Prof. Dr. Osman TURAN
01 Ocak 1970
Trabzon ili, Çaykara İlçesi’ne bağlı Soğanlı adlı bir köyde 1914 yılında doğduğundan, kendisi küçük yaşta iken babasının Erzurum – Kandilli’de şehid olduğundan, annesiyle ağabeysinin (Mehmet Nazım Turan) yardım ve teşvikiyle ilk ve ortaokulu yokluk ve sıkıntı içinde bitirdiğinden ibarettir. Kendisi ilkokulu Çaykara’da ortaokulu ise Bayburt’ta okumuştur. Köyde ailesi Kuranoğulları lâkabıyla meşhur idi. Osman ise, Turan soyadını almıştır.
Son derece çalışkan olan Osman, liseye Trabzon’da başladı, bugünkü ihtisas hastanesinin yerinde olup, Ankara’lılarca << Taş Mektep>> adıyla tanınan liseden mezun oldu. Atatürk tarafından 1935 yılında kurulmuş olan Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi yatılı imtihanını kolaylıkla kazandı. Ulus’taki Evkaf Apartmanında faaliyete geçen Fakülte’nin Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’nün başında, buraya Atatürk tarafından getirilen, dünyaca tanınmış büyük âlim Ord. Prof. Mehmet Fuad Köprülü bulunuyordu.
Bu apartmanın Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’ne tahsis edilmiş olan zemin katındaki loşça bir salona girenler, orta boylu büyük başlı, iri elâ gözlü bir gencin, uzun bir masanın başında, gece – gündüz çalıştığını görürlerdi. Bu genç, burada hayatını ve eserlerini sözkonusu ettiğimiz Osman Turan’dan başkası değildi.
Osman Turan, Ord. Prof. Mehmet Fuad Köprülü’nün başında bulunduğu Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’nün ilk öğrencilerindendi. Osman, daha ilk andan itibaren çalışkanlığı ve gayretiyle hocasının dikkatini çekti. Onun Anadolu çocuklarına has çekingenliği ve tevâzuu yanında içten hürmeti ve sarsılmaz bağlılığı da Fuad Köprülü’nün gözünden kaçmadı. Nitekim, o, bütün bu meziyetleriyle, aradan çok geçmeden, bu büyük ilim adamının, herkesçe bilindiği gibi, son derece kıt olan takdir ve teveccühünü kazandı. Gerçekten, Köprülü, kendisine öğrenci muamelesi değil, adetâ asistan muamelesi yapardı. Nitekim, Ortaçağ Tarihi Seminer Kütüphanesi’ni Osman idare ederdi.
Osman Turan’ı ilk defa işte bu salonda tanıdım. Ben Prof. Mehmet Fuad Köprülü’nün derslerine ve son derece faydalı olan seminerlerine muntazam olarak devam etmekle beraber, yatılı olduktan sonra, yani üçüncü sınıftan itibaren – elime geçen fırsatı kaçırmamak için – Yeniçağ Tarihi Kürsüsü’nden Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’ne geçerek, onun esas öğrencisi oldum. Bu andan itibaren Osman Turan ile her zaman beraberdik.
Büyük âlim Fuad Köprülü seminerlerinde ve derslerinde, tatlı bir Karadeniz şivesiyle konuşan Osman’ın ileri sürdüğü fikirleri, mütalâaları dikkatle ve sabırla dinler, bazen tasvib eder; bazen da tamamlar veya düzeltirdi.
Osman Turan, yazı yazmağa çok erken başladı. Nitekim, ilk yazılarını ilk öğrencilerini daha öğrenciliği sırasında yazmıştır.1 Kendisi 1940 yılında Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’nden mezun olunca aynı kürsüye asistan oldu.
Ord. Prof. Mehmet Fuad Köprülü, Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’nün başına getirildikten sonradır ki, öğrencilerine doktora yaptırmaya başladı. Kendisinin doktor payesini verdiği öğrencilerinin sayısı dördü geçmedi: Prof. Dr. Fuad Köprülü’den ilk doktor unvanını alan öğrencisi, Osman Turan (1941), son doktor unvanını alan öğrencisi de, bu satırların yazarı Mehmet Altay Köymen idi (1943). Prof. Dr. Fuad Köprülü, Mehmet Altay Köymen’in doktora imtihanını jüri başkanı olarak idare ettiği sırada, ilim hayatını çoktan bırakıp, siyaset hayatına atılmış bulunuyordu, (Prof. Dr. Fuad Köprülü’den doktor unvanını alan öteki iki öğrencisinden biri, halen Ankara Üniv., İlâhiyat Fak. İslâm Tarihi Profesörü olan Neşet Çağatay, biri de M. Eğ. Bak. Lığının muhtelif kademelerinde genel md. Mv. Olarak vazife yapan Selâhattin Çetintürk’tür).
Osman Turan, Doktor unvanını öğrencilik yıllarından itibaren malzeme toplayarak yazmağa başladığı – daha ziyade İslâmdan önceki kültür tarihiyle ilgili - <<12 Hayvanlı Türk Takvimi>> adlı basılmış eseriyle aldı.
1 Kasım 1956 yılında II Abdulhamit’in torunu Emine Satia hanım ile evlendi. 17 Ocak 1978’de rahmete kavuştu.
2 – OSMAN TURAN’IN İLMİ HAYATI
Osman Turan’ın ilmi hayatı, doktor ünvanını aldığı 1941 yılından itibaren başlamıştır denebilir. Fakat, kendisinin asıl orijinal araştırmaları 1944 yılında elde ettiği doçentlik unvanından itibaren başlar. Onun için bir formaliteden ibaret olan doçentlik unvanını alarak hareket serbestliğine kavuşan Osman Turan, ilmi çalışma plânında da büyük bir değişiklik yaptı: Türkler, nasıl Orta – Asya Türk Tarih ve medeniyetinden Türklerin bu yeni vatanının tarihine geçti ve Anadolu’da karar kıldı. Gerçekten, Anadolu Selçukluları tarihi, hayatının sonuna kadar Osman Turan’ın ilmi çalışmalarının ağırlık noktasını teşkil etti.
Osman Turan, yine çok doğru bir kararla, işe el yazması ana kaynakları neşretmekle başladı. Meselâ, Anadolu Selçukluları tarihinin en mühim iki yerli kaynağından biri olan Aksarayi’nin Farsça eserini geniş bir önsözle o yayınladı.
Arkasından Selçuklu devri Türk tarihinin bize kadar gelen yegâne arşiv vesikaları olan üç vakfiyeyi neşretmek suretiyle Selçuklu tarihi araştırıcılarına yeni ve bol malzemeler verdi. Neşredilen vakfiyeler, yalnız Anadolu’nun Selçuklu devrindeki sosyal ve ekonomik tarihine dair orijinal bilgiler ihtiva etmeleri bakımından değil, bu münasebetle Osman Turan’ın verdiği açıklayıcı bilgiler bakımından da dikkate değer.
1951 yılında Profesörlüğe yükseltilen Osman Turan, Anadolu Selçukluları tarihindeki yetkisini İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı - Selçuklu Sultanları (Kılıç Arslanlar, Keyhüsrevler, Keykâvüsler, Keykubatlar) maddeleriyle, yerli – yabancı, herkese kabul ettirmiştir. Bundan sonra onun Türkiye’de ve yabancı ülkelerde çıkan ilmi dergilerde Selçuklu devrinin her cephesiyle ilgili Türkçe ve yabancı dillerde birçok makalesinin yayınlandığı görülür.
Osman Turan bu çalışmalarından sonra tekrar orijinal metin neşrine dönmek lüzumunu duyarak; teşkilât ve müesseseler tarihi için son derce mühim olan yeni bir kaynak çeşidini, ilim dilinde << Münşat Mecmuaları>> adını alan ferman suretlerini ele almıştır. O, âdeti gereğince, vesikaların Farsça olan asıllarını neşretmekle yetinmemiş, tercümeleriyle birlikte geniş açıklamalarda bulunmuştur. Böylece, o, Anadolu Selçukluları devri idari teşkilâtı üzerinde çalışacaklar için büyük bir imkân sağlamıştır.
Osman Turan asıl Mühim te’lif eserlerini ilim hayatının son 15 yılı içinde vermiştir.
Bütün Selçukluları konu edinen << Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti>>; yeni baskısı münasebetiyle aşağıda üzerinde ayrıca duracağımız <<Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi>> gibi.
Bizce, Osman Turan’ın en mühim eseri << Selçuklular Zamanında Türkiye>> adlı Anadolu Selçukluları tarihidir. Bu eser, Anadolu Selçukluları devrine dair şimdiye kadar bütün dünyada yazılmış en mufassal bir kitaptır. Buna, Saltuklular, Mengücikler, Sökmenliler, Artuklular tarihini ve medeniyetini konu edinen << Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi>> de ilâve edilebilir.
Ömrü vefa etseydi Osman Turan, yazdıklarından çok daha fazla ve çok daha önemli eserler verecekti. Onun öğrenciliğinden beri üzerinde durduğu ve malzeme topladığı <<Orta-çağda Türkiye İktisadi Tarihi>> buna misâl olarak verilebilir. Edebiyete göç etmesi münasebetiyle muhterem eşi Satıa Hanımefendi’yi ziyaret ettiğim zaman, çok önem verdiği bu eserinin yarı yarıya yazılmış olduğunu gördüm ve son derece sevindim (onun bir an önce neşredilmesi ilim dünyası için çok faydalı olur). Bunun gibi, ömrü birkaç yıl daha vefa etseydi, Osman Turan, Anadolu Selçukluları Medeniyeti’ni bütünüyle ortaya koymak imkânına da, şüphesiz, bulunurdu.
Osman Turan’ın yazacağı daha birçok eserler bulunabilir. Fakat, bir kısmını saydığımız eserleriyle o, - kurucusu Atatürk’ün hedeflerinden saptırılmış olan Türk Tarih Kurumu müstesna- yalnız Türkiye’de değil, Batıda’da Selçuklular devrinin bilhassa Anadolu Selçukluları devrinin en başta gelen mütehassısı olduğunu herkese kabul ettirmiştir. Nitekim, dünyaca meşhur Cambridge İslâm Tarihi Serisi’nde << Anadolu Selçukluları ve Beylikleri>> nin yazdırılması Osman Turan’a havale edilmişti11. Anadolu Selçukluları tarihine dair bir eser yazmış olan meşhur Fransız tarihçisi Prof. Claude Cahen hemen hemen tamamiyle Osman Turan’ın araştırmalarına istinad eder.
OSMAN TURAN'IN FİKRİ HAYATI
Osman Turan ve onun gibi cemiyetin en alt tabakasından, köyden binbir sıkıntı vre yokluk içinde yetişen, Türk tarih ve medeniyetine dair cilt cilt eserler yazan büyük ilim adamlarının kendi milleti tarafından takdir edilmediklerini görmek insanı son derece şaşırtıyor. Halbuki, Prof. Fuad Köprülü ile talebesi Osman Turan gibiler memleketin manevi savunma kaleleridir. Bizler, işimize geldiği zaman Batı'yı örnek alırız; işimize geldiği zaman da, Batı'ya boş veririz. Bilindiği gibi, Batı'yı Batı yapan, yetiştirdiği büyük adamlardır. Batılılar, gerek sağlıklarında, gerekse öldükten sonra içlerinden yetişen büyük adamları son derece takdir ederler; onları unutmamak ve unutturmamak için, hayat ve faaliyetlerine dair cilt cilt eserler yazdıkları gibi, çıkardıkları ansiklopedilerde baş köşeleri onlara ayırırlar. Çünkü, mensup oldukları cemiyetler, onların rehberliklerinden hiçbir zaman müstağni kalamazlar, onları örnek alırlar.
Prof. Osman Turan hayatının büyük bir kısmını fikir mücadelesi içinde geçirmiştir. Onun fikir mücadelesi daha asistanlığından itibaren başlar. Osman Turan, ilmi hayatında olduğu gibi, fikri hayatında da hocası Fuad Köprülü'yü daima örnek almıştır.
Türkiye'de, Cumhuriyet devrinde, üzerinde şimdiye kadar pek az durulmuş bir Fuad Köprülü - Hasan Âli Yücel çatışması vardır. İstanbul Edebiyat Fakültesi'nden Köprülü'nün öğrencisi olan Hasan Âli Yücel, hayata atıldıktan sonra, bir zamanlar kendisinden feyz aldığı hocasının amansız rakibi kesilmiştir. Esasında, çarpışan iki zihniyettir.
Sebep ne olursa olsun, hocasına karşı cephe alan Hasan Âli Yücel, gelecek nesiller için kötü bir örnek teşkil etmiştir. (Nitekim, bugün aynı kötü yolu tutanlara bol bol şahit olmaktayız). Böylece, Hasan Âli Yücel, Türk geleneğine göre, ana - baba hakkında bile önce gelen hocalık hakkını çiğnemiştir. Türk geleneklerine bağlı hakiki bir Türk çocuğu olan Osman Turan'ı bu mücadelede, gayet tabii olarak, hocası Fuad Köprülü'nün yanında ve emrinde yer almış görüyoruz. Doğrusunu söylemek lâzım gelirse, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir Fakülte'de henüz istikbalini garanti altına almamış olan asistan Osman Turan, bu mücadelede hocası Fuad Köprülü'nün yanında ve emrinde yer almış görüyoruz. Doğrusunu söylemek lâzım gelirse, Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı bir Fakülte'de henüz istikbalini garanti altına almamış olan asistan Osman Turan, bu mücadelede hocası Fuad Köprülü'yü bile bile fersah fersah geçmiştir. Osman Turan, bilhassa dil devrimine aleyhtardı. Yazdığı yazılardan birinde kutlanan dil bayramı için bunun bir << dil bayramı değil, dil matemi>> olması gerektiğini yazması, bütün şimşekleri üzerine çekmeğe kâfi geldi.
Büyük ilim ve fikir adamları, yalnız sağlam ilmi eserler verenler değil, aynı zamanda 40 - 50 yıl sonra olacak hâdiseleri önceden görerek, fikir mücadelesine girişenlerdir: Nihal Atsız'ın, milliyetçilik çizgisinden sapan birkaç kişiyi zamanın başbakanına açık mektuplar yazacak kadar önemli saymasını, bizim de dahil bulunduğumuz, bazı kimseler ve çevreler kavrayamamışlardı ve aşırı gayretkeşlik, şövenlik saymışlardı. Aradan 35 yıl geçtikten sonra birkaç kişinin ektiği tohumların yeşererek, bugün memleketin varlığını açıktan açığa tehdit edecek derecelere geldiğini görenler, o mücadelelerinde Nihal Atsız'ın ne kadar haklı olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır. Bunun gibi, memleketi toptan felâkete sürükleme plânının bir parçası olduğu anlaşılan dil devrimciliğinin ulaştığı ölçüler gözöününde bulundurulacak olursa, Osman Turan'ın o zaman yaptığı mücadelenin değeri daha iyi anlaşılır. İşte bu sebeple, Osman Turan'ın ilmi hayatında olduğu gibi, Türk fikir hayatında da daha gençliğinden itibaren büyüklüğünü göstermiştir denebilir.
Prof. Dr Osman Turan fikir mücadelesini Fakülte'de de sürdürmüştür. O, esersiz unvan sahiplerinin ve câhillerin amansız düşmanıydı; Fakülte kurullarında yalnız milli mes'eleler karşısındaki ilgisizliklerini ve câhilliklerini değil, ilme ve ilmi ahlâka uymayan tutum ve davranışlarını da yüzlerine karşı söylemekten çekinmezdi. Osman Turan'ın ilmi ve fikri kudreti karşısında susmaktan başka bir şey yapamayanlar, aşağıda ayrıca sözkonusu edilecek olan siyasi hayata atılması üzerine, derin nefes aldılar. Yine aşağıda sözkonusu edileceği gibi, onlar Prof. Dr Osman Turan'a karşı olan öclerini, - ellerinden tutup akademik karyere soktuğu yetiştirmelerinin de kendilerine katılmaları sayesinde -Yassıada dönüşü Fakülte'ye yanaştırmamak suretiyle aldılar.
Prof. Dr Osman Turan'ın ilmi araştırmaları ile fikri mücadelelerini birbirinden ayırmaya imkân yoktur. Çünkü, her ikisi de aynı gayeye müteveccihtir: O, nasıl, ilmi çalışmalariyle son defa 900 yıldan beri Türk vatandaşı olmuş Anadolu'nun tarihini ve medeniyetini ortaya koyarak, bağımsız tek Türk milletinin, kendi deyimiyle, buhranlardan kurtularak sağlıklı, ileri bir toplum olması gayesini güdüyordu. Onun fikir hayatı, Türk toplumunu buhrandan buhrana sürükleyen menfi kuvvetlerle mücadele ile geçmiştir. Onun bu mücadelesinde ne kadar haklı olduğunu bugün Türkiye'nin gösterdiği manzara gözler önüne sermektedir.
O, mücadelesini karşısındaki menfi güçlerin durumunu hiç dikkate almadan sürdürdü. Başka bir ifadeyle, o, muarızları ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, mücadelesinin yürütüyordu.
Prof. Osman Turan'ın ilmi çalışmalarında ve fikri mücadelelerinde gaye birliği olduğu gibi, gerek ilmi çalışmalarında, gerekse fikri ve siyasi mücadelelerinde uyguladığı metodda da bir birlik vardır. Daha doğrusu Prof. Osman Turan, fikri ve siyasi mücadelelerinde ilim adamlığı vasfını hiç gözden uzak tutmamıştır. O, hakiki ilim adamlığının değişmez vasfı olan << eğilip - bükülmezliği>> bir prensip olarak almıştır. Esneklik ve taviz onun bilmediği şeylerdi.
Onun bir vasfı daha dikkati çekmektedir: Prof. Osman Turan, kimden gelirse gelsin ve kime karşı olursa olsun, haksızlığın karşısına dikilidir. O, bu vasfıyla, karşımıza yalnız eğilip - bükülmeyen hakiki bir ilim adamı olarak değil, aynı zamanda her haksızlığa, nereden gelirse gelsin - hele devlete ve millete olan - haksızlığa karşı isyan eden hakiki bir aydın olarak çıkmaktadır.
O fikri mücadelelerini yalnız ders verdiği Fakülte'de değil, Fakülte dışında, gazete sütunlarında da sürdürdü. Meselâ, o, uzun süre Yeni İstanbul Gazetesi'nin başyazarlığını yaptı.
Prof. Osman Turan'ın başına gelen şu iki hâdise, fikri mücadelelerinin bir nevi neticesi olması bakımından zikre değer. Türk toplumunun menfi güçler tarafından nereden nereye getirildiğini gelecek nesillerin ibretle ve dehşetle okumaları için bu iki hâdiseyi kısaca naklediyoruz.
Prof. Osman Turan'ın Fakülte'ye Alınmaması Hâdisesi
27 Mayıs 1960 İhtilâli neticesinde kurulan Yassıada Mahkemesi'nden beraat ederek dönen Osman Turan, bir zamanlar Profesör olarak bulunduğu Ortaçağ Tarihi Kürsüsü'nde tekrar vazife almak istedi. Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Dekanlığı'na yaptığı muhtelif müracaatlar, kadro bulunamadığı gerekçesiyle reddedildi. Bu satırların yazarı olan Prof. Mehmet Altay Köymen, Prof. Osman Turan'ı kayıtsız - şartsız destekleyen birkaç kişiden biriydi. Prof. Mehmet Altay Köymen'in gerekçesi şu idi: << Eserleriyle, hem de Türk tarih ve medeniyetine ait eserleriyle - adını Türk ilim ve fikir tarihine yazdırmış bir bilim adamını desteklemek yalnız ilmi değil, aynı zamanda milli vazifedir.>> Ne yazık ki, herkes böyle düşünüyordu. Bir kısmi öc almak fırsatını buldukları için, bir kısmı da ideolojik sebeplerle Prof. Osman Turan'ı Fakülte'ye yanaştırmak istemiyordu. Hattá, Büyük Millet Meclisi'ne verilen bir önergeyle Bütçe - Plân Komisyonu'nca Dil ve ve Tarih - Coğrafya Fakültesi emrine, Prof. Osman Turan'ın müktesep hakkı göz önünde tutularak, onun için kullanılmak üzere, bir profesörlük kadrosu ihdas edildiği halde, - O sırada dekan bulunan Prof. Mehmet Akdağ'ın yönettiği bir grubun etkisiyle - Fakülte Profesörler Kurulu tarafından reddedildi. Danıştay'başvuran Prof. Osman Turan burasının lehinde verdiği karar gereğince, maaşını almağa devam etti; fakat, yine Fakülte'ye alınmadı.
Prof. Osman Turan'ı Fakülte'ye yanaştırmak istemeyenler arasında bir zamanlar ondan feyzalmış, öğrencisi olmuş öğretim üyeleri de vardı. Bunda o sırada Ortaçağ Kürsüsü'nün başkanı olan Prof. Akdes Nimet Kurat'ın da sorumluluk payı vardır. Prof. Osman Turan'ın Fakülte'ye alınması mes'elesinin çözümlenme noktasına geldiği bir zamanda kürsü başkanı yine sık sık gittiği Amerika'daydı. (kürsü başkanı, Prof. Osman Turan'ın Fakülte'ye yerleştirilmesi işini çözümledikten sonra Amerika'ya uçamaz mıydı? diye sorulabilir).
Kendi eliyle asistan aldığı ve her türlü imkânları sağlayarak, yetiştirdiği Faruk Sümer, o sırada Ortaçağ Tarihi Kürsüsü Başkanvekili idi. Artık, öğretim görevliliğine razı olan hocası Osman Turan için, Prof. Faruk Sümer'in elinden kürsüsünde bir öğretim görevlisine ihtiyaç olduğuna dair kâğıt almak mümkün olmadığı. Böylece, Prof. Osman Turan'ın öğretim görevlisi olarak bile Fakülte'ye alınması yolu son defa bir yetiştirmesinin engellenmesiyle kesin olarak kapandı. Son derce hayal kırıklığına uğrayan Prof. Osman Turan - biraz aşağıda söz konusu edileceği gibi - , yeniden siyasi hayata atılmak zorunda kaldı. Böylece, o, ilimden ve öğretim hayatından zorla koparıldı. Şurası bir gerçektir ki, eğer Prof. Osman Turan Fakülte'ye girmek imkânını bulsaydı, Fakülte'nin kaderi değişirdi. Bunun Türk fikir hayatı bakımından önemini yukarıda belirttik.
Osman Turan'ın Türk Tarih Kurumu Üyeliğinden
Çıkarılması Hâdisesi
Türkiye'de en mukaddes gayeler için kurulmuş olan müesseseler bile amaçlarında saptırılabiliyor hem de kurucularının adlarını bayrak yapmakta devam ederek. Bu, şark kurnazlığının tipik bir tezâhürüdür. Tekrar ediyoruz: Biz işimize geldiği zaman Batı'yı örnek gösteririz. Yine biz işimiz geldiği zaman da, Batı'nın zihniyeti yle asla bağdaşmayacak hareket ve faaliyetleri gözümüzü kırpmadan yapmakta çekinmeyiz. Buna Batı kılığına sokulmuş şark zihniyeti adı da verilebilir. Esasında bu müesseseleri gayelerinden saptırmak için göz önünde bulundurulan tek esas, şahsi menfaattir. Türkiye’de yaşayan bazı kimselerin her alanda şahsi menfaatleri için yapamayacakları yoktur.
Diğer taraftan, bu türlü hareket ve faaliyetler Batı zihniyetiyle bağdaşmadığı gibi, Türklük’le de bağdaşamaz. Türk, bilhassa toplumda, belli kaidelere bağlı kalmaya ve bunların dışına çıkmamağa mecburdur. Meselâ bir Türk komşusunun ayıplayacağı bir harekette bulunmaz. Nitekim, bir Türk’e yapılacak en ağır hareket onu << hayasızlık (utanmazlık)>> la itham etmektir. Şimdi, Türk toplumunda – hem de köşe başlarını tutmuş – öyle insanlar var ki, değil komşusunun, değil mahallesinin, değil içinde yaşadığı kasaba ve şehir halkının; Türk Milleti’nin bile, hattâ tarihinin bile ayıplayacağı hareketlerde bulunmakta beis görmüyorlar. Görülüyor ki, Türk olmak kolay değildir. Nasıl tedarik edildiği belli olmayan nüfus tezkeresine sahip olunmakla Türk olunmaz. Türklük her şeyden önce bir vicdan ve ahlâk meselesidir.
Prof. Osman Turan'ın 1948 yılında üye olduğu Türk Tarih Kurumu üyeliğinden hiçbir sebebe dayanmadan çıkarılması da, Batı zihniyeti ile ve Türklük’le aslâ bağdaşmayacak bir davranıştır. Sağ olsaydı kurucusu Atatürk’ün el üstünde tutacağı hakiki bir Türk tarihçisini, Türk tarihini ve medeniyetini araştırmak için kurulmuş bir kurumdan – hem de en tabii hakkı olan savunmasını almadan – uzaklaştırmak başka türlü anlaşılamaz. Bu haksız ve yersiz harekete bu satırların yazarı Prof. Mehmet Altay Köymen’in vicdanı razı olmadı. Nitekim, O, Batı Zihniyetine de, Türklüğe de yakışmayan bu davranışı Protesto eden ve toplumda geniş akisler yapan bir yazı yazdı. Bu yazıyı ek olarak aynen alıyoruz. Tarih Kurumu yetkililerinin bu yazıya cevap veremediklerini, böylece yazımızda ileri sürdüğümüz ithmaların doğruluğunu kabul etmiş bulunduklarını ilâve edelim.
PROF. DR. OSMAN TURAN’A REVA GÖRÜLEN MUAMELE
Meşhur Fransız romancısı Emile Zola, gençliğimde okuduğum <<Hakikat>> adlı romanında bir Musevi’ye yapılan haksız muameleye Paris halkının isyan etmemesinden dolayı hayıflanır. Biz Türkiye’de aydınların bile her gün gözlerinin önünde cereyan eden yüzlerce olaya omuz silkerek geçtiklerini görüyoruz. Hem de memleket aleyhine olanlarına bile. Bizce, aydın nereden gelirse gelsin, kime ve neye karşı olursa olsun, haksızlık karşısında isyan edip, haksızlığa uğrayanı bütün gücü ile koruyan ve savunan kimsedir. Özür dileyerek ifade edeyim ki, ben hayatım boyunca şahsıma karşı işlenen haksızlıklardan ziyade, başkalarına yapılan haksızlıklara karşı başkaldırdım ve haksızlığa uğrayanı, kim olursa olsun, elimden geldiği kadar savundum, kurtarmaya çalıştım, birçok gençleri kurtardım da.
Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi’nde aynı sıralarda oturarak, başta Fuad Köprülü olmak üzere aynı hocalardan ders gördüğümüz Osman Turan ile her zaman arkadaş kalamadık. Daha Üniversite Muhtariyet Kanununun çıkmasından çok önce, Hocam Prof. Köprülü’nün tavsiyesine uyarak, doçentlik imtihanına girmek hakkımdan lehime feragat ettiğim halde, o, şahsıma karşı – burada ayrıntılarına girmeyi gereksiz gördüğüm – birçok haksızlıklar yaptı; ama o Yazssıada mahkemelerinden beraat ederek döndüğü zaman, kendisinin daha önce öğretim üyesi bulunduğu Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi’ne tekrar girebilmesi için en fazla uğraşan ben oldum.
Benim düşünceme göre, Selçuklu Devri Türk Tarih ve Medeniyeti’ne dâir yazdığı değerli eserlerle adını Türk ilim ve fikir tarihine yazdırmış olan Osman Turan gibi bir profesörün böyle bir işi söz konusu olunca, bana şahsi kırgınlıkları bir tarafa bırakmak düşerdi. Fakat, başkaları benim gibi düşünmüyordu. Başka bir ifadeyle, bazı arkadaşlar, özel münasebetlerle resmi münasebetleri birbirine karıştırıyorlardı. Neticede Fakülteye giremeyen Osman Turan, tekrar siyasi hayata sürüklendi; büyük bir partinin genel başkan vekilliğine kadar yükseldi. İyi bir Türk tarihçisi olan Prof. Osman Turan’ın, ilmi hüviyetine uymayan siyasi mevkilerde başarı sağladığı pek söylenemez. Esasında onun genel idare kurulu üyeliği ile yetinip, başka vasıflar isteyen idari vazifeler almaması çok daha iyi olurdu. Bu takdirde kendisi bu büyük partinin fikriyatını yapan bir Ziya Gökalp durumunda olabilirdi. Şimdi genç yaşında profesörlükten ve siyasetten emekli olan Osman Turan, arkası arkasına – ayrıca söz konusu edeceğimiz – çok kıymetli eserler yayınlamaya başladı.
Bu yazımızda asıl üzerine duracağımız konu, onun uğradığı pek orijinal mahiyette bir haksızlıktır. Bir yıl kadar önce başına gelen bu haksızlığı yeni öğrenmiş bulunduğumuz için, ancak şimdi ele alıyoruz.
Memleketin yetiştirdiği büyük ilim adamına karşı işlenen ve sessiz sedasız gelip geçen bu haksızlığa vicdanım yine razı olmadı. Bu yazıyı okuyan vefalı arkadaşlarımın, hele değerli milletvekillerimizin ve daima hakkı savunan basınımızın, yazımızın başında söz konusu ettiğim romanda olduğu gibi, benim bu manevi isyanıma hak vereceklerini, katılacaklarını ve mağduru savunacaklarını ummaktayım.
Okuyucuları daha fazla merakta bırakmamak için, Prof. Osman Turan’ın başına gelen olayı bir cümle ile anlatıyorum: Bundan otuz yıl kadar önce Türk Tarih Kurumu’na asli üye seçilen Osman Turan, Kurumdan çıkarılmıştır. Bildiğimize göre, Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşundan beri hiçbir üye hakkında böyle bir karar alınmamıştır.
Şimdi, kendi kendime soruyorum: Profesör Osman Turan’ın suçu ne idi de, Kurum üyeliğinden çıkarılmıştır? O, Kurum üyeliğine yakışmayan ne gibi hareketlerde bulunmuştu? Meselâ o, Kurum’da bile içen alkolik mi idi? O, aşırı solcu mu idi? Veya anarşistleri mi himaye etmişti? Meselâ o, cemiyetin hoş görmediği bazı şahsi hastalıklarla mı malul idi? Yoksa o, vatana ihanet suçundan mahkemeye mi düşmüştü? O, Kurumu maddi zarara mı sokmuştu? Sömürmüş mü idi? Yoksa aynı Kurumu kurucusu Atatürk’ün öngördüğü amaçlardan saptıran o mu idi? Yoksa o, eline nasılsa bir Türk nüfus tezkeresi geçirmiş – şahsi menfaatinden başka bir şey düşünmeyen bir gayri Türk mü idi?
Aslında daha da sıralanabilecek olan bu çeşit kusurların ve kabahatların hiçbiri Osman Turan’da yoktu. O tertemiz bir vatan evlâdı idi. Bu sayılan nakisler, başkalarında, başka yerlerde bulunabilirdi, fakat büyük vatan evlâdı Prof. Osman Turan’da asla.
Mahkeme kararı olmadan, hiç kimsenin suçlu sayılıp cezaya çarptırılamayacağı hukukun en değişmez prensibi olduğuna göre, Prof. Osman Turan hangi mahkemenin verdiği mahkûmiyet kararından dolayı Türk Tarih Kurumu’ndan kovulmuştu? Bu pek açık – seçik haksızlıktır. Esasında o mevcut üyeler arasında Kurum’dan en son kovulması düşünebilecek bir kimsedir.
Şimdi vatanseverliklerinden ve ilimseverliklerinden asla şüphe etmediğimiz muvafık veya muhalif milletvekillerimizin, hattâ Türk hükümetinin ve basının eşine rastlanmayan bu haksız ve yersiz muamelenin tamir edilmesi için harekete geçmelerini umuyor ve bekliyoruz.
Türk Tarih Kurumu’nun, ciddi Türk tarihi profesörlerini üye almakta inat etmeleri yetmiyormuş gibi, 30 yıllık üyelerine rağmen 30 sahife yazı yazmamış olanlar dururken, bir de 30 yıl önce üye olmuş, cilt cilt eserlere sahip, vatansever, Selçuklu Devri Türk Tarihçisine tahammül edememeleri karşısında hangi memleketini seven Türk isyan etmez?