Sait Faik Abasıyanık 100 yaşında. Genç hikâyecilerin ondan bir farkı var
Hakkı Devrim 01 Ocak 1970
Bu yıl Sait Faik'i «Asırlık Adam» diye andık. 1906 doğumlu olduğunu, Galatasaray-Tünel arası ona bir rastladığımızda söylemişti bize.
Babamın bir arkadaşı şekerci Mehmet Ağabey (Dönmez) bizdeydi. Ne içinse birlikte Beyoğlu'na çıkmıştık. Galatasaray'dan Tünel'e doğru inerken Sait'e rastladık. Başında kasketi, sırtında bej trençkotu günlük kaldırım voltasını atıyor olmalıydı.
Mehmet Ağabey arkasından:
– Sait, selam sabah yok mu, diye seslenince çok şaşırdım.
Öyle ya babamın da çocukluk arkadaşıydı Sait. Yaşça ikisinin de büyüğüydü babam. Mehmet Abi takılıyordu Sait'e:
– Oğlum nedir senin bu halin, moruklamışsın yahu!
– Sen kendine bak asıl. Küp gibisin. Böyle gidersen, yuh borusunu çalma zamanın yakındır.
Sarıldılar birbirlerine. Sait:
– Ben senin büyüğünüm, dedi. Tevellüt 1906 oğlum. Sen kaçlısın?
O 1910'luydu galiba. Mehmet Abi beni tanıttı Sait'e:
– Ruhi Ağabey'in oğlu, diye. Sait hatırlamadı beni, daha önce tanışmıştık. Babamın doğumunu sordu. 1901, dedim.
*
Evet, bu ikinci rastlayışımdı ona. Ona dediğime bakmayın, sıradan birini söyler gibi; ömür boyu çok sevdiğim, gelmiş geçmiş iki üç yazardan biridir Sait Faik. Buna, anadilimde yazmasının farkını da ekleyin.
Ankara Yokuşu'nu çıkarken sağ kaldırımdaki İnkılap Kitabevi'nde rastlamıştım. Sırtında kalın paltosuyla patron Garbis Fikri oradaydı. Ona sordum:
– Sait Faik'in Sarnıç adlı hikâye kitabı var mı sizde, diye.
– Çoktandır yok, dedi. Sonra küçük dükkânın vitrin duvarına yakın duran, girerken fark etmediğim birine sordu:
– Sen de var mı Sait? Çoktandır sorarlar bu kitabı, yeni baskısı ne zaman yapılacak?
Yüzü bana dönük gülümseyen Sait Faik'ti.
– Yazık ki bende de yok. Olsa, getirip buraya bırakırdım; bir geçtiğinizde alasınız diye...
Ne dedim hatırlamıyorum. Sıkılmıştım. Utangaçlığım yüzünden ona hikâyelerini çok sevdiğimi o gün orada söyleyemediğime sonradan çok üzülmüştüm.
Altmış yıl önceki Sait'ten söz ediyorum. Demek kırk yaşındaymış o zaman. Yüzünde kırk yaşın çok üstünde bir adamın derin, yorgun çizgileriyle...
*
Ona üçüncü rastlayışımı utanarak hatırlarım. Panorama'nın yayımını başlatmıştık 1950'den sonra. Türkiye Turizm Kurumu'nun yayınıydı. Sait'ten bir hikâye koyalım istemiştim. Ona, Kadri Yurdatap aracılığıyla ulaşmış olabilirim. Dergi için birlikte çalışıyorduk Kadri'yle.
Hikâyeyi kendisi getirdi bir gün, apansız. Beklemiyordum. Galatasaray'daki Beyoğlu Han'ın ikinci katındaki gösterişli kurum merkezinde, özel olarak çizilip yaptırılmış bir çalışma masasının arkasında, yerimden sıçrayarak:
– Buyrun hoş geldiniz, diye koştum. 1952 veya 53 yılıydı. 23/24 yaşında bir genç adam, geniş bir çalışma odasındaki gösterişli masanın arkasında.
Sait'in hoşlanacağı, mazur görebileceği bir manzara değildi bu. İlk defa bir aradaydık, baş başa konuşma fırsatıydı. Değerlendiremedim. Tadını çıkarmayı bırakın, işin doğrusu, bu buluşmanın altından kalkamadığım için o günü yıllar yılı hep, üzülerek hatırladım.
*
Sadece yaşadığınız semtte, şehirde, kendi memleketinizde de değil; televizyonlu dünyada, uzaktan tanımakla yetinmek zorunda olduğunuz nice insanı, bizim gençlik yıllarımızla kıyaslanamayacak kadar yakınınızda hissettiğinizin farkında mısınız?
İlk defa yüz yüze geldiklerinize gidip, yaşmış, cinsiyetmiş hiçbir fark tanımadan:
– Sizi öpebilir miyim, diye sorduğunuz olmuyor mu?
Ortaköyde Bush'u görünce, sizin apartmanda oturan, seyrek karşılaştığınız bir tanıdığa rastlamış gibi olmuyor musunuz?
Benim Elif torun Hürriyet'in asansörlerinden birinde, yıllar önce küçük bir kız çocuğu iken Ertuğrul Özkök'e rastlamış. Elini uzatmış hemen:
– Ben sizinle çalışan Serdar Devrim'in kızıyım, diye tanıtmış kendini. Konuşmuşlar.
Biz muhabirken, yazı işleri müdürünün odasına salavatla girerdik.
Sait Faik'le bir saate yakın bir odada baş başa kaldık, kahvemizi yudumladık ve ben ona, hikâyeleriyle yazar olarak, bütünüyle insan olarak benim için ne anlama geldiğine dair iki laf etmeyi beceremedim.
– Siz benim için Stendhal kadar, Dostoyevski kadar, anadilimde yazdığınız için hatta onlardan da daha önemli bir yazarsınız, diyemedim.
Çaresizlik içinde:
– Ne bilirdim bir iki yıllık ömrü kaldığını, dedim durdum.
Darüşşafakalılar sağ olsun, «Sait Faik 100 Yaşında» temalı dergilerini ve bu vesileyle açılan hikâye yarışmasında dereceye girenlerin hikâyelerini içeren kitabı bana da gönderdiler.
İlk beşe giren İrem Az'ın (Hem de Kabataşlı'ymış), Notre Dame'dan Filiz Karaküçük'ün, Avusturya Lisesi'nden Ayça Orbay'ın, Üsküdar Amerikan Lisesi'nden Hayrettin Künç'ün, Darüşşafaka Lisesi'nden Gizem Yavaşbay'ın hikâyelerini okudum.
Hepsi birbirinden güzel.
Sait bir İstanbul yazarıydı. Kendi sıkıntıları ve yalnızlığı kadar, ayak uyduramadığı insanları anlatmayı da severdi;
tabiatı, denizi, balıkları, kuşları, köpekleri, lodoslu İstanbul akşamlarını, kalabalıkları, kestanecileri, balıkçıları, kahve müdavimlerini de sever, dertleriyle dertlendiği bu insanlarla hayatı paylaşmaktan mutlu da olurdu.
Genç hikâyeciler ve onların kahramanları, yaşama sevincinden yana nasipsiz ve büsbütün mutsuzlar gibi geldi bana..