yetiştirmiş köklü sülalelerindendir. Osman Yüksel’in babası Hoca Ahmet Salim Efendi, oldukça kültürlü, devrin gerçeklerine vakıf, durmaksızın okuyan, iyi derecede İslami eğitim almış bir insandır. Bununla birlikte Kurtuluş Savaşı’nda Akseki’de vatanperver halk hemen Akseki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurduğunda cemiyetin kurucuları arasında Hoca Ahmet Salim Efendi de yer almıştır. Genç yaştan itibaren isminin önüne müftü sıfatını ekletmeyi başaran Hoca Ahmet Salim Efendi, yaşadığı çevresinden farklı olarak geniş bir ufka sahiptir. Zaten bu ileri görüşlülüğü, çocuklarının öğrenimleri konusunda verdiği mücadele ile de kendini gösterecektir. Ailede Aldığı Eğitim Osman Yüksel, çocukluklarında babasının akşamları evlerinde bütün evlatlarını etrafına toplayarak Muhiddin-i Arabi, İmam-ı Gazali, Hasan-ı Basri, Beyazıd-ı Bestami gibi İslam âlimlerinin eserlerinden pasajlar okuduğunu ifade etmektedir. İnanç yüklü bu babanın evlatlarının yetişmesi için gerçekleştirdiği samimi çırpınışlar ilerde meyvelerini fazlasıyla verecektir. En büyük oğlu Esat Yüksel, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görevli olarak ülkesine hizmet edecek ve oradan emekliliğe ayrılacaktır. İkinci oğlu Hasan Selami Yüksel, hukukçu olacak ve devletin önemli kademelerinde görev alacaktır. Osman Zeki Yüksel de Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe bölümüne girecek, ancak siyasi sebeplerden dolayı okulu bitirmemesine rağmen, yaşamı boyunca birçok başarının altına imza atarak ailenin artı hanesinde yerini alacaktır. Küçük kardeşi Müstecabi Yüksel ise doktor olarak yaşamını sürdürecektir (Yılmaz, 2001,19). Yaşadığı Çevreye Bakışı Osman Yüksel, tabiata karşı hre zaman hassas olmuştur. Abisi Hasan Selami’nin kızı olan yeğeni Emine Bağlı, amcasının tabiata karşı hassas olduğunu aktararak, onun çiçekleri-böcekleri incelediğini ve tefekkürde bulunduğunu söylemektedir. Bunun doğal bir sonucu olarak küçük yaşına rağmen bağ-bahçe ile ilgilenmek ve ailesine ait keçileri sağmak Osman Zeki Yüksel’in en büyük zevki olmuştur. Kendisini bir dağ çocuğu olarak adlandırmasının da bundan kaynaklandığı belirtilmektedir. Kendisi “Dağlara Dair” yazısında şöyle demektedir: “Ben bir dağ çocuğuyum. Küçük bir dağ kasabasında dünyaya gelmişim. Hayata gözlerimi açtığım zaman ilk gördüğüm manzara dağ olmuş. İlk aldığım hava dağ havasıdır. Lamartin; ‘tabiatla insanlar arasında bir nevi akrabalık vardır’ der. Benim dağlarla akrabalığım çocukluğumdan başlar; onun içindir ki dağ, dağlar bende ikinci bir tabiat halindedir. Dağsız bir arazi, hele dağsız bir vatan düşünemiyorum” (Serdengeçti, 2000, 115-117). Kendisini ‘dağ çocuğu’ olarak ifade eden Osman Yüksel, öğrencilik döneminde Akseki’ye gittiği zaman sürekli saman kokuları arasında yıldızlara bakarak uyuduğunu ve bağ evlerinde ay aşığının altında roman okuduğunu anlatmaktadır. Hatta ‘Dağlar Gibi’ diye bir şiir de yazmıştır. Eğitim Hayatı Doğumu 1. Dünya Savaşı sonuna denk gelen Osman Yüksel, çocukluğunun Milli Mücadele heyecanıyla geçtiğini şu ifadelerle anlatmaktadır. “İlk mektepte okuduğumuz kıraat kitapları, zorla gasp edilmiş, alçakça çiğnenmiş bir vatanın yakılmış, yıkılmış bir yurdun hatıralarıyla dopdoluydu. Zafer neşidelerinin yanında, sönmüş ocaklar, yıkık mabedler, malul gaziler gördük. Okuduklarımız gördüklerimize uyuyordu. Milli Mücadele heyecanı Kuvayi Milliye ruhu körpe dimağlarımızda silinmez akisler, derin izler bıraktı. Sonradan bu ruh yavaş yavaş gevşedi. Yerini sert, kaba bir materyalizme, kör bir putperestliğe bıraktı. Milli Mücadele heyecanı söndürüldü. Kuvayi Milliye ruhu öldürüldü” (Serdengeçti, 2000, 6-7). Osman Yüksel’in ilkokul sıralarında başlayan vatan-millet aşkı ileride çıkacak olan Serdengeçti dergisinin habercisi olarak değerlendirilebilir. Osman Yüksel, ilkokulu bitirmesinin ardından ailesi tarafından Antalya’ya ortaokul ve liseyi okumaya gönderilmiştir. Yeğeni Emine Bağlı, liseyi Antalya’da okuyan amcası Osman Yüksel’in son sınıfı ise Ankara Atatürk Lisesi’nde okuduğunu söylemektedir. Ortaokulda öğrenim gördüğü süre içerisinde günlerini sürekli okuyarak geçiren Osman Yüksel, ağırlıklı olarak Mehmet Akif’in, Yunus Emre’nin ve Mevlana’nın kitaplarını okumuştur. Ayrıca yabancı yazarların eserlerini dikkatlice takip etmekle birlikte, dünya klasiklerine ise ayrı bir ilgi ile yaklaşmıştır. Osman Yüksel, okuduğu bu kitaplar sayesinde kendi kendine milliyetçi, muhafazakâr ve hümanist düşünceler pompalayacak, bu doğrultuda fikri bir açılım yakalamıştır. “Beni günlük gelici geçici şeylerden, ferdiyetin dar çerçevesinden kurtaran: bana mücadele heyecanı, cemiyet ve cemaat şuuru veren Mehmet Akif olmuştur… Eğer karşımıza öldüremedikleri, saklayamadıkları bir Namık Kemal bir Mehmet Akif çıkmasaydı biz de sapanlar, sapıtanlar güruhuna katılacaktık. Biz Namık Kemal’den vatan ve hürriyet sevgisini öğrendik. Fakat bu vatan mücerretti, nazari idi. Akif bu mücerret vatanı müşahhaslaştırdı. Bu sihirli fakat boş kalıba ruh verdi. Ses verdi. Onu realitenin haşin yüzüyle, başsız ümmetlerin, mazlum milletlerin feryatlarıyla doldurdu. Halkın dertlerini, arka sokakların sefaletini, camilerin, secdelerin heyecanını, cephelerin kan ve kıyametini dile getirdi. Akif’te memleket, millet haline geldi. Namık Kemal’in hürriyeti, Akif’te istiklal oldu, bayraklaştı” (Serdengeçti, 2000, 7). Okul yıllarının başlamasıyla birlikte üçlü bir öğrenim kıskacı altına giren Osman Yüksel, evde aldığı İslami eğitime, okulda aldığı dersleri eklemiştir. Aynı zamanda okumaya başladığı yerli ve yabancı yazarlarla da dünyayı tanımaya çalışırken, bilgi dağarcığını da sürekli zenginleştirmeye çaba harcamıştır. Osman Yüksel, yabancı yazarlar içerisinde özellikle Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ kitabından çok etkilenmiştir. Bu yazarın bütün kitaplarını okuyan Osman Yüksel, Hüseyin Üzmez’e göre Dostoyevski’nin romanlarında yaşamaktadır (Üzmez, 2001, 76). Osman Yüksel, geçen zaman içerisinde nakış nakış yüreğine Anadolu sevdasını da işleyerek, bayrağı namus, vatan toprağını kutsal saymaya başlamıştır. Ortaokul ve lise yılları süresince okumanın yanında devamlı bir gözlem içerisinde olan Osman Yüksel, lisede ‘Fikretçi’lere karşı giriştiği ‘Akifçi’lik tartışmaları ile ileride yaşayacağı fırtınalı fikir yıllarına ilişkin olarak ilk ipuçlarını da göstermektedir. Şiire de yakın ilgisi olan ve ileriki dönemde kendi şiirlerini yazarak Serdengeçti dergisinde yayınlayan Osman Yüksel, Mevlana ve Yunus Emre başta olmak üzere Divan Edebiyatı ile yeni Türk Edebiyatı temsilcilerinden etkilenmiştir. Osman Yüksel’in yeğeni Aydın Yüksel’de bulunan, Akseki ve Konya Cezaevi ile Ankara’da kaleme alındığı öğrenilen el yazması bir defterde kendisinin hangi şairlerin hangi şiirlerinden etkilendiğini çıkarmak mümkündür. Bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmayan Osman Yüksel’in elyazması bu defterinde Mevlana, Yunus Emre, Fuzuli, Şeyh Sadi, Nabi, İbrahim Hakkı Erzurumi, Gevheri, Öksüz Dede, Niyazi, Ahmet Haşim, Faruk Nafiz Çamlıbel, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Mehmet Çağlar, Ahmet Muhip Dranas, Behçet Kemal Çağlar, Yahya Kemal Beyatlı, Ali İzzet Özkan, Osman Attila ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirleri bulunmaktadır. Defterde ayrıca Osman Yüksel’in Ağıtlar, Issız Dağ Başlarında, Türklüğün İlahisi ile Hapishanelerde Düşünce ve Hayal şiirleri bulunmaktadır. Bu şiirlerin sonradan yayınlanmış haline bakıldığında defterde düzenlenmemiş bir şekilde yer aldığı görülmektedir. Bu durum Osman Yüksel’in Ağıtlar, Issız Dağ Başlarında, Türklüğün İlahisi ile Hapishanelerde Düşünce ve Hayal şiirini ilk olarak bu deftere yazdığı ve daha sonra da düzenleyerek yayınladığı yönünde değerlendirilmektedir. Defterde ayrıca kime yazıldığı belirtilmeyen iki mektupta yer almaktadır.
Üniversite Yılları
Lise eğitimini bitiren Osman Yüksel, felsefenin kendisini cemiyet meselelerinin üstünde birçok meseleyle temasa geçireceğini düşünerek, 1940 yılında Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe bölümüne kaydolmuştur. Birçokları gibi fakülteye zorla kaydolmadığını söyleyen Osman Yüksel, felsefeyi bilerek, isteyerek tercih ettiğini ifade ederek, sebebini şöyle açıklamaktadır: “Çünkü öteden beri kitaplara, fikirlere karşı alakam her türlü alakanın üstündeydi. Bu bölümde tam aradığım şeyi bulmuştum. Burada ruhiyat okuyacaktım. İnsanları harekete geçirecek psikolojik amilleri, ruhi tezahürleri öğrenecektim. İçtimaiyat okuyacaktım. Cemiyetlerin yükseliş ve çöküş sebeplerini, sosyal cereyanları takip edip araştıracaktım. Nihayet felsefe tahsil ederek büyük filozofların sistemleri üzerinde duracak, onlardan aldığım ilhamla, ışıkla kültür hayatımızın geçirmekte olduğu buhranları anlayacak, karanlıkları aydınlatacaktım. Milletime, vatanıma bu yolda gücümün yettiği kadar faydalı olmaya çalışacaktım” (Serdengeçti, 3. Sayı, 3). Felsefe bölümünde okuyarak yukarıda ifade ettiklerini yapamayan Osman Yüksel, bunu Serdengeçti Dergisi ile daha da etkili bir şekilde gerçekleştirmiştir. Osman Yüksel’in düşündüğü üniversite hayatı hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. Çünkü hem eğitim sistemi hem eğitim hizmetini sunan hocalar hem de öğrenciler onun düşlediği gibi olmamıştır. İlim perdesi arkasında halkın inançlarıyla dalga geçildiğini, tarihi ve içtimai temellerin baltalandığını, öğrencilerin materyalist ve yozlaştıran bir batağa doğru itilip kendi değerlerinden uzaklaştırıldığını gören Osman Yüksel, o zamanlar felsefe bölümündeki öğrencilerin durumuna ilişkin şu ifadeleri kullanmıştır: “Her şeyi ben bilirim iddiasında bulunan bu zavallılar, Karl Marx’ı Marka, Engels’i Engel olarak yazacak ve okuyacak kadar kendi ideolojilerinin bile yabancısıdır. Bu zavallılar, bu solda sıfırlara göre Çanakkale tahtakale, Atatürk sarhoşun biri, Namık Kemal şişirilmiş bir adam, İstiklal Marşı şairi yobaz ve İstiklal Harbi kahramanları, şehitler budala idi. Bunlar ceplerinde para olunca kapitalist sistemleri kabul eder, parası bitince yaman birer proleter olurlar ve aç midelerin türküsünü çağırırlar. Şehvetleri gıcıklanınca ise serbest çiftleşme taraftarı olurlar. Ellerine beş-on kuruş geçti mi doğru meyhaneye giderler yahut bir yerde toplanarak bu iffetsizler, şerefsizler güruhu Stalin’in şerefine kadeh kaldırırlar” (Serdengeçti, 3. Sayı, 4). Fakültede cereyan eden bu olaylardan son derece rahatsız olan Osman Yüksel, içinde bulunduğu durumdan kendi medeniyet değerlerine bağlanarak çıkmıştır. “Kendi varlığını bile inkar eden ‘ide’ci feylesoflardan tutun da, en kaba materyalistlere kadar, bunların kurdukları fikir sistemleri içinde bir hayli dolaştım. Kantları Kontları gördüm. Hiç biri içimdeki boşluğu dolduramadı. Beni nurlu bir yola çıkaramadı. Niçenin ihtiras şarkıları, Russonun vicdan ve hürriyeti, Spinozanın panteizmi, Berksonun canlı, hayat akan felsefesi, zaman zaman bütün varlığımı kaplamak istedi. Fakat bu olmadı. Daima bir yanım açıkta kaldı. Aradığımı yine kendimde, kendimizde, şarkta buldum. Mevlana ve Yunus imdadıma yetişti. Bu iki büyük ustanın sesi, felsefesi bana kalbimin atışı kadar canlı, benden bana yakın göründü. Beni ayrılık gayrılık tanımayan vahdetçi bir dünya görüşüne götürdü. ‘İzm’lerin elinden kurtardı. Kalp yollarından geçen her fikir nur oldu: Tanrıyı, mutlak hakikati buldu. Sanat ve fikir, kalp ve akıl, garbın hiçbir feylesofunda, bu iki büyük insanda olduğu kadar birleşemedi. Nifaksız, tezatsız bir görüş! En büyük insanlık, en büyük ahlak… Hakikat!..” Evet cemiyet karşısında ben hep Akif gibi düşündüm. Beni bu mücadeleye, bu sevdaya atan Akif olmuştur. Kainat, varlık, Hakk karşısında ise Mevlanaların, Yunusların yolundaydım” (Serdengeçti, 2000, 8-9). Yeğeni Emine Bağlı, Mehmet Akif’in Osman Yüksel için büyük önem taşıdığını, hastanede yatarken Akif’in olduğu hayaller gördüğünü anlatmaktadır. Amcasının hastanede yatarken bir gün kendisine “Kapıdan Mehmet Akif geçti” dediğini ifade eden Emine Bağlı, ölümünden önce hayalinde onu gördüğünü dile getirmektedir. Komünizme Karşı Mücadelesi Gençliğin içinde bulunan durum karşısında sessiz kalmamanın yanında yapabilecek bir şeyler de olduğunu düşünen Osman Yüksel, artan komünistlik faaliyetlerine karşı dur demek için arkadaşlarıyla toplantılar yapmıştır (Serdengeçti, 3. Sayı, 5). Bu toplantılara katıldığını anlatan yakın arkadaşı ve sonradan avukatı olacak olan Süleyman Arif Emre, bazı talebelerin bu olaylar karşısında neler yapılabileceğinin konuşulması üzerine, gözdağı verilmesi için komünistlerin dövülmesi gerektiğini ifade ettiğini, Osman Yüksel’in ise ‘Hayır fikre karşı kaba kuvvet bizim yapacağımız iş olamaz. Böyle bir teşebbüse girişenler, kendi fikrinin zaafını peşinen kabul etmiş demektir. Onlarla fikir ve kanun yollarından mücadele etmeliyiz’ dediğini söylemektedir (Aktaran: Balcıoğlu, 2002, 171). Osman Yüksel’in kanuni yollara başvurma fikrinin kabul edilmesinin üzerine ilk olarak, öğretim görevlileri aleyhinde Milli Eğitim Bakanlığı’na resmen şikâyette bulunmak için onun önderliğinde çalışmalar başlatılmıştır. Resmi şikâyet üzerine bakanlık meseleyi tahkik etmek için Dil Tarih Fakültesi’ne müfettişler göndermiştir. Yapılan tahkikat sonucunda ise şahit gösterilen 15 öğrenci, iş ciddiye binince hocalarının aleyhinde menfi ifade vermekten çekinince, sadece Osman Yüksel hocalar aleyhinde ifade vermiştir. Hocalara iftira attığı gerekçesiyle disiplin kuruluna verilen ve fakülteden atılan Osman Yüksel, Danıştay’a aleyhte dava açmış ve bu davayı kazanarak yeniden okuluna dönmüştür. Sabahaddin Ali’yi Tokatlaması Bir akşam arkadaşlarıyla Dil Tarih Fakültesi’nde verilen konferanstan sonra caddeye çıkan Osman Yüksel, önlerinde Sabahaddin Ali, Pertev Boratav ve Niyazi Berkes’i yanyana giderken görmüştür. Arkadaşları Osman’a, bu kişileri dövme teklifinde bulunsa da bunu kabul etmeyen Osman Yüksel, yine ‘fikre karşı sopayla mukabele edilmez’ demiştir. Ancak arkadaşlarının kendisini korkaklıkla itham etmeleri üzerine Osman Yüksel, Sabahaddin Ali’nin yanına giderek ilk olarak onunla tartışmaya başlamış ve ardından tekme tokat kendisini dövmeye başlamıştır. “Çığlıklar üzerine kalabalık birikiyor, nereden çıktıysa bir polis geliyor. Polis durumu görebilmek için el fenerini yakıp, hala yumruklaşan kavgacıların üzerine tutunca Osman kurnazlık yaparak duruyor. Polis, Sabahaddin Ali’nin Osman’ı döğdüğünü zannediyor, alıp karakola götürüyor. Sanık sıfatıyla Sabahaddin Ali aleyhinde evrak tutuluyor, karakolda kalabalık arasında Osman’ın tecavüze uğradığına şehadet eden kimseler bile çıkıyor. Bu duruma içerleyen Sabahaddin Ali; ‘Bunlar ne biçim milliyetçi, ne biçim Türkçü, hem adam döğüyorlar, hem de yalancı şahitler göstererek adamı suçlu sayıyorlar’ deyince bunun üzerine hıncını alamayan Osman, sürekli koynunda taşıdığı evinin yaklaşık 25 santim uzunluğundaki eski tip orta çağdan kalma demir anahtarını çıkartarak, adı geçenin alnının ortasına; ‘Bu adam Türkiye’de, Türkiye’nin merkezi hükümetinde Türk devletinin resmi bir dairesinde alenen Türklüğe hakaret etti’ diyerek bir darbe aşk ediyor. Sabahaddin Ali’nin gözlüğü kırılıyor, yaralanıyor (Aktaran: Balcıoğlu, 2002, 173). Sabahaddin Ali ile Osman Yüksel arasındaki karşılıklı hakaretleşme ve yumruklaşma dosyası mahkemeye sevk edilmiştir. Mahkeme ise olayda karşılıklı tecavüz olduğu gerekçesiyle her iki tarafa verdiği cezayı düşürmüştür. Rasih Yılmaz ise “Toros Yüzlü Adam” kitabında Osman Yüksel’in Sabahaddin Ali’ye fakültede tokat attığını söylemektedir (Yılmaz, 2001, 33-34). Bu bilgiye rağmen Süleyman Arif Emre’nin olayı birinci kaynak olarak aktarması daha güvenilir bilgi olarak değerlendirilmektedir. 3 Mayıs 1944 Olayları Tek başına iktidar olan CHP yönetimi 2. Dünya Savaşı’nın kaderinin değiştiği, Alman yenilgisinin başladığı 1943 yılına kadar açık olmasa bile ses çıkarmayarak, tepkisiz kalarak Alman yanlısı yazı ve hareketlere göz yummuştur. Ancak 1943 Temmuz’unda çıkan bir broşür büyük yankılar uyandırmıştır. F. Erkman imzasıyla yayımlanan ‘En Büyük Tehlike’ adlı bu broşür, faşizm tehlikesine dikkati çekmekte, bazı dergi (Çınaraltı, Bozkurt, Gökbörü, Orhun) ve yazarları (Emekli General H. Emir Erkilet, Peyami Safa, Nihal Atsız, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon) savaş kışkırtıcılığı yapmakla, Türkiye’yi bir maceraya sürüklemekle suçlamaktadır (Çavdar, 2004, 444). Bu broşür hemen TBMM’de yankı bulmuş ve sorulan bir soru üzerine Dışişleri Bakanı, “Bizim Türkçülüğümüz bu vatanın sınırları içine girmiş olan Türklere ait ve münhasırdır” diyerek hükümetteki tutum değişikliğinin sinyallerini vermiştir. 1944 Mayıs ayında yayımlanan bir resmi tebliğ ile ‘Tahrikçi Turancılar’ın açığa çıkarıldığı açıklanmıştır. Nihal Atsız, Zeki Velidi, Reha Oğuz Türkkan ve Dr. Hasan Ferit Cansever başta olmak üzere birçok kişi (23 kişi) tutuklanmıştır. Bu noktaya gelmeden önce öne çıkartılan Sabahaddin Ali ve Nihal Atsız davası vardır. Nihal Atsız ‘Orhun’ dergisinde “Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na açık mektup” başlıklı bir yazısında Sabahaddin Ali’yi vatan hainliğiyle suçlayınca, S. Ali hakaret davası açarak Atsız’ı mahkemeye vermiştir. Hükümetin sağı-solu birbirine vurdurma politikasının gereği olarak S. Ali’yi bu davada Ulus gazetesinin hukuk müşaviri temsil etmiştir. Dava sırasında (Nisan 1944) çoğunluğu Siyasal Bilgiler Okulu öğrencisi olan sağcı öğrenciler Adliye binasının önünde gösteri yapmıştır. Bu durum hükümetin daha sert bir tutum almasına neden olmuştur. Sonuçta Atsız 9 Mayıs 1944’te dört ay hapis ve 66 TL para cezasına çarptırılmıştır (Çavdar, 2004, 444-445). Osman Yüksel’in Tutuklanması Sabahaddin Ali ile Nihal Atsız arasındaki dava devam ederken milliyetçi gençler Ankara garında toplanıp buradan Ulus’a yürümüştür. Ertesi gün sabah galeyana gelen milliyetçi gençlerin gözünü korkutmak amacıyla Said Bilgiç, Said Sadi, Osman Yüksel ve Ahmet Ellezoğlu sorgulanmak üzere emniyete götürülmüştür. Bu gençler dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan tarafından sorguya çekilmiştir. “Nevzat Tandoğan’a ‘işte efendimiz Osman Yüksel’ diye takdim edildik. Tandoğan’ın adı ‘efendimiz’dir. Cumhuriyet hükümdarı tahtında pür azamet oturuyor. Yeşil yeşil gözlerimin içine, ta canımı alırcasına dikti gözlerini. Ve şöyle dedi: ‘Biliyoruz bütün işler senin başının altından çıkıyor. Ankara kazan sen kepçe… karıştırıp duruyorsun! Komiserlerimiz, polislerimiz tespit etti… Mülkiyeye gittin orayı ayaklandırdın… Ziraat Fakültesini tahrik ve teşvik eden de sensin… Hepimiz biliyoruz… Daha dün Sabahattin Ali hadisesini çıkardın! Nasıl olmuştu o iş!... Bu işler nasıl oldu? Anlat bana, seni namuslu bir insan olarak dinliyorum.’ Gözlerini gözlerime tekrar dikti. Sabahattin Ali hadisesi dolayısıyla o günlerde adımız ayyuka çıkmıştı. Valiye olup bitenleri anlattım. Nümayiş meselesine gelince; komiserin söylediklerini hatırlayarak belki imtihanlardan geri kalırız düşüncesiyle, ‘ben bu nümayişte yoktum efendim. Mülkiye ve Hukuk fakültelerine gitmedim.’ Vali kızdı: ‘Vardın… Hep sensin bu işleri karıştıran’ diyordu. Öğleden evvel Mülkiye mektebine ve Hukuk fakültesine gittiğimi, onları kıyama teşvik ettiğimi söyleyip duruyordu. Dayanamadım: ‘Efendim bir insan aynı zamanda hem Mülkiye ve Hukuk fakültesinde, hem de Ulus meydanında olamaz! Ben haşa zamansız, mekansız mıyım?! Bu mümkün değil!... Bırakın ya fakültelerdeki tahkimatıma devam edeyim, ya Ulus meydanındaki nümayişime…’ Kızdı. Pür hiddet: ‘Şu’ dedi. ‘Mülkiyenin müdürünü bulun… Bu herifin tahrikçiliğini gören, bilen bana iki talebe gönderecekti… Şimdi göndersin!’ Adam boyun kırdı, huzuru terk etti. Haşmetlu vali bana dönerek ‘Çık’ dedi. Beni aldılar alt kata götürdüler (Yılmaz, 2001, 58-59-60-61). Süleyman Arif Emre, Tandoğan’ın Osman Yüksel’in ifadesini aldıktan sonra tutuklanması için dışarı ‘çık’ demesinin ardından Vali’ye cevap olarak şöyle söylediğini aktarmaktadır: “İleride göreceksiniz, benim bu işlerde suçum yok. Beni fakülteden kovmuşlardı, dava açtım kazandım. Ama sen beni İstanbul’a sevk edersen bu yüzden yine fakülteden kovarlar, istikbalim mahvolur. Yapmayın” (Aktaran: Balcıoğlu, 2002, 177). Ankara Emniyeti’nde tutuklanan Osman Yüksel, birkaç gün burada kaldıktan sonra serbest bırakılmak yerine, olay Ankara’da geçmiş olsa da İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesine sevk edilmiştir. Osman Yüksel, Ankara’dan İstanbul’a gizlice getirildiklerini anlatmaktadır. Osman Yüksel’in de aralarında bulunduğu sanıklara tahkikat sırasında işkenceler uygulanmış, hepsi (40x50x250) santimetre boyutlarındaki (tabutluklarda) hücrelerde tutulmuşlardır. Tabutlukları “Ölmeden mezara koydular beni” diye söylenen halk türküsüne benzeten Osman Yüksel, yaşadıklarını şöyle anlatmaktadır: “Baktım emniyetin önünde kapalı bir otomobil var. Mahkûmlara mahsus, silahlı süngülü jandarmalar, polisler Atsız’ı getirdiler ve içeri soktular. Ben de girdim. Dışarısı görünmüyor, susuyoruz; Atsız’a bakıyorum gülüyor… Bu adamlar bizi nereye götürüyorlar? Yahu istasyona gitmeyecek mi idi? Yanımdaki sivil polis memuruna sormak istiyorum. ‘Sus’ diyor, ‘sus…’ Buraları ben hiç görmemiştim. Yoksa bizi bir yere götürüp orada kurşuna dizmesinler! Elimle işaretler yapıyorum. Kurşuna mı? Yanımdakiler mütemadiyen susuyor. Dünyada hiçbir sükut bu kadar korkunç değildir, ölüm gibi bir sükut… Nihayet bir yerde durduk. Baktım Etimesgut’tayız ah! Kurtulmuş gibiyim. Demin bana sus diyen polis gülüyor. Bizi niye istasyondan sevk etmediniz? ‘O, canım deyo, siz münevver adamlarsınız! Herkesin içinde süngülü jandarmaların önünde götürmek ayıp değil mi?’ Sonradan öğrendim ki bu da yalanmış! İstasyona bizim arkadaşlar gelir; bir taşkınlık yaparlar diye bizi buradan sevk ediyorlar… Sabah oluyor galiba. Polis yağmur yağıyor dedi, biz dışarıya bakamıyoruz. Evet, burası küçük bir istasyon; halktan fazla polisler, komiserler… Ellerindeki tabancaları bize doğru çevirmişler. Ne oluyoruz? Eşkıya mı götürüyorsunuz efendiler? Ne yapsınlar emir almışlar! Beni bir taksiye, Atsız’ı bir taksiye bindiriyorlar. O adını bilmediğim istasyondan hareket edeli yarım saat oldu. Deniz kıyısında bir yerde taksilerimiz durdu. ‘Pendik’ dediler. Bir vapur yanaşıyor, otomobillerimizle beraber yallah vapurun içine… İstanbul yakasına geçiyoruz. Büyük bir binanın önünde durduk, ‘in’ dediler indik, bir adam bizi yukarıya çıkardı. Nihayet bizi bir kapının önünde durdurdular. Yakasında mülkiye rozeti taşıyan bir zat çıktı, elimden kitaplarımı aldı! ‘etmeyin bunları bana bırakın’ dedim. ‘olmaz, bilahare veririz’ dediler, bir garip oldum, kitaplarım onlar yanımda olsaydı. Baştan aşağı elbisemi soysalar böyle müteessir olmazdım. Bir kat daha çıktık, tavan arasındayız. Yağmur yağıyor, tavanlar akıyor, ayaklarımız su içinde. Sağımda solumda kapıları numaralanmış küçük küçük hücreler var. 13 numaralı hücrenin kapısı açıldı, fare deliği gibi bir yer, ancak küçük bir karyola sığabiliyor, kapıyı yüzüme çarpar gibi kapadılar, tuhaf bir hal memnun gibiyim” (Serdengeçti, 1. Sayı, 14-15). Bir zaman sonra polisin yanına ajan şüphesiyle bir Bulgar köylüsü komünisti getirdiğini anlatan Osman Yüksel, “Hücremde yeni hissetmeye başladığım gayet pis bir koku var. Koku gittikçe artıyor, tahammül edemiyorum. Kapıyı çalıyorum, duyan yok. Bir daha bir daha çalıyorum, nöbetçi polis homurdanarak açıyor. Ne o? Dışarı çıkacağım. Hela baştan başa pisliklerle dolu, ayak basacak yer yok. Öyle olduğu halde burada bir saat kadar kaldım. Bulunduğum hücrenin kokusu daha fena. Sabaha kadar bu hal devam ediyor. Sabah mı? Bizim için sabah-akşam, gece-gündüz yok. Bir vakit biliyoruz, 300 gram kuru ekmeğin geldiği harikulade akşamüzeri… Çoktan beri sususuz, birkaç defa istedim getirmediler. Yok diyorlar, bir daha istedim nihayet pis bir kovada üzerinde saman çöpleri yüzen mübarek su geldi. Saman çöplerini üfürerek kovadan suyu içiyorum; hayvan suluyorlar sanki. Kokudan dehşetli rahatsızdım, anladım ki Bulgar kokuyor tıpkı domuz gibi. Ne yapsam Allah’ım, ne yapsam? Şikâyet etsem kime edeceksin? Hem Nano anlayacak, zavallının hatırını kırmış olacağım. Kokudan kurtulmak için gece gündüz sık sık dışarı çıkıyor, bilhassa geceleri helada saatlerce kalıyorum; bunu kimse bilmiyor” (Serdengeçti, 1. Sayı, 14-15). Hücresinde bu durumda kötü günler geçiren Osman Yüksel, geçen zamanla birlikte kendisine ve arkadaşlarına isnat edilen suçlamaları kabul etsin diye defalarca tabutluklara sokulmakmuştur. Aylarca işkence gören Osman Yüksel ve 23 milliyetçi ilk mahkûmiyet kararları Yargıtay tarafından bozularak, 31 Mart 1945 tarihinde 2 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından beraat ettirilmiştir. Mahkemenin verdiği kararla beraat eden Osman Yüksel, bundan sonraki süreçte sürekli göz hapsinde tutulmuştur. “1944 yılının Ağustos’unda İstanbul’daki mezardan nasılsa sağ olarak çıkarak Ankara’ya dönmüştük. Bunlar geldiğimi derhal haber almışlar ve iki kişiyi eve göndermişler. Bu işgüzar memurlar talebe olduklarını, beni takdir ettiklerini, çok sevdiklerini binaenaleyh benimle görüşmek istediklerini söylemişler. Biz Samanpazarı’ndaki Boğaziçi kahvesindeyiz, oraya gelsin demişler. Gittim, dostlarımı hemen tanıdım. Gerçi yakalarında Hukuk Fakültesi’nin rozetleri vardı fakat bu rozetler onların yalanlarını saklayamıyordu. Nihayet müsaade alıp evime çıkıyorum. Bakıyorum, aynı adamlar yine arkamda. Artık sabrım tükeniyor. Onlarla beraber doğru emniyet dairesine gidiyorum. Amirlerine çıkıyorum. Bu adamlar arkamda ne arıyor? Yok hala suçlu isek, işte geldim, yine tevkif edin, hapsedin, değilsek bunların işleri ne? Galiba sizin askeri mahkemenin verdiği karara itimadınız yok! Sonra bu adamların hepsini tanıyorum. Madem ki takip ettireceksiniz, kadronuzu değiştirin. Yenileyin, yahut madem ki beraber geziyoruz, hiç olmazsa bana da bir iş verin, boşuna dolaşmıyalım. Amir bu sözlerimin üzerine ısırır gibi gülüyor. Çıkıyorum, fakat bu sözlerim hiçbir tesir yapmamış olacak ki yine beni adamları boş bırakmıyorlar. O sırada memleketime gidiyorum. Arkamdan kaymakamlığa uzun bir yazı. ‘Göz altında tutun’ Hem o sıralarda daha mecmuayı dahi çıkarmamıştım (Serdengeçti, 5. Sayı, 7). Haksız yere aylarca hapis yatan ve işkence gören Osman Yüksel’in, çıktığında ise hem okul hem de özel yaşamı değişmiştir. Çünkü okuldaki kaydı dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in özel emriyle 3 Mayıs olaylarına karıştığı için silinmiştir. Vali Tandoğan’la Görüşmesi Bunun üzerine Ankara’ya gelen Osman Yüksel, Ankara Valisi Tandoğan’a çıkmaya karar vermiştir. Arkadaşı Süleyman Arif Emre’nin bütün uyarılarına rağmen dediğini yapan ve Tandoğan’ın karşısına çıkarak, “Şu yaptığını beğeniyor musun? Ben sana dememiş miydim suçum yok diye. Bu yüzden beni ikinci defa fakülteden kovdular. İstikbalimi mahvettiniz” demiştir. Tandoğan bunun üzerine, “Osman evet sen kazandın. Ben kabahatliyim. Seni hemen memuriyete tayin ettireceğim. Hasan Ali’ye de telefon ederim. Fakülte işi hallolur” diye cevap vermiştir. Osman Yüksel, ‘ben senden iş istemeye gelmedim’ diyecek olsa da susturulmuştur. Neticede Osman Yüksel istemeye istemeye Belediye Tahakkuk Şubesi’nde metezoru ile işe başlamıştır. Ancak bu görevde pek fazla kalmamıştır ve ayrılmıştır (Aktaran: Balcıoğlu, 2002, 178). Hasan Ali Yücel’e Mektup Yazması Son sınıfta olmasına rağmen fakülteye geri alınmayan Osman Yüksel, bunun üzerine Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e de bir dilekçe yazar var eline verir. Dilekçede şu ifadeler bulunmaktadır: “Yüksek Vekaletin Alçak Vekiline Ben, 3 Mayıs 1944 hadiselerine öncülük yapmak, gençliği kışkırtıp tahrik etmek suçuyla, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin, Felsefe Şubesi’nin son sınıfının son noktasından bir telefon emrinizle atılan ben, Osman Yüksel!... İstanbul’a sürülüp, örfi idare komutanlığının emrine teslim edildikten, tabutluklara tıkılıp, zincirlere vurulduktan sonra, suçsuz olduğum anlaşılmıştır. Kader beni yine sizin karşınıza dikmiştir. Hakkımı istiyorum efendi, hakkımı!... Senden bahşiş istemiyorum!... İmtihan hakkımı ya verirsin, ya zorla alırım… Beni tuttuğum yoldan Yücel değil, ecel gelse döndüremez!...” 10 kuruşluk pul ve imza Osman Yüksel (Balcıoğlu, 2002, 13). Bu dilekçe kendisi tarafından yayımlanan ‘Bağrıyanık’ adlı dergide çıkınca, Osman Yüksel tekrar tutuklanmıştır. Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılınca, Osman Yüksel davayı kazanarak fakülteye döner ancak bu defa Hasan Ali Yücel’in izinde olan hocalar onu kafayı takmıştır. Osman Yüksel, fakültede barınamamasının sebebini şöyle anlatmaktadır: “Geçen sene fakülteye talebe olarak tekrar kaydoldum. Yazılı imtihana girecektim, olmadı. Hala bazı Hasan Ali Yücel’in yolunda yürüyen ve gölgesinde yeşeren komünist hocalar bana müşkülat çıkardılar, giremedim. Eylülde girerim demiştim. Hastalandım, yine giremedim. Artık iş hazirana kalmıştı. Zaten ehemmiyetsiz iki dersim vardı” (Serdengeçti, 3. Sayı, 6).
Siyaset Yılları
Osman Yüksel, bütün ülkede tanınan, güçlü muhalefeti ve dürüstlüğüyle dost düşman herkesin takdirini kazanan bir isim olmuştur. Serdengeçti dergisinin 13. sayısında kendisine birçok partiden davet gelmekle birlikte değil bir siyasi partiye, bir derneğe bile üye olmayacağını belirtmesine rağmen birkaç yıl sonra baskılara dayanamayarak siyaset dünyasındaki yerini almıştır. İlk kez 1954 yılında yakınlarının ısrarları ile Antalya’dan bağımsız milletvekili olmaya niyetlenen Osman Yüksel’e göre eğer resmi olarak adaylığını kabul ettirebilirse zamanın iki partisinden birinin adayı mutlaka düşecektir. Sadece kendisi değil tüm kamuoyu ve siyasiler de kendisi gibi düşünmektedir. Osman Yüksel’in Antalya’dan bağımsız milletvekili adaylığını koyması üzerine ilk olarak ilin Valiliği harekete geçmiştir. Dönemin Antalya Valisi Şefik San imzasıyla İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğüne 14 Nisan 1954 tarihinde bir yazı gönderilerek bilgi verilmiştir. Seçim beyannamesinin de beraberinde gönderildiği bu yazıda Osman Yüksel için ‘Aksekili ırkçı ve Turancı olan ve kendisinden her türlü geri hareketleri umulan’ diye bahsedilmektedir. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nde örneği bulunan yazıda yer alan ifadeler ise tam olarak şöyledir. “İçişleri Bakanlığına Malatya hadisesi ile ilgili Osman Yüksel (Serdengeçti) vilayetimizden bağımsız adaylığını koymuş ve bir seçim beyannamesi yayınlayarak vilayet dahilinde seçim propagandası yapmaya başlamıştır. Aksekili ırkçı ve Turancı olan ve kendisinden her türlü geri hareketleri beklenen bu şahsın durum ve temasları göz önüne alınmakla beraber hakkındaki son malumatın bildirilmesine müsaadeleri arz. Seçim beyannamesi postalanmıştır. Emniyet Ş.I. 1194 sayılıdır. Vali Şefik San” Siyasi iktidar tarafından takibe alınan Osman Yüksel, ayrıca ildeki diğer partiler tarafından da ablukaya alınmıştır. Antalya’da seçimler gerçekleşmeden, var olan Osman Yüksel sorununa bir önlem alınması fikri her iki partide de (DP ve CHP) ağır basmıştır. İlk önce Osman Yüksel’in dağıttığı broşürler toplatılmıştır. Ardından konuşmaya gittiği her yerde kendisi karakola davet edilerek moral bozucu davranışlarda bulunulmuştur. Bunların yanında Osman Yüksel’e çeşitli yalanlar isnat edilmiştir. Hapiste yattığı seçmenlere anımsatılarak, ‘iyi bir insan olsa hapse atılır mı?’ diye sorularak seçmenlerde şüphe uyandırılmıştır. Kulaktan kulağa Osman Yüksel’in içki içtiği, akşamları ayık dolaşmadığı yayılmaya çalışılmış ve başarılı da olunmuştur. Hatta Osman Yüksel Serdengeçti’nin gerçek Osman Yüksel Serdengeçti olmadığı dillendirilmiştir. Bunun yanında memleketi Akseki’de de onun deli olduğu, meclise girdiği takdirde orayı alt üst edeceği, Akseki’nin başına bela olacağı ve bu yüzden nahiye yapılacağı şeklinde söylentiler yayılmıştır. Seçim çalışmaları kapsamında Alanya’da halka hitaben konuşan Osman Yüksel, savcının müdahalesiyle karşılaşmış, kürsüden inerek olayı protesto etmiştir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Osman Yüksel’e bu seçimlerde binlerce oy çıkmıştır. Ancak seçim sisteminin yanı sıra seçim kâğıtlarına halkın sadece ‘Serdengeçti’ yazması seçim kurulunca kabul edilmemiştir (Serdengeçti, 25. Sayı, 6). 1954 seçimlerinden sonra gerçekleştirilen Antalya İl Genel Meclisi seçimlerinde Osman Yüksel büyük bir ittifakla aza olmuştur. Toplam 24 azanın 21 tanesi DP’li, 2 tanesi CHP’li ve diğeri de Osman Yüksel’dir. Diğer bütün işlerini bırakan Osman Yüksel, Antalya’ya yerleşmiştir. Hemşerilerine hizmet götürme gayesiyle çalışmıştır. Yapmak istediği işlere sekte vurulan ve halkın parasının çarçur edilmesi nedeniyle Osman Yüksel, görevinden istifa etmiştir. Osman Yüksel, istifa mektubunu Serdengeçti dergisinin 27. sayısında neşrederek okuyucularına duyurmuştur. Evlenmesi 1956 yılının sonlarına doğru 39 yaşındaki Osman Yüksel, babasının ve kardeşlerinin ısrarına dayanamayarak sonunda halasının kızı İsmet hanımefendi ile nişanlanmıştır. 1958 yılında ise İsmet hanım ile Osman Yüksel evlenmiştir. Düğünden sonra Osman Yüksel eşi ile birlikte 6 ay kadar Akseki’de kalmıştır. Ardından eşini Akseki’de bırakarak Serdengeçti’yi çıkarmak için Ankara’ya dönmüştür. İsmet hanım sürekli kayınvalidesi ve kayınpederi ile birlikte kalırken, Osman Yüksel kah İstanbul’da, kah Ankara’da kitaplarının ve derginin çıkması için koşturmuştur. Birkaç yıl sonra eşi İsmet hanımı da Ankara’ya getirten Osman Yüksel’in hayatı boyunca yalnızca bir evladı olmuştur. Salim isimli oğlu 13 aylıkken gözlerini hayata yummuştur. Evladının ölümünden sonra gizli gizli ağlayan Osman Yüksel, onun için ‘Yavruma’ isimli şiir de yazmıştır. Tertemiz bir Anadolu kadını olan İsmet hanımla ilgili Osman Yüksel, “Bu İsmet’lerden çektiğimi kimseden çekmedim. Biri hürriyetimden etti, biri de zürriyetimden” (Üzmez, 1998, 406) diyerek mizahi bir şekilde düşüncelerini aktarmıştır. Milletvekili Seçilmesi Osman Yüksel, 1961 seçimlerinde ise Konya’dan milletvekili adayı olmaya karar vermiştir. Ancak propaganda konuşmasını yaptığının ikinci günü geçmişte yazmış olduğu bir yazıdan dolayı tutuklanmıştır. Kendisini savunan Osman Yüksel, “Ben o dediğiniz yazıyı şunca yıl önce yazmıştım. O zaman hiçbir takibata uğramamıştı. Üzerinden şunca sene geçti. Yeni mi suç oluyor bu yazım? Velev ki, suç varsa, zaman aşımı denen bir şey de var” dese de mahkemenin cevabı enteresandır: “Biz senin o yazından ancak şimdi haberdar olduk…” (Balcıoğlu, 2002, 15). İkinci kez Konya Hapishanesine giren Osman Yüksel, seçimler bitene kadar burada kalmış, daha sonra serbest bırakılmıştır. 1961 yılında mebus olmak isterken mahpus olan Osman Yüksel’e 1965 seçimlerinde Süleyman Demirel’in başkanı olduğu Adalet Partisi’nden Antalya milletvekili adayı olması teklifi gelmiştir. 1954 yılındaki mebus olma isteğini 11 yıl sonra gerçekleştiren Osman Yüksel, Adalet Partisi’nden Antalya milletvekili seçilmiştir. Çoğuna göre Osman Yüksel politikayı becerememiştir. Siyaset hayatının Osman Yüksel’i zindan hayatından daha çok etkilediği, hatta Serdengeçti dergisini çıkaramamasına sebep olduğu belirtilmektedir. Çünkü hayatı boyunca yalan ve riyadan uzak yaşamış, doğruluk uğruna büyük bedeller ödemiş Osman Yüksel, dönemin birçok siyasetçisi gibi yapamamıştır. Meclis’te adı ‘kravatsız mebus’a çıkan Osman Yüksel, Arif Emre’nin anlattığına göre dönemin siyaset anlayışını nüktedanlığı ile şu şekilde ortaya koymuştur: “Meclisin döner kapısına geliyoruz, kapıda bir birikim var. Osman aklına bir espiri gelirse öldürseler yine söylemeden edemez. Yüksek davudi sesiyle konuşuyor: Yahu bu ne hal, daha meclise girerken dönekliğe alışıyorsunuz. Buranın doğru dürüst alaturka bir kapısı yok mu? Ben oradan geçeceğim. Herkes bu umulmadık itham karşısında şaşırıyor, kimse seslenemiyor. Meclis’e beraber geliyoruz. Milletvekillerinin gireceği kapılara yaklaşırken ben kasten bir iki adım öne geçiyorum. Osman’ı arkadan polisler yakalıyor: Şişt hemşerim, sen bu taraftan giremezsin, bu kapı milletvekillerine mahsus. Yahu ben de milletvekiliyim. Amca bey bizi işletme, hani giriş kartın? Osman çarnaçar milletvekili hüviyetini çıkarıyor, polisler özür diliyor, selam duruyor” (Emre, 2002, 122). Osman Yüksel, milletvekili olmasına rağmen hem kendi özel hem de sosyal hayatında halktan biri olduğunu her zaman ortaya koymuştur. Evindeki düzenlemeleri dahi akrabalarının zoruyla yapan Osman Yüksel, işin espiri yönünü de her zaman kullanmıştır. “Osman’ı tebrik için akrabalar geliyor, ‘Aman Osman, milletvekilinin halısı böyle olmaz bunu yenile. Aman Osman milletvekilinin mobilyası böyle olmaz bunu yenile. Aman Osman milletvekilinin buzdolabı, perdesi böyle olmaz bunları yenile’ diye diye hepsini yeniletiyorlar. Bu yeni dekor içerisinde son ziyaretlerinde bu sefer Osman söz alıyor: Tamam her dediğinizi yaptım, evin herşeyini yeniledim. Niye şimdi milletvekilinin karısı böyle olmaz onu da yenile demiyorsunuz? Sizi gibi hainler sizi, bana bunca masraf ettirdiniz, sıra hanıma gelince akrabanızı kayırarak susuyorsunuz. Ben de onu yenileyeceğim. Evine bir telefon aldı. ‘Bak Osman’ dedim ‘Eğer ev numaranı unutursan 01’den sorarsın e mi? Sakın bunu unutma.’ Git başımdan yahu ben o kadar bunadım mı? Ama ne yazık ki kaç kere 01’den ‘şu bizim ev telefonunun numarası kaçtı?’ diye sorduğunu yine kendisi itiraf etti” (Emre, 2002, 124). Osman Yüksel, parti içerisinde her zaman doğru bildiklerini uygulamaya çalışmıştır. Bunu da kendisine neden kravatsız olarak Meclis’e geldiğini soran dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e söylediği “Ben, yalınayak, kravatsız, çileli insanların milletvekiliyim” sözüyle ortaya koymuştur. Yine Osman Yüksel ile aynı dönemde ayrı partide milletvekilliği yapan avukatı Süleyman Arif Emre, onun siyaset anlayışı ve duruşuyla ilgili olarak önemli bilgiler vermektedir: “Bütün oylamalarda ne hikmetse iktidar yenik düşüyordu. Çünkü bir reyle ayakta duruyorlardı. O bir reyin sahibi Osman Yüksel Serdengeçti ise Milli Bakıyye Kanununu beğeniyordu, kalkmasını istemiyordu. Bütün ısrarlar ve baskılar nafile. Bir gece Osman’ı da iyice baskılayarak, sıkılayarak kanunu yıldırım hızıyla geçirmek için kendilerini hazırlamışlar, neticeden bayağı ümitlenmişlerdi. Muhalefet oylama istedi. Oylar sayıldı bir kişi eksik. Kim bu eksik milletvekili, Osman Yüksel… Tabii kanun geçmedi, geri alındı. Osman çekmiş İstanbul’a gitmişti. Geldiğinde Demirel kendisini sorguya çekmiş: Yahu Osman bey yaptığını beğeniyor musun? Biz adeta savaş veriyoruz, sen kalkıp hiçbir ciddi mazeret olmadan İstanbul’a gidiyorsun. Niçin gittin? Bizim hanımın ablası ağır hastaydı da onu götürdüm. Rica ederim bu da mazeret mi, korsun hanımı uçağa, korsun trene, otobüse gider, senin gitmen şart mı? Yo işte bu mümkün değil, o dediğin tür, gidip gelme sizin hanımlara mahsus, onların bizimkine nazaran açık yerleri kapalı yerinden daha fazla. Bizimki ise mubarek “Sakal-ı Şerif” gibi, yedi bohçanın içinde gizlidir. Ben onu alıp bir yerden bir yere götürmezsem imkanı yok kendisi gidemez” (Emre, 2002, 125-126). Mecliste 163. Maddeyle ilgili olarak soru önergesi verilmesiyle alakalı açık oylama yapılmış, sonucunda da Adalet Partisi’nden 2 oy çıkmıştır. Bunlardan birisi Osman Yüksel, diğeri ise Gaziantep Milletvekili Süleyman Ünlü olmuştur. Süleyman Ünlü’nün Meclis lokantasında kafayı çektiğini ve sarhoş olarak oylamaya katıldığını anlatan Arif Emre, salona sarhoş gelen Ünlü’nün Osman Yüksel’e ‘Bre Osman abi sen erkek adamsın, nasıl oy kullanıyorsan bende öyle kullanacağım’ dediğini, önergeye müsbet oy veren Osman Yüksel gibi onun da aynı oy kullandığını aktarmaktadır (Emre, 2002, 142). “Demirel ve arkadaşlarının af kanunu konusundaki tutumu Osman’ı zıvanadan çıkartmaya kafi geldi. Kravat takıncaya kadar, mecliste söz hakkı verilmemesi hususunda AP grubu karar aldığından kürsüye çıkıp içini dökemiyordu. Hıncını ancak Yeni İstanbul Gazetesi’ndeki günlük köşe yazılarında çıkartıyordu. Kim kimi affetmiyor? Onlar bizi affetsinler. Ayıptır, yazıktır, başlıklarıyla yazdığı makalelerde Demirel’e ve diğer masonik kişilere veryansın ediyordu. Bu, sonunda partiden ihracına kadar vardı. Osman’ın kravat boykotu bütçe müzakereleri sırasında da tartışma konusu oldu. Bütçeyle bunun ne alakası var? Yok ama bir CHP’li milletvekili Maliye Bakanı İhsan Gürsan’a sual açtı: “Efendim sizin bir milletvekiliniz var, Meclis’e kravatsız girip çıkıyor, neden mani olmuyorsunuz?” Maliye Bakanı; “Beyefendi bunun maliye politikasıyla ne alakası var, bu onun şahsi tercihidir. Bir şey yapamayız.” Ama bu sırada Osman’a kuliste bu tartışmayı haber vermişler. Meclis’e geldi, yüksek sesle sual açan kişiye cevap verdi: “Dinle Paşa (sual açan meğer emekli askermiş) cevabını ben sana veriyorum. İki türlü insan var. Birisi kravatı vardır şerefi yoktur, diğeri kravatı yoktur şerefi vardır. Sen birinciye misal teşkil ediyorsun ben ise ikinciye misal teşkil ediyorum. Aldın mı cevabını?” (Emre, 2002, 142-143). Partisinden Ayrılması Osman Yüksel, AP’deyken doğru bildiklerini her zaman uygulamaya çalışmış, bunda da başarılı olmuştur. Meclis’te yaptığı konuşmalarda partisinin programlarını eleştiren Osman Yüksel’e partili arkadaşlarının “Sen AP’nin programını tenkid ediyorsun” dediğini anlatan Emine Bağlı, bunun üzerine amcasının “Ben yanlışı söylüyorum” diye cevap verdiğini aktarmaktadır. Kısa zaman içerisinde partisiyle ve özellikle de Süleyman Demirel ile ters düşen Osman Yüksel, doğru bildiklerini uygulamaya gayret göstermiştir ve bunun sonucunda da 1967 yılında partisinden ayrılmıştır. Osman Yüksel, partisinden ayrılmadan, 29 Ekim 1967 tarihli Yeni İstanbul gazetesindeki köşesinde ‘Süleyman Demirel Mason mudur?’ başlıklı yazısında Süleyman Demirel’in mason olduğundan bahsetmektedir. Osman Yüksel, aynı yıl Alparslan Türkeş’in başkanı olduğu CKMP’ye girmiştir. Parti ambleminin belirlenmesinde büyük rol oynayan Osman Yüksel, amblemin bozkurt yerine 3 hilal olmasını sağlamıştır. Yeğeni Emine Bağlı, Osman Yüksel’in “Tanrı Türkü, Allah Müslümanları korusun” sözünü CKMP’nin Adana kongresinde söylediğini anlatmaktadır. Bu partinin seçim propagandalarında TRT’den yaptığı konuşmaya ‘Allah, Millet, Vatan yolundayız’ diye başlayan Osman Yüksel, Demirel ve İnönü’ye sataşınca kendi hakkında dava açıldığını gazetelerden öğrendiğini söylemektedir (Serdengeçti, 2003, 56-57). “Osman Yüksel, yine radyodan yaptığı bir seçim konuşmasında, “Allah, millet, vatan yolundayız diye başlamış” diye ağır ceza mahkemesine verilmiştir. Reis, savcılığın iddianamesini dinledikten sonra, “Savunman nedir?” diye Osman’a sormuştur.. Efendim bu iddia yersizdir. Allah kelimesi ve mefhumu, Türkçemizin vaz geçilmez temel unsurlarından biri haline gelmiştir, kullanılması çok tabiidir. Nitekim “Allah’a ısmarladık” deriz. Allah ömürler versin. İnşallah, maşallah, Allah izin verirse gelirim, Allah cezanızı versin, Allah’ını seversen doğru söyle.” Diyerek çeşitli misaller verdikten sonra, bu kadar tabii olan bir durumun savcılık tarafından suç sayılması karşısında sözün nedir derseniz şudur: Allah Allah!” (Emre, 2002, 60-61) Siyasete Veda Etmesi 1969 yılının sonlarında yapılan genel seçimlerde ise hiç alakası olmadığı Ordu’dan aday gösterilen Osman Yüksel için mebusluk dönemi de son bulmuştur. Osman Yüksel, artık asıl mesleği olan neşriyata döndüğünü, “Hiç hoşlanmadığım, beceremediğim siyaset, seçimler, meydanlar, nutuklar, Meclis hayatı, parti, patırtı… Beni yıprattı. İnsanlardan ve hayattan biraz daha uzaklaştım. Anavatana, eski yuvama döner gibi tekrar neşriyat hayatına dönüyorum” diye ifade etmiştir (Abdullah Kürşat Alpsoy, Türk Edebiyatı Dergisi, S. 253, Kasım 1994, 28). 12 Mart 1971 öncesinde Demirel hükümetine neşren hakaretten yargılanan Osman Yüksel için Savcılık son olarak serdetttiği esas hakkındaki mütaalasında ‘Sanığın suçu sabittir, cezalandırılmasını istiyorum’ demiştir. Savunma için duruşma ertelenmiş bir ay sonraya, ama bu arada 12 Mart müdahalesi zuhur etmiştir. Müdahaleden sonra, savcı dosyayı istemiş ve esas hakkındaki tecziye talebini şu şekilde değiştirmiştir: “Her ne kadar son celse sanığın tecziyesi istenilmiş ise de bu kerre zuhura gelen 12 Mart olayı ve bu olayın dayandırıldığı gerekçe, sanığın makalesinde söz konusu ettiği hususların gerçek olduğunu ve sanığın ileriyi gören bir kişi olduğunu kanıtladığından, kendisinin beraatı gerektiği görüş ve mütaalasındayız…” (Emre, 2002, 10). Tam 7 yıl boyunca kendini siyasetten geriye çeken Osman Yüksel’e Süleyman Arif Emre aracılığıyla 1977 yılında Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dan genel başkanı olduğu Milli Selamet Partisi’ne (MSP) girmesi konusunda teklif gelmiştir. Eski dostu ve avukatı Süleyman Arif Emre’yi kıramayan Osman Yüksel, üye olduğu bu partide ancak bir hafta kalabilmiştir. Osman Yüksel, oldukça sitemkar ve sert bir üslupla yazdığı bir dilekçe ile partiden istifa eder. Eşi İsmet Hanım’a göre Milli Selamet Partisi mensupları Osman Yüksel’i Akseki’den Ankara’ya götürmüştür. Ancak orada parti üst düzey yöneticilerinin ve Erbakan’ın sergilediği ilgisizlik Serdengeçti’yi üzmüş ve sinirlendirmiştir (Yılmaz, 2001, 166). Osman Yüksel bu istifa dilekçesiyle ara verdiği siyaset hayatına bir daha dönmemiştir.
Hastalığı ve Vefaatı
1961 yılında yayın hayatına son verdiği Serdengeçti dergisinin ardından siyasete giren Osman Yüksel, 1970 seçimleriyle birlikte aktif siyaset hayatına da son noktayı koymuştur. Bunun bir sonucu olarak da Osman Yüksel, vaktinin büyük bir bölümünü kendine ve ailesine ayırmaya başlamıştır. Osman Yüksel, günlerini de genellikle Akseki’de geçirmeye başlamıştır. Ağırlıklı olarak tabiatla başbaşa geçen bu dönemde Osman Yüksel çeşitli konferanslara konuşmacı olarak katılmıştır. Hayatındaki bu sakinlik 1974 yılında ortaya çıkan hastalıklarla bozulmuştur. Sonu ölümle bitecek olan parkinson rahatsızlığına bir de sarılık eklenince Osman Yüksel 4 ayda 10 kilo birden vermiştir (Yılmaz, 2001, 194). Osman Yüksel, 20 Haziran 1975 tarihinde Abdurrahim Balcıoğlu’na yazdığı mektubunda hastalığından bahsetmektedir. Osman Yüksel, kendi imkanlarıyla öğrenci okuttuğuna da bu mektupta şöyle yer verilmiştir: “Geçen gün Zeki geldi. (Okuttuğu gençlerden biri) Bir gün kaldı, benden para istedi, yok dedim… Çekti gitti… Oğlan beni Osmanlı Bankası biliyor galiba… Oysa 15 yıl baktım, okuttum…” Yine aynı mektupta, geçmişte 60 sayfa mektup yazdığını anlatan Osman Yüksel, hastalığıyla birlikte artık 5-6 sayfa yazabildiğini aktararak, “3-4 taksitle yazıyorum” demiştir. Bir diğer mektubunda ise Antalya’da yurt binası yapıp, kütüphane kurmak istediğini belirten Osman Yüksel, burada ülkesini seven gençler yetiştirmek istediğini vurgular (Balcıoğlu, 2002, 181-182-183). İlk başlarda parkinsonu ciddiye almayan ve sık sık espiri konusu yapan Osman Yüksel, rahatsızlığının ilerlemesini durduracak olan ilaçları da düzenli bir şekilde kullanmamıştır. Hatta kendine karşı cimri olan Osman Yüksel, çok pahalı olduğu gerekçesiyle bazı ilaçları da almamıştır. Ancak zamanla hastalığın ciddiyetinin farkına varan Osman Yüksel, ilk önce Hüseyin Üzmez’e mektup yazarak ilaçlarla ilgili olarak bilgi istemiştir. Hastalığıyla ilgili olarak devam eden süreçte dostlarına da bilgi veren Osman Yüksel’i 1980’li yıllara gelirken hastalık tamamen etkisi altına almıştır. Ahmet Kabaklı’nın ‘Düşmanlıkla sarılmış, kabına sığdırılamamış, kendisine durulma fırsatı verilmemiş bir Türklük tufanının sembolüdür’ (Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 101, 2) dediği aksiyon insanı Osman Yüksel’in vücudundaki diğer rahatsızlıklar da tek tek ortaya çıkmaya başlamıştır. Sürekli zayıflayan Osman Yüksel, halsiz ve takatsiz kalmıştır. Bunun üzerine Almanya’da tıp doktorluğu yapan kardeşi Müstecabi Yüksel’in yanına gitmiştir. Avrupa’da konusunda uzman doktorlara muayene olan Osman Yüksel’e beyin ameliyatı olması gerektiği söylenmiştir. Ancak Osman Yüksel, ameliyat lafını oldukça ürkütücü bularak, Türkiye’ye geri dönmüştür. Ama bir süre sonra bu kararından dolayı da pişman olmuştur. 17 Haziran 1982 yılında Tekin Erer’e mektup yazan Osman Yüksel, hastalığıyla ilgili olarak şöyle demektedir: “Mektubunuzu alalı çok oldu. Elim kalem tutamayacak kadar hasta olduğundan henüz cevap veremedim. Çok özür dilerim. Benim hastalığım sizinki gibi değil. Bütün vücudumun bütün azaları tir tir titriyor. Uyku yok. Hastalığın ilacı ‘Madopar’, bundan 24 saatte 2 defa alıyorum. Üç alınca beni dehşetli sarsıyor. Birde Almanya’da bulunan doktor biraderimin gönderdiği ‘Sormodren’ adlı ilaçtan iki tane alıyorum, daha fazlasını bünyem götürmüyor. Sizin aldığınız ilaçlar bir ezcane dolusu… Onların hepsini bir günde mi alıyorsunuz? Ben onları alsam canımı almaya azrail bile yetişemez. Demek ki bünye meselesi. On bir yıldır bu hastalığı çekiyorum. Artık günlerim yakın” (Türk Edebiyatı Dergisi, 1986, 20). Bu arada yakın arkadaşı Yavuz Bülent Bakiler, ölümünden birkaç yıl önce İstanbul Savcılığı’nın Osman Yüksel hakkında yeni bir iddianame hazırladığını, 30 yıl kadar önce yazdığı bazı yazıların, hiç haberi olmadan bir yayınevi tarafından basılması üzerine Savcılığın Osman Yüksel’in yakasına yapıştığına dikkat çekmektedir (Aktaran Balcıoğlu, 2002, 262). Ankara Numune Hastanesi’nde bir süre tedavi gören Osman Yüksel daha sonra Akseki’ye dönmüştür. Ancak vücudunda artarak devam eden sıkıntılar sürerken, Osman Yüksel 1983 yılının başlarında bir orman mühendisi hemşerisine iş aradığı günlerde misafir kaldığı bir evde gece su içmek için yatağından kalkar, ışığı yakmaya fırsat bulamadan merdivenlerden düşer ve kalça kemiğini kırar. Aslında bu düşüş Osman Yüksel’in kalkmamak üzere gerçekleştirdiği son düşüştür. Eşi İsmet Hanım’ın dediğine göre dişçiye bile gitmekten korkan Osman Yüksel, hemen Konya Üniversite Hastanesi’ne (Meram Tıp Fakültesi) kaldırılır. Bacağı ameliyat edilir ve alçıya alınır. Ancak pusuda bekleyen diğer rahatsızlıkları bu bitkinlik anından çok çabuk faydalanır ve bir anda vücudu sararlar (Yılmaz, 2001, 199). Artık Osman Yüksel’in vücudu tedaviye cevap vermemektedir. Bununla birlikte kalçasında ameliyatla birlikte oluşan yaralar da bir türlü kapanmamaktadır. Aynı yılın Ağustos ayında doktorlar imkanların sınırlı olduğunu ve hastanın Ankara’ya götürülmesi gerektiğini belirtir. İlk olarak Çankaya Hastanesi’ne yatırılan Osman Yüksel, bu süreçte şuurunu da yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır. Artık gelen ziyaretçileri bile tanımamaya başlayan Osman Yüksel, Hacettepe Üniversite Hastanesi’ne sevk edilmiştir. Büyük acılar yaşayan Osman Yüksel, ambulansa bindirilirken ne durumda olduğunu sürekli amcasının yanında bulunan Emine Bağlı şöyle anlatmaktadır: “Parmağından kan alınmıştı. Bu yüzden kolunda alkollü pamuk vardı. Birden pamuğu ağzına attı. ‘Amca ne yapıyorsun?’dediğimde, ‘dinim intiharı men etmeseydi…’ diye inledi.” (Rasih Yılmaz, 2001, 201). Bu hastanede kendisini ziyarete giden Hüseyin Üzmez ve diğer arkadaşlarına amcasının hastalığı hakkında bilgi veren Emine Hanım, ‘Vücudundaki mikroplar hiçbir antibiyotiğe cevap vermiyormuş” demiştir. Bu ziyarette kendisine yine Serdengeçti dergisini çıkarması teklif edilince, ‘O bir zamanlardı. Serdengeçti… Geldi, geçti (Türk Edebiyatı Dergisi. 101. Sayı, 8) Osman Yüksel’in hastane masraflarının karşılanması için paraya ihtiyaç duyulduğunu anlatan Emine Bağlı, bunun üzerine amcasının bankada bulunan belli bir miktar parasını çekip bunun için kullanmayı düşündüğünü ifade ederek şöyle devam etti: “Hiçbir şeyle ilgilenmiyordu ve bankası paradaydı, vekaleti yoktu. ‘Amca bir gazete-mecmua çıkarsak’ dedim, ‘çıkartalım’ dedi. ‘Onun için paraya ihtiyacımız var’ dedim, ‘Ne yapalım?’ dedi. Zihni gidiyor geliyordu. ‘Bana vekalet ver de biraz para çekeyim, bu işlere yatırıyım’ dedim, ‘Tamam’ dedi. Vekalet verdi, ben vekaletle onun parasından bir miktar çektim ve Hastane masrafları için kullandık.” Amcasının ‘mecmua için kullanacağız’ demesi üzerine vekalet verdiğine dikkat çeken Emine Bağlı, hasta yatağında bile gazete-mecmua çıkarmanın onu çok heyecanlandırdığını ifade etmektedir. Hüseyin Üzmez, Osman Yüksel’in son döneminde kendisine ‘Müslümanlar bu kadar ezilmeseydi, bu kadar zulüm görmeseydi, belki de ben hiç mücadele hayatına atılmazdım’ dediğini ifade etmektedir. Ayrıca Osman Yüksel’in namazda secdeleri çok sevdiğini, çok defa hıçkırarak doğrulduğunu da vurgulamıştır. Hastane naklinden sonra durumu daha da kötüleşen Osman Yüksel, bir süre burnundan beslenmeye başlamıştır. Yıllarca süren hastalık günleri 10 Kasım 1983 Perşembe günü saat 15:30’da Ankara Hacettepe Üniversite Hastanesi’nde son bulmuştur. 11 Kasım’da Hacı Bayram Veli’de kılınan cenaze namazının ardından omuzlara alınan Osman Yüksel, Cebeci Asri Mezarlığı’nda 4. Kapı, 560. Ada, 451. Kabir’de edebi ikametgahına defnedilmiştir. Yeğeni Emine Bağlı, Osman Yüksel’in Aksaray’daki evini ve kitaplarının telif hakkını Türk Edebiyatı Vakfı’na bağışladığını aktarmıştır.