« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

26 Kas

2012

M. ALİ AYNİ’NİN BAKÜ KONFERANSI

Mehmet RIHTIM 01 Ocak 1970

ÖZET
Seyyid Yahya Baküvi, 15. asırda Azerbaycan’da yaşamış bir sufidir. Halvetiyye tarikatının ikinci kurucusu
kabul edilmektedir. Onun tesis ettiği tasavvuf mektebi, Türk düşünce tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Bu mektep, İslam dünyasında kabul görmüştür. Baküvi, 1463 de Bakü’de vefat etmiştir. Kabri buradadır.
Mehmet Ali Ayni, Türkiye’de yetişmiş, felsefe ve tasavvuf tarihi konularında birçok eser vermiş, değerli bir
ilim adamıdır. 1921 de Bakü’ye gelmiş ve Seyyid Yahya hakkında ilmi çevrelere konferanslar vermiştir. Bu
konferanslardan biri 1923 te Bakü’de “Maarif ve Medeniyet” mecmuasında yayımlanmıştır.
Bu makalede, M. Ali Ayni ve onun, S. Yahya Baküvi hakkındaki düşünceleri ile Bakü’de verdiği konferans
yer almaktadır.
GİRİŞ:
Azerbaycanı muhtelif vesilelerle ziyaret eden veya burada bir müddet ikamet eden
Türkiyeli alim ve muallimler vardır. Bunlardan Muallim Cevdet Hacı Zeynelabidin Tagıyef
tarafından muallim mektebi “Daru’l muallimin”e müdür olarak getirtilmiş ve burada bir müddet
çok faydalı eğitim faaliyetlerinde bulunmuştur. Fuat Köprülü Baküye gelerek ilmi edebi toplantı
ve konferanslara iştirak etmiştir. Bu değerli alimlerden biri de Mehmet Ali Ayni’dir. Ayni 1921
yılında davet üzerine Bakü’ye gelerek bir sıra toplantılara iştirak etmiş ve konferanslar vermiştir.
A. MEHMET ALİ AYNİNİN HAYATI
1. İdareciliği
Mehmet Ali Ayni, geçmiş yılda yaşamış, meşhur Türk mütefekkirlerindendir. 1869
yılında Manastır’ın Serfiçe kasabasında doğdu. Ataları osmanlı devletinin fetih ve yayılma
dönemlerinde Konya’dan getirilerek Rumeliye yerleştirilen Türklerdendir. Sekiz yaşında iken
ailesi ile birlikte İstanbul’a gitti. Orta tahsilini Gülhane Askeri Rüştiyesinde ve yüksek tahsilinide
Mülkiye Mektebinde tamamladı. (1888) Bu arada Arabça, Farsça ve Fransızcasını da geliştirdi.
Mülkiyeden mezun olduktan sonra Hariciye, Maarif ve Dahiliye Nazırlıklarında değişik
vazifeler yaptı. (1889-1912). Yanya ve Trabzon (1913) valiliklerinde bulundu. Bu vazifesinden
emekli olunca bir ara maarif nazırının teklifiyle İstanbul Daru’l-Funun’unda felsefe müderrisliği
yaptı. (1914) Edebiyat fakültesi müderrisler reisliğine seçildi. (1915) Bu görevdeyken edebiyat
fakültesi mecmuasını kurdu. Daru’l-Funun İlahiyat fakültesinde Tasavvuf, Harbiyede Ahlak ve
siyasi tarih dersleri okuttu. Türkiye’yi temsilen uluslararası felsefe kongrelerine ve türk tarih tezi
çalışmalarına katıldı. 1937’den sonra kütüphaneleri tasnif komisyonunda çalıştı. Aynı
komisyonun reisliğini yaptı. 29 kasım 1945 te vefat etti.
2. İlmi-Felsefi Faaliyetleri
Bazı telif ve tercüme eserleri dolayısıyla zaman zaman merkezi idare ile uyuşamamasına
rağmen başarılı bir idarecilik hayatı sürdüren M.Ali Ayni; Halep, Yemen, Kosova, Diyarbakır
gibi görev yaptığı yerlerdeki halkın sosyal, ekonomik ve kültürel yapılarını da incelemiş aşiretler
arasında dolaşmıştır. Başta Bulgarlar ve Ermeniler olmak üzere bazı etnik gurupların devlet ve
ülkenin bütünlüğü ve selameti aleyhindeki faaliyetleriyle etkili ve şuurlu bir şekilde mücadele
etmekten geri kalmamıştır. Genç yaştan itibaren başarılı memuriyeti yanında gerek telif ve
tercümeleri gerekse çıkardığı veya çıkartılmasına yardımcı olduğu dergilerle, açtığı okullarla ilim
ve kültürün İstanbul dışında da ülkenin en uzak köşelerine kadar yayılmasını izmet sağlamıştır.
M.Ali Ayni’nin Felsefi eserler, makaleler ve özellikle tercümeler üzerinde, dil, muhteva
ve fikir yönünden yaptığı tenkitler, o’nun ilmi faaliyetlerinin önemli bir yönünü teşkil eder. Bir
kısmını sonradan İntikad ve Mülahazalar (İstanbul 1339) adıyla topladığı makaleleri arasında
Fransızcadan yapılan tercümelerdeki felsefi terimlerin düzeltilmesi, Türkiye’de materyalizmi
yaymaya çalışan Baha Tevfik ve arkadaşlarından Süleyman Memduh ile Subhi Edhem’in
tercümelerindeki tahriflerin asıllarıyla karşılaştırılarak gösterilmesi onun felsefeye ve bu alandaki
literatüre ne derece hakim olduğunu gösterir. Tenkid ettiği belli başlı eserler arasında Bohor
İsrail’in Tarih-i Felsefe’si, M.Şemsettin’in Felsefe-i Ula’sı, Rıza Tevfik’in Peyam-ı Sabah’ta
neşredilen “Gülşen-i Raz” tefrikası, İzmirli İsmail Hakkı’nın Fenn-i Menahic’i, Subhi Edhem’in
Bergson ve Felsefesi gibi çoğu kısmen veya tamamen batılı yazarlardan tercüme edilmiş eserler
yer alır. Böylece o fikri ve felsefi eserlere dair yaptığı ciddi tenkitlerle bir yandan ilmi ve tenkit
gücünü ortaya koyarken, diğer yandan bu tür faaliyetler üzerinde ilmi kontrol vazifesi görmüş ve
bu tür çalışmaların seviye kazanmasına da yardımcı olmuştur.
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında toplumun dini hayatının zayıflamasından büyük
endişe duyan M. Ali Ayni, bunu önlemek için alınması gereken tedbirler arasında yüksek
seviyede din eğitimi ve öğretimi verecek olan ilahiyat Fakültesinin açılmasını büyük ve güzel bir
faaliyet olarak görmüştür. İlahiyat disiplinlerinin ilim sayılamayacağı iddiasıyla bu alanda fakülte
açılmasına karşı çıkan pozitivist görüşlü bazı yazarlara cevap vermiş, manevi ilimlerle
desdeklenmeyen müsbet ilimlerin sonuçlarının insani fikirleri kuru ve verimsiz bir alana
sürüklediğini belirtmiş, geri kalmışlığın sebebini din adamlarında görmenin doğru olmadığını
savunmuştur.
M.Ali Ayni, Batı’da gelişen kötümser ve inkarcı akımların Türk toplumunu ve özellikle
Türk gençliğini etkilediğini de görmüştür. Bu akımlar karşısında “gençlerin fikri selametini
muhafaza etmeleri için” yazdığını belirttiği Reybilik, Bedbinlik, Lailahilik nedir (İstanbul 1341)
adlı eseriyle Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadimi’nde (İstanbul 1321) ileri sürdüğü karamsar ve ateist
fikirleri ilmi, felsefi ve ahlaki bakımdan tahlil ve tenkit ederek bu fikirlerin yanlışlığını ortaya
koymuştur. Aynı maksatla kaleme aldığı Hayat nedir (İstanbul 1945) adlı eseriyle karamsarlık ve
inançsızlığın doğurduğu mutsuzluk ve intihar gibi kötü sonuçları incelemiş, batı hayranı genç
kızları kötümserlik ve inançsızlık aşılayan edebi eserler karşısında uyararak onlara hayata
bağlılığı telkin etmiştir. Böylece o, bir taraftan felsefi sahada maddeci-maneviyatçı mücadeleye
katılırken diğer taraftan da Mehmet Akif’in edebi sahada temsil ettiği aynı mücadeleyi felsefi
görüşleriyle desteklemiştir. Yurt dışında düzenlenen bazı kongrelerde Türkiye’yi temsil eden M.
Ali Ayni, Eylül 1926’da Harvard üniversitesinde toplanan milletlerarası VI. Felsefe kongresi ile
Eylül 1930’da Oxford’da toplanan Milletlerarası VII. Felsefe Kongresi’ne katılmış ve bu
kongrelerde birer tebliğ sunmuştur. Son kongrede tanışmış olduğu bazı yabancı meslektaşlarının
sorularını cevaplamak üzere La philosophie en Turquie adlı bir risale kaleme almıştır. Türkiye
içinde ve dışında yaptığı fikri ve felsefi çalışmaları sayesinde batı dünyasında da tanınan ve
bunun sonucu olarak 1927’de İngiliz felsefe Araştırmaları Enstitüsü, 1931’de Milletlerarası
Felsefe Kongreleri düzenleme komitesi ve 1935’te L. Massignon’un da dahil olduğu bazı
tanınmış müsteşriklerin teklifleri üzerine Paris Asya Cemiyeti asli üyeliklerine seçilmiştir.
3. Tasavvufi Çalışmaları
M.Ali Ayni’nin Tasavvufa olan münasebeti, onun en önemli fikri cephesini teşkil eder.
Bu alanda yazdığı eserler vahdet-i vucuda taraftar olduğunu göstermektedir. Ancak o, aynı
tarihlerde aynı görüş taraftarlarından İsmail Fenni ve Filibeli Ahmet Hilmi’nin aksine, çağdaş
ilim ve felsefeden destek alma lüzumunu duymadan bir mürid edasıyla büyük mutasavvıflara
bağlılık göstermiş, bu alanda herhangi bir tartışmaya girmeksizin bir inanç adamı olarak
yaşanılan tasavvufi hallerin gerçekliğine inanmakla yetinmiştir. İlmi ve fikri sahadaki açıklama
ve ispatları Fizyoloji, Biyoloji ve Psikoloji alimlerine bırakarak doğrudan doğruya “Bana
benliğimi ve vazife-i insaniyemi bildirmeye himmet eden büyük mürşidler” dediği tasavvuf
ulularına yönelmiştir. Ancak onun tasavvuf konusundaki bu yaklaşımı, hayatı boyunca takip
ettiği aktif çalışma anlayışını hiç bir şekilde etkilememiştir. Aksine o maneviyatçı felsefeyi
benimseyerek maddeci ve ateist fikirlere karşı açılan mücadelede ilmiyle, fikirleriyle ve
kalemiyle şuurlu bir şekilde yer almış, Türk insanının ve cemiyetinin buhrandan, bilgisizlikten ve
yoksulluktan kurtulması yanında dini ve milli kültür kaynaklarına dönülerek milli irfan ve şuurun
geliştirilmesi, milli inanç ve düşüncenin taklitten arındırılması ve yükseltilmesi için ömrü
boyunca çalışmıştır. Hacı Bayram Veli adlı eserini yazmaktaki maksadını açıklarken bazı ahlaki
ve ruhi meselelere de temas eden yazar bu meselelerin temelini Materyalizm, Pozitivizm ve asrın
en önemli hastalığı saydığı şüphe ve karamsarlıkta görmektedir. O’na göre çeşitli materyalist ve
pozitivist görüşler insan ruhunu bunaltmakta, diğer felsefeler de ruha teskin edici bir çare
getirememektedir. Büchner ve arkadaşlarının kaba maddeciliğe dayanan velveleleri kulakları
doldurmakta, Darvin’in evrimci görüşü insanı hayvan seviyesine düşürüp ondaki manevi
değerleri yıkmaktadır. Darvin’in “tabi seleksiyon” nazariyesi ahlakta güçlünün zayıfı ezmesini
teşvik etmekte, yaşamak için sevgiden uzak ve daima kanlı bir mücadele fikrini aşılamaktadır.
Stirner ve Nietzsche’nin nihilist ve anarşist fikirleri ise, aynı anlayışı daha da yaygınlaştırmış,
yüksek ahlaki ve manevi değerlerin yıkılması tehlikesini ortaya çıkarmıştır.
Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim(İstanbul1339) adlı kitabının önsözünde, milli kültürümüzde
büyük insanların biyografilerinin azlığından yakınan ve bu durumu önemli bir eksiklik sayan
M.Ali Ayni’nin ilmi çalışmaları arasında, daha çok ünlü mutasavvıflara dair olmak üzere çeşitli
monografiler geniş yer tutar. Hüccetü’l-İslam İmam Gazali (1909’da İstanbul), Türk Azizleri ana
başlığı altında kaleme aldığı İsmail hakkı Bursalı 1923 te Paris’te Fransızca, 1944’te de
İstanbul’da yayımlanmıştır. Şeyh-i Ekberi niçin severim (İstanbul 1339), Abdülkadir Geylani
(Paris 1939), Hacı Bayram veli (İstanbul 1343), Muallim-i Sani Farabi (İstanbul 1332), Türk
Mantıkçıları(İstanbul 1928), ve Türk Ahlakçıları (İstanbul 1939) gibi çalışmaları aynı seridendir.
M. Ali Ayni’nin telif ve tercüme eserlerinin sayısı kırka yakın olup yukarıda zikredilenler
dışında belli başlıları şunlardır: Nazari ve ameli istatistik, (İst. 1306), Malumat-ı Nafia –ı Fenniye
(Halep 1308); Küçük Umumi Tarih(trc. 1917); Darü’l–Fünun Tarihi(İst. 1927); İlim ve Felsefe
(trc. İst.1331); Ruhiyat Dersleri(trc.İst.1331); Ahlak Dersleri (İst. 1930); Tasavvuf Tarihi
(İst.1341); Tarih-i Felsefe(İst. 1330); La Quintessence de la Philosophie d’Ibn Arabi(Paris 1935);
Hükm-i Cumhur(İst. 1327); Demokrasi Nedir(İst. 1938); Milliyetçilik (İst.1944)
M. Ali. Ayni’nin felsefe, Tasavvuf, Pedagoji gibi sahalara dair inceleme ve makaleleri
Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Milli
mecmua ve Fağfur gibi dergilerle Yenigün, Akşam ve Cumhuriyet gazetelerinde yayımlanmıştır.1
B. AYNİNİN SEYYİD YAHYA BAKÜVİYE MÜNASEBETİ
Ayni, Türk müellifleri içerisinde tasavvuf ve felsefeyi birleştirebilen ender
şahsiyetlerdendir. Onun “Tasavvuf tarihi” ve “Hacı Bayram Veli” adlı eserlerinde dikkatimizi
çeken hususlardan biri de, büyük Türk mutasavvıfı S.Yahya’yı çok iyi tanımış ve eserlerinde
istifade etmiş olmasıdır. “Tasavvuf Tarihi”nin kaynaklarından olan S.Yahya’nın “Esrarü’t-
Talibin” ve “Virdü Settar” eserlerinden alıntılar yapmış, bilhassa “zikir” meselesini onun
görüşleri etrafında açıklamıştır. Ayni, “Şeyh-i Ekberi Niçin Severim” eserinde, Türklerin en
büyük mütefekkir ve alimlerinden bir kaçının tercüme-i hallerini yazacağını bunlardan evvela
Yahya Şirvani, Nimetullah Nahcuvani ve İbrahim Gülşeni’yi yazmak üzere olduğunu
kaydetmiştir.2 Fakat, onun bu eserleri yazmaya ömrü vefa etmemiştir. s
Ayni, “H. Bayram Veli”de Osmanlı devleti kuruluşu zamanı ledünni maarifin,
Anadolu’ya üç merkezden geldiğini, buraların Şirvan, Edebil ve Horasan olduğu tespitini
yapmıştır. Birçok tasavvuf tarihçisinin dikkaninden kaçan bu tesbit doğru ve oldukça önemlidir.
Aslında Osmanlı devletinde 2. Murad ve Fatih zamanında Seyyid Yahya’nın halifeleri vasıtası ile
yayılan Halvetiyye tarikatı 19. asrın sonlarına kadar en önemli ve en çok yayılan tarikat olma
hususiyetini korumuştur. Son yıllarda yapılan araştırmalar da bu hususu tasdik etmiştir. Buna
göre denilebilirki; Osmanlı tasavvuf hayatınında en müessir olan Halvetilik Azerbaycan’dan
hususi ile Bakü’den gelerek intişar etmiştir.
Ayni, yine bu eserinde, “Şirvan” başlığı altında S. Yahya’nın tesirini şöyle anlatmıştır:
“Şirvan, Seyyid Yahya sayesinde bir vakitler alemin tavaf yeri olmuştu. Bu
Seyyid Yahya Halvetiyye tarikatının ikinci piridir. Halvetiyye yolunu esasen Siraceddin
Ömer Halveti kurmuştu. Ancak ona da bu yolun edep ve öğretileri doğru silsile ile İmam
Ali Efendimizden gelmişti. Ancak Halvetiyye yolunun başkanlığı, Siraceddin’den sonra
sırasıyla Ahi Emre’ye, ondan Hacı İzzettin’e, ondan Sadreddin Hıyavi’ye ondan bahis
konumuz olan Seyyid Yahya’ya gelince tarikat süratle her tarafta, hatta Mısır’a, Hicaz’a,
Hindistan’a kadar yayılmaya başladı. Hele bizim taraftan birbiri ardınca hakikate susamış
bir çok kimse Bakü’ye koştular. Aydınlı Ömer Dede ile kardeşi Ali, Karamanlı Habib,
Kangırı’da Karacalar’da medfun Hacı Hamza, Şeyh Sinan, Baba Resul, Derviş Kemal,
Erzincanlı Muhammed Bahaeddin...gibi....”
1İsmail Arar, İslam Ansiklopedisi c.4, s.273-74,
2 Ayni, Mehmet Ali, Şeyhi Ekberi Niçin Severim, s. 163, İstanbul, 1992
“Görüldüğü gibi Halvetiliğin ikinci piri Azeri bir Türk’tür. Böyle olduğu halde
tertip ettiği “Virdü Settar”ı bugün sadece Türkler değil Suriye’de Mısır’da ve hatta Fas’ta
her sabah namazından sonra Halvetiler tarafından okunmaktadır. Velhasıl tarikat silsilesi,
Muhammed Ümmetinin birlik ve bütünlük teşkil ettiğini kesin bir şekilde ispat
etmektedir. Gerçekten de bu ümmet tek bir cisim derecesinde birleşik olmasa, Halvetilik
gibi pek önemli bir tarikatın rical silsilesi içerisinde bir Tebrizli bir Şirazlı, bir Bakülü, bir
Erzincanlı, bir Kastamonulu, bir Tokatlı, bir Aksaraylı, bir Çorumlu, bir Halebli, bir
Mısırlı, bir Faslı nasıl birbirine öyle sımsıkı bağlanmış olurdu? Bu kalp birliğinin,
Allah’ın izniyle sonsuza kadar devam etmesi temenni olunur.”3
C. AYNİ’NİN BAKÜ SEYAHATI VE KONFERANSI
M. Ali Ayni, Şuralar Hükümetinin Maarif sahasındaki İslahatlar ile alakalı daveti üzerine,
1921’de Bakü’ye gelmiştir. Bakü’de bulunduğu sıralarda yaptığı ilmi ve felsefi konuşmalar ve
görüşmeler esnasında, Seyyid Yahya Baküvi’nin kabrini de ziyaret etmiştir. Bu vesile ile,
Bakü’deki ilmi muhit içerisinde Seyyid Yahya’nın hakkıyla tanınmadığını görünce, buna hem
şaşırmış hem de üzülmüştür. Bunun üzerine düzenlediği konferans ve toplantılarla S.Yahya ve
Nahcıvanlı Baba Nimetullah hakkında iştirakçilere malumat vermiş, memleketlerinin bağrında
nasıl değerli, marifet sahibi bir velinin medfun olduğunu anlatmıştır.4 Bu konferansın bir bölümü
daha sonra 1923 yılında Bakü’de yayımlanan “Maarif ve medeniyet” mecmuasının 6. sayısında
neşredilmiştir.
Seyyid Yahya hakkında yapmakta olduğumuz araştırmalar esnasında elimize geçen M.
Ali Ayni’nin, tarihi öneme haiz bu konferansının eski harflerle yazılmış şeklinden bugünkü
yazıya geçirmeye çalıştık. Bu esnada, manayı bozan birtakım yazım ve baskı hataları olduğunu
gördük. Yazının aslını muhafaza etmeye özen göstererek, kısmen sadeleştirip, bazı kapalı yerleri
açmaya çalıştık.
Azerbaycan’da, S. Yahya’nın hayat ve düşüncelerinin, ilmi olarak araştırılmasına
başlangıç olması temennisiyle Bakü’de verilen bu ilk konferansın yayımlanmasının faydalı
olacağına inanıyoruz.
D. KONFERANSIN METNİ
SEYYİD YAHYA ŞİRVANİ
Azerbaycan’ın yetiştirmiş olduğu büyük zatların eserlerini ihya için son günlerde
Azerbaycan Şuralar hükümetinin göstermekte olduğu arzu ve himmet bütün maarif muhitlerini
medyun-u Şükran edecek bir teşebbüstür. Bu meşkur mesaiye herkesin elinden geldiği kadar
muavenet ve iştirak etmesini borç bildiğimden böyle bir hizmete ben de kemali meserretle
koşmak istedim. Esasen İstanbul Darü’l-Fünununda beş sene kadar Tarih-i Felsefe ile Felsefe-i
İslamiyye okutmuştum. Tedrisatım esnasında Azerbaycanlı iki büyük zatın eserleri pek ziyade
3 M.A.Ayni, Hacı Bayram Veli, s.71-75, İstanbul, 1986
4 Sadık Vicdani Tomar-ı turuk-ı Aliyeden Halvetiyye Silsilenamesi(istanbul, 1338-1341) adlı eserinin ikinci pirin
hayatı bölümünde 25. sayfadaki dipnotta bu hadiseyi şöyle nakleder: “Gerek halvetiler gerekse diğer tarikatler
nezdinde hürmet ve saygı ile anılan Seyyid Yahya Şirvani, Baküde gömülü olup, türbesi halen mevcut ve Bakü halkı
bu büyük şeyhi, meşhur maarif-i kamilesi derecesinde bilmiyorlarmış. Arif yazarlarımızdan Mehmed Ali Ayni
beyefendi, iki sene evvel ilk defa olarak Bakü’ye vardığında, bu unutkanlığa vakıf olunca bura halkına Hz. Pir
hakkında açıklamalarda bulunmuş, memleketlerinin avucunda nasıl değerli bir mücevher ve maarif sahibi velinin
gömülü bulunduğunu anladıklarını, dönüşünde bu zat bazı dostlarına anlatmıştır.”
nazar-ı dikkatimi celb etmişti ki bunların biri Şamahılı Seyyid Yahya ve diğeri Nahcıvanlı Baba
Nimetullah idi. İşte size bugün bu iki zattan bahsetmek istiyorum. Bunlardan Baba Nimetullah’ın
pek maruf ve makbul bir tefsiri vardır. Bu tefsire ehli indinde o kadar müstesna bir kıymet veren
sebep Nimetullah’ın selefden geçen müfessirlerden mesela allame Zamahşari, Fahri Razi, Kadı
Beyzavi gibi zatların tefsirlerine müracaat etmemiş ve o kitabı öz vicdanından mülhem olarak
yazmış bulunmasıdır. Osmanlı ediplerinden Giridli Ahmet Muhtar efendi ile yaranı aralarında pul
toplayarak te’vil tarzında olan o tefsiri İstanbul’da tab ettirmişlerdi. Nimetullah’ın İstanbul’da
Nur-u Osmaniye kütüphanesinde ararken bir risalesi elime geçti. Felsefenin (ontoloji) yani
vücudun mahiyet ve etvarına dair olun bu kıymettar kitabı gerek mülahazalarının kıymet ve
rasaneti ve gerek üslubunun akıcılık ve sağlamlığı itibariyle garbın buna denk en muteber felsefe
kitaplarına tercih etmekte tereddüt etmem.
Nimetullah; Anadolu’da Konya vilayetine bağlı Akşehir Kazasında medfundur.
Seyyid Yahya’ya gelince onun ne kadar ali bir rütbeye malik olduğunu şimdi vereceğim
izahat gösterecektir.
Bakü’de medfun olan bu zat 850 sene-i hicrisinde Şamahı’da doğmuştur5.
Babası Seyyid Bahaeddin’dir. Seyyid Yahya’nın daha küçük yaşta iken alnında parlayan
zekavet nuru herkesin gözüne çarptığından zamanının en büyük alimlerinden Sadreddin onu
yanına alıp talim ve terbiye etmiş ve bilahare kendisinin damadı olmuştur. Yahya mürebbisinin
vefatından sonra Şamahı’yı bırakıp Bakü’ye gelmişti.
O vakit Bakü hükümdarı Halil Bey idi. Halil Bey Seyyid-i Muhtereme layık ve müstahak
olduğu hürmeti göstermekte kusur etmemiş ve Seyyid’in Kemalatı ve şöhreti kısa sürede bütün
İslam memleketlerine yayılmıştı. Bunun üzerine Pervanelerin nura koşması kabilinden her yerden
ve bilhassa Anadolu’nun içerlerinden bir çok hakikat ve marifet aşık ve müştakları Bakü’ye
koşmuşlardı. Bunların içinde bazıları Seyyid Yahya’dan pek büyük istifadeler etmişler ve manen
yüksek makamlara ermişlerdir.
Erzincanlı Pir Muhammed Bahaeddin ile İzmir vilayetinde Kain Tireli Ömer dede işte o
zümreye dahil olanlardandır. Bu gün Osmanlı Türkleri arasında münteşir olan “Şabaniyye,
Sünbül Sinaniyye, Ramazaniyye, Cerrahiyye, Şemsiyye, Ahmediyye, Mısriyye, Uşşakiyye
tarikatları hep de pir Muhammed Bahaeddin vasıtasıyla ve Meşhur Güşeniyye tariki de Ömer
dede vasıtasıyla Seyyid Yahya’ya bağlanmıştır. Çünkü Seyyid Yahya’ya yetişemeyenlerin
bazıları Erzincan’a yerleşmiş olan Bahaeddin’in hizmetine ve diğer bazıları Ömer Dede’nin
nezdine gelip ders almışlardı. Bu Ömer Dede’yi, Seyyid Yahya; Karabağ, Gence ve Tebriz
cihetlerine göndermişti. Bilahare (Ruşeni) lakabını alan Ömer Dede’nin Türk edebiyyatında dahi
mevkisi yüksektir. Zira:
Çün doğup tuttu cihan yüzünü hüsnün güneşi
Kim ola sevmeye bu vecihle sen mah-veşi
Türk, Kürt ve acem ve Hint bilirler ki seni
Haşimisin Arabisin Medenisin Kureşi.
Beyitleriyle başlayan meşhur natı söylemiştir.
Tebriz’de medfun bulunan Ömer Dede, kendisi gibi büyük bir zat olan Gülşeni lakabıyla
şöhret bulan Diyarbekir’li İbrahim’i yetiştirmiştir. Türk olan İbrahim’in, Kemalat-ı ilmiye ve
5.Seyyid Yahya’nın Hicri 850’de doğmuş olması imkansızdır. Vefat tarihinin H. 868 olduğu bir çok kaynakta
geçmektetir ki, bu tarih kesindir. Uzun bir hayat sürdüğü de bilinmektedir. Bu durumda verilen tarih hatalıdır.
edebiyesine, Mevlana Celaleddin Rumi’nin; Mesnevisine nazire olarak söylediği Kitab-ı Manevi
bir şahid-i beliğdir.
Ömer Dede’nin Tebriz’de vefatından sonra yerine geçen Gülşeni, İsmail Safevi’nin
Tebriz’i zaptı üzerine orada kalmayıp Mısır’a gitmişti. O vakit Mısır Çerkes Kölemenleri elinde
idi. İlim ve fazilet her yerde her zaman itibar gördüyünden, Mısırlılar Gülşeni hakkında fevkalade
itibar etmişler ve kendisine muazzam bir zaviye inşa etmişlerdir. Gülşeni, Zünnun ve İbn-i
Garis’in vatanı olan Mısır’da o kadar hürmete mazhar olmuş ki, sokağa çıktığı vakit halk ayak
bastığı yerlerin toprağını alıp yüzlerine sürtmek için birbirlerini çiğnerlermiş.
Şimdi Seyyid Yahya’nın mezarı nerededir? Bilen yokmuş,6 fakat bunun bence o kadar
önemli değildir. Zira üç bin senelik Homeros’un nerede doğduğu, nerede öldüğü belli değildir.
Hatta böyle bir şahsın yaşadığı şüpheli olsa da, bugün İlyada ve Odesa’nın yüz binlerce insan
tarafından zevkle ve takdir ile okunmasına mani olabilmiş mi? Tabii ki hayır.
Bak Mevlana Celaleddin Rumi bunu nasıl haber vermiş:
Ba’de ez vefat-ı turbeti ma der zemini mecu
Ber sinehay-ı merdem arif mezar mast7
Hülasa Seyyid Yahya’nın şöhretini artıran en mühim eseri “Vird-i Settar’ıdır. Zira her
sabah bu virdi yüz binlerce Müslümanlar okumaktadır. Seyyidin bu virdi ayıplarımızın ortaya
çıkmamasını temenni ile başlar. Vakıa her devirde yaşayan insanların ayıpları yüzlerine vurulsa
bunun ne kadar fesat ve rezaletin zuhuruna sebep olacağını düşünürsek Seyyidin bu temennisinin
insanlar hakkında ne kadar ali bir merhamet ve şefkat hissiyle muttasıf olduğunu takdir ederiz.
Seyyidin bu virdinde pek ehemiyyet verdiği bir temennide kalbin temizliğidir. Aslında
insanların bilhassa bugün hasret ve iştiyak ile talip oldukları huzur ve güveni sağlamak için
tatbikine teşebbüs olunan tedbirlerin en iyi şekilde uygulanmasına samimiyyet ve temiz kalpli
olmaktan daha tesirli başka bir şeyin lüzumlu olduğu gösterilebilir mi bilemem?
Bu vird-i settarı muhtelif memleketlerde alimleri bir çok defa şerh etmişlerdir. Başlıca
şerhler:
Abdullah eş-Şerefavi, Antepli Şah Veliyyullah, Tireli Kara Çelebi Muhammed, İstanbul
ediplerinden Müstakimzade Sadettin, Kastamonulu Ömer Fuadi ve Nasuhizade Kemaleddin
Efendi8 merhumundur. Bu şerh-i nefis bin iki yüz seksen yedinci sene hicrisinde İstanbul’da
Matbaa-yı Amire’de çap edilmiştir.
Seyyid Yahya’nın Vird-i Settarından başka pek mühim özge eserleri daha vardır.
Bunlardan biri, Esraru’t-Talibindir ki hikmet-i sufiyeye aid muteber ve klasik bir kitaptır.
Muhterem pir bunu Müslüman milletler arasında ortak lisan olan Arapça ile yazmıştır.
Kastomonu’lu binbaşı Remzi Bey namında bir zat bu kitabı Türkçe’ye tercüme etmişse de
maatteessüf şimdiye kadar çap edilmemiştir.
Seyyid bu mübarek risalesine islami adetlere uyarak ilmin medh ve sitayişiyle başlıyor ve
bunun iftihar edilecek olan faziletlerin en değerlisi olduğunu söylüyor. Bundan sonra kainatın
nasıl halk olduğunu tasvir ediyor. Malumdur ki düşünen insanları şimdiye kadar en çok yoran
meselelerden birisi de budur: Başım üstünde duran ve dolanan bu binlerce yıldızlar ay ve güneş
6 Seyyid Yahya’nın mezarının Bakü’de Hisar içerisinde olduğu tarihi kaynakların hemen hepsinde geçmektedir.
Bugün Bakü’de Şirvanşahlar Sarayı denilen yerde bulunan ve “Dervişin Kabri” olarak bilinen türbenin, Seyyid
Yahya’ya aid olduğu kesindir.
7 öldükten sonra bizim mezarımızı toprakta arama,
Arif kişilerin sinesi bizim mezarımızdır.(M.R.)
8 Nasuhizade ismi hataen yazılmış olsa gerektir. Doğrusu Haririzade M. Kemalettin olmalıdır.
nedir? Bu nihayetsiz umman içinde bizim yerimiz nedir? Ve biz neyiz? Vazifemiz nedir?
Nereden geldik, nereye gideceğiz? İlmin kendine has usullerle kesin bir şekilde hallinden aciz
kaldığı bu meseleler diğer büyük insanlar gibi Yahya’yı da meşgul etmiş, fakat onun bu suallere
verdiği cevaplar hep kendi meşrep ve maksadına yani insanları fazilet ve saadete sevk edecek
şekilde olmuştur. Bununla beraber Yahya’nın bu hususta düşünceleri şimdiki ilimlerin
neticelerine de ters değildir. Zira Yahya hilkat meselesinde olan Vucud-u mutlaktan bir nur-u
şeyda ve diğer cisimlerin bu nurdan mertebe mertebe sadır olduğunu söylemektedir. Yahya
Yaratılış hakkındaki bu nazariyesini yazdıktan sonra insanların ne kadar şevket ve devlet sahibi
olursa olsunlar günün birinde kara toprak altına gireceklerini haber vererek özlerini gaflet
uykusundan uyandırmaya çalışır. “Biz bu dünyaya oturmaya, yiyip içip oynamaya gelmedik”
diyor.
Seyyid bundan sonra ilimleri tasnif ediyor. İlimlerin tasnifi meselesi bir çok alimi meşgul
etmiştir. Asrımızda dahi Agüs Komt, Spensır bu mesele üzerine büyük kitaplar yazmıştır.
Yahya’nın mülahazasına göre insan evvela, bedeninin maddi ve manevi menfaatinin inkişafı için
lazım olan ilimleri, ondan sonra ruhunun saadeti için lüzumlu ilimleri tahsil etmelidir.
Yahya, ilimleri zahir ve batın diye ikiye ayırıyor. İlm-i batına daha ziyade ehemmiyet
atfediyor. Seyyid, hulasası nefsin manevi kemalat ve rütbesine matuf olan bu risalesindeki
talimatında insanı manevi körlüğe sevk, yani özünü hakikati görmekten men eden ahlak-ı
zemimenin ne olduğunu sayıyor. Bunlar: kibir, hıkd (kin tutmak), haset, buhul, ucub, kizib,
gıybettir. Bu çirkin huyları Seyyid açık bir lisan ile tarif etmiştir. Ucub için diyor ki: Bu insanın,
kendisinden başka onda bir mevcut bulunduğuna kail olmaktır.
İnsanların müsavat-ı mutlakasını ilan eden yeni inkılapçılar için Seyyidin bu kavli mühim
bir senettir. “Buhul” için de diyor ki “Bu kendi malından en değersizi, hatta özüne lüzumu değil
mazarratı olan bir şeyi bile başkasına vermesine kıyamamaktır”. Seyyidin burada pek mühim
ahlaki anlayışı vardır ki demekten vazgeçemem: Malumdur ki terbiye ilminde alimler arasında
tartışmalı bir mesele vardır. Acaba huylar terbiye ile değiştirilip ıslah edilebilir mi, edilemez mi?
Seyyid konuda diyor ki “herkeste saadet ve şekavet kabiliyeti vardır”. Öyleyse bu kişi mahza
saiddir veya şakiyi mahzdır demek caiz olmaz, belki hasenatı seyyiatına galip ise saiddir. Veya
bilakis o kimsenin seyyiatı hasenatı üzerine galip ise şakidir denilmelidir. Bunun gayr ve aksini
söylemek dalalettir.
Seyyid Yahya’nın Esrar-ı Talibin’den başka; Keşfu’l- Kulub, Menazilü’l- Aşıkın,
Ramüzü’l-İşarat, Çıhar Menzil Heft İklim, Etvaru’l-Kulub, Beyanu’l İlim adlı eserleri de vardır.
Bu eserler İstanbul’da Nur-u Osmaniye kütüphanesinde 4902 numaralı mecmuaya kayıtlıdır. Ehl-
i indinde pek kıymettar olan bu risalelerin hatları da fevkalade nefistir. Yahya’nın bunlardan
başka Gülşen-i Raz’ın sualatına dair yazdığı bir şerh vardır. Selman Mümtaz’ın dediğine göre
aslen Azerbaycan’lı olan Feylesofu namdar Mehmet Şebüsteri’nin müteaddit ecnebi lisanlarına
tercüme ve birçok alimler tarafından şerhine himmet edilmiş bulunan bu Gülşen-i Raz, Seyyid
Yahya’nın dahi nazarı tetkikine mazhar olmuştu.
NETİCE
Azerbaycan’ın yetiştirdiği tarihi büyük şahsiyetler çoktur. Bunlardan birisi de hiç
şüphesiz Seyyid Yahya’dır. İslam düşüncesi ve tasavvufunun önemli kaynaklarında adı, şahsiyeti
ve eserleri büyük bir ihtiramla zikredilmektedir. Onun tesis ettiği Halvetiyye tarikatı vasıtasiyle
tesiri, Türk ve İslam dünyasında, beş yüz seneden fazla bir zamandır devam etmektedir. Şeyhin
telif etmiş olduğu birçok eser vardır. Bunlar Arap, Fars ve Türk dillerinde yazılmıştır. Ne yazık ki
bunlardan virdi dışında hepsi hala elyazması olarak kütüphanelerimizdedir.9 Azerbaycan’da
yaşamış ve orada vefat etmiş olan Baküvi‘nin eserlerinin ve fikirlerinin araştırılıp ilim alemine
kazandırılması mühim bir iş olarak karşımızda durmaktadır.
KAYNAKLAR
1. Arar İsmail, “Ayni Mehmet Ali’’, TDV İslam Ansiklopedisi, c.4, s. 273-275
2. Ayni Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, Kitabevi, Istanbul, 1992
3. Ayni Mehmet Ali, Hacı Bayram Veli, Akabe, İstanbul, 1986
4. Maarif ve Medeniyet Mecmuası, Bakü, 1923
5. Azerbaycan Respublikası Tahsil Nazırlığı, Filologiya Meseleleri dergisi, c.V, s.26-33
Bakü, 2002
6. Vicdani M. Sadık, Tomar-ı Turuk-ı Aliye-i Halvetiyye, Evkaf-ı İslamiyye Matbaası,
İstanbul, 1338-1341
7. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1991
9 Bak: Rıhtım Mehmet, Seyyid Yahya Bakuvinin Elyazma Eserleri, Azerbaycan Respublikası Tahsil Nazırlığı,
Filologiya Meseleleri dergisi, c.V, s.26-33 Baku, 2002

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 31459

ulkucudunya@ulkucudunya.com