MEVLANA CELÂLEDDIN-İ RUMİ (ö. 672/1273)
01 Ocak 1970
Mevleviyye tarikatının kurucusu, mutasavvıf, âlim ve şair.
RebîüleweI604'te Horasan'ın Belh şehrinde dünyaya geldi. Öte yandan Dîvân-ı Kebir’deki bir şiirinden hareketle Şems-i Tebrîzî ile buluştuğunda (642/1244) altmış iki yaşında olduğu, dolayısıyla doğum tarihinin 580 (1184) olması gerektiği ileri sürülmüşse de Hellmut Ritter bu iddiayı geçerli bulmamıştır. Mevlânâ, Meşnevi’nin girişinde adını Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî diye kaydetmiştir. Lakabı Celâleddin'dir. "Efendimiz" anlamındaki "Mevlânâ" unvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. "Sultan" mânasına gelen Farsça "hudâvendigâr" unvanı da kendisine babası tarafından verilmiştir. Ayrıca doğduğu şehre nisbetle "Belhî" olarak anıldığı gibi hayatını geçirdiği Anadolu'ya nisbetle "Rûmî, Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî" ve müderrisliği sebebiyle "Molla Hünkâr, Mollâyı Rûm" gibi unvanlarla da zikredilmektedir.
Eserlerinde verdiği bazı bilgiler dışında Mevlânâ ve çevresiyle ilgili bilgiler büyük ölçüde oğlu Sultan Veled'in İbtidânâme'si (Velednâme), müridlerinden Ferîdûn-i Sipehsâlâr'ın Risale "si ve torunu Ulu Arif Çelebi'nin müridi Ahmed Eflâkî ninMenâkıbü'l-'ârifîn’ine dayanır. Eflâkî'nin çağdaşı Abdülkâdir el-Kureşî de el-Cevâhirü'l-mudıyye adlı Hanefî ulemâsına dair eserinde onunla ilgili kısa bilgi yer alır. İbtidânâme'deki bilgiler birinci elden olmakla birlikte kısa ve özlüdür. Birçok hususta en ayrıntılı bilgileri içeren Eflâkî'nin eserinde ise bazı abartı, çelişki ve hatalar mevcuttur.
Mevlânâ'nın eserlerinde soyuna dair bilgi bulunmamaktadır. Risâle-i Sipehsâlâr'da Mevlânâ'nın babası Bahâeddin Veled'in Hz. Ebû Bekir soyundan geldiği belirtilmekte ve el-Cevâhirü'l-mudıyye'de Hz. Ebû Bekir'e varan şecere kaydedilmektedir. Eflâkî ve sonraki müelliflerden Abdurrahman-ı Câmî ile Devletşah da onun Hz. Ebu Bekir soyundan geldiğini kaydeder. Öte yandan Eflâkî, Bahâeddin Veled'in bir sözüne dayanarak onun soyunun anne tarafından Hz. Ali'ye ulaştığını söyler. Türklüğü ile ilgili tartışmalar ise son döneme ait olup büyük ölçüde, "Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türktür" şeklindeki rubâîsi çerçevesinde cereyan etmiş, şiirdeki Türk kelimesiyle ırkî mensubiyetin kastedildiğini savunanların yanında bazıları kelimenin burada farklı anlamlara geldiğini, bir kısmı da bununla Türk ırkına ruh yakınlığının kastedildiğini ileri sürmüştür.
Mevlânâ'nın babası Bahâeddin Veled, Belh'e yerleşmiş bir ulemâ ailesine mensuptu ve "sultânü'l-ulemâ" unvanıyla tanınmıştı. Sipehsâlâr'a göre tarikat silsilesi Ahmed el-Gazzâlî'ye ulaşan Bahâeddin Veled'in Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ'nın müridi olduğu da kaydedilmektedir. Eflâkî'ye göre Bahâeddin Veled'in annesi Hârizmşahlar hanedanından Alâeddin Muhammed Hârizmşah'ın kızıdır. Daha eski bir kaynak olduğu halde Risâle-i Sipehsâlâr'da yer almayan bu rivayetin Eflâkî'nin hayal ürünü olduğu ileri sürülmüş ve müellifin daha sonra Bahâeddin Veled'in Sultan Alâeddin Hârizmşah'ın torunu olduğuna dair hiçbir şey söylemediğine dikkat çekilmiştir. Yine Eflâkî'ye göre, Yunan felsefesini benimsedikleri için Fahreddin er- Râzî ve Zeyn-i Kîşî gibi âlimlerle onların görüşlerine uyan Hârizmşah Alâeddin Muhammed'i vaazlarında ağır şekilde eleştiren Bahâeddin Veled'in yöneticiler ve ulemâ ile arasının açılmasını fırsat bilen karşıtları onun siyasî gaye güttüğünü, taraftarlarıyla isyan hazırlığı içinde bulunduğunu ileri sürmüşler, bunun üzerine Hârizmşah Alâeddin Muhammed ondan ülkeyi terketmesini istemiş o da ailesiyle birlikte Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Ferîdûn-i Sipehsâlâr, Bahâeddin Veled'in hükümdarla arasının açılmasından sonra ülkeden çıkarılması kararında Fahreddin er-Râzî'nin hususi gayretleri olduğunu belirtmekteyse de Eflâkî'nin kaydettiğine göre Bahâeddin Veled. Belh'ten Fahreddin er-Râzî'nin vefatından en az üç yıl sonra 609'da (1212-13) ayrılmıştır. Mevlânâ bu sırada beş yaşındadır. Sultan Veled ise Bahâeddin Veled'in ülkeden çıkarılması kararına temas etmeksizin Belh halkından incindiği için aldığı manevî işaretle Hicaz'a gitmek üzere şehri terkettiğini ve henüz yolda iken Belh'in Moğollar tarafından İstilâ edildiğini belirtir. Reynold Alleyne Nicholson ve Hellmut Ritter, Bahâeddin Veled'in sırf Moğollar'dan kaçmak için Belh'i terkettiğini ileri sürmüşlerse de kaynaklarda bu yönde bir kayıt yoktur.
Bahâeddin Veled'in Hicaz yolculuğuyla ilgili olarak Ferîdûn-i Sipehsâlâr ile Eflâkî'nin verdiği bilgiler birbiriyle uyuşmamaktadır. Mevlânâ'nın babası müridleri ve ailesiyle birlikte yol üzerinde bulunan şehirlerde bir müddet konaklayıp sonunda Bağdat'a ulaşmış, orada Şehâbeddin es-Sühreverdî tarafından karşılanmış, Bağdat'tan Küfe yoluyla Hicaz'a gitmek üzere iken Moğollar'ın Belh'i işgal ettiği haberini almıştır. Horasan şehirlerinin Moğollar tarafından 617 (1220) yılında istilâ edildiği bilindiğine göre Bahâeddin Veled'in Bağdat'ta bu tarihte bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak Eflâkî'nin yolculuğun daha sonraki safhaları hakkında verdiği tarihler bu bilgiyle çelişmektedir. Eflâkî. Bahâeddin Veled'in Hicaz'dan dönerken Şam'a uğradığını, 614’te (1217) Malatya'ya, 616'da (1219) Sivas'a geldiğini, daha sonra Erzincan üzerinden Akşehir'e geçerek kendi adına yaptırılan medresede dört yıl ders okuttuğunu, oradan Lârende'ye (Karaman) gittiğini, burada da adına yaptırılan medresede en az yedi yıl müderrislik yaptığını, ardından Sultan Alâeddin Keykubad'ın daveti üzerine Konya'ya yerleştiğini belirtir. Ayrıca Mevlânâ'nın on yedi veya on sekiz yaşında iken Lârende'de Semerkantlı âlim Şerefeddin Lâlâ'nın kızı Gevher Hatun'la evlendiğini, 623'te (1226) Sultan Veled'in, bir yıl sonra da diğer oğlu Alâeddin'in dünyaya geldiğini kaydeder. Eflâkî'nin ifadesinden, Mevlânâ'nın Lârende'deki medresede yedi yıldan fazla süren eğitimini tamamlayıp evlendiği anlaşılmaktaysa da bu onun hem evlilik yaşı hem de çocuklarının doğum tarihiyle uyuşmamakta, verdiği tarihler Lârende'ye yerleştikten bir ya da iki yıl sonra evlendiğini göstermektedir. Mevlânâ'nın annesi Mümine Hatun Lârende'de vefat etmiş, defnedildiği yere daha sonra Karaman Mevlevîhânesi inşa edilmiştir. Ferîdûn-i Sipehsâlâr ise Mevlânâ'nın Konya'ya geldiğinde on dört yaşında olduğunu belirtmiştir. Buna göre Bahâeddin Veled'in 618 (1221) yılında Konya'ya geldiği anlaşılmaktadır. Sultan Veled ise hiçbir ayrıntıya girmeden Bahâeddin Veled'in Hicaz'dan Rum diyarına geldiğini ve Sultan Alâeddin Keykubad'ın onu Konya'da ziyaret ettiğini kaydetmekle yetinmiştir. Öte yandan Mevlânâ'nın Fîhi Mâfîh adlı eserinden Hârizmşah'ın Semerkant'ı kuşatması sırasında orada olduklarının anlaşılması yolculuk sırasında önce Semerkant'a gittiklerini göstermektedir. Ayrıca Bahâeddin Veled'in yol üzerinde bulunan Nîşâbur şehrine uğradığı, burada Ferîdüddin Attâr'ın kendilerini ziyaret ettiği ve tasavvufî mesnevisi Esrârnâme'yı Mevlânâ'ya hediye ettiği'belirtilmektedir. Devletşah'a göre bu görüşmede Ferîdüddin Attâr Mevlânâ için babasına, "Bu senin oğlun çok zaman geçmeyecek, âlemde yüreği yanıkların yüreğine ateşler salacaktır" demiştir. Hellmut Ritter. Ferîdüddin Attâr'ın o tarihlerde muhtemelen hayatta olmadığını belirterek bu buluşmayı şüpheli görmüşse de Attâr'ın 618 (1221) yılına kadar yaşadığı bilinmektedir.
Mevlânâ, ilk hanımı Gevher Hatun'un ölümünden sonra Konyalı İzzeddin Ali'nin kızı Kiraf Kerrâ, Gerâ Hatun'la evlendi. Dul olan ve Şemseddin Yahya adında bir de çocuğu bulunan bu hanımdan Emîr Muzafferüddin Âlim Çelebi ve Melike Hatun dünyaya geldi.
Bahâeddin Veled, Konya'da Altınapa Medresesi'nde iki yıl müderrislik yaptıktan sonra 18 Rebîülâhir 628 tarihinde vefat etti. Bu sırada yirmi dört yaşında olan Meviânâ babasının yerine geçip müderrislik yapmaya başladı. Ertesi yıl Meviânâ'nın çocukluğu sırasında terbiyesiyle meşgul olan, Bahâeddin Veled'in müridlerinden Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tırmizî şeyhini ziyaret etmek için Konya'ya geldi, ancak burada şeyhin öldüğünü öğrendi. Seyyid Burhâneddin'in daha önce şeyhinin vefatından haberdar olduğu, rüyasında Bahâeddin Veled'in kendisine oğlunu irşad etmesini söylediği için Konya'ya geldiği de kaydedilmektedir. Seyyid Burhâneddin Konya'ya gelince Lârende'de bulunan Mevlânâ'ya mektup yazarak onu Konya'ya çağırmış, buluştuklarında babasının hem zahir hem hal ilimlerinde kâmil bir şeyh olduğunu, kendisinin zahir ilimlerinde elde ettiği üstün dereceyi hal ilimlerinde de kazanması gerektiğini söylemiş, bunun üzerine Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin'e mürid olup dokuz yıl ona hizmet etmiştir. Eflâkî, Seyyid Burhâneddin'in, buluştuklarından bir yıl sonra Mevlânâ'yı zahir ilimlerinde daha da ilerlemesi için Şam'a gönderdiğini söyler. 630 (1233) yılında gerçekleştiği anlaşılan bu seyahat sırasında Seyyid Burhâneddin Konya'dan Kayseri'ye kadar Mevlânâ'ya refakat etmiş, Mevlânâ buradan Halep'e gitmiş, Seyyid Burhâneddin ise geri dönmeyip Kayseri'nin yöneticisi Sâhib İsfahânî'nin yanında kalmıştır. Mevlânâ Halep'te Hallâviyye Medresesi'nde aynı zamanda şehrin yöneticisi olan Kemâleddin İbnü'l-Adîm'den ders almıştır. Sipehsâlâr onun İbnü'l-Adîm'den birkaç medresede ders okuduğunu belirtmiş ancak bunların adını zikretmemiştir. Ardından Şam'a geçerek Mukaddemiyye Medresesi'ne yerleşen Mevlânâ'nın Halep'te ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Eflâkî onun Şam'da dört ya da yedi yıl ikamet ettiğinin söylendiğini belirtmişse de Bedîüzzaman Fürûzanfer, Şam'dan döndükten sonra Seyyid Burhâneddin'in (o. 639/ 1241) henüz hayatta olmasını dikkate alarak Mevlânâ'nın bu şehirde dört yıldan fazla kalmasının mümkün olamayacağını ileri sürmüştür. Mevlânâ'nın Arap dili ve edebiyatı, lügat, fıkıh, tefsir ve hadis gibi ilimler başta olmak üzere aklî ve naklî ilimlerden icazet aldığını söyleyen Sipehsâlâr onun Şam'da Muhyiddin İbnü'l-Arabî. Sa'deddîn-i Hammûye, Osmân-ı Rûmî, Evhadüddîn-i Kirmanı ve Sadreddin Konevî ile uzun müddet sohbet ettiğini belirtir.
Efiâkî, Mevlânâ'nın Şam'dan Kayseri'ye döndüğü sırada Sâhib İsfahânî'nin kendisini sarayında misafir etmek istediğini, ancak Seyyid Burhâneddin'in buna razı olmadığını, ilimde babasını geçtiğini söyleyip "ledün ilminden inciler saçması için" halvete girmesi gerektiğini belirterek onu hazırladığı bir hücreye koyduğunu ve peş peşe üç erbaîn çıkarttırdığını, ardından birlikte Konya'ya gittiklerini, Seyyid Burhâneddin'in burada ona irşad için icazet verdikten sonra Kayserı'ye döndüğünü ve burada vefat ettiğini, Mevlânâ'nın onun kabrini ziyaret edip tekrar Konya'ya gittiğini kaydeder. Sultan Veled ise Mevlânâ'nın Seyyid Burhâneddin'e dokuz yıl hizmet ettiğini, mâna âleminde gönüllerinin birleştiğinden dolayı sözde, özde ve sırda bir olduklarını, Burhâneddin'in bu dünyadan göçmesiyle Mevlânâ'nın tek başına kaldığını, Allah'a yönelip yanıp yakılarak, dertlere düşerek beş yıl riyazet çektiğini, sayısız kerametleri zuhur ettiğini, bu arada irşad faaliyetinden geri durmayıp halka vaaz vermeyi, çoğu ulemâ ve yönetici kesiminden olan müridleriyle sohbet etmeyi sürdürdüğünü anlatır.
Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin'in vefatından beş yıl sonra Konya'da Şems-i Tebrîzî ile karşılaştı. Dönemin pîrleri tarafından "Tebrizli Kâmil" olarak İsimlendirilen ve birçok yer dolaştığı için "Şems-i Perende" (uçan Şems) diye anılan bu zat ilk önce Tebriz'de Şeyh Ebû Bekr-i Selebâfın hizmetinde bulunmuş, ardından birçok mutasavvıfla sohbet etmişti. Bir görüşe göre Rükneddîn-i Sücâsî'ye, bir başka görüşe göre ise Baba Kemal Cendî'ye de mürid olmuştu. Câmî adı geçen şeyhlerin hepsiyle görüşmüş olma ihtimalinden söz etmektedir. Efiâkî, Şems'in Konya'ya 26 Cemâziyelâhir 642 tarihinde geldiğini söyler ki bu. Sultan Veled'in verdiği bilgiyle hemen hemen aynıdır. Eflâkî'nin kaydettiği tarih Şems-i Tebrîzî'nin sözlerinden derlenen Makalât'ta da bulunmaktadır. Makalât’ta. "Beni velîlerinle tanıştır" diye dua etmesi üzerine rüyasında, "Seni bir velîye yoldaş edelim" denildiğini, onun nerede olduğunu sorduğunu, ertesi gece o velînin Anadolu'da bulunduğunu, ancak tanışma vaktinin henüz gelmediğinin söylendiğini anlatan Şems ile Mevlânâ arasında ilk karşılaştıkları sırada geçen konuşmanın mahiyeti hakkında farklı rivayetler vardır. Sipehsâlâr, bir gece Konya'ya gelip Pirinççiler Hanı'na yerleşen Şems-i Tebrizî'nin sabahleyin hanın önündeki sedirde otururken oradan geçmekte olan Mevlânâ ile göz göze geldiğini, ilk manevî etkinin bu şekilde gerçekleştiğini, Mevlânâ'nın hemen karşısındaki bir sedire oturduğunu, uzun müddet hiç konuşmadan birbirlerine baktıklarını, ardından Şems'in söze başlayarak Bâyezîd-i Bistâmrnin, Hz. Peygamber'in kavunu nasıl yediğini bilmediği için ona bağlılığı sebebiyle ömrü boyunca hiç kavun yemediği halde, "Kendimi teşbih ederim, şanım ne yücedir. "Cübbemin içinde Allahtan başka kimse yoktur" gibi sözler ettiğini, Hz. Muhammed'in ise. "Bazan gönlüm bulanır da o sebeple ben Allah'a her gün yetmiş defa istiğfar ederim" dediğini ve bunları nasıl yorumlamak gerektiğini sorduğunu kaydeder. Mevlânâ, cevap olarak Bâyezîd'İn kâmil velîlerden olmakla birlikte çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gösterilince bunu yukarıdaki sözlerle ifade etmeye çalıştığını, Resûl-i Ekrem'in ise her gün yetmiş makam geçtiğini, ulaştığı makamın yüceliği yanında bir önceki makamın küçüklüğünü görünce daha önce o kadarla yetindiğinden dolayı istiğfar ettiğini söylemiş, bu cevabı çok beğenen Şems-i Tebrîzî ayağa kalkarak Mevlânâ ile kucaklaşmıştır.
Eflâkî'ye göre ise Şems-i Tebrîzî Konya'ya geldiğinde Şekerciler Hanı'na yerleşmiş, Mevlânâ, ders verdiği dört medreseden biri olan Pamukçular Medresesi'nden talebeleriyle birlikte ayrılıp katır üzerinde giderken Şems ansızın önüne çıkmış ve katırın gemini tutarak, "Ey dünya ve mâna nakitlerinin sarrafı, Muhammed hazretleri mi büyüktü yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi?" diye sormuş, Mevlânâ, "Muhammed Mustafa bütün peygamberlerin ve velîlerin başıdır" diye cevap verince Şems. "Peki ama o, 'Seni teşbih ederim Allahım, biz seni lâyıkıyla bilemedik' dediği halde Bâyezîd, 'Benim şanım ne yücedir. Ben sultanların sultanıyım" diyor" demiş, bunun üzerine Mevlânâ, "Bâyezîd'in susuzluğu az olduğu için bir yudum su ile kandı; idrak bardağı hemen doluverdi. Halbuki Hz. Muhammed'in susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı. Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah'a daha çok yakın olmak istiyordu" diye cevap vermiş, Şems bu cevabı duyunca kendinden geçmiş, bir müddet sonra birlikte yaya olarak medreseye gitmişlerdir.
Olayı Eflâkî'nin kaydettiği gibi anlatan Abdurrahman-ı Câmî ayrıca şöyle bir rivayet aktarır: Mevlânâ havuz başında kitaplarını açmış çalışırken Şems gelerek, "Bunlar nedir?" diye sormuş, Mevlânâ, "Bunlar kil ü kâldir" diye cevap verince, "Senin bunlarla ne işin var?" diyerek kitapları havuza atmış, ardından Mevlânâ'nın tepkisi üzerine onları tekrar toplamış, suyun kitaplara zarar vermediğini gören Meviânâ, "Bu nasıl sırdır?" diye sorunca Şems, "Bu zevktir, haldir, senin ise bundan haberin yoktur" demiştir.
Devletşah'ın Tezidre'sinde Şems'in sorusu, "Mücâhede, riyazet, ilim tahsili ve tekrarından maksat nedir?" şeklindedir. Mevlânâ buna, "Sünnet ve şeriat edeplerini bilmektir" cevabını verince Şems. "Bunların hepsi zahire müteailiktir" demiş, Mevlânâ'nın, "Bunun üstünde daha ne vardır?" şeklindeki sorusuna da, "İlim odur ki insanı malûma ulaştırır" diyerek Senâî'nin, "Cehalet seni senden almayan bir ilimden daha kıymetlidir" anlamına gelen beytini okumuştur. Mevlânâ bundan çok etkilenmiş ve bu olayın ardından kitap mütalaa etmekten ve ders okutmaktan vazgeçip sürekli Şems ile birlikte olmuştur.
Eflâkî'nin çağdaşı Abdülkâdir el-Kureşî karşılaşmanın Mevlânâ'nın evinde gerçekleştiğini belirtir. Mevlânâ öğrencileriyle birlikte bir meseleyi müzakere ederken Şems içeriye girer ve yanlarına oturur. Bir müddet sonra kitapları işaret ederek Mevlânâ'ya, "Bunlar nedir?" diye sorar. O da, "Sen bunları bilmezsin" diye cevap verir. Ardından kitapların arasında bir ateş belirir. Mevlânâ telâşlanarak, "Bu ne haldir?" deyince Şems. "Sen de bunu bilmezsin" diyerek çıkıp gide. Öte yandan yukarıdaki kaynaklardan tamamen farklı olarak İbn Battûta'nın kaydettiği, tasavvufî hiçbir incelik taşımayan olayın gerçek dışı olduğu söylenebilir.
Eflâkî'ye göre bu karşılaşma Mevlânâ'nın Şems ile İlk karşılaşması değildir. Daha önce tahsil için gittiği Şam'da dolaşırken Şems-i Tebrîzî başında külahı ve keçeden siyah elbisesiyle Mevlânâ'nın yanına gelip elini Öpmüş ve, "Dünyanın sarrafı, beni anla" dedikten sonra kalabalığa karışıp gitmiştir. Eflâkî bir başka yerde bu olayı Şems ile Mevlânâ'nın yerlerini değiştirerek anlatır.
Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile karşılaştıktan sonra halkla tamamen alâkasını kesmiş, medresedeki derslerini ve müridleri irşad işini bir yana bırakıp bütün zamanını Şems ile sohbet ederek geçirmeye başlamış, bu durum müridlerin şeyhlerini kendilerinden ayıran, kim olduğunu bil-medikleri Şems'e karşı kin beslemelerine sebep olmuştur. Mevlânâ'nın vaazlarından mahrum kalan halk arasında da Çeşitli dedikoduların yayılması üzerine Şems'in ansızın şehri terkettiği, Mevlânâ'yı çok üzen bu olayın ardından durumun daha da kötüleştiğini farkeden müridlerin Mevlânâ'dan özür diledikleri kaydedilmektedir. Bir müddet sonra gönderdiği mektuptan Şems'in Şam'da olduğunu öğrenen Mevlânâ dönmesi için ona çok içli mektuplar yazmıştır. Bu mektuplardan ilkinin tarihi 21 Şevval 643 olduğuna göre Şems Konya'da on altı ay kadar kalmıştır.
Eflâkî, Mevlânâ'nın bu ayrılık sırasında matem tutanların giydiği, "hindiban" de¬nilen kumaştan birferecî(önü açık hırka) yaptırdığını, başına bal renginde yünden bir küiâh geçirip üzerine şekerâvîz tarzın¬da sarık sardığını ve öteden beri dört hâneli olan rebabı altı haneli yaptırarak semâ meclislerini başlattığını söyler. Sipehsâlâr onu semâ yapmaya Şems'in teşvik ettiğini belirtmektedir. Sultan Veled, da¬ha sonra babasının kendisini Şam'a gönderdiğini, ısrarlı davet karşısında Şems'in Konya'ya dönmeyi kabul ettiğini ve birlik¬te Konya'ya döndüklerini belirtir. Mevlânâ ile Şems arasındaki ilişkiyi Hz. Mûsâ-Hızır ilişkisine benzeten Sultan Veled, Hz. Musa'nın peygamber olmasına rağ¬men Hızır'ı araması gibi Mevianâ'nın da zamanında ulaştığı makama ulaşmış hiçbir kimse bulunmadığı halde Şems'i aradığını söyler.
Mevlânâ ile Şems, bu defa Mevianâ'nın medresesindeki hücresinde altı ay boyunca mârifetullaha dair sohbet ettiler. Yanlarına Sultan Veled ile Şeyh Selâhaddîn-i Zerkûb'dan başkası giremiyordu. Bu arada Şems, Mevianâ'nın evlâtlığı Kimya Hatunla evlendi. Müridler ve halk tekrar dedikodu yapmaya başlayınca Şems, Sultan Veled'e ilim ve irfanda eşi benzeri olmayan Mevlânâ'dan kendisini ayırmak istediklerini, bu defa ortadan kaybolduktan sonra kimsenin izini bulamayacağını söyledi ve bir gün ansızın kayıplara karıştı. Şems-i TebrîzFnin bu ikinci kayboluşunun 645 (1247) yılında olduğu belirtilmektedir. Eflâkî, Şems kaybolmadan önce kendisine suikast te¬şebbüsünde bulunulduğunu söyler. Şems, Mevlânâ ile sohbet ederken yedi kişilik bir grup hücrenin önüne gelmiş, içlerin¬den biri Şems'in dışarıya çıkmasını iste¬miş, Şems de Meviânâ'ya, "Beni öldür¬mek için çağırıyorlar" deyip çıkmış, o anda Şems'e bir bıçak saplanmış, Şems şiddetli bir nâra atıp kaybolmuş, ardından birkaç damla kandan başka bir şey görülmemiştir. Eflâkî suikastçıların içinde Mevianâ'nın oğlu Alâeddin'in de olduğunu, bu sebeple diğerleri gibi onun da bir belâya uğrayıp öldüğünü ve Mevianâ'nın oğlunun cenazesine katılmadığını belirtir. Sipehsâlâr ise Mevlânâ ve Şems'in Sultan Veled'e daha fazla ilgi göstermeleri sebebiyle Alâeddin'de kıskançlık başladığını, ayrıca Şems Kimya Hatun'la evlendiği sırada kış olduğu için Mevlânâ'nın kendilerine mutfağın sofasını tahsis ettiğini, Alâeddin babasının yanına geldiğinde buradan geçmek zorunda kaldığından dikkatli ve saygılı olması hususunda Şems'in onu uyardığını, bunu hazmedemeyip tepki gösteren Alâeddin'in durumu halka anlatmasının dedikoduların artmasına sebep olduğunu belirtmekle yetinmiştir.
Efiâkî, Şems-i Tebrîzî'yi hiçbir yerde bulamayan Mevianâ'nın kırk gün sonra başına beyaz sarık yerine duman renkli bir sarık sardığını. Yemen ve Hint kumaşından bir ferecî yaptırdığını ve ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti kullandığını söyler. Sultan Veled, Şems'in ikinci defa kaybolmasının ardından babasının aşkla şiirler söylemeye başladığını ve gece gündüz hiç ara ver¬meden semâ yaptığını belirtmektedir. Mevlânâ bir müddet sonra Şems'i bulmak umuduyla Şam'a gitmiş, ancak bulamadan geri dönmüş, birkaç yıl sonra tekrar gitmiş, aylarca aradığı halde yine bulamamıştır. Bedîüzzaman Fürûzanfer'e göre Mevlânâ bu dönemde tam dört defa Şam'a yolculuk yapmıştır. Eflâkî, onun üçüncü gidişi sırasında müridlerle ilgilenmesi için ye¬rine Hüsâmeddin Çelebi'yi bıraktığını ve Şam'da yaklaşık bir yıl kaldığını, Rum sul¬tanı başta olmak üzere ileri gelen âlim ve yöneticilerin Anadolu'ya dönmesi için mektup yazmaları üzerine geri geldiğini kaydeder. Eflâkî'nin aktardığı diğer rivayete göre Şems suikast sırasında öldürülüp cesedi bir kuyuya atılmıştır. Şems bir gece Sultan Veled'e rüyasında atıldığı kuyuyu bildirmiş, Sultan Veled müridleriyle onu kuyudan çıkarıp Mevianâ'nın medresesine, medresenin mimarı Emîr Bedreddin'in yanına defnetmiştir. Eflâkî'nin kaydedip daha sonra Câmî'nin de zikrettiği diğer bir rivayete göre ise Şems'in kabri Bahâeddin Veled'in yanındadır. Devletşah, Şems'i Mevlânâ'nın oğlu Aiâeddin'in öldürdüğüne dair halk arasında bir söylentinin yayıldığını, ancak bunun kesinlikle doğru olmadığını ifade eder.
Sultan Veled, Mevlânâ'nın daha sonra kendisini çağırarak Selâhaddîn-i Zerkûb'a tâbi olmalarını istediğini, kendisinin şeyhlik sevdasında bulunmadığını söylediğini anlatır. Kuyumculukla meşgul olan Selâhaddin gençliğinde Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tlrmîzî'ye, ardından Meviânâ'ya İntisap etmiş Şems-i Tebrîzî geldikten sonra da onun sohbetlerine katılmıştı. Mevlânâ bu defa Selâhaddîn-i Zerkûb ile sohbet etmeye başladı. Selâhaddin'in cahil olduğunu ve şeyhlik için ehil sayılmadığını söyleyen bir kısım müridler daha da ileriye gidip onu gizlice öldürerek bir yere gömmeyi planladılarsa da suikast önlendi. Mevlânâ da Şeyh Selâhaddin hilâfet makamına geçtikten sonra eski dostlarından Çavuşoğlu'nun ona düşman olduğunu belirtmek suretiy¬le müridlerin kıskançlığına işaret etmek¬tedir. Meviânâ, Selâhaddîn-i Zerkûb'un kızı Fatma Hatun'u oğlu Sultan Veled'e alarak aralarında ak¬rabalık bağı oluşturdu. Selâhaddîn-i Zer¬kûb on yıl sonra vefat edince Mevlânâ, hilâfet makamına müridlerinden İbn Ahî Türk diye de tanınan Urmiyeli Hüsâmed¬din Çelebi'yi geçirdi. Sultan Veled baba¬sının Şems-i Tebrîzî'yi güneşe, Selâhad¬dîn-i Zerkûb'u aya, Hüsâmeddin Çelebi'yi de yıldıza benzettiğini ve onu meleklerle aynı mertebede gördüğünü kaydeder. Meşnevi'nin ortaya çıkması Hüsâmeddin Çelebi'nin teşvikiy¬le olmuştur. Mevlânâ, Hüsâmeddin Çele¬bi'nin hilâfet makamına geçişinden Sul¬tan Veled'e göre on SİpehmevlânA celâleddîn-i rûmî sâiâr'a göre dokuz yıl sonra rahatsızlanarak 5 Cemâziyelâhir 672 tarihinde vefat etti. Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini vasiyet etmesi ve öldüğü günü kavuşma vakti olarak tanımlaması sebebiyle ölüm gününe "şeb-i arûs" (dü¬ğün gecesi) denmiş ve ölüm yıl dönümleri bu adla anıiagelmiştir. Sultan Veled, Mev-lânâ'nın cenazesine her din ve mezhep¬ten çok kalabalık bir insan topluluğunun katıldığını, müslümanların onu Hz. Muhammed'in nuru ve sırrı, hıristiyanların kendilerinin îsâ'sı, yahudilerin de kendi¬lerinin Musa'sı olarak gördüklerini söyler Eflâkî'ye göre Mevlânâ cenaze namazını Sadreddin Konevî'nin kıldırmasını vasiyet etmiştir. Sipehsâlâr, namazı kıldırmak için tabutun önüne geldiği sırada Sadreddin Konevî'nin hıçkırıklarla kendinden geçtiğini, bu sebeple namazı Kadı Sirâceddin'in kıldırdığını belirtmektedir.Mevlânâ'nın ardından Husâmeddin Çelebi on yıl daha hilâfet görevini sürdürmüş, onun vefatından sonra yerine Sultan Veled geç¬miştir.
Mevlânâ'nın müridleri çoğunlukla halk tabakasındandı; her sanat ve meslekten insanlar semâ meclislerine katılıyordu. Bununla birlikte onun dönemin yönetici¬leriyle de yakın ilişkisi vardı. Ancak Mev-lânâ bu ilişkiyi genellikle nasihat çerçeve¬sinde sürdürmüş, yöneticilerin araların¬daki çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadelelerin içine girmemeye özen gös¬termiştir. Selçuklu devlet adamlarından II. İzzeddin Keykâvus, Celâleddin Karatay, Konyalı Kadı İzzeddin, Emîr Bedreddin Gevhertaş, IV. Kılıcarslan. Muînüddin Per¬vane, Mecdüddin Atabeg, Emînüddin Mî-kâil, Tâceddin Mu'tez, Sâhib Fahreddin, Alemüddin Kayser, Celâleddin Müstevff, Atabeg Arslandoğmuş, Kırşehir hâkimi Cacaoğlu Nûreddin, doktoru Reîsületib-bâ Ekmeleddin en-Nahcuvânî kendisine büyük saygı ve bağlılığı olan kimselerdi. Muînüddin Pervâne'nin eşi Gürcü Hatun, IV. Kılıcarslan'ın eşi Gömeç (Gumaç) Hatun da onun müridleri arasında bulunuyordu.
Moğollar'ia ilgili bazı açıklamaları sebe¬biyle Mevlânâ'nın Moğol sempatizanı ol¬duğu yönünde iddialar ileri sürülmüştür. Halbuki Mevlânâ'nın Moğollar'ia ilgili gö¬rüşleri olayları tasavvufî perspektiften ele alıp yorumlamasından ibarettir. Mevlâ¬nâ bu çerçevede bir yandan dönemin bu büyük gücünün yükselişini izah etmekte, öte yandan yaptıkları zulümleri dile ge¬tirerek uzun ömürlü olamayacaklarını söylemektedir. Onun bütün hadiseleri yo-rumlayışının temelinde en olumsuz du¬rumlarda bile olumlu yönlerin ve geliş¬melerin olabileceği anlayışı yatmaktadır. Nitekim Mevlânâ'nın öngördüğü şekilde Konya'yı kuşatan Moğol kumandanı Bay-cu şehre saldırmamış ve Moğollar daha sonra müslüman olmuştur.
Mevlânâ'nın Fahreddîn-i Irâki ile yakın dostluğu vardı. Irâki, Konya'da Sadreddin Konevî'nin derslerini takip ettiği sırada Mevlânâ'nın semâ törenlerine katılmak¬taydı. Mevlânâ'nın Sadreddin Konevî ile ilişkilerinin ilk zamanlar iyi olmamakla birlikte giderek düzeldiği, başlangıçta se-mâa muhalif olan Sadreddin Konevî'nin daha sonra bu tavrından vazgeçtiği ve Mevlânâ ile dost olduğu görülmektedir. Mevlânâ'nın onun bazı derslerine katıldığı rivayeti kesin değildir. Mevlânâ ile görü¬şüp sohbet edenler arasında Kübreviy-ye'nin kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ'nın halifesi Necmeddîn-i Dâye, Haydariyye'nin kurucusu Kutbüddin Haydar'ın halifesi Hacı Mübarek Haydar, Sa'dî-i Şîrâzî, Kut-büddîn-i Şîrâzî, Hümâmüddin Tebrîzî ve Hoca Reşîdüddin de vardır.
Düşüncesi. Mevlânâ kâmil mânada âlim, sûfî ve şairlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir. Çocukluğunda babasının ya¬nında başladığı öğrenimini gittiği Halep ve Şam'da sürdürmüştür. İlk tasavvufî eğitimini de yine babasından almıştır. Sultânülulemâ lakabıyla tanınan babası Bahâeddin Veled'in Kübreviyye'nin kuru¬cusu Necmeddîn-i Kübrâ'nın halifesi oldu¬ğu söylendiği gibiAhmed el-Gazzâlî'den gelen tarikat silsilesinden hilâfet aldığı da belirtilmektedir. Mevlânâ, babasının ölü¬münden sonra herkesin gönlünden ge¬çenleri bildiği veya Şems-i Tebrîzî'nin ge-leceğini bildirdiği için "Seyyid-i Sırdan" diye anılan halifesi Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tlrmİzî tarafından irşad edil¬miştir. Sipehsâlâr'ın "Fahrü'l-meczûbîn" diye kaydettiği lakabından coşkun bir sûfî olduğu anlaşılan Seyyid Burhâneddin'in ardından Şems-i Tebrîzî ile karşılaşması Mevlânâ'nın hayatında bir dönüm noktası oluşturur. Mevlânâ Şems'in Konya'ya gel¬mesinden sonra vaazlarını, medresedeki dersleri, müridleri irşadı bir yana bırak¬mış, ilâhî aşk ve vecdi terennüm eden asıl Mevlânâ bu dönemde doğmuş, önceleri aşkı takvasında gizli iken takvası aşkında gizlenmiştir. Dünya şiirinin zirvelerinden Dîvân-ı KeMr'deki şiirlerin büyük bir kıs¬mını bu devirde söylemiş, Dîvân-ı Ke-bîr'm tamamlanmasının ardından gelen sükûn döneminde bunu İsiâm kültürü¬nün en yaygın ve en önemli eserlerinden biri olan Mesnevi takip etmiştir.
Mevlânâ'daki dinî-tasavvufî düşüncenin kaynağı Kur'an ve Sünnettir. "Canım tenimde oldukça Kur'an'ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağıyım beytiyle bunu dile getirmiş, "Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum" diyerek bir müslüman olarak insanlığı kucaklayabildiğini belirtmiştir.
Rızâ Kulı Han'ın 1863 yılında Tahran'da bastırdığı divanda ve 1884'-te Hindistan'da yayımlanan Küüiyyât-ı Şems-i Tebrîzîde bulunan bazı şiirler do¬layısıyla Mevlânâ'nın gulât-ı Şia'dan oldu¬ğu ileri sürülmüştür. Ancak Bedîüzzaman Fürûzanfer'in, matbu ve yazma bütün di¬vanları inceleyip yedi cilt halinde neşret¬tiği divanda bu şiirlerin yer almadığı gö¬rülmektedir.
Mevlânâ üzerinde Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin etkisi olup olmadığı tartışılmıştır. Bazı araştırmacılar Mevlânâ ile İbnü'l-Arabî'nin düşünce sistemini iki zıt kutup şeklinde takdim ederken bazıları İbnü'l-Arabî'nin yüksek irfan sahiplerine hitap eden görüşlerini Mevlânâ'nın anlaşılır kıl¬dığını, böylece halkın seviyesine indirdi¬ğini belirtmiş, bir kısmı da kısmen etkisi olduğundan söz etmiştir.
Mevlânâ'ya göre her ne kadar görünüş¬te ayrılık olsa da varlıkta birlik (vahdet-i vücûd) esastır. Iman-küfür. hayır-şer gibi ayırımlar bize göredir, Allah'a nisbetle hepsi birdir. Kötülük iyilikten ayrılmaz. Kötülük olmadan kötülüğü terketmek imkânsızdır. Yine küfür olmadan din ol¬maz, çünkü din küfrü bırakmaktır. Bun¬ların yaratıcısı da birdir. Ona göre ikilik¬ten kurtuluş (gerçek tevhid) kulun kendi varlığından soyulmasıyla gerçekleşir. Bir¬lik ittihat ya da hulul değil kulun kendi izafî varlığından geçmesidir. Allah'ın ya¬nında iki "ben" söz konusu olamaz. Bu ko¬nuyla ilgili olarak, "Sen 'ben' diyorsun, O da 'ben' diyor. Ya sen öl ya da O ölsün ki bu ikilik kalmasın. O'nun ötmesi imkânsız olduğuna göre ölmek sana düşer" de¬mekte ve tasavvufun hedefi olan "ölmeden önce ölme" ilkesine vurgu yapmakta¬dır. Mevlânâ'ya göre kul benliğinden sıy¬rılmakla gerçek anlamda irade hürriye¬tine kavuşmaktadır. Çünkü ferdiyetten kurtulup mutlak varlığa kavuşan kimse¬nin iradesi tıpkı varlığı gibi Allah'ta fâni olmuştur. Onun irade ve ihtiyarı Allah'ın irade ve ihtiyarıdır. Bu mertebede kul cebirden de ihtiyardan da söz edebilir. Ancak ferdiyetinden kurtulmadan yaptıklarını Allah'a isnat etmek yalancılıktır.
Yalnız akla önem verdikleri için filozof¬ları ve onların etkisinde kalan keiâmcılan noksan gören Mevlânâ kıyasın ve istidla¬lin insanı hatalara düşüreceğini belirtir. Ona göre dünyevî işlerde yararlı olan akı! mahiyeti icabı ilâhî hakikatlere ulaşma¬da ve Hakk'a vuslatta ayak bağı olabilir. Manevî yolculuk için ilâhî aşk gereklidir. Aklın yetersiz kaldığı alanlardan biri de aşk ve ahvâlidir. Kur'an'da, "Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever" buyurulmuştur. Dolayısıyla aşkın kaynağı ilâhîdir.
İnsanın yaratilışıyla ilgili açıklamaların¬dan dolayı Mevlânâ'yı Charles Darvvin'in evrim nazariyesinin ilk habercisi olarak tanıtanlar olmuştur. Onun insana dair, "O göklerden unsurlara, unsurlardan can¬sızlara, nebatlara ve canlılara geçmiş, nihayet babası ve annesi onun dağılmış olan maddesini mevâüd âleminden topla¬mıştır. İnsan mevâlid âleminden Önce unsurlarda, unsurlardan önce göklerde, göklerden önce de Allah sıfatındaydı. Sı¬fat ise zâtın aynıdır. İnsan suretine gelip bu âlemde olgunluğa erişenler bu suret¬ten çıkınca sûretsizlik âlemine varacak¬lar, mutlak varlığa kavuşacaklardır" şek¬lindeki açıklamaları ve yine, "Cansızdım, bu suretten ölüp kurtuldum, yetişip ge¬lişen bir varlık haline geldim, nebat ol¬dum. Nebattan öldüm, hayvan suretinde göründüm. Hayvanlıktan da öldüm, insan oldum. Artık ölüp yok olmaktan ne diye korkayım? Bir hamle daha edeyim de in¬sanken öleyim, melekler âlemine geçip kol kanat açayım. Melek olduktan sonra da ırmağa atlamak, melek sıfatını terket¬mek gerek" şeklindeki ifadeleri evrimi de¬ğil tasavvuftaki "devir" anlayışını yansıt¬maktadır. Ölümle birlikte beden yine toprağa, ruh ise mutlak varlığa kavuşacaktır. Dolayısıyla bunun evrim teorisiyle ve tenasühle alakası bulunmamaktadır.
Mevlânâ'nın düşüncesiyle ilgili Doğu'da ve Batı'da pek çok çalışma yapılmıştır. Bunlar arasında Celâleddİn Hümâî'nin Mevievjnâme: Mevlevi Çe Mîgûyed: Akâyid ve Efkâr-ı Mevlânâ Celâled-dîn Muhammed Mevlevi ve Rahîm Nejad Selîm'in Hu-dûd-i Âzödî-i İnşân ez Dîdegâh-ı Mev¬levi: Cebrve İhtiyar Halîfe Abdülhakîm'in The Meîaphysics of Rumi: A Critical and Historical Sketch AnnemarieSchim-mel'in The Triumphal Sun: A Study of the Works of Jalâloddin Rumi VVilliam C. Chittick'in The Sufi Doctrine oi Rumi: An Introduction ve The Sufi Path of Love: The Spiritual Teachings of Rumi K. Khosla'nın The Sufism of Rumi John Renard'm Ali the King's Falcons: Rumi on Prophets and Revelation adil eserleri örnek olarak zikredilebilir.
Onun görüşleri, hakkındaki çalışmalar ve eserlerinden yapılan tercümeler vası¬tasıyla bugün dünyada geniş bir kitleyi etkilemiştir. Biyografisi ya da düşünce¬leriyle ilgili araştırmalarda görüşlerinin dünyanın her yanma nasıl ulaştığı, farklı kültür ve inançtan insanları nasıl etkilediği üzerinde de durulmuştur. Bu çerçe¬vede Efdal İkbalin The impact of Mow-iana Jalaluddin Rumi on Islamic Cul-ture adlı eserinde Mevlânâ'nın Hindistan ve Pakistan üzerindeki tesiri, Annemarie Schimmel'in The Tri¬umphal Sun: A Sîudy of the Works of Jalâloddin Rumi isimli eserinin son bölümünde Doğu ve Batı'ya etkisi. Şefik Çan'ın Mevlânâ: Hayatı Şahsiyeti Fikirlerinin genişçe bir bölümünde Türk, İran ve Hint edebiyatları ile Batılılar üzerindeki tesiri, Emine Yeniterzi'nin Mevlânâ Celâleddİn Rûmi adlı çalışmasının bir bölümünde Türk, Doğu ve Batı edebiyatlanndaki etkisi, son olarak Franklin D. Lewis'in Rumi Past and Present East and West: The Life Teachings and Po-etry of Jalâl al-Din Rumi isimli eserinin oldukça geniş bir bölümünde İran, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Arap ülkeleri, Osmanlı, Türkiye ve Batı ülkelerinde tesiri ele alınmıştır.
Mevlânâ'nın hayatı, eserleri ve görüş¬leriyle ilgili yazma kaynakları ve araştır¬maları bir araya getiren çalışmalar da ya¬pılmıştır. Bunların ilki, Hellmut Ritter'in Türkiye kütüphanelerindeki yazma eser¬leri ve diğer araştırmaları topladığı çalış¬masıdır. Bu konudaki en kapsamlı çalışma ise Türkiye içinde ve dışında ulaşılabilen bütün kütüphanelerin katalogları, ayrıca ansiklo¬pediler, dergiler, yıllıklar, gazeteler ta¬ranmak suretiyle Mehmet Önder. İsmet Binark ve Nejat Sefercioğlu tarafından iki cilt halinde gerçekleştirilmiştir. Adnan Karaismailoğlu da Mevlânâ kongrelerinde sunulan tebliğleri bir ara¬ya getirmiştir Ayrıca İran'da Mândânâ Sâdık Beh-zâd tarafından kaleme alınan Kitâbnâ-me-i Mevlevi adlı eserde ve Kitâbşinâsi-yi îrân'ın VII. cildinde Mevlâ¬nâ ile ilgili çeşitli dillerde yapılan çalışmalar derlenmiştir. Bunlardan başka Müfide H. Başarır'ın The New York Public Library, The Research Libraries'de bulunan eser¬lerin tanıtıldığı makalesiyle Gabriel Mandel Han el-Afgânî'nin bir makalesi vardır.
Eserleri.
Mevlânâ'nın şiirleri ve mektupları arasında Arapça olanlar bulunmakla birlikte eserleri Farsça'dır.
1. Dî-vân-i Kebîr (Dluân-ı Şems-i Tebriz'i). Ga¬zel ve rubailerden meydana gelen eser çok geniş bir hacme sahip olduğundan Dîvân-ı Kebîr, gazellerde genellikle Şems, Şems-i Tebrîzî mahlasları kullanıl¬dığından Divân-ı Şems, Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî adıyla anılmaktadır. Şiirlerin ço¬ğu Mevlânâ'nın Şems ile buluşmasından sonraki döneme aittir. Gazellerde mahlas olarak Selâhaddin (Selâhaddîn-i Zerkûb), Hüsâmeddin Çelebi isimlerine de rastla¬nır. Ayrıca "Hâmûş" mahlasının kullanıl¬dığı şiirler de vardır. Bunlardan daha çok zâhidâne olanlarının ilk dönemde söylenHamıt Aytac'ın celîsulus'Yâ Hazret-i Mevlânâ Muhammed Celâleddin" İStifli levhası iği sanılmaktadır. Eserdeki rubâîler ayrı bir kitap olarak da derlenmiştir.
2. Mesnevi. Tasavvufî düşüncenin bütün ko¬nularını içermekte ve İslâm kültürünün en önemli eserleri arasında sayılmaktadır. Diğer mesnevilerden ayırt edilmesi için Meşnevî-i Mevlevi, Meşnevî-i Ma'ne-vîve Meşnevî-i Şerîf gibi isimlerle de anılan eser müellifi tarafından "Keşşâfü'l-Kur'ân", "Fıkh-ı Ekber", "Saykalü'1-ervâh" ve "Hüsâmînâme" gibi lakaplarla da adlandırılmıştır.
3. Fîhi mâ fih. Mevlânâ'nın sağlığında oğlu Sultan Veled veya bir başka müridi tarafından kaydedilen sohbetlerinin vefatından sonra derlenmesinden meydana gelmiştir.
4. Mecâlis-i Seb'a. Mevlânâ'nın vaaz ve sohbetlerin¬de yaptığı konuşmalardan oluşmaktadır. Bu konuşmalarda konuyla ilgili âyet ve hadislerin açıklanmasının yanı sıra Senâî, Attâr gibi şairlerin şiirlerine, Meşnevî'de anlatılan bazı hikâyelere ve Dîvân-ı Ke-blr'den şiirlere de yer verilmiştir. Eser, Feridun Nafiz Uzluk tarafından Üsküdar Selim Ağa Kütüphanesindeki 788 (1386) tarihli nüshası esas alınarak iki defa neş¬redilmiştir. İlkinde bir giriş yazısı ile Türk¬çe tercümesi bulunmakta ikincisinde Uzluk'un 108 sayfalık notu ve M. Hulusi'nin Türkçe tercümesi yer al-maktadır. Daha sonra Uzluk neşrinin İran'da ayrı basımı yapılmıştır. Kitabı ayrıca Rizeli Hasan Efendioğlu Türkçe'ye çevirmiştir. Eserin Muhammed Ramazânî tarafından İran'da yayımlanan Meşnevî ciltlerinin kenarında yapılan baskısında birçok hata vardır. Kitabı Tevfik Sübhânî de Konya Mevlânâ Müzesİ'ndeki 753 (1352) tarihli en eski nüsha¬sını esas alarak neşretmiştir. Abdülbaki Gölpınarlı Konya nüshasını esas alıp eseri Türkçe'ye çevirmiştir. Kitabın ayrıca Türkçe kısmî tercümeleri de vardır.
5. Mektûbût. Mevlânâ'nın değişik sebep¬lerle çeşitli kimselere yazdığı mektuplar¬dan oluşmaktadır. Bunların arasında ya¬kınlarına, çocuklarına ve müridlerine gön¬derilenler bulunmakla birlikte çoğu yö¬neticilere ihtiyaç sahiplerinin taleplerini bildirmek maksadıyla kaleme alınmıştır. Eser, Süleymaniye Kütüphanesindeki bir nüshası esas alına¬rak Feridun Nafiz Uzluk tarafından yayım¬lanmış ardından bu matbu eser¬le Konya Mevlânâ Müzesİ'ndeki [369] nüshası karşılaştırılıp farklılıklar ese¬rin sonuna eklenmiştir. Ancak bu neşir¬de birçok hata vardır. Kitap, İran'da Feri¬dun Nazif Uziuk'un neşri esas alınıp hata¬ların bir kısmı düzeltilerek Yûsuf-i Cem-şîdipûr ve Gulâm Hüseyin Emîn ile Hüseyin Dâniş tarafından bastırılmıştır. Son olarak İran'da Tevfik Sübhânî'nin Konya Mevlânâ Mü¬zesİ'ndeki 751 (1350) tarihli nüshayı esas alıp yaptığı neşir en güvenilir olanıdır. Eseri Abdülba-ki Gölpınarlı muhtelif kütüphanelerdeki altı nüshasına dayanarak Türkçe'ye çevirmiştir.
Mevlânâ'ya nisbet edilen küçük ve bü¬yük olmak üzere iki evrâd bulunmaktadır. Bazı dua ve sûrelerin belli tertip üzere bir araya getirilmesinden oluşan bu ev-râdlar Evröd-ı Kebîr ve Evrâd-ı Şağîr-i Hazret-i Mevlânâ adıyla bir arada ba¬sılmıştır. Hakâ'ik-i Ez-kâr-ı Mevlânâ ismiyle de anılan evrâd-ların Ali Feyzî b. Osman ile Muhammed Fâzıl el-Mevlevî tarafından yapılan iki ayrı Türkçe tercüme ve şerhi de basılmıştır. Mevlâ¬nâ'ya izafe edilen Tıraşnûme, 'Aşknâ-me, Risâle-iÂiâk u Enfüs gibi manzum eserlerle Risale-i rAka id, Âîâk u Enfüs, Hâbnâme gibi mensur eserlerin üslûp ve muhteva açısından ona aidiyetinin şüpheli olduğu belirtilmektedir.