« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

15 Oca

2013

Vefatının 30. Yılında PROF. DR. OSMAN TURAN’I ANIYORUZ

Yücel HACALOĞLU 01 Ocak 1970

Hazırlayan
Yücel HACALOĞLU
TÜRK OCAKLARI
ANKARA ŞUBESİ
TÜRK OCAKLARI GENEL BAŞKANI
NURİ GÜRGÜR’ÜN AÇIŞ KONUŞMASI
Değerli misafirler, aziz dostlar, sevgili Türk
Ocaklılar;
Bugün burada kâmil anlamda bir fikir
adamÛ, fazilet ve ahlak örne?i de?erli bir
insanÛ, büyük bir Türk Ocak-lÛyÛ, örnek bir
siyasetçiyi anmak maksadÛyla bir araya geldik.
Te rifinizden ötürü hepinize te ekkür ediyor,
saygÛlar ve sevgiler sunuyorum.
Bu sıradan bir anma toplantısı değildir. Çünkü
Prof.Osman Turan, biraz sonra değerli konuşmacılarımızın
da ifade edecekleri gibi, çok yönlü, çok muhtevalı, çok
derinlikli ve kemal mertebesinde bir âlimdir. Ancak
toplantımızın esas gündemine geçmeden önce, bu günlerin
milletimiz açısından büyük önem taşıyan iki olayı daha
zikretmek, bunları özellikle aramızda bulunan sevgili
gençlerimizin dikkatlerine sunmak istiyorum.
Bunlardan ilki, 16 Ocak 1980’de Irak’ta Doç. Dr.
Nejdet Koçak ve arkadaşlarının idam edilmeleridir.
Dünyanın gördüğü en zalim ve gaddar diktatörlerden
biri olan Saddam’ın, sayısız günahlarına ve cinayetlerine
ilaveten Türk olmaktan ve kimliklerini, dillerini koruma
hassasiyetlerinden başka suç izafe edemeyeceği bu masum
insanları yüreği titremeden katletti. Nejdet Koçak ve
arkadaşları Irak Türklüğünü sindirmek, köle haline getir-
mek, dirençlerini kırmak amacıyla bu cani diktatörün
talimatıyla şehit edildiler. Bu olay Saddam ve yandaşları,
cani ve ortakları için ebedî bir yüz karası, alçaklık örne-
ğidir.
Saddam Hüseyin’in kanlı diktatörlüğünün akıbeti,
sadece kendisinin ve çocuklarının ilahi bir takdir ve adalet
anlamında yaşadıkları anlamlı bir tablo değil, aynı
zamanda bütün Irak halkını yıllardır sürüp gelen büyük
acılara, telafisi imkânsız kayıplara sürükleyen hazin bir
süreçtir.
Doç. Dr. Nejdet Koçak Türkiye’de üniversite eğiti-
mini yaparken tanıdığımız, kendisiyle dost olmak mutlu-
luğuna ulaştığımız, şerefini kazandığımız, şahadetine ka-
dar yüreklerimizi buluşturan sıcak bir dostluğu pay-
laştığımız, kardeşimiz, fikirdaşımız, ülküdaşımızdı.
Aziz ülkücü gençler; muhayelenizde gerçek anla-
mıyla bir ülkücü ahlâk ve fazilet timsaline insanî nite-
likleri mükemmel bir şahsiyeti canlandırmak isterseniz,
tereddüt etmeden Nejdet Koçak’ı hatırlayın. O hayatını
fikir ve düşüncesine, ideallerine, amaçlarına uygun olarak
yaşamış; başka bir ifadeyle imanını ameliyle buluşturmuş
kâmil bir örnektir. Ne düşündüyse onları yaşayarak,
inancından kaynaklanan cesaret ve pervasızlıkla, tevekkül
içinde sükûnetle canilerin gözlerinin içine bakarak hakka
yürümüştür.
Nejdet Koçak aynı zamanda sadece Irak Türklerinin
örnek ve saygın bir lideri değil, üslubuyla, şahsiyetiyle,
yaşantısıyla bütün Türk dünyasına sunulan bir mesajdır.
Bunun ne anlama geldiğini, ne kadar gerekli olduğunu
yaşamakta olduğumuz olaylarla her geçen gün daha iyi
anlıyoruz. Irak Türklerinin günümüzdeki hüzün veren
çaresizliği, iki milyon civarındaki soydaşımızın ezgin ve
bezgin yalnızlığı düşünüldüğünde, Nejdet Koçak ve arka-
daşlarının yıllarca önce uğradıkları tehlikelere karşı
gereken hassasiyetin gösterilmeyişinin, önlem alınma-
yışının nelere yol açtığı açıkça görülebilir.
Keşke Türk Dünyası ve özellikle Anadolu Türklüğü,
Irak Türklüğü Koçak ve arkadaşlarının canları pahasına
iletmeye çalıştıkları mesajın anlamını yeterli ölçüde
algılayabilselerdi. Onlar 16 Ocak 1980 de şahadet merte-
besine ulaştılar, tarihimizin derinliklerindeki kutlu şehitler
kafilesinde yerlerini aldılar, ruhları şad olsun, mekânları
cennet olsun; umarım ki orda bulunuyorlar, hatıralarıyla
milletimize ışık tutuyorlar.
Bugünlerin tarihi itibariyle Türk dünyasını doğrudan
ilgilendiren bir başka önemli olay Azerbaycan’da yaşandı.
19-20 Ocak 1991 de Bakü’ye yönelen Sovyet tankları
özgürlük ve bağımsızlıkları için ayakta olan on binlerce
Azerbaycan Türkünün üzerlerine sürüldü; bu vahşi katliam
sırasında pek çok soydaşımız tankların paletleri altında
ezildi.
1918 de bağımsızlığına kavuşan ve tarihte ilk Türk
Cumhuriyeti olarak yer alan Azerbaycan Devleti, kısa bir
süre sonra Lenin ve Stalin’in mazlum milletlere özgürlük
vereceklerine ilişkin vaatlerini tutmamalarının sonucu,
Sovyetler Birliği tarafından silah zoruyla fiilen yıkıldı.
Bundan sonraki yetmiş yıl, Sovyet işgalindeki diğer Türk
illeri gibi, tam bir esaret dönemi olarak yaşandı. Komünist
partisi çatısı altında kurulan ağır baskı ortamında
öngörülen ideolojiyi benimsemeyen, bu kalıba girmeyen
binlerce Azerbaycanlı ağır eziyet gördüler; binlerce insan
Sibirya’ya sürüldü, hapse atıldı yahut kurşuna dizildi.
Azerbaycan’ın eğitimli seçkin tabakası, ziyalıları siste-
matik şekilde yok edildi.
1980 lerden itibaren Sovyetler Birliği’nin çözülme
dönemine girmesi, ideolojik baskının çatırdamaya başla-
masına paralel olarak özgürlük ve bağımsızlıkları için ha-
rekete geçen çeşitli topluluk ve milletler arasında Azer-
baycan Türkleri ön plânda yer aldılar. Çünkü onlar, yetmiş
yıl önce bağımsız Azerbaycan’ın Devlet Başkanı ve
unutulmaz lideri Mehmet Emin Resulzâde’nin “bir defa
yükselen bayrak bir daha inmez” sözünün anlamını iyi
biliyorlardı. Resulzâde’nin ahalisi olmanın bilincini taşı-
yorlardı. Zaten yetmiş yıllık zulüm döneminde bu ideali
yüreklerinde taşımışlar, nesiller boyunca bu bilinci
devralmışlar, alttan alta bu ateşin yanmasını sağlamışlardı.
1980 lerin sonlarına doğru Bakü’de Azatlık
Meydanı’nı dolduran on binlerce insanın yüreklerinden
yükselen özgürlük talepleri tüm dünyada olduğu gibi,
ülkemizde de duyuldu. Çeşitli yollardan edindiğimiz
resimleri, burada yapılan konuşmaları heyecanla takip
ettik, bu tabloyu Türk dünyasının büyük bölümünde
yüzyıllarca sürüp gelen esaret zincirlerinin parçalanmakta
olduğunun müjdesi olarak algıladık. Bu çıkışın büyük
önderi rahmetli Ebulfeyz Elçibey’in adını gönüllerimizde
yücelttik.
Moskova’nın Azerbaycan’da tutuşan özgürlük
ateşini söndürmek amacıyla Bakü’ye sevk ettiği tanklar
kadın, erkek, çocuk onlarca masum insanı katletti; ama
yükselen bayrağı gönderinden indiremedi. Bugün Şehitler
Hıyabanında ebedî istirahatgahlarında yatmakta olan bu
şehitler, kardeş Azerbaycan’ın özgürlük ve bağımsızlı-
ğının yaşayan belgeleri, ebedî nişanlarıdır. Hepsinin ruh-
ları şad olsun. Onlar özgür bir vatan ülküsü için can veren
kahramanlardır. Azerbaycan bağımsızlık ülküsünü bütün
bu şehitlerin hatıralarıyla daha güçlü ve bilinçli şekilde
sürdürecek, Türk dünyasının kilit ülkesi olmak gibi
stratejik özelliğinin hakkını verecektir.
Değerli dostlar, sayın misafirler;
Bugün ki toplantımızın esas konusu rahmetli Osman
Turan. Hocamızı çeşitli yönleriyle konuşmak, tefekkür
dünyamızdaki yerini, etkilerini bir defa daha görmek, bu
vesileyle kendisine duyduğumuz saygı ve şükranlarımızı
dile getirmektir.
Konuşmama başlarken işaret ettiğim gibi, bunları
tam manasıyla hakkeden değerli bir şahsiyettir. Gerçek bir
âlim olmanın yanı sıra, ülkemize, milletimize, siyaset ve
fikir alanlarında, değişik kulvarlarda yararlı hizmetler
veren kâmil anlamda bir Türk münevveridir.
Bir tarihçi olarak araştırmalarının ağırlık merkezini
oluşturan Ortaçağ Türk Tarihi, Büyük Selçuklu Devleti,
Anadolu Selçukluları, Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri
gibi konularda yoğun araştırmalar yapmıştır. Bunlarla
ilgili yayınları, kitapları bilim çevrelerinde kaynak eser
olarak değerlendirilen önemli çalışmalardır. Özellikle
Selçuklu dönemi ve İslamiyet üzerindeki araştırmaları
Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerine ilişkin somut belge-
lere dayanan, günümüzde fevkalâde önem taşıyan tespit-
lerdir. Bazı iç ve dış merkezlerin, bölücülerin birlik ve
bütünlüğümüze ilişkin iddialarının ne derece asılsız ve
gerçek dışı olduğu rahmetli Osman Turan beyin yıllarca
önce yaptığı bilimsel çalışmalarda açıkça ortaya konul-
muştur. Bu eserlerin günümüz ortamında yeniden ön plâna
getirilmesinde, özellikle yönetim sorumluluğunu taşıyan
asker ve sivil bürokratik kademelerde okunmasında büyük
yarar vardır.
Prof.Osman Turan’ın “Türk Cihan Hâkimiyeti
Mefkûresi” adıyla yayınlanan kitabı kültür ve medeni-
yetimizin dayandığı esasları, inanç ve zihniyeti yansıtması
açısından çok değerli bir belgedir. Selçuklu ve Osmanlı
Devleti’yle doruğa ulaşan Türk siyasî egemenliğinin sade-
ce askerî fıtrattan ibaret olmadığı, bunu sağlayan esas
motivasyon kaynağının milletimizin inanç yapısından, ruh
zenginliğinden, geleneklerinden kaynaklandığını bu eserde
açıkça görebiliyoruz.
İ’layı Kelimetullah ülküsünü gerçekleştirmek, beşerî
ilişkiler ve toplum hayatında adaleti hayata geçirebilmek
anlamını taşıyan Nizam-ı Âlem ideali yüzyıllar süren
siyasal ve askerî üstünlüğümüzün, medeniyet ve kültür
zenginliğimizin temel kaynağıdır. Türk Cihan Hakimiyeti
Mefkûresi kitabı, hem bu manevî kaynaklarımızı öğren-
mek, 15. ve 16.yüzyıllarda cihan devleti olmamızın sırları-
nı kavramak, hem de günümüz şartlarında gelecekle ilgili
tasarımlar yapmamız ve doğru bir vizyon belirlememiz
açısından aydınlatıcı bir rehberdir. Bunun önemiyle oran-
tılı şekilde değerlendirilmesi, sorumluluk duygusu taşıyan
entelektüelimiz yani millî bilinç sahibi aydınlarımız için
yararlı bir tercih olacaktır.
Rahmetli hocamız tarihçiliğinin yanı sıra, bir
tefekkür insanı olarak fikir ve düşünce hayatımızla,
ideolojik meselelerle ilgili etraflı çalışmalar yapmış,
makaleler yazmıştır. Bütün modernleşme dönemlerimizde
yaşamış olduğumuz önemli problemlerden biri olan ve
günümüzdeki ideolojik çekişmelerin esas kaynağı olma
özelliğini koruyan pozitivizmin fikir dünyamızdaki
olumsuz etkilerine dikkat çekmek amacıyla büyük çaba
göstermiştir. Özellikle laikliğin pozitivist etkiler içerisinde
algılanmasının ortaya çıkardığı toplumsal meseleler,
huzursuzluklar Osman Turan bey’in üzerinde durduğu
konuların başında gelir.
Türk Ocağı Genel Başkanlığı döneminde yepyeni bir
tarz ve muhteva ile yayınlanmaya başlayan, bu sebeple
kamuoyunda büyük ilgi uyandıran Türk Yurdu dergisinde
yazdığı makalelerde bu meseleyi geniş şekilde ele almış,
laikliğin aslî özelliklerinin dışına çıkarılarak, ideolojik bir
baskı aracı haline getirilmesinin yanlışlığını bilimsel
kriterlerle göstermiş, alternatif bir inanç şeklinde sunul-
mak istenmesinin sakıncalarını ortaya koymuştur. Aynı
tartışmaların yoğun şekilde yapıldığı günümüz ortamında
bunların yeniden hatırlanmasında yarar vardır.
Bu konuların yanı sıra Osman Turan bey’in en fazla
üzerinde durduğu konulardan birisi komünizm tehlikesidir.
Soğuk savaş döneminin doruklarda olduğu yıllarda
komünizm Türkiye için sadece siyasal bir yayılma unsuru
değil, aynı zamanda ideolojik bir tehdit oluşturuyordu.
Komünizme karşı bu yıllarda gösterilen tepkilerde Osman
Turan gibi bilinçli aydınların gösterdiği çabaların etkisi
büyük olmuştur.
Prof.Osman Turan bey’in bir de siyasî tarafı vardır.
1954 yılında milletvekili seçildikten sonra başlayan siyasî
hayatında, siyasetin yozlaştırıcı etkilerinden kesinlikle
uzak kaldığını karakterini, şahsiyetini hiçbir sebeple
zedelemeden fikir ve idealleri için mücadele verdiğini
görüyoruz. Siyasetin biraz da kendi doğasından kaynak-
lanan sebeplerle şahsiyet erozyonlarının çok görüldüğü bir
ortamda onun düşündüklerini çekinmeden ortaya koyması,
taviz vermemesi, vakur duruşu bu alanda çalışmak isteyen
herkes için örnek alınması gereken bir tavırdır.
İçinde bulunduğu Demokrat Parti’yi, liderlerini
yanlış bulduğu tutumlarından dolayı alenen eleştirmekten
kaçınmamış, doğru bildiği fikirleri savunmuştur. Bu
çizgisini Yassıada mahkemeleri gibi hukuk kurallarının
sözde kaldığı, her türlü baskının doruğa ulaştığı bir
ortamda devam ettirmiş olması hem siyasetimiz hem de
hukuk hayatımız için seçkin bir örnektir. Ada komutanının
kural ve ölçü tanımayan ceberrut tavırları karşısında
ezilmemiş, kendisine karşı fizikî şiddet kullanmaya
yönelik gayrı insanî tavrına anında karşılık vermek
suretiyle övgüye değer bir şahsiyet ve cesaret örneği
sergilemiştir.
Osman Turan bey Türk Ocakları Genel Başkanlığı
sırasında bir süreden beri atıl halde bulunan bu tarihî
kuruluşa, kültür yuvasına yeni bir çalışma şevki ve
heyecanı kazandırmış, Ocağın yeniden misyonunu yapa-
cağı hamlenin başkanlığını yapmıştır. Çünkü 1931 de
kapandıktan on sekiz yıl sonra yeniden açılan ancak
yaygın bir faaliyet ortamına kavuşamayan Türk
Ocakları’nın ülke şartları açısından bu tarz bir atılım
yapmasına büyük ihtiyaç vardı. Genel Merkez Ankara’ya
taşındıktan sonra kendisine yardımcı olan değerli Türk
Ocaklılarla, Türk milliyetçileriyle birlikte Ocağı kısa
zamanda faal duruma geçirmiş, Türk Yurdu dergisinin
kamuoyunda ilgiyle okunan bir yayın organı haline
gelmesini sağlamış, yeni katılımlarla birlikte Türk
milliyetçiliğinin merkezi olma özelliğini kazandırmıştır.
27 Mayıs müdahalesiyle birlikte Osman Turan bey’in
Yassıada’ya gönderilmesi, Ocak çalışmalarının aynı
doğrultuda devamını engelleyen en önemli faktördür.
Bu toplantı vesilesiyle rahmetli Genel Başkanımızı,
fikir ve düşüncelerinden müstefit olduğum, bizzat tanı-
maktan şeref duyduğum bu değerli insanı bir kere daha
saygıyla sevgiyle anıyorum. Mekânı cennet olsun, ruhu
şad olsun.
PROF.DR.OSMAN TURAN’DAN HATIRALAR:
HİÇBİR SERVETE TALİP OLMADI
Fuat TURAN*
Muhterem Türk Ocakları Genel Başkanı, yöneticiler
ve siz aziz Osman Turan sevgilileri; 30 sene sonra Osman
Turan’ı anmak üzere buraya gelmiş olmanız, ona göndere-
bileceğiniz en önemli hediyedir. Rahmetli, bu dünyadan
giderken beraberinde hiçbir şey götürmemiş, hatta talip
olmamıştır. Gerçekten paranın rakamını tanımadan göç-
müştür, yani 100 ile 1000’in farkını hiçbir zaman anla-
mamıştır. Ve ben size nakledeyim, aybaşına yakın maaşı,
parası biterdi, ondan sona “benim param bitti” derdi.
“Demek ki, filanca yere bağış ederken 100 lira yerine
1000 lira vermişim…” ve daha buna benzer birçok hadi-
se. Kendisine bir tane edindiği evin kiracısı makbuz yerine
bunu imzalatıyor, bunun bile farkında değil ve evini
alıyor. Sonra o ev -madem açıldı söyleyeyim- amca
dedim, diş doktoru, bunun Profesörler Kooperatifi’nde bir
daire, kiracısı diş doktoru, telefonda böyle bir hâdise geldi
başıma –o zaman İstanbul’da oturuyor- şeyden bir protesto
geldi, bedelini aldığın evin takririni ver diye, bu neyin
nesidir diye. Tabii ben çok gencim o zaman, hiddetlendim,
amca dedim, siz bu işe bulaşmayın, karışmayın, biz bunu
çözeriz dedim. Dedi ki, “nasıl çözersiniz?” Dedim o
hangi yollara başvurduysa biz de o yolları deneriz dedim.
Ondan sonra, tabii ben amcamı çok tanımama rağmen öyle
yorumlayacağını da hiç düşünmedim. Rahmetlinin çocuğu
yoktu, evlâtları bizlerdik. Ve dedi ki, sen nasıl çözeceğini
zannediyorsun, sen bilmiyor musun ki benim kısmetim
olmayan hiçbir şeye talip olmadım. Ben şahsen çok
* Prof.Dr. Osman TURAN’ın yeğeni
üzüldüm, varis olarak biz böyle bir mirastan pay alacağı
mı, kanaati mi oluştu amcamda diye çok üzüldüm. Ve
uzun mücadelelerden sonra hakikaten adamın sahtekârlığı
ortaya çıktı, daire tekrar kendisine iade edildi. Ve ilâve
olarak da şunu söyleyeyim: Ankara’dan daha sonra
Anavatan Partisinden milletvekili olan bu diş doktorunun
tabii siciline işlendi, kötü bir sahtekârlığın hükmü adamın
siciline işlenmiş. Daha sonra Ankara’dan Anavatan
Partisinden milletvekili olduğunu duyduğum. Bu zat
İstanbul’a geldi, amcama “ben bir cahillik yaptım, elini
öpeyim beni affet” dedi, “yani mesleğim elimden gidi-
yor…”. Yani bu kadar müsamahakâr, bu kadar malına
değer vermeyen, paraya değer vermeyen ve bu dünyaya
hakikaten görev yapmak için gelmiş ve ikmal edemeden
vaktinden evvel –bize göre- göçmüş bir insandı. Onun bu
özellikleri, buna benzer…
Ben bir şey diyeyim, sizi çok meşgul etmeyeyim.
Rahmetli amcamı tabii hepiniz çok iyi tanıyorsunuz, hatta
ilmi tarafını benden iyi tanıyorsunuz. Ama aile içerisinde
özel sohbetlerde birçok dışarıya açılmayan, dışarıdan
bilinmeyen özelliklerini de biz biliyorduk. Bu, gerçi
bilinen şeydir. Trabzon’a üniversite yapılacak, Demokrat
Parti Grubunda Türkiye’nin dördüncü üniversitesi.
Demokrat Parti Grubunda bu tartışılırken amcam kalkıp
diyor ki, “Hayır, Trabzon’a üniversite yapmayın”.
Düşünebiliyor musunuz, kendi seçim bölgesine üniversite
yapılacak, o buna karşı çıkıyor, “Türkiye’de altyapı
hazırlanmadan, bir ilmî ortam meydana getirilmeden
açılacak üniversite ilmin seviyesini düşürür, çorbaya
su katmak olur”.
Bir hadiseyi daha anlatayım. Rahmetli Menderese,
Balkanlardan yığınlar halinde mi diyeyim, büyük göç
geldiği zaman, “Beyefendi, gelin bu külfeti bir nimete
çevirelim” diyor. Bu göçleri biz güneydoğuya, doğuya,
Harran Ovasına yerleştirelim. Bir taşla iki kuş vururuz, ne
olur İstanbul’un İzmir’in Bursa’nın yükünü hafifletiriz,
ondan sonra Balkanlarda Avrupa’daki ziraatı, ziraat
kültürünü oraya naklederiz, onun da çok ötesinde bugün
karşılaştığımız bu işin içinden çıkılmaz belânın da önüne
geçmiş oluruz, oralarda nüfus ekseriyetini sağlamış
oluruz… Rahmetli Menderes, daha bunun gibi birçok
konularda kendisine hak vermiştir, ama vakti buna müsait
olmamıştır veya başka nedenlerle tahakkuk ettirememiştir,
ama kendisi bu fikriniz çok doğru, çok yerinde, bir rapor
halinde bana verirseniz bunun üzerinde çalışırız demiştir.
Şimdi, buradan şuraya da geliyorum. Rahmetliyi
tanıyan bir insan olarak; dediği her şey çıkmıştır, bir kâhin
mertebesinde. Ben bazen tabii gençlikle bu husus biraz
fazla evham gibi gelirdi bana söylediği şeyler, ama aradan
geçen yıllardan sonra o korktuğu şeylerin tahakkuk etmiş
olması, onun görüşlerindeki isabeti ve daha halen
taşımakta olduğumuz endişelerin de tahakkuk edeceği
korkusunu veriyor.
Rahmetli, dediğim gibi bu dünyadan bir şey almadan
gitti, hiçbir şeye talip olmadı, Yassıada’da her zaman
Yenice sigarası içen adam, Yassıada’da biz gönderiyoruz
ağabeyi ve biz yeğenleri olarak; çok da imkânlı değiliz o
dönemde, ama gönderiyoruz. Duyduk ki, amcam Yenice
sigarasını Birinciye indirmiş. “Ben ağabeyimin, yeğen-
lerimin gönderdiği parayla Yenice sigarası içemem…”
Tabii bunlar çok üzücü, kahredici şeyler. Hiçbir zaman
hiçbir mevkie talip olmadı, hiçbir servete talip olmadı,
onun tek talip olduğu şey, milletine hizmetti. Bunu yapa-
rak ve yapmaya da devam ederek giderken yolu bitti.
Şimdi sizlere 30 yıl sonra onu anmak üzere buraya
toplanmış olmanız, onun için arkada bıraktığı en büyük
servettir, işte beraberinde sizlerin gönlünü götürdü. Allah
rahmet eylesin, hepimizin geçmişini Allah rahmet eylesin,
hepinize de çok teşekkür ediyorum, amcam adına, ailem
adına da hürmetlerimi sunuyorum.
PROF.DR.OSMAN TURAN’DAN HATIRALAR:
KÜTÜPHANEDEN ÇIKMAZDI
Prof.Dr.Şerif BAŞTAV*
Hepinizi saygıyla selâmlıyorum.
Ben Osman Turan’ın fakülte hayatına başladığı
tarihten, 1935 senesinden ölümüne kadar geçen zamanını
hep beraber çalışmış, aynı ideal uğruna, aynı fikirler
uğruna çarpışmış, kendi kaderince elinde geldiği kadar bir
şeyler yapmaya çalışmış bir insanım; yan yana Osman
Turan’la geçen hayatımız hakkında size kısaca malûmat
vermek istiyorum. Saygılarımı sunarım.
Efendim, bizim fakültemiz Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi, 1935 senesinde özel bir kanunla açıldı Atatürk
tarafından. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi adının veril-
mesi de onun emri ve iradesiydi. Zira İstanbul’da biliyor-
sunuz bir medrese vardı. Bu medrese, 1933 senesinde
yapılan bir reformla üniversiteye çevrildi. Fakat orada –
ben de o devri biraz yaşadım- okutulan konular bizim
tarihimizle uzaktan yakından çok az ilgiliydi. Efendim,
Abbasiler, Emeviler ve nihayet Selçuklu tarihiyle bu iş
bitiyordu. Atatürk’le dünya tarihinde ilk defa olarak
umumi Türk tarihi diye bir mevhum getirildi ve bu umumi
Türk tarihinde tamamıyla milattan önceki yüzyıllardan
kaynakların müsaadesi nispetinde nereye kadar yapıla-
biliyorsa o açıklamalar yapılmaya çalıştı. Asya Hunları
adıyla tanımış insanlardı ve ondan sonra dünya tarihinde
çok önemli yer tutan, biliyorsunuz Türk yazma kitabeleri
dünya tarihinde bir yer tutuyor ve o kitabelerin kime ait
olduğu üzerinde uzun zaman münakaşalar oluyor ilim
* Emekli Öğretim Üyesi, Prof.Dr. Osman TURAN’ınFakülteden sınıf
arkadaşı
tarihinde. Zira Türklerin milattan sonra beşinci altıncı
yüzyıllarda bir yazıya sahip olduğunu kimse tahmin
edemiyor ve o yazıyı Çinlilere, mal etmek istiyorlar ve
neticede hakikat ortaya çıkıyor ki, bunları yazanlar
Türklerdir ve Türk tarihidir ve en parlak devri o şekliyle
başlıyor milattan sonraki yedinci yüzyıldan itibaren. Ve
biz bugünkü Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini bundan
birkaç gün evvel, 9 Ekim’de fakültede yaptık. YÖK
Başkanı vardı, rektör vardı ve diğer hocalar vardı, o
şekilde hiç olmazsa 72’nci yıldönümünü aynı binada
kutladık. Atatürk, bizim fakültemizin açılmasını o zaman-
ki Türk Ocağı binasında yaptı. Locada takip etti, o zaman
galiba yanında bir elçi vardı, o da Afganistan elçisiydi,
açılış o zaman yapıldı. 1936 senesinin 9 Ocak ayında
fakülte başlamış oldu ve bugün binlerce mezunlarıyla dün-
ya tarihinde, Atatürk tarihinde yeni bir ufuk açan yepyeni
bir fakülte başlamış oluyordu.
Osman Turan ile tanışmamız, Fuat Köprülü merhu-
mun dersinde başladı. Fuat Köprülü merhum kuvvetli bir
hocaydı, fakat aynı zamanda çok güç bir insandı. Çünkü
talebenin iyi yetişmesini istiyordu, fazla bilgi istiyordu,
ahlâklık istemiyordu. Ve ilk derse geldiği zaman –söyle-
diği sözleri gayet iyi biliyorum- Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi Büyük Evkaf Apartmanın parka bakan tarafında
dört katını işgal ediyordu, büyük bir sınıfta 40-50 kişi
vardı, Fuat Beye bu kadar büyük bir sınıfın önünde
bulunması ve bunların da tarihte olmasını hayretle karşı-
ladı, dedi ki “siz nereye geldiğinizi biliyor musunuz,
sırtınızda taş taşıyacaksınız, gözünüzde iğnelerle dike-
ceksiniz, yani önünüzde güç işler var, bunları bilerek
geldiğinize eminim” ama zaten aralarından ilk çıkanlar da
pek fazla olmadı, Fuat Beyin dersine talip olan ilk üç
kişiydi, biri bir hanım arkadaşımızdı, biri Osman Turan,
birisi de bendim. Çünkü o diğer kalabalığın hepsi yardımcı
olarak gelmişti, yani diğer bölümlerden gelmişlerdi, merak
kabilinden Köprülüyü tanımak için gelmişlerdi ve biz
Osman Turan ile beraber Fuat Beyin derslerinden sonuna
kadar devam ettik.
Yalnız ben başlangıçta Hungaroloji diye Macar ilim
tarihi veyahut da Macar filoloji tarihini almıştım.
Aramızda Osman’la da biraz geçimsizlik oldu. Tabii
Osman arkadaşım daima. Fuat Köprülü bir kütüphane
teşkil etmişti, küçük bir kütüphane vardı, fakat çok önemli
eserleri toplamıştı ve Osman Turan arkadaşım o kütüp-
haneye sahip çıkma iddiasındaydı. Ve kütüphane
yüzünden aramızda Köprülü’ye kadar intişar eden bazı
ufak tefek geçimsizlikler oldu ve ben ondan bir sene sonra
Hungaroloji bölümüne gitmek suretiyle Osman Turan’ı
yalnız bıraktım. Yalnız Osman Turan’ın başından beri çok
büyük özelliği vardı, devamlı surette okuyordu ve o
seminerden çıkmıyordu. Bu Evkaf Apartmanının parka
bakan tarafında ikinci katında bir tarih odası, seminer,
sonradan kütüphane oldu, orada çalışıyordu devamlı
surette. Osman arkadaşımızın diğer arkadaşlar arasında
daima adı geçiyordu. Sıcak seminerden hiçbir zaman
çıkmayan arkadaş, yani seminerden çıkmayan, devamlı
surette kitaplarının başında okumayı tavsiye eden, pek
dışarı çıkmayan bir insan, maalesef aynı tutum hayatının
sonuna kadar devam etti. Ve ben askere gittiğim zaman
Osman Turan benim Maltepe’deki evime taşındı, bir sene
kadar orada oturdu. Ve orada da aynı şeyi gördüm, Osman
Turan yatağı geliyordu, elinde kitabı vardı, o kitabı Osman
Turan uyuduğu zaman elinden düşüyordu. Yani Osman
Turan’ın hayatı kitaplarla beraber başlamıştı ve kitaplarla
bitti, yani sonuna kadar aynı şey devam etmedi.
Biz Köprülü‘nün yanÛnda ve tabii ki
benden evvelki nesilde, yani Ğstanbul‘da da
aynÛ eyler devam etmi ti. Ğlk defa tarihi ilmi
olarak ve bilhassa seminerleriyle beraber
yapmasÛnÛ ö?renen bir nesildik. Ve büyük bir
hevesle Köprülü‘nün derslerini sonuna kadar
takip ediyorduk ve ben Hungarolojide yardÛmcÛ
oldu?um halde sonradan asistan oldum,
beraber bütün derslere devam ettik ve Osman
Turan‘Ûn di?er bir özelli?i, Köprülü‘nün
a?zÛndan çÛkan her kelimeyi sonuna kadar
takip ediyordu, Köprülü kimi zaman vasÛtaya
binmekte ho lanmazdÛ, hatta millet-vekili
seçildi?i zaman dahi, BakanlÛklardaki evinden
gelirken otobüse binerdi. Bu ekilde Osman
Turan ile beraber dersleri bitirdikten sonra
Köprülü‘yü beraber evine kadar götürürdük,
yani u mevsimdeki so?uklarda bile biz Osman
Turan ile beraber Köprülü hocamÛzÛ evine
kadar götürürdük. Ve yalnÛz ondan ibaret
de?ildi, Köprülü‘nün bütün hayatÛ ilimle ve
okumakla geçti. Bu sebeple de di?er
hocalarda, mesela ilim tarihinde isim yapmÛ
ve Türkiye‘de tanÛnmÛ hocalarÛn hepsini
ziyaret ederdi, hiçbir zaman onlardan uzakta
kalmak istemezdi. Bunlardan birisi Mükrimin
Halil Beydi, hiçbir zaman onun sohbetinden
uzakta kalmak istemezdi. Belki içinizde bi-
lenler vardÛr, Ğstanbul‘da Küllük diye bir yek
vardÛ BeyazÛt‘ta bir lokantanÛn yanÛnda, aynÛ
zamanda bir kahvehane vardÛ ve orada hocalar
üniversiteden çÛktÛktan sonra gelirler, orada
hem bir kahve içerler ve aynÛ zamanda gelirler
orada sohbet ederler. Günlük dedikodulara
orada devam ederler, hatta yeni hadiseleri
orada kar ÛlarlardÛ. Belki de Türkiye‘nin
tarihinin yahut da politikasÛnÛn pek çok
meselesi Küllük‘te konu ulurdu ve Osman
Turan Bey aynÛ zamanda Küllük‘ten kendisine
yardÛmcÛlar dahi seçerdi. Yani orada tebarüz
eder yahut da çalÛ malarÛyla bir ey yapma
istidadÛnda olan arkada larÛnÛ yanÛna almak
suretiyle onlarÛn yeti mesine de çok yardÛm
etmi tir, ediyordu.
Nitekim Osman Turan Bey için Sayın Başkan
hayatıyla ilgili umumi bilgi verdiği için ben o hususlara
girmiyorum. Osman Turan’ın sadece ilim tarihiyle, ilim
hayatımızla, tarihle olan meseleler üzerinde durmak
istiyorum.
Ve Osman Turan Beyle beraber çıktığımız için onun
hangi meselelere karşı ilgi duyduğunu, neler yazdığını da
gayet iyi bilirim. Onun Doçentlik tezi, Türklerde hayvan
takvimi diye bir takvim vardır menşei Çin’den gelmiştir,
fakat eski Türklerde, yani İslam’a kadar olan hadise, hatta
İslam’dan sonra dahi o takvim kullanılmıştır. O takvimin
ilmî bir neşrini yaptı Osman Turan, ondan sonraki
hâdiselerde de neticede yeni bir konu bulmakta güçlük
çekiyordu ve o konularda… Türklerde ok’tu, bunun gibi
hâdiseler üzerinde duruyordu.
Nihayet Osman Turan Beyin çalışmalarında çok
mühim bir hâdise oldu. Köprülü merhumun okuduğu 1943
senesinde Türk Tarih Kurumunun… 43’üncü sayısında bir
yazısı çıktı, çok önemli bir yazıydı. Köprülü yazdığı
zaman gayet iyi yazıyordu ve Osmanlı, bilhassa Selçuklu
tarihinin kaynakları hakkında çok mühim bir yazı yazdı.
Ve bu yazıdan sonra Osman Turan’ın tamamıyla yönü
değişti. Selçuklu tarihine bu şekilde girmiş oldu, çünkü
Selçuklu tarihinin bilhassa Anadolu Selçuklu tarihinin
bütün kaynaklarını orada izah ediyordu. Elinizde böyle bir
rehber olduktan sonra artık çalışmak çok daha kolay-
laşıyordu. Ve bunun anahtarı tamamıyla Anadolu’daydı,
İslam tarihini, yani Anadolu’nun Selçukluların ve hatta
Osmanlıların en mühim kaynakları gayet tabii Türkiye’de.
Yalnız İstanbul’daki müzede Süleymaniye Kütüphanesi
diye bir kütüphanemiz var, İstanbul’da son derece mühim
bir kütüphane, el yazmalarıyla dünya tarihinde ilk sırada
gelen 80 bin ciltlik el yazmalarıyla bir kütüphane ve onun
içinde bütün Anadolu şehirlerinde defterler var. Hele
Balkanlardaki defterlere pahası biçilemez, çünkü bütün
Balkanları işgal ettiği zaman Osmanlılar oradaki halkın
nüfusunu yazmışlar, oradaki servet kaynaklarını yazmış-
lar, değirmenlerini, mezralarını, her şeyi kayda geçir-
mişler. Nüfusunu, hepsini kayda geçirmişler. Dünya
tarihinde işgal ettiği zaman bu derece tafsilatlı defter tutan
hemen hiçbir millet yok bugüne kadar. Onun için bu
defterler hem Balkanların, hem Osmanlıların, hem de
yakın zaman tarihinin en mühim kaynaklarından birisi
oluyor ve bu münasebetle bütün dünya tarihçileri akın akın
İstanbul arşivlerine geliyorlar. Mesela Bursa’daki def-
terleri, Konya’daki defterleri araştırıyorlar ve bu defterler
üzerinde çalışıyorlar. O kadar tafsilatlı bilgi var ki, bu
şayanı hayret bir şey, bir evin ne kadar nüfusu olduğunu,
ne kadar serveti olduğunu, ne kadar hayvan yetiştirildiğini;
hepsi defterlere geçmiş ve bunlar bizim buradaki
mahzenlerimizde yaşadığı gibi bütün büyük şehirlerimizin
hemen hemen hepsinde aynı şekilde var.
Şimdi Osman Turan ile aynı şekilde, aynı yılda
mezun olduk. Osman Beyin yanında daha ilk gününden
itibaren Köprülü’nün yanında asistan olmak vardı ve ben
bunu biraz geç hissettim, fakat bunu Osman Turan hiç
gözünden kaçırmadı, takip etti sonuna kadar ve buna
layıktı. Çünkü, Osman Turan oraya gelenler arasında en
çok okumuşlardan birisiydi. Elinden kitap düşmezdi, her
türlü, Türkçe ile ilgili bütün meseleleri orada biz aramızda
konuşuyorduk, sohbet ediyorduk, birbirimizle münakaşa
ederdik. Meselâ bunlar arasında en mühim mesele,
Türkiye için çok mühim meselelerden biri olan Ermeni
meselesine temas edeceğim. Hayatında ilk defa memle-
ketten 1938 senesinde dışarı çıktığı zaman, dışarıda ilk
karşılaştığım sualler şu oldu: “Siz 1.5 milyon Ermeni’yi
öldürmüşsünüz…” Bu, son derece acayip ve son derece
garip, fakat bizim milletimizin ne kadar tedbirsiz, ne kadar
ilgisiz ve ne kadar da ihmalkâr olduğunu gösteren
misallerden biri.
Aradan 40 sene, 50 sene geçtikten sonra bizim elçi-
lerimiz arka arkaya öldürülmeye başlayınca bizim aklımız
başımıza geldi. O zamanki aklımla genç bir insan, bir
talebe olarak geldim, bunu herkese anlatmaya çalıştım.
Bunu senden daha iyi bilenler vardır, sen buna karışma
diye bir şeylerle karşılaştım. Yani, Türkiye’de tedbirsiz-
liğin, ilgisizliğin ne kadar… “Siz örtbas ediyorsunuz,
susuyorsunuz, kapatıyorsunuz; herkes anlıyor ki bu
kabahatli herhâlde, bunun arkasından gideceğiz…”
Ve gidiliyor. Ve bütün Ermeniler dünyayı… Çünkü ben
Bulgaristan’da Ermenileri gördüm, onlar hakikati
biliyorlar. Paris’te Ermeniler var, bizim eski kitapçıların
hepsi oraya gider, bizim paralar yine Ermenilere gider. El
yazmalarını yahut eski nüshaları hep oradan toplarız. Bu
suretle bütün meseleleri biz aramızda konuşurduk, Ermeni
meselesinin Türkiye’de nasıl meydana geldiği hakkında
uzun uzun bize izahat verirdi. Biz bunu çok iyi biliyorduk,
fakat bizim gençlerimize, hatta bizim idarecilerimize bizi
anlatmak mümkün olmadı. Biz talebeydik ve bize sen
bunlara karışmak istiyorsun, bunu senden daha iyi bilen
var, yani sen buna karışma, konuşmak istemediğim şey.
Bakın, ufak bir hikâye anlatmak istiyorum. Ben
doktoramı Budapeşte’de yaptım. 1947’de ve harp içeri-
sinde oradaydım, Rusların nasıl geldiklerini, nasıl rezalet
yaptıklarını da gördüm. İki tarafın birbirlerine karşı
savurdukları gülleleri de gördüm. Onların hepsini gördüm
ve Macar arkadaşım hastaydı, onu ziyarete gittim, bir
tarikat hastanesiydi. Bir Macar arkadaşımı ziyarete
gittiğim zaman genç biri geldi yanıma, takdim ettiler bir
papazdı. Bana ilk sorduğu soru, “siz 1.5 milyon
Ermeni’yi kestiniz…” Siz ne kadar isterseniz saklayın,
ama bu mesele alttan alta işleniyor, dünya bunu
unutmuyor, hele onlar hiç unutmuyorlar. Fakat biz haklı
olduğumuz meselelerde dahi kendi hakkımızı tanıtamı-
yoruz, ihmal ediyoruz. İşte tarihte en büyük eksiğimiz
budur. Meşhur Fransız tarihçisi “Türkler tarih yaptılar,
fakat yazmadılar”; bugün maalesef aynı sorun.
Gençlere söylemek istediğim şu: Elinizde muazzam
bir imkân var. Türk tarihi son derece bakir bir konu ve
dünyaya, doğu değil bütün yakın doğunun da diğer
Avrupa’ya Mısır’a kadar her yere yayılmış büyük bir
devletin çok büyük mazisinin muazzam hazinelerin çoğu
bizim elimizde ve diğer milletlerin elinde olmak üzere
elimizin altında.
Ben hepinize başarılar diliyorum, saygılar sunu-
yorum.
OTURUM BAŞKANI
PROF.DR. BAHAEDDİN YEDİYILDIZ’IN * PANELİ AÇIŞ KONUŞMASI
Değerli misafirler,
Ben de hepinize hoş geldiniz diyor, saygılar sunu-
yorum.
Vefatının otuzuncu yılında merhum Prof. Dr. Osman
Turan’ı anmak üzere toplanmış bulunuyoruz. Kendisine
Allah’tan rahmet diliyorum.
On yıl önceydi. Merhum Osman Turan Hoca’yı o
zaman vefatının 20. yılında anmak üzere toplanmıştık.
Toplantıyı yine Türk Ocakları Genel Merkezi düzen-
lemişti. Toplantı bugünkü gibi bir panel değil, daha
kapsamlı bir sempozyumdu. Sempozyum, Prof. Dr.
Osman Turan’ın Eserinde Tarih ve Tarihçi İlişkileri adını
taşıyordu. Toplantı tutanakları daha sonra Türk Yurdu
yayınları arasında neşredildi (Ankara 1998, 248s). Daha
kapsamlı bir toplantı olmasına rağmen –çok iyi
hatırlıyorum- o toplantıda bugünkü kalabalık yoktu. Şu an
salonda o güne göre belki üç dört misli daha fazlayız.
Ben bu durumu hayra yoruyorum. Demek ki Osman Turan
Hoca okunuyor; yazdıklarının önemi daha iyi anlaşılıyor;
kadri kıymeti daha iyi biliniyor ve onu anlamak
isteyenlerin sayısı günden güne artıyor. Bu memnuniyet
verici bir durumdur. Umarım onun tarih bilinci yeni
nesillerde yepyeni bir kültür hareketine dönüşür.
Bahsettiğim on yıl önceki Sempozyum’da merhum
Osman Turan Hoca’nın tarih anlayışı, tarih metodo-lojisi,
* Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi
tefekkürü, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” ve
milliyetçilik anlayışı, kültür ve medeniyet anlayışı ve
İslam medeniyetini ihya davası, devlet ve demokrasi
anlayışı, Türk İnkılâbı’na bakışı, laiklik anlayışı, siyasî
hayatı, eğitim öğretim meselelerine bakışı, bilim ve
üniversite anlayışı, içinde yaşadığı toplum hakkındaki
görüşleri, ahlak anlayışı ve gençliğe bakışı, tarih ve tarihçi
ilişkileri çerçevesinde, az önce belirttiğim gibi tahlil
edilmeye çalışılmıştı. Bu muhtevaya sahip olan kitap,
merhum Osman Turan’ın bilim ve fikir dünyası hakkında
son derece ciddi bir başvuru eseri haline gelmişti. Biraz
önce öğrendiğime göre, mevcudu da kalmamış… Bu
kitabın tekrar basılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü
Osman Turan konusunda büyük bir ihtiyacı giderecek
nitelikte bir kitaptır. Gerçi değerli meslektaşım Ali Birinci
de Osman Turan hakkında bir kitap yayınladı. Kendisi
aramızda. Bu katkısından dolayı Sayın Birinciyi
kutluyorum. Ama bu tür eserlere daha çok ihtiyacımız
var…
Ben bu paneli açış konuşması çerçevesinde merhum
Osman Turan hakkında uzun bir konuşma yapma
niyetinde değilim. Genel Başkanımız günün ve konunun
önemi hakkında geniş bir tablo çizdi. Osman Turan
Hoca’nın yeğeni Fuat Bey ve sınıf arkadaşı sayın Prof. Dr.
Şerif Baştav hocamız kendisiyle ilgili hatıralarını
anlattılar.
Osman Turan Hoca, Cumhuriyet döneminde yeti-şen
en değerli bilim adamlarımızdan birisidir. Bana göre ilk
sıralardaki birkaç kişi arasında yer alır. Onun hayatını
bilmemiz ve eserlerini çok iyi anlamamız gerekiyor. Şimdi
burada bunları anlatarak zamanınızı alacak değilim. Az
önce bahsettiğim iki kitapta ayrıntılı olarak bunları
bulmanız mümkündür. Ben burada kısaca bazı hususlara
temas ederek sözü meslektaşlarıma bırakacağım.
1914 yılında Trabzon’da doğan Osman Turan,
1940’da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni bitirmiştir.
Öğrenciliğinde altını çizmemiz gereken niteliklerinden
birisi, biraz önce Şerif Baştav Hocamın da belirttiği gibi,
DTCF Tarih Bölümü’nde, daha lisans öğrenimi
aşamasında, öğrenci gibi değil, , asistan gibi çalışmış
olmasıdır. Ortaçağ Kürsüsü Seminer Kütüphanesiyle
meşgul olmuş; oranın sorumluluğunu üstlenmiştir. Daha
öğrenciliği sırasında araştırmanın ve ilmin önemini
kavramış ve ona göre çalışmaya başlamıştır. Bugün,
vefatından 30 yıl sonra, onu böyle bir salonda büyük bir
kalabalıkla anıyor isek, bunun arkasında onun çalışma ve
azmi yatmaktadır. O çalışma sayesinde Osman Turan
Hoca, ölümünden sonra da yaşamasını başaranlar arasında
yerini almıştır…
Merhum Osman Turan, 1941 yılında 12 Hayvanlı
Türk Takvimi adlı eseriyle doktorasını tamamladı. 1944’te
Orta Zamanda Türk Devletlerinde Türkçe Unvanlar isimli
çalışmasıyla doçent oldu. 1951 yılında da profesörlüğe
yükseltildi. 1954–1960 yılları arasında milletvekilliği
yaptı. 27 Mayıs darbesiyle tutuklandı ve 17 ay
Yassıada’da kaldı, beraat etti. 1964’te Adalet Partisi Genel
Başkan Yardımcılığına seçildi. 1965’te Trabzon’dan tekrar
milletvekili oldu. 1969’da da, ülke meselelerinin
teşhisinde ve çözümünde arkadaşlarıyla anlaşamadığı için
siyasetten çekildi. Bundan sonra yoğun bir şekilde kitap
yayınlamaya başladı. 1972’de emekli oldu. Biraz önceki
konuşmalarda da belirtildi gibi, iki dönem de Türk
Ocakları Genel Başkanlığı görevinde bulundu.
Eserlerine gelince, Oniki Hayvanlı Türk Takvimi,
Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Tür Cihan
Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Doğu Anadolu Türk
Devletleri Tarihi -ki Güneydoğu Anadolu’da bugün olup
bitenleri anlamak ve üretilecek çözümlere sğlam bir tarihî
zemin bulabilmek için mutlaka çok iyi okunup anlaşılması
gereken bir kitaptır-, Selçuklular ve İslamiyet, Türkiye
Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Selçuklular
Zamanında Türkiye, Türkiye’de Manevi Buhran Din ve
Laiklik, Türkiye’de Komünizmin Kaynakları, Vatanda
Gurbet, Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları gibi
birçok eser… Anadolu’nun, Türk kültürünün tarihi
gerçekliklerini açıklayan ve yorumlayan eserler…
Okunduğunda geleceğin inşası ve Türk kültürünün
yeniden ihyası için yön çizen ve yol gösteren çalışmalar…
Daha öğrenciliğinde çalışmaları yayınlanmaya
başlanan Osman Turan’ın derinliğine araştırma alanı, biraz
önce Şerif Bey Hocamın da bahsettiği gibi Selçuklu Tarihi
olmakla birlikte, o Türk Tarihi’ne bir bütün olarak
bakmasını bilmiştir. Türk tarihini dünya tarihi içinde
anlamlandırmıştır. Türk tarihinin medeniyet penceresin-
den tahlilini ve terkibini yapmaya çalışmıştır. Tarihçiler
genelde olanı çözümlemeye, anlamaya ve açıklamaya
çalışır. Hâlbuki olanı olduran öznenin tahlil edilmesi,
değerlendirilip yorumlanması ve açıklanıp anlaşılması,
anlatılması çok daha önemlidir. Osman Turan Hoca’nın
eserleri incelendiğinde, İslamiyet’i anlamadan Türk
tarihinin incelenip anlaşılamayacağı, medeniyetler arasın-
daki etkileşim süreçlerinin ve Batı medeniyetiyle ilişki-
lerimizdeki bağlantı biçimlerinin ve rotaların doğru
bilgisine ve bilincine ulaşmadan bugünkü toplumumuzun
niçin hala kalkınamadığını anlamamızın da mümkün
olamayacağı açık seçik görülebilmektedir. Ve doğru
rotanın ne olması gerektiği de anlaşılmaktadır. Gerçekten
Osman Turan hayatı boyunca Türk toplumuna Türk
medeniyetinin yeniden ihyası konusunda bir rota çizmeye
çalışmıştır. Bu rota, Türk tarihinin ve kültürünün temel
özelliklerini ve dinamiklerini tahlil ederek doğru biçimde
anlaşılmasından ve yorumlanmasından doğan bir felsefe-
dir. Bu felsefeyi Osman Turan’ın kitaplarında bulmak
mümkündür.
Osman Turan Hoca, sadece nesnelerin tahliline
takılıp kalmamış, Türk medeniyetini kuran ve geliştiren
insanların mefkûresini, ülküsünü, imanını ve gönlünü
anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Bu hedefe yönelik bir
ömürlük çalışmaları sonucunda, Türk Cihan Hâkimiyeti
Mefkûresi Tarihi’ni yazmıştır. Osman Turan’ın diğer
araştırmalarının ve eserlerinin tamamını Türk Cihan
Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’nin hazırlık çalışmaları
olarak değerlendirmemiz mümkündür. Bu eseri okuyan
herkes, Türk Cihan Hâkimiyeti, diğer bir ifadeyle Türk
Nizamı Âlemi, Türk Dünyası Düzeni, moda ifadesiyle
Türk Küreselleşmesi anlayışı ve uygulamasının, bugün
dünyayı etkisi altına almış olan tek süper gücün güdü-
mündeki küreselleşme anlayışı ve uygulamasıyla taban
tabana zıt olduğunu görecektir. Türk Cihan Hâkimiyeti
Mefkûresi, dünyanın neresinde olursa olsun kendi çıkarla-
rını koruma anlayışı üzerine değil, bütün insanlığı, hatta
bütün canlıları gözetmeyi esas alan iyilik felsefesi üzerine
inşa edilmiştir. Türk medeniyeti iyilikler medeniyetidir.
Osman Turan Hoca bu eserinde Türk Dünya Nizamı’nın
millî, İslamî ve insanî esaslarını nesnel delilleriyle ve ilmî
kıstaslar çerçevesinde ortaya koymuş, yorumlamış ve
vardığı sonuçları kendine özgü bir üslup içinde
yazabilmiştir. Çünkü Osman Turan sadece araştırmalar
yapan bir ilim adamı değil, mütefekkir ve aynı zamanda
yazardır. Bu niteliklerinden dolayıdır ki, bütün eserlerinin
özellikle Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’nin
defalarca baskısı yapılmıştır ve yapılmaktadır.
Osman Turan Hoca Türk Cihan Hâkimiyeti
Mefkûresi Tarihi ile dün ve bugün olduğu gibi yarın da
Türk Milleti’ne hitap etmeye, yol göstermeye devam
etmektedir ve edecektir. Osman Turan Hoca eserleriyle
aramızda yaşamaktadır. Şimdi ben Osman Turan Hoca’nın
değişik yönlerini tahlil etmeleri ve yorumlamaları için
sözü değerli meslektaşlarım Sayın Prof. Dr. Mehmet Öz,
Sayın Prof. Dr. Çağatay Özdemir ve Doç. Dr. Yusuf
Sarınay’a bırakacağım. Programda da görüldüğü üzere,
Mehmet Bey, Osman Turan Hoca’nın “milliyetçilik
anlayışı”nı, Çağatay Özdemir Osman Turan Hoca’ya gö-
re “bilim ve üniversite” konusunu ve Yusuf Sarınay da
“Osman Turan ve Türk Ocakları” konusunu irdeleye-
ceklerdir.
Evet, şimdi Mehmet Öz Bey’den Osman Turan
Hoca’nın milliyetçilik anlayışını dinliyoruz efendim.
Buyurun Mehmet Bey
OSMAN TURAN’IN MİLLİYETÇİLİK
ANLAYIŞI*
Prof. Dr. Mehmet ÖZ**
Merhum Osman Turan bir tarihçi ve dava adamıydı.
Onun milliyetçilik anlayışını anlamaya çalışırken bu iki
vasfına dikkat etmemiz gerekir. Bir tarihçi olarak onun
milliyetçiliği üzerinde durmadan evvel kısaca tarihçinin
objektifliği ve sübjektifliği problemine değinmek isterim.
Popüler algılamanın aksine tarih gerçekleri aynen, olduğu
gibi yazmaz/yazamaz; şüphesiz ki gerçekleri ortaya koyma
çabasının tarihçi açısından önemi ve tarihçinin bu bağla-
mdaki sorumluluğu vardır. Bununla birlikte tarihçi, bir kez
olup geçen olayları ve geçmişin olgularını ancak sahip
olduğu bakış açısı, bilgi birikimi ve ilgisi vb. kayıtlar
çerçevesinde ele alıp ortaya koyabilir... Bu sebeple, günü-
müz meselelerinin tarihî temelleri hakkında da farklı
yorumlar olacaktır ve bunlar bizim bakış açımızı genişlet-
meye ve zenginleştirmeye yarar. Öte yandan, tarih hakkın-
daki yorumlarımız ile günümüzü algılayışımız ve gelecek
tasavvurumuz da belli bir iç tutarlılık arz etmelidir. Gele-
ceğimiz hakkında düşünürken tarihî tecrübeyi göz önüne
almalıyız.
Osman Turan gibi milliyetçi bir tarihçinin tarih
araştırmalarının sonuçları ile düşüncelerinin karşılıklı bir
etkileşim içinde bulunması gayet olağan karşılanmalıdır.
Tarihin belirli fikirler ve gayeler doğrultulusunda araçlaş-
* Bu yazı, Türk Ocakları Genel Merkezi tarafından düzenlenen
“Vefatının 30 Yılında Büyük Türk Tarihçisi Prof. Dr. Osman Turan’ı
Anıyoruz” başlıklı panelde (19 Ocak 2008, Millî Kütüphane, Ankara)
yapılan konuşmanın metnidir. (**) Hacettepe Üniversitesi Öğretim
Üyesi
tırılması meselesi en katısından en yumuşağına kadar
bütün ideoloji ve dünya görüşleri için geçerlidir. Tarih-
çinin kimliğinden bağımsız bir tarih mümkün olabilseydi
veya bilim adamları laboratuarlarına, arşivlerine, kütüpha-
nelerine vb. girdiklerinde bütün felsefi düşüncelerini vesti-
yerde bırakabilselerdi kesin bir biçimde araçlaştırmadan
bahsedilmeyebilirdi. Şunu da açıkça vurgulayalım: Ne
tarih ne de diğer sosyal bilimler salt akademik kaygı veya
entelektüel merak ile at koşturulan alanlar değildir. Mama-
fih, bu doğru, tarihi, sosyal ve beşerî bilimleri tamamen
ideolojik yaklaşımların esiri ve aracı haline getirmek için
hakikat”in tahrif edilmesinin gerekçesi ve dayanağı olma-
malıdır. Bu çerçevede tarih şuurunun bireyler ve toplum-
lar açısından önemi büyüktür. Osman Turan da, yazılma-
mış, bir şuur kaynağı haline gelmemiş tarihi toprak altında
kalan madene benzetir.(TCHMT, s. IX )
Osman Turan, 1930’larda ortaya atılan Türk Tarih
tezi yerine hocası Fuad Köprülü’nün de tesiriyle Türklerin
hakiki tarihlerine yönelmiş, Türk tarihini yorumlarken
sentezci bir bakış açısıyla İslam dini ve medeniyetinin
önemini vurgulamıştır. İdeal medeniyetin bir sentezin
ürünü olması gerektiğini vurgulayan Turan’a göre, Ziya
Gökalp “ yeni Türk cemiyet ve kültürünü doğurmakta olan
veya terekküp etmesi gereken unsurları, basit, fakat doğru
olarak, millî, islâmî ve Avrupaî (Türkleşmek, İslâmlaş-
mak, muasırlaştırmak) olmak üzere üç kaynağa irca eder-
ken medeniyet istikbalimizin isabetli bir teşhisini yap-
mıştır.” (Turan 1964, s. 18). Başta Ziya Gökalp olmak
üzere milliyetçiler, millî kültür, islâm ruhu ve medenî
mahsullerinin Avrupa medeniyetiyle imtizacı yollarını arı-
yorlardı. Üç lüzumlu terkip unsuruna dayanarak inkişaf
mecrasını arayan bu cereyanların muhassalası istikbalde,
Türkiye’ni medenî simasını hazırlayacak bir mahiyette
iken Cumhuriyet bu duruma nihayet veriyor(…) resmen
milliyetçilik vasfını muhafaza etmekle (…) beraber, fikir
ve muhtevasıyla daha ziyade Garbçilerin görüşünü benim-
siyor”du. (Turan, 1964: 56)
Osman Turan İslâm-öncesi Türk tarihi ile İslâmî dö-
nem arasındaki devamlılık konusuna özellikle vurgu ya-
par. Orhun Abidelerine yansıyan Türklük şuurunu, Türk
cihan hâkimiyeti fikrini çok önemser. Bu idealin Selçuklu
ve Osmanlı devrilerinde de sürdürüldüğünü, bugün de aynı
yüksek vasıflara sahip Türk milletinin yeni bir şevk ile
henüz yapmadığı son vazifesini yapacağını ümit eder.
“Anadolu hâlâ dostların ümidi ve düşmanların hedefi-
dir. Zira sen bir toparlanabildiğin, millî şuur ve kültü-
rünü kurtardığın, ilim ve tekniğini kurduğun zaman
bu cevherlerinle yine eski kudretini ihya edeceksin.”
Bu ümitlerle Bilge Kağan’ın meşhur sözlerini tekrarlar: Ey
Türk Milleti titre ve kendine dön!” (Turan 1979, 28).
Osman Turan’ın Türk-İslâm sentezini esas alan mil-
let ve milliyetçilik anlayışında İslâm dini Türk milletinin
ve milliyetçiliğinin temel dayanağı olarak konumlandırılır.
“Türk Milleti Müslüman’dır” başlıklı yazısında “…bin
yıl zarfında tarih, edebiyat, dil, san’at, kültür, ahlâk,
an’ane, folklorumuz öyle bir İslam hamuru ile yoğrul-
muştur ki Türkleri ondan mahrum etmeğe uğraşmak
hem beyhûdedir; hem de bu milleti yıkmak ve ona
hıyânet etmektir.” der ve ekler: “…Türk milletinin
düşmanları kuru ve muhte-vası alınmış bir milliyetçi-
likten ziyâde, açık-kapalı yollarla, İslâmiyeti yıkmağa
çalışıyorlar. Esasen bu unsurlardan ve İslâmiyet’ten
sıyrılmış bir milliyetçilik de nutuk sahasında kalmağa
ve kurumağa mahkûmdur”(Turan 1979: 173).
Öte yandan milliyetin tek aidiyet formu olarak fetiş-
leştirilmesinin insanlık idealine aykırı bir durum yarata-
bileceği endişesini taşıyan (Özden, s. 562) Osman Turan,
İslâmiyet’in millet realitesini kabul ettiği, dinî ve insanî
gayelere aykırı bulunmayan mutedil bir milliyetçiliği
yasak etmediği, buna mukabil “milletlerarası üstünlük
ve nefret duygularına, yâni (…) bir nev’i ırkçılık de-
mek olan kavmî asabiyete cevaz” vermediği kanaatin-
dedir. Dolayısıyla ona göre, “milliyet, din ve insanlık
duyguları arasında tam bir ahenk kurmanın mümkün
olduğunu, Türklerin tarihte kendi cihân hâkimiyeti ve
dünya nizâmı davaları ile bugün sâdece nazariyatta
kalan Birleşmiş Milletler idealine fazlası ile yaklaşmış
bulunduklarını belirtmekte bir tereddüt yoktur.”
(TCHMT, s. 13; ayrıca s. 18)
O. Turan, Milliyetçi fikir akımlarının gelişmesini ve
millî devletlerin teşekkülünü Fransız ihtilâline bağlamanın
doğru olabileceğini belirtir ama millî duyguların doğu-
şunu, hatta milletlerin teşekkülünü ona bağlamanın dar ve
yetersiz bir görüş olduğunun altını çizer. Avrupa’da dev-
let-kilise çatışması laiklik ilkesi ile bir barışa dönmüş ama
bu din ve medeniyetin ayrılmasına sebebiyet verdiğinden
neticede materyalizmin ve dinsizliğin yayılmasına yol aç-
mıştır. Madde-mânâ dengesini savunan Turan, Avru-
pa’daki aşırı milliyetçiliğin ve ona karşı çıkan insaniyet-
çiliğin bu materyalist temelden beslendiği kanaatindedir.
Din ve milliyet anlaşmazlıklarından kurtulmayı amaçlayan
insaniyetçi ve beynelmilelci hareket, bu doğal duyguları
inkâr ederek aslında kendi nihai gayelerinden uzaklaşıyor
ve daha maddeci ve daha bunalımlı bir dünya yaratılma-
sına katkıda bulunuyorlardı. Yine o, kendi çıkarına ve
komşusunun aleyhine her hareketi meşru sayan bir milli-
yet ideolojisine ve milliyet fikrinin millet-devlet elinde kin
ve nefret duygularını kamçılayan bir vasıta oluşuna karşı
tenkidi bir tavır takınır. (Turan 1964, s. 165)Buna karşı
yukarıda değinilen başka milletlerin haklarına saygılı
mutedil milliyetçilik çare olarak gösterilmektedir.
Osman Turan Türk milliyetçiliğinin tarihî biçimini
Türk cihan hakimiyeti ülküsü olarak tanımlarken çağdaş
milliyetçiliğin Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma ve
parçalanması karşısında ortaya çıktığını, Anadolu’ya kıstı-
rılmak istenen Türklüğün Türk Ocakları ve İttihat ve Te-
rakki gibi fikrî ve siyasî teşkilatlarla Turan idealine sa-
rılarak kırılan millî gururu tatmine çalıştıklarını belirtir.
(Kösoğlu, s. 85)
Yukarıda da belirtildiği üzere Ziya Gökalp’in
“Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak”
terkibinin
olumlu bulan O. Turan Cumhuriyet devrinde eğitim ve
kültür alanlarındaki aşırı batılılaşmadan rahatsızdır. O,
Batıdan ilim ve tekniğin alınmasıyla yeni sentezin oluşabi-
leceği kanaatindedir. Gökalp’in bu formülünü benimser
ama onun fikri mirasının Osmanlı karşıtı yönlerini gör-
mezden gelir.(Özden, a.g.m.). Türk tarihin-deki büyük
inkılapçıları saygıyla selamlar, Meşrutiyet devrinde gele-
ceğin Türk kültürünün esas kaynaklarını oluşturmak üzere,
“milliyetçi, islâmcı ve garpçı üç fikir cereyanı halinde,
birbirlerini imha etmeksizin, feyizli bir terkibe imkân”
bahşettiğini belirtir (Turan 1964, s. 203) ama kendi zama-
nında inkılapçılık ile milliyetçiliğin hasım cereyanlar
haline gelmesine, inkılapçılığın devrim-bazlığa dönüşme-
sine de esef eder.(Turan 1964, s. 31; Turan 1979, s. 16-17)
Osman Turan’ın fikrî yapısında ve dolayısıyla milli-
yetçilik anlayışında demokrasi kavramının da mühim bir
yeri vardır. Demokrasinin Türk tarihindeki temelleri üze-
rinde de duran Turan, çok kişinin aksine İslam-öncesi
dönemde aristokratik ve feodal yapı dolayısıyla henüz tam
demokratik olmayan toplum yapısının bu şeklini Selçuk-
lular ve Osmanlılarla aldığını ileri sürer. Cumhuriyetin
“imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz” sloganının
bu tarihî mirasa dayandığı kanaatindedir(Turan 1979, s.
112-115) (Tabii bu gelişmeyi de merkeziyetçi devlet uy-
gulamasına dayandırır). Bu düşünceler eleştiriye açık
olmakla birlikte onun demokrasi vurgusunu millet, mede-
niyet ve milliyetçilik anlayışı çerçevesinde önemsemeli-
yiz ve otoriter ve aşırı batılılaşmacı tek-parti uygula-mala-
rına karşı milliyetçi-muhafazakâr bir münevverin hassasi-
yetlerinin bir yansıması olarak da okumalıyız. 1960 İhtilâli
sonrasını değerlendirirken millî irade ile uzlaşa-mayan
siyaset ve menfaat zümreleri, din ve milliyet aleyhtarları,
solcular, devrimbazlar ve beynelmilelcilerden oluşan Gü-
dümlü demokrasi taraftarlarını eleştirir. “Demokrasi
sayesinde Türkiye’nin millî kültür ve şuuruna, sarsılan
manevî nizamını bulmağa doğru ilerlemesi(…) Türk
düşmanlarını da demokrasi aleyhtarlığında ve buh-
ranların çıkmasında Güdümlü [demokrasi yanlıları]
lere yardımcı yapmış, belki de Güdümlüler onların
âleti olmuştur.” (Turan 1979, s. 121)
Milliyetçilik aleyhtarlarının faaliyetleri karşısında
pek çok genç ve aydının bu sıfattan ürktüğünü ifade eden
Turan, millî demokratik devrim yanlılarını kastederek,
ekler: “Gariptir ki, bugün komünistler milliyetçiliği an-
layış ve gayelerine göre istismara başlamışlardır.” Ko-
münizmi ve komünistleri manevi değerleri tahriple suçla-
yan Turan, yine de onları güdümcü ve devrimbazlara
nazaran daha şahsiyetli bulur. (Turan 1979, s. 126)
Sonuç olarak şu hususları tebarüz ettirmemiz uygun-
dur: Osman Turan’ın milliyetçilik anlayışı Türk tarihinin
devamlılığı, Türklerin sentez kabiliyeti, bir üst çerçeve
olarak İslâm medeniyetinin Türkler için ifade ettiği büyük
mânâ, nizâm-ı âlem ve adâlete dayalı Türk cihan hâkimi-
yeti ülküsü gibi ilke ve kavramlara dayanır. Millî ülkü ile
insanlık duygularının ahenkleştirilmesinin gerekliliğine
yürekten inana Osman Turan, millî, İslâmî ve insanî un-
surlar arasında dengeye dayalı, Türklüğün üstün vasıflarını
insanlık idealiyle bağdaştıran bir milliyetçi-muhafazakâr
şahsiyettir. Hiç şüphesiz milliyetçiliğin farklı tonları ve
yorumları vardır ve var olacaktır. Demokratik rejim çer-
çevesinde, Türk tarihinin bütünlüğüne, millî kültürün ve
tarihin temel unsurlarına, medeniyet ve insanlık ideal-
lerine ve onların dengeli bir sentezine, kültür ve medeni-
yetin maddî-manevî unsurlarının bir muvazene içerisinde
idamesi esasına dayanması itibariyle Osman Turan’ın
milliyetçiliği, günümüz Türk milliyetçiliği yelpazesinde
merkezî konumunu sürdürüyor. Günümüzde Türk mille-
tinin tarihî ve kültürel değerlerinden büyük ölçüde soyut-
lanmış bir ulusalcılık anlayışı karşısında Türk milliyetçi-
lerinin Ziya Gökalp, Osman Turan, Mümtaz Turhan, Erol
Güngör gibi fikir adamlarının çizgisi üzerinde, tabii ki
yeni şartlar çerçevesinde düşünmelerinde büyük yarar var.
Onun Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi kitabı
ve “nizâm-ı âlem” kavramı, yanlış anlamalara yol açsa
da, 1960’lardan günümüze hem kültürel hem de siyasî
alanlarda Türk milliyetçileri üzerinde derin tesirler yapmış
ve yapmağa devam etmektedir. Bu milliyetçilik anlayı-
şında, esasen onun da fark ettiği üzere, bazı çelişkiler ve
tutarsızlıklar olduğu savunulabilir. Mesela, bir milletin
dünya hâkimiyeti davasının, eşit milletler arasında demok-
ratik esaslara dayalı bir insanlık idealiyle nasıl bağdaştırı-
labileceği sorulabilir, ilh. Kanaatimce o, Türklüğün bu
yeni çağda tekrar silkinip medenî bir hamle yapması,
kendi öz değerlerine dayalı yeni bir medeniyet inşası için
tarihe başvurmuş, bu yeni hamle için gerekli manevî
kaynağı Türk Cihan Hâkimiyeti ideali olarak tespit
etmiştir.
Ruhu şâd olsun.
Kaynakça
Nevzat Kösoğlu, “Osman Turan’ın Türk Cihan
Hâkimiyeti Mefkûresi ve Milliyetçilik Anlayışı”, Prof. Dr.
Osman Turan’ın Eserinde Tarih ve Tarihçi İlişkileri, Haz.
B. Yediyıldız-F.Unan-Y.Hacaloğlu, Ankara 1998, 79-86.
Mehmet Özden, “Osman Turan”, Modern
Türkiye’de Siyasî Düşünce-Muhafazakârlık, c. 5, İletişim
Yayınları, İstanbul 2003, 558-565.
Fahri Unan, “Osman Turan’a Göre Türkiye’de
Laiklik”, Tarih ve Tarihçi İlişkileri, s. 141-159.
Osman Turan, 1979. Türkiye’de Siyasi Buhranın
Kaynakları, 2. bs., İstanbul.
Osman Turan, 1999 (TCHMT) Türk Cihan
Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, 12. bs., İstanbul.
Osman Turan, 1964. Türkiye’de Manevî Buhran,
Din ve Laiklik, Ankara.
PROF. DR. OSMAN TURAN’IN BİLİM VE
ÜNİVERSİTE ÜZERİNE GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİ
*
Prof. Dr. M. Çağatay ÖZDEMİR**
* Bu metin Prof. Dr. Osman Turan’ın ölümünün 30. yılı münasebetiyle
19 Ocak 2008 tarihinde Milli Kütüphane Konferans Salonunda
düzenlenen panelde yapılan konuşmanın gözden geçirilmiş halidir.
** Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Cemil Meriç, “Düşünmek, muammaları çözmek,
karanlıkları aydınlatmak, düşünmek savaşmaktır. Bir
nesil uğruna, bir millet uğruna, bir medeniyet uğruna
savaşmak. Mukaddeslerin emrinde olmayan her düşün-
ce, şuursuz bir debeleniştir” diyor. Türkiye’de yetişen en
önemli Selçuklu Tarihçisi Osman Turan, tarih alanının
dışında düşünürken, Cemil Meriç’in yukarıda koyduğu
ölçüler içinde hareket etmiştir. Osman Turan’ın eserlerini
verdiği, milli meselelerle ilgili görüşlerini ortaya koyduğu
dönem Türk Milletinin büyük problemlerle, manevi
buhranlarla karşı karşıya kaldığı, batılılaşmanın yoğun bir
biçimde ve karmaşa halinde yaşandığı, kültürel
yozlaşmaların had safhaya ulaştığı döneme rastlar. Milli
düşüncenin üniversitelerde itibar bulmadığı dönemlerde
milletinin vicdanını seslendiren az sayıda ilim adamından
bir olan Osman Turan, sağlam karakteri sayesinde
düşündüklerini yazmaktan çekinmemiş, görüşlerini aydın
çevrelerle paylaşarak Türk Milliyetçiliğinin diri kalmasını
sağlamıştır. Fuat Köprülü gibi Türk Tarihçiliğinin
kurucusu sıfatını taşıyan bir şahsiyetin yanında doktora
yapan Osman Turan, kendi alanının dışında yazığı eser ve
makalelerde Türk Milletinin medeniyet davasının
taşıyıcısı olarak gördüğü üniversite ve aydınlara ilişkin
ortaya koyduğu görüşlerinin bugün de değerden düş-
mediğini belirtmek gerekir. Günümüzden 40 yıl önce orta-
ya konan bu görüşler bir yandan Türk Milliyetçileri için
bir övünç kaynağı olurken, diğer yandan da milletimizin
problemlerine çözüm getiremeyenlere uyarı olmaya
devam etmektedir.
Okuma Yazma Bilen Cahiller Yerine Seçkinci Eğitim
Osman Turan’a göre Türkiye’nin iktisadî ve medenî
kalkınması uzmanlığı, değerleri ve ülküsü sağlam seçkin
bir kadro ile gerçekleşecektir. Türkiye’de okur-yazar
oranının yükselmesiyle ekonomik ve medeni atılımların
mümkün olacağı ve inkılâpların yerleşeceği kanaatinin
basit bir muhakemeye dayandığını ifade eden Osman
Turan, Avrupa’daki okur-yazarlık oranının %95’e ulaş-
masının Türkiye açısından bir ölçü olmaması gerektiğini,
aksine Batı Avrupa’da ilköğretimin bu düzeye ulaşmasının
bu medeniyetin nedeni değil, tersine büyük bilimsel
buluşların ve sanayi inkılâbının tabii bir sonucu olduğunu,
okur-yazarlık oranının da ancak XIX. yüzyıl sonlarına
doğru onu takip ettiğini ve demokrasinin gelişimiyle
paralel olarak yayılmış olduğunu düşünür (Turan,
1980:37).
Osman Turan okuma-yazmaya indirgenen ve arkası
gelmeyen öğrenimin Türkiye’nin kalkınması açısından
yararlı olmadığından, Türkiye gibi sermayesi kıt bir
ülkenin kaynaklarını israf etmemesi gerektiğinden yola
çıkarak, Türkiye’nin “medeniyet” davasında yoluna
devam edebilmesi için seçkinci davranmasını, bilim,
kültür ve ülküsü sağlam seçkin bir kadroya sahip
olmasını veya bunları memleketin kaderini tayin eden
kurumlarda etkili bir duruma yükselterek maddi-manevî
gelişim yolunu açmasını öğütlemiştir. Osman Turan’ın bu
noktadaki seçkinci tavrı bilim alanında Türkiye’nin
ihtiyaç duyduğu nitelikli bilim insanı kadrosuna işaret
etmektedir. Bu noktada akla gelecek ilk soru, bir
toplumun seçkininin kim ve nasıl olduğudur. Türk Dil
Kurumu’ndan alıntı yaparak ‘seçkin’ terimini şöyle
tanımlayabiliriz: “Bir toplumda gücü ve saygınlığı olan
(kişi veya grup)”. Bu tanımı üniversitede bilimsel
yeterliliği ve saygınlığı olan kişi veya grup olarak
genişletebiliriz. Bunun yanı sıra seçkinin kimlerden ibaret
olduğu bir toplumun özelliklerine, meselâ dinî, siyasî
yapısı ve geleneklerine çok yakından bağlıdır. Söz gelimi
kapitalist toplumlarda seçkin olabilmek için servet sahibi
olmak gerekir. Türkiye’de günümüzde bir kişinin
üniversite kesimine katılabilmesi için üniversitelerde
hâkim olan ideolojik görüşe inanması, en azından öyle
görünmesi gerekiyor. Çoğu zaman üniversiteye araştırma
görevlisi olarak girilirken veya kadro talebinde bulunu-
lurken üniversitelerde hâkim olan görüş belirleyici oluyor.
Sonuç olarak üniversitenin ideolojik anlamda seçkin
kesimi sayılan kişiler kendi değer yargılarını paylaşmayan
ve onları kabul etmeyen akademisyenlere tepeden bakıyor,
onları kolay kolay kendi ideolojik-epistemik cemaatlerine
kabul etmiyorlar. Bu yüzden bazen karşımıza seçkincilik
kavramı olumsuz olarak karşımıza çıkabiliyor.
Hâlbuki Osman Turan’ın kastettiği seçkin kadro
kendi görüşünden olmayanları dışlayan kadro değildir.
Osman Turan’ın seçkin kadrodan anladığı alanında en
nitelikli bir biçimde yetişmiş ihtisas sahibi (bilim uzmanı)
insandır. Osman Turan bu konuda Mümtaz Turhan
geleneğini sürdürür. Mümtaz Turhan da yıllarca ihtisas
sahibi insan yetiştirmenin Türkiye’nin öncelikli hedefi
olduğunu şiddetle savunmuş, ama bu görüşünü siyaset-
çilere kabul ettirememiştir.
Mümtaz Turhan’ın 1960’lı yıllarda verdiği mesaj
şuydu: Kapitalist ol sosyalist ol, dindar ol dinsiz ol,
bugünkü dünyada bilimde geri isen her şeyde gerisin.
Onun için devletin yapısı neye dayanırsa dayansın,
seviyeli ve güçlü olmak için bilime dayanmak şarttır. Bir
an evvel bilim uzmanlarını yetiştirelim ve bilimi toplumun
işleyişine yerleştirelim. Osman Turan da Mümtaz Turhan
gibi düşünür ve ihtisas sahibi insanı hemen yetiştirelim
der. Ona göre, niteliksiz, milletinin medeniyet davasına
sırt çevirmiş, toplumuna yabancılaşmış özellikleriyle
tema-yüz eden seçkinci kadronun Türkiye’ye bugüne
kadar hayrı olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır.
Gerçekten küçük bir seçkin kadro ile memleketi
medeniyet ve kalkınma yoluna koymak ve aklıselimini
muhafaza eden cahil halkı bu kervana uydurmak kolay
olduğu halde yarım aydınların (diplomalı cahillerin)
çoğalması ile mevcut ilim ve fikir adamları boğulmağa,
manevî değerler alt-üst olmaya başlayınca buhranlar
şiddetlenmiş ve ilerleme yolları bataklığa çevrilmiştir
(Turan, 1994:63).
Köy Enstitüleri
Türkiye’de inkılâp hareketleri bilimin rehberliğinde
yapılmadığı için geri kalışımızı okur-yazar sayısının artı-
rılmasına bağlayanları şiddetle eleştiren Turan, okur ya-
zarlığın yayılması ile kalkınmanın sağlanamayacağını,
Köy Enstitüleri’nin bu sakat görüşün bir uygulaması oldu-
ğunu, gerçekten yoksul köylüleri okutmak için girişilen
köy enstitüleri hareketinin köye kalkınma ve medeniyet
yerine daha fazla sefalet götürdüğünü savunmuştur. Tu-
ran’a göre Köy Enstitüleri, gençleri küçük zanaatlarla ve
rençperlikle meşgul ederek, hem kültürden yoksun bırak-
mış; hem de onları toprağa bağlayarak şahsi gelişme ve
yükselmelerine engel olmuştur. Ekonomik kalkınmayla
paralel gitmeyen köy enstitülerinden başarı bekleneme-
yeceğini ifade eden Turan’a göre, ilkokul görmüş köylü
çocuklarının, maddi sefalet yüzünden, zamanla, okur-ya-
zarlıklarını dahi muhafaza edemediklerini, ekonomik ve
sosyal şartların geriliği dolayısıyla da bu girişim cehaleti
okur-yazarlığa çevirmekten başka bir sonuç vermemiştir
(Turan, 1980:39).
Osman Turan bu noktada, Türkiye’nin kalkınmasını
gerçekleştirme yolunun okuma-yazma bilen insanların sa-
yısını çoğaltmada değil, tam tersine - Mümtaz Turhan gi-
bi- yüksek öğrenim görmüş uzman kişilerin sayılarını
çoğaltmaya bağlı olduğunu düşünür ve şöyle der: Buna
karşılık fabrikaların kurulması ve iktisadi faaliyetlerin ge-
lişmesi sayesinde okur-yazarlıktan daha ileri sonuçlar
alındığı, daha görgülü ve medeni bir hayat sağladığı aşi-
kârdır. Hatta köye giden öğretmenlerin, köyü kalkındı-
racak yerde, şartların ağırlığı dolayısıyla, köylüye uyarak
kendi hayat seviyelerini de düşürdüğü görülmüştür
(Turan, 1980: 39).
Üniversite Reformu ve
Özerklik
Osman Turan’ın üniversite reformuna ilişkin gö-
rüşleri 1961 Anayasasıyla pekiştirilen üniversite özerk-
liğinin ülkeyi on yıl içinde sürüklediği kaos ortamıyla
ilgilidir. Turan’a göre üniversitede bilimin düzeyini ve
saygınlığını yükseltmeyen, üniversiteyi ihtilalci ocağı
haline getiren hocalar (öğretim üyeleri) özerklik kavra-
mının arkasına sığınarak, dershanelerde bilimsel sosya-
lizm safsataları ile genç beyinleri ifsat etmişler, onları
sokak eylemlerine kışkırtmışlardır. 1960’lı yılların sonun-
da özerkliğin istismar edildiğini gösteren en güzel örnek
ODTÜ’dür. 1968 öğrenci olaylarından sonra hızla
Marksist-Leninist ideolojinin Türkiye üniversitelerinde
örgütlenmesinin arkasında, o yıllarda yanlış anlaşılan ve
uygulanan özerklik anlayışının etkisi çok büyüktür. O
yıllarda ODTÜ’nün Marksist-Leninist ideolojinin esiri
haline getirilişine şiddetle itiraz eden Turan, o zamanki
yöneticilere haklı olarak ateş püskürür. Onların sorum-
suzca davrandığını ve gençleri yasa dışı eylemlere yönelt-
tiğini söylerken, bağnazca sol ve Marksizm düşmanlığı
yapmaz. Aksine, o zamanki ODTÜ’de sol ve sosyalist
gençlerin bulunuşunu tabii sayar. Fakat meslek ve göre-
vini bir yana bırakan rektör ve öğretim üyelerinin
ciddiyetsiz ve tehlikeli propagandalarla yeni kuşağı
kurban edemeyeceklerini belirtir. Buna karşılık üniver-
sitede görevini istismar etmeyen, ahlak ve yasa dışı gizli
faaliyetlere sapmayan ciddi Marksistlerin bulunmasına da
karşı çıkmaz (Turan, 1980:140).
Üniversite yönetimlerinin, o zamanki profesör
kurulları ve senatoların, görevlerini yapmadıkları, bilimsel
düzeyin düşmesine ve memleket çocuklarının kurban
edilmelerine seyirci kaldıkları, hatta çoğu zaman Marksist
ideolojinin taraftarı kesilen gençleri korudukları için
sorumluluk taşıdıklarını belirten Turan, üniversitelerin
anarşi ve kaos ortamına gelmesinin arkasında bilimsel
yetersizliğin rol oynadığı kanaatindedir. Bu nedenle
üniversite reformunda en önemli mesele üniversiteye
bilimsel ölçüler ile girip onu yeniden kurmaktır. Akade-
mik unvan ve statülere ancak bilimsel orijinal araştırma
yapanların layık olabileceğini vurgulayan Turan’ın
öğretim üyesi olacaklarda iki önemli şartın aranması ister.
Bunlardan birincisi ehliyet, ikincisi de daimi çalışma
aşkı ve gücü. Bunlar olmaksızın, öğretim üyeliğine kabul
edilenlerin zamanları kendi mesleki çalışmalarına ayırma-
dıkları, liyakatten yoksun bu yetersiz kişilerin zamanlarını
üniversite dışında yazıhane, muayenehane, şantiye,
iktisadi kuruluşlar ile mahkeme koridorlarında öldürdük-
leri görülmektedir (Turan, 1980:140).
Bundan 40 yıl önce işaret edilen bu görüntünün
üniversitelerden yok olduğunu söylemek imkânsızdır. Fen
Fakültelerinde gece yarılarına kadar yanan laboratuar
ışıklarını ülkemizde görmek hayalden ibarettir. Günü-
müzde ekonomik sıkıntı içine düşürülen üniversite men-
supları, geçim kaynaklarını üniversite dışında aramaya
mahkûm edilmiştir. Kendilerini geliştirmede zorluk çeken
büyük bir kitle geçim derdine düşürülmüştür. YÖK ve
bazı üniversite rektörlerinin bilimsel yayın sayısındaki
artışla övünmelerin günü kurtarmakla ilgili olduğu
bilinmektedir. Yükselme ve atanma kriterlerinin zorlama-
sıyla bilimsel çalışmaların sayısı artmış görünürken, bu
çalışmalarda nitelik yoğunluğuna rastlamanın tartışmalı
olduğu söylenebilir.
Üniversitede amaç bilimsel çalışmaların sayı ve
niteliğini artırarak ülkenin ihtiyaçlarına çare aramaktır.
1960 ve 1970 yılları arasında çoğu üniversitenin özerkliği
sorumsuzluk, denetimsizlik ve dokunulmazlık olarak
algılaması Türkiye’ye çok pahalıya mal olmuştur. Hâlbuki
özerklik, serbestçe öğretim ve araştırma hürriyetidir.
Özerklik, üniversitede dinamik, yapıcı ve yaratıcı bir bilim
ortamı hazırlama; daha nitelikli araştırma ve öğretim
yapma, ülkeye daha yararlı aydınlar yetiştirme ve ülke
kültürünü geliştirmek için başlıca vasıtadır. Bu, ağır
sorumluluk yükleyen bir vasıtadır. Fakat hiçbir zaman
üniversiteyi toplumun etkisinden sıyırıp, sırça köşkten
ideolojik eleştiriler yapan bir düşünce merkezi haline
getirme veya topluma karşı yapılacak tahriklerin ocağı
haline getirme vasıtası ya da sıçrama tahtası da değildir.
Üniversiteyi hem dinamik ve güçlü kılma hem de zorla-
madan topluma daha fazla yaklaştırma ve daha yararlı kıl-
ma aracı olan özerklik, hiçbir zaman mutlak anlamdaki
devlet özerkliği gibi de düşünülemez. Onun doğal bir
gereği ve sonucu olan üniversite demokrasisi de parla-
menter demokrasi değildir (Bıyıkoğlu, 1980:103-116).
Aradan yarım asırlık bir zaman dilimi geçmesine
rağmen, günümüzde de üniversite öğretim üyeleri arasında
özerklik konusunda fikir birliği yoktur. Çağdaş ülkelerde
özerklik, üniversiteyi ve bağımsız düşünceyi üniversite
dışı baskı gruplarının etkisinden koruma anlamında
kullanılırken ülkemiz kamuoyunda üniversite özerkliği,
çok dar çerçevede üniversite yöneticilerinin belirleniş şekli
ile özdeşleştirilmekte, yöneticilerin belirleniş şekline
bakılarak üniversitelerin özerk olup olmadığına karar
verilmektedir. Bu nedenle özerkliği sağlamak için genel-
likle kurumları siyasi otoritenin etkisinden uzak tutmak ve
kendi organları eli ile yönetilmesini sağlamak gibi bir
eğilim vardır.
1960-1970 yılları arasında üniversiteleri Marksist-
Leninist ideolojinin hakimiyetine terk edilmesini isteyen
öğretim üyeleri, özerkliği bu ideolojinin üniversitelere
yerleşmesi olarak anlamışlar ve öylece de uygulamışlardır.
Hiç kimse bu kavramı sorgulamamıştır. O yıllarda astığı
astık kestiği kestik olan profesörler, mali özerklik olmadan
idari özerklik olmayacağını düşünmek istememiştir. Ben
üniversiteyim, rektörüm, profesörüm hiç kimseye hesap
vermem, aksine hesap sorarım tavrıyla üniversitelerde az
da olsa var olan bilimsel ortamlar yok edilmiştir. O
yıllardan günümüze 40 seneden fazla zamanı geride
bıraktık. Bugün artık özerkliğin ne olduğunun ölçütleri
belirlenmiş durumdadır. O halde gerçek özerkliğin
ölçütleri nelerdir?
OECD 2003 raporunda, ‘Eğitim Politikaları Analizi’
genel başlığı altında yükseköğretimde yönetişimin değişi-
mini araştırmış ve bu bağlamda üye ülkelerden 13’ündeki
devlet üniversitelerinin sahip olduğu kurumsal özerkliği
ele almıştır. Araştırmanın kesin olmayan ön raporunda
üniversitelerin özerklik konusunda ne derece bağımsız
oldukları sekiz alanda incelenmiştir. Özerkliğin derece-
sinin sorgulandığı bu sekiz alanı şöyle sayabiliriz
(Terzioğlu, 2003):
• Binaların ve tüm araç-gereçlerin mülkiyet
hakkına sahip olmak.
• Kredi alabilme yetkisine sahip olmak.
• Bütçesini
oluşturma
ve
öncelikleri
doğrultusunda sarf edebilmek.
• Akademik yapısını ve ders programlarını
belirlemek.
• Akademik personeli işe almak veya işine son
vermek.
• Maaşları belirlemek.
• Üniversiteye alınacak yeni öğrenci sayısını
saptamak.
• Öğrenim ücretlerini belirlemek.
Türkiye’de üniversiteler yukarıdaki ölçütlerden
“sadece akademik yapısını ve ders programlarını
belirleme” konusunda yeterli iken, diğer kriterlere hemen
hemen hiç uymamaktadır.
Bilim Adamlığı
Osman Turan, ilim adamlığı kavramına önem verir-
ken, ilimden ve ilim adamından anladığı şudur: Medeniyet
ve yenileşme davasında bulunan bir memlekette başlıca
kalkınma unsuru insandır ve bu da ilim ve ihtisası, kültür
ve mefkûresi sağlam seçkin bir kadroya dayanır. Evrensel
düşündüğü kadar, objektif olan, aydınlanmış ve aydınla-
tan, öngörüsü ve ahlaki sorumluluğu yüksek kişidir. Pekâ-
lâ, bilim adamı bir unvan mıdır? Varsa bu unvanı kim
veya hangi kurumlar verir? Eğer bu unvan üniversite
tarafından veriliyorsa; her üniversiteli, uzman ve öğretim
üyesi ya da araştırıcı, araştırma görevlisi, doçent, profesör,
bilim adamı mıdır?
Evet, bilim adamlığının bir unvanı vardır ve bu
unvan bilimle uğraşan, toplum ve doğa yararına çalışmalar
yapan ve yaşamını sorun çözmeye adayan topluluğa
verilen genel bir ibaredir. “Ben bilim adamıyım” diye
bilim adamı olunmaz. Kişinin bilime katkıları toplum ve
tarih tarafından itibar görürse unvan alır. Bilim adamı
unvanı dendiğinde bir saygı, şükran duygusu sezilmekte
ve bilimle uğraşanları onore etmek hedeflenmelidir. Bu
bağlamda bir unvan olarak bilim adamlığı; Arş. Gör,
Yard. Doç., Doç., Prof. gibi akademik unvanlardan farklı
olmak zorundadır. Doçentlik ve profesörlük gibi kişisel
unvanların, yasa ve yönetmeliklerle hangi koşulları yerine
getiren kişilere verileceği bellidir. Ancak her üniversitede
farklı uygulanan atanma ve yükseltme ölçütlerine göre
verilen Doçent veya Profesör gibi kişisel unvanlar ile
bilim adamlığı eş değer değildir. Bilim adamlığı toplumsal
ve onursal yönü ağır basan ve kolay elde edilmeyen bir
unvandır. Akademik unvan verilir, ancak bilim unvanı
alınır (Ortaş, 2004).
Osman Turan kendi ülkesinin medeniyet davasına
inanmayan, kendi milletinin kalkınma davasına hizmet
etmeyen, ihtisas sahibi olmayı şarlatanlıkla karıştıranlarla
yol alınamayacağını, medeniyet davamızda ve ekonomik
kalkınmamızda ilim, kültür ve ülküsü sağlam seçkin bir
kadroya sahip olmadan veya bunları memleketin kaderini
tayin eden müesseselerde müessir bir duruma yükselt-
meden maddi-manevî bir gelişim yolunu açmanın müm-
kün olmadığını savunur. Turan’a göre, demokrasi
devrinde kaydedilen bir takım büyük iktisadî ve sınaî
hamlelere rağmen, son yıllarda, karşılaştığımız siyasi
buhranlar da bu hususu tecrübe ile bize göstermiş; manevi
kalkınma ile muvazi gitmeyen iktisadî hamlelerin de nasıl
siyasî ve içtimaî sarsıntılar arasında heba olabileceğini
meydana koymuştur (Turan, 1994:61).
Osman Turan’ın 1970 yıllarda resmettiği üniversite
görüntüsüyle, 1930’lu yıllarda yabancı bilim adamı Albert
Malche’ın resmettiği görüntü arasında fazla bir fark
yoktur. Darülfünunun ıslah edilmesi için İsviçre Cenevre
Üniversitesinden Prof. Albert Malche’yi 1932 yılında
hükümet tarafından göreve davet edilen ve altı ay
Türkiye’de sözleşmeli yabancı uzman olarak çalışan
Malche, 29 Mayıs 1932 tarihinde teferruatlı bir rapor
sunmuştur. Malche’nin raporunda belirttiği aksaklıklar şu
şekilde sıralanabilir: Fakülteler arasında bilimsel işbirliği
yoktur. Hocalar ders vermekle yetinmekte, araştırma
yapmamakta, en basit çevirileri bitirme tezi olarak kabul
etmekte, derslerde çok yüzeysel olarak not tutturmak-
tadırlar. Kurum dışında işleri olan hocaların özel işleri ön
plana çıkmaktadır. Aralarında bilimsel işbirliği değil,
tefrika ve çekişme bulunmaktadır (Aras ve diğerleri,
2007:352-399).
Türkiye'de üniversiteler bugün problemler yumağıdır.
1773'te Mühendis yetiştirmek gayesiyle batı tarzı açılan
Mühendishane-i Berr-i Hümayun ve Mühen-disihane-i Bahri-i
Hümayun’la başlayan yenilik girişim-lerinden sonra Cumhuriyet
döneminde on yıllık bir hazır-lık döneminin ardından 1933’te ilk
üniversite reformu yapılmıştır. Ancak 1933 reformunun
ardından, 1946, 1960, 1973 ve 1981’de (reform) yeniden
düzenlemeler yapılmıştır. Bütün bunlara rağmen tatmin edici bir
çözüm doğmamıştır. YÖK Yasası'nın yürürlüğe girdiği 6 Kasım
1981 tarihinden beri 26 yıl geçmiş bulunuyor. O zaman 27 olan
üniversite sayısı günümüzde, 85 devlet üniversitesi ve 30 vakıf
üniversitesi olmak üzere
115'e ulaşmış bulunuyor.
Yükseköğretim'in yapısı büyümüş ve yapı karmaşıklaşmıştır. 26
yıllık süreçte YÖK çok eleştirilmiş, YÖK Yasası'nda çok sayıda
değişiklikler yapılmıştır. Ancak pek çok sorun birikmiştir ve
birikmeye devam etmektedir. Türkiye'nin yükseköğretim ile ilgili
sorunlarını çözmek amacıyla kurulan YÖK’ün bizzat kendisi de
toplumun önüne sorun olup çıkmıştır.
1990’lardan sonra dünya genelinde yükseköğretim-de
öğrenci sayısı, dolayısıyla okullaşma oranı, beklenme-dik
düzeyde yükselmiştir. Örneğin, dünya genelinde yükseköğretim
gören öğrenci sayısı, 1985’te 20 milyon iken, günümüzde 100
milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Birçok ülkede
yükseköğretimde okullaşma oranı, sanayi toplumunun seçkinci
(elitist) eğitim aşamasından (yüksek-öğretimde okullaşma oranı
%15’e kadar olan aşama) kitleselleşme aşamasına (%15-
%50), kimilerinde ise %50’yi aşarak kitleselleşme-sonrası
aşamaya geçmiştir. Bu gelişme, yükseköğretimin finansmanı,
nitelik sorununu ortaya çıkarmış, üniversiteler arasındaki
rekabeti artır-mıştır. Bütün bu değişim ve dönüşümler
sonucunda üniversite, “21. yüzyıl üniversitesi” şeklinde
kavramlaş-tırılan yeni bir kimlik kazanmıştır.
Üniversitenin üç işlevinden söz edilir: Eğitim, araştırma
ve kamu hizmeti fonksiyonu. Burada özellikle araştırma (bilim
üretme) işlevine dikkat çekmek gerekir. Üniversitenin ne
olduğu, bilimin ne olduğu temeline dayanır. Bilimin ne olduğu
ise felsefi bir temele dayanır. O halde, üniversitenin felsefi bir
temeli olmalıdır. Bilin-diği üzere felsefe, bilgelik sevgisi
anlamındadır. Üniver-site işlevlerini bilgelikle yürütmelidir.
Heidegger şöyle der: Modern bilim Platon'dan beri felsefe diye
adlandırılan Greklerin düşünmesinde temellenir. Türkiye
üniversitele-rinin yapısını belirleyenler, ona yön verenler bu
kavram-larla değil, esas itibarıyla, ideolojik kaygılarla hareket
ettiler. Cumhuriyet dönemi eğitim sisteminin arka planın-da
bulunan pozitivist anlayışın sığlığını sergilediler. Üniversite
sorununa ve çözüm arayışına da bilgelikle yaklaşmak
gerekiyor. Üniversitenin yapısı ve yürütülmesi, bilimin ne
olduğuna dair belirli bir felsefi zemin üzerine oturmalıdır.
Araştırmanın yapıldığı ve sonunda keşfin zuhur ettiği atmosfer,
özveri, coşku, sevgi dolu bir alandır. Türkiye'de üniversitenin
yapısından, başarı kriterlerinden bahsedilirken, okullaşma
oranı, yayın sayıları, öğretim üyesi başına düşen öğrenci
sayısı gibi niceliksel parametreler dile getirilmektedir. Bu
nicelikler sonuçtur. Asıl olan temelden üniversitenin
kültüründen, tabiri caizse ruhundan söz edilmemektedir.
Üniversitede farklılık önemli bir değer olmalıdır. Dolayısıyla,
üniversite sistemi farklılaşmaya ve rekabete izin veren bir
nitelikte olmalı-dır. Dolayısıyla üniversiteler kendi gelişme
strateji-sini kendisi hazırlayabilmelidir. Rekabet gelişmenin
önemli bir dinamiğidir. Tek tip yapı dinamizmi değil statükoyu
getirir (Günay, 2007).
12 Eylül Askeri Darbesinden hemen sonra kurulan YÖK,
geçen 26 yıllık sürede hep tartışma konusu olmuş, yaptığı
uygulamaların bir kısmı ağır eleştiriler almıştır. Son dönemde
siyasal iktidarla kavgaya tutuşan YÖK, üniversitelerin ve
öğretim üyelerinin sorunlarını çözmede başarılı olamamıştır. Bu
konuda ayrıntıya girmeden sade-ce bir örnek vermek istiyorum.
YÖK’ün yurtdışı öğretim üyesi yetiştirme politikaları fiyaskoyla
sonuçlanmıştır. Harcanan milyon dolarlar havaya uçup gitmiştir.
YÖK’ün bizatihi kendisi yayınladığı raporda, yurt
dışına burslu gönderdiği öğretim üyesi adaylarından
yarısını “ başarısız” bulmuştur. Yurtdışına gönderilen 3 bin
631 öğretim üyesi adayından yalnız 1667’si doktora
derecesi alarak yurda dönmüştür. Zarar 49 milyon 100 bin
dolardır. YÖK’ ün hazırladığı raporda, 1987 yılından 2002
sonuna kadar 29 değişik ülkeye toplam 3 bin 631 öğretim
üyesi adayı gönderildiği belirtilerek, bunların yüzde
50’sinin ABD, yüzde 38'inin de İngiltere'de öğrenim
gördüğü ifade edildi. Bugüne kadar yurt dışına gönderilen
adaylardan 765'inin halen eğitimlerini sürdürdükleri kay-
dedilen raporda, yalnız 1667 kişinin doktora derecesi
alarak yurda dönebildiği belirtildi. Rapora göre, başarısız
adaylardan 351’ ini eğitimlerini tamamlayamayanlar,
473’ünü de müstafi sayılanlar oluşturuyor. Öğrenimlerini
sürdüren 765 araştırma görevlisi dışında kalan 2 bin 866
adaydan yalnız 1667’si (yüzde 58) doktora derecesi
alarak, Türkiye'ye gelebildi. YÖK’ ün 1996 yılında
gerçekleştirdiği hesaplamaya göre, yurtdışına gönderilen
araştırma görevlisi başına yılda ortalama 25 bin dolar
harcama yapılıyor. Başarısız olan öğrencilerin YÖK'e
toplam maliyeti 49 milyon 100 bin dolardır (YÖK,
2003:56-66).
Devleti, dolayısıyla bu kadar zarara uğratanlar
kimlerdir? YÖK adına bu öğrencileri, bilimsel ölçüt
kullanmadan, onları dayanıklılık testlerinden geçirmeden
gönderenlerdir. Giden öğrenciler, devletten yeterli miktar-
da burs almalarına rağmen başka işlerde çalışarak
öğrenimlerini aksattıkları ve bu yüzden de başarısız
oldukları bilinen nedenlerden sadece bir tanesidir.
Osman Turan’a göre, medeniyet ve yenileşme
davasında bulunan bir memlekette başlıca kalkınma
unsurunu insan teşkil ettiği ve bu da ilim ve ihtisası,
kültür ve mefkûresi sağlam seçkin bir kadroya dayandığı
halde yüksek öğretimin amaca uygun bir seviyeye
ulaşamamasında ve memlekete elverişli unsurlar yetişti-
rememesinde asıl mesuliyetin devlete ve üniversiteye ait
olduğa da aşikârdır. Mevcut sistem zayıfı liyakatliye
tercih ettiği içindir ki, yeniden inşaya muhtaç bulunan
Türkiye’de ilim ve üniversiteler üzerinde millet ve
devletçe ciddiyetle durmadığımız takdirde medeniyet
davamız ve hatta milli bekamız bile emniyette değildir
(Turan, 1994:70).
Nakilcilik Devam Ediyor
Osman Turan’a göre, “ İlim ve fikir yerine bazen
basit nakilciliğin veya safsataların galip geldiği,
memleket ihtiyaçları yerine moda, taklit ve menfaatlerin
hüküm sürdüğü üniversiteler böylece on binlerce Türk
çocuğunun zekâ ve imanına mezar olmaktadır.” Bu rezil
durumdan kurtulmak için önce devletin sosyal ve ekono-
mik politikasının içinde üniversite probleminin önemli bir
yerinin olması gerekir. Bu yerde üniversitelerimize ilim,
araştırma, teknoloji, modern bilgiler ve yeni düşünceler,
özellikle nitelikli insan yetiştirme bakımından hedefler
gösterilmesi gerekir. Geniş düşünmek, iddialı olmak ve
rekabet için bilenen bir hırsa sahip bulunmak gerekmek-
tedir. Mesela vakıf üniversiteleriyle bu rekabet sistemine
girilmiştir. Gelişip yaygınlaştırılması gerekir. Mesela
Nobel Ödülüne aday yetiştirmek; mesela bir milyon
nüfusa düşen bilim adamı ve araştırmacı bakımından belli
sayıda insana sahip olmak, mesela her yıl fen bilimleriyle
ilgili Science Citation İndex’de, sosyal bilimlerle ilgili,
Social Science Citation Index’te, sanat ve edebiyat gibi
konularda ise Art and Humanities Citation Index gibi
bilimsel yayınlar yapan dergilerde makale neşretmek gibi
hedefler alınabilir. Bugün bu gibi konularda dünya
sıralamasının çok gerisindeyiz. Bilimsel yayınlar bakı-
mından yetersiziz. Ders kitapları gibi basit çalışma
ürünleri dâhil, bilimsel makaleler, eserler ve kanunların
şerh edilmesi gibi bilimsel çalışmalar Türkiye’de yok
denecek kadar azdır. Tıp Fakültelerinde okutulan
kitapların yüzde %90’dan fazlası tercümedir. Hukuk
Fakültelerindeki ders kitapları 1970-1980 baskılarının
yayınlanması şeklindedir (Turgut, 2007:84-87).
Bu sebepledir ki, Osman Turan bugün yaşasaydı ve
bunun nedenini sormuş olsaydık, alacağımız cevap şu
olabilirdi: Akademik mevkilerin çoğu liyakatsiz unsur-
larla doldurulmaktadır.
Yeni Üniversiteler Açma
Osman Turan hükümetlerin devamlı olarak lise,
yüksek okul ve üniversite açmak gayretine düşmesine
karşı çıkmıştır. Liyakatin aranmadığı üniversitelerde
muazzam binaların yükseldiği, buna karşılık en büyük
servet olan ilim ve kültür adamından mahrum bırakılışa
eleştiriler getiren Osman Turan’ın haklılığı günümüzde
de devam etmektedir.
Kendi doğduğu kent olan Trabzon’da -alt yapısı ve
öğretim kadrosu hazırlanmadan- üniversite açılmasına
karşı çıkan Osman Turan’a inat, 40 yıldır siyasal ikti-
darlar halk dalkavukluğu yapmada birbirleriyle yarışır-
casına gecekondu üniversiteleri açarak Türkiye’ yi kalkın-
dırdıklarını zannetmişlerdir. Oysaki yeni bir üniversite
kurmak politikacıların sandığı kadar kolay değildir. Milli
Eğitim Bakanlığı’ nın teklifini yaptığı, TBMM’ nin
onayından sonra açılacak yeni üniversiteler bilimsel
yönden ne derece yeterli olacaklardır? Öncelikle yeni
kurulacak üniversitelerin adına yakışır yapılara sahip
olmaları gereklidir. Üniversite binalarının yeniden
yapılmaları için malî finans kadar zamana da ihtiyaç
vardır. Bugüne kadar Anadolu’ da açılan üniversitelerimiz
derme çatma binalarda birkaç yardımcı doçentle öğretime
başlamış, eğitimde nitelik düşüşüne bilinçli olarak göz
yumulmuştur.
Yeni üniversiteler kurulması kararı yükseköğretime
talebin çok yüksek, eğitimin bu aşamasında okullaşma
oranının ise düşük olduğu gibi gerekçelere dayandırılmak
istense de asıl nedenin siyasi gerekçelerden kaynaklandığı
ve bu kuruluşların altyapı, araç-gereç, yeterli sayı ve
düzeyde öğretim elemanı gibi gereksinimlerinin büyük
ölçüde göz ardı edildiği görülmektedir. Sık aralıklarla
çıkarılan öğrenci aflarıyla birlikte yeni üniversite açmak
siyasal iktidarların üniversite sistemine en kolay müdahale
yollarından biri haline gelmiştir. Yeni üniversitelerin
nüvesini oluşturması öngörülen mevcut yükseköğretim
kuruluşlarının önceden ilan edilen bir takvim ve gelişme
planı ve ileri bir tarihte üniversite statüsü kazanma hedefi
çerçevesinde hareket etmeleri ve bu süreç içinde
kendilerine yeterli mali kaynak aktarılarak ve gelişmiş
üniversitelerimizden “ gönüllü rotasyon” esasına göre
öğretim üyesi desteği verilerek yeterli altyapı ve eleman
düzeyine erişmeleri sağlanabilir. Bu kararın on, on beş
yıllık bir süreyi kapsayacak bir biçimde belirli bir plan ve
program çerçevesinde kademeli olarak uygulanması, bu
süre içinde yeni üniversitelerin kurulacağı illerimizdeki
mevcut yükseköğretim kurumlarının güçlendirilmesi
sağlanmalıdır. Bu süreç sonunda daha sağlam temellere
dayanarak kurulacak üniversitelerin bu illerimize katkısı
orta ve uzun dönemde çok daha büyük olacaktır (Şenses,
2005).
Üniversiteye Giriş ve
Diplomalı İşsizlik
Her yıl on binlerce Türk gencinin kapılarına dayan-
dığı üniversiteler memleket ihtiyaçlarına göre ayarlan-
madığı, liseler yığın hâlinde talebe sevk ettiği için mil-
letin enerjisi boşuna harcanmakta ve Türkiye yakın bir
zamanda bugünkünden daha ağır problem ve buhranlara
namzet bulunmaktadır. Bu sözler bundan 30 yıl önce
rahmetli Osman Turan tarafından söylenmiştir ve çok
doğru söylemiştir. 2007 yılında üniversite sınavına giren
öğrenci sayısı 1 milyon 700 bin civarındadır. Bu
adaylardan dört yıllık ve üstü olan lisans programlarına
207.328 öğrenci talip olmuştur. Yani sınava girenlerin
%12.83’ ü üniversite kontenjanına talip olmuştur.
Her yıl düzenli olarak yapılan ve ülkenin en
heyecanlı sınavları olan Ortaöğretim Kurumları Sınavı
(OKS) ve Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) başlı başına bir
ülke sorunu haline gelmiş durumdadır. Türkiye genç
nüfusu ve buna paralel olarak okul çağındaki 18 milyon
öğrencisi ile dünyada ender ülkelerden biridir. Bu
öğrencilerin yaklaşık 1 milyon 700 bini her yıl geleceğini
kazanma umudu olarak üniversiteye girmeyi ve buradan
edineceği meslek ile yaşamını anlamlı kılacağını
düşünmektedir. Bugün iyi bir işe girmek için insanları-
mızın önüne tek çıkış kapısı olarak üniversite sınavının
kazanılması anlayışı tam bir çıkmaz duruma gelmiştir.
Üniversitelerin sayısı ve kapasitesi dikkate alındığında
öğrencilerin %90’ ına yakını ise girebilecekleri bir bölüme
kayıt yaptıramamaktadırlar. Ortalama her öğrencinin 2,5
defa ÖSS sınavına girdiğini ve çoğunluğunun 20 yaş
üzerinde sokakta kaldığını düşünürsek ciddi bir sorun ile
karşı karşıyayız (Ortaş, 2006).
Eğitim sistemimizin çöküş içinde olduğunu göste-
ren bir başka gösterge de lise birincilerin üniversiteye
yerleşmede yaşadıkları başarısızlıklardır. ÖSS ve YDS
yerleştirme sonuçlarına göre, 2007 sınavlarında 4 bin
609’u kız, 3 bin 35’i erkek toplam 7 bin 644 okul
birincisi tercihte bulunmuş, bu adaylardan 3 bin 854'ü
lisans programlarına yerleşmeye hak kazanmıştır. Okul
birincilerinden 999’u sınavsız geçiş ile 19’u da ÖSS
sonucuna göre ön lisans programlarına yerleşirken, 252
aday da Açık Öğretim Fakültesine girmiştir. Böylece,
tercih yapan okul birincilerinden 2 bin 520’si açıkta
kalmıştır. Okul birincilerinin yarıya yakınının üniversi-
teye giremediği bir ülkenin eğitim sistemin güvenilir ve
geçerli olmaktan çıkmıştır. Sistemin zaman geçirilmeden
derhal reforma tabi tutulması zorunlu hale gelmiştir.
OECD ülkeleri arasında en fazla üniversite mezunu
işsiz Türkiye'de bulunuyor. Kalkınmada Batılı parla-
menter rejimi benimseyen ve serbest piyasa ekonomisine
yönelen ülkelerin dayanışma ve yardımlaşma kuruluşu
olan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ nün
(OECD) “Bilim, Teknoloji ve Endüstri Tablosu 2007”
adlı araştırmasında şöyle deniliyor: Üniversite mezunla-
rının işsiz kalmaları, üniversite mezunu olmayanlara
göre daha az görülüyor. Ancak Türkiye'de üniversite
mezunları arasındaki işsizlik oranı yüksek (%12.5). Oran
aynı zamanda İspanya’da (8.1), Fransa’da (7.4) ve
Polonya’da da (7.3) yüksek" ifadesi yer aldı. Rapordaki
2004 rakamlarına göre ise, Türkiye'de kadın üniversite
mezunlarının işsizlik oranı yüzde 17, erkek üniversite
mezunlarının
işsizlik
oranı
ise
%10’dur
(http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=237721).
Şimdi sormak gerekiyor: Yüz binlerce üniversite
mezunu işsiz dolanırken, yeni üniversite açma kararının
altında ne yatıyor? Büyük bir genç nüfusa sahip ülkemizde
kaynak planlaması yapılmadan sırf bölge halkına yaran-
mak için üniversiteleri bırakın bir sürü fakülte ve
yüksekokul açılmıştır. Derme çatma binalarda eğitim ve
öğretime başlansa da, derslerin çoğu boş geçmekte, birkaç
yardımcı doçent, üç-beş öğretim görevlisiyle fakülte
kurulmaktadır. Her ilde neredeyse fen-edebiyat fakültesi
vardır. Bu fakülte mezunları ne işe yarar, bu fakültelerin
amacı nedir? YÖK bunları hiç sorgulamaz, mezun verim-
liliğini denetlemez, kaynak planlaması yapmaz, sadece
ama sadece iktidarla kavga eder. Siyasal iktidar, YÖK ve
üniversite yönetimleri çoğu birlikte çözüm üretmedikçe,
aradan bir 40 yıl daha geçse, biz yine Osman Turan’ın bu
konudaki görüşlerini tekrar edeceğe benziyoruz.
KAYNAKÇA
Aras, E., Dölen, E. ve Bahadır, O. (2007). Tür-
kiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi. Ankara: TÜBA
Yayınları, Nu:15.
Bıyıkoğlu, K. (1980). Üniversite Özerkliği Meselesi.
Eğitim ve Kültür, (6), 103-116.
Günay, D. (2007, 12, 13). Yeni YÖK Başkanından
Beklentiler. Zaman Gazetesi.
Günay, D. (2008). Türkiye Üniversiteleri, Bilgelik ve
Yöneticiler.
http://www.durmusgunay.com/yayimlar.asp?emir=oku&di
d=40 (18 Ocak 2008)
Meriç, C. (1980). Mağaradakiler. İstanbul: Ötüken
Yayınevi.
Ortaş, İ. (2004). Öğretim Üyesi veya Bilim İnsanı
Kimdir? Pivolka, 3/12, 11-16.
Ortaş, İ. (2006). ÖSS Sınavı Çıkmazı ve Dershane
Çıkmazı.
http://turk.internet.com/haber/yazigoster.php3?yaziid=157
54 (03 02 2008)
Özakpınar, Y. (1995). Mümtaz Turhan ve
Batılılaşma Meselesi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı.
Öztürk, S. (2008).Üniversitelerin Yapısal ve İşlevsel
Değişiminde Üniversite Özerkliğinin Yeniden Tanımlan-
ması veya Özerklik Kavramı ve Üniversite Özerkliği.
http://www.universite-toplum.org/pdf/pdf.php?id=287 (18
Ocak 2008)
Şenses, F. (2005, 12, 19). Yeni Üniversiteler
Kurulması. Cumhuriyet Gazetesi.
Terzioğu, T. (2003). Özerkliği Doğru Tartışmalı.
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=90040&ta
rih=26/09/2003 (03 02 2008)
Turan, O. (1980). Vatan’da Gurbet. İstanbul:
Nakışlar Yayınevi.
Turan, O. (1993). Türkiye’de Manevi Buhran. Din ve
laiklik. İstanbul: Boğaziçi Yayınları.
Turan, O. (1994). Türkiye’de Siyasi Buhranın
Kaynakları. İstanbul: Boğaziçi Yayınları.
Turgut, M. (2007). Türkiye Nasıl Kalkınır?Ankara:
Nobel Yayın Dağıtım.
Türk Yurdu Yayınları. (1998). Ölümünün 20. Yılı
Münasebetiyle Prof. Dr. Osman Turan’ın Eserinde Tarih
ve Tarihçi İlişkileri İlmi Toplantısı(Yay. Haz: Bahaeddin
Yediyıldız, Doç. Dr. Fahri Unan, Yücel Hacaloğlu).
Ankara.
Radikal Gazetesi. (2007). Diplomalı İşsizliğe
Türkiye Örneği, www.radikal.com.tr/haber.php?
haberno:237721.
YÖK (2003). Türk Yükseköğretiminin Bugünkü
Durumu. Ankara: YÖK Yayını.
OSMAN TURAN VE TÜRK OCAKLARI
Doç. Dr. Yusuf SARINAY*
Sözlerime başlamadan önce rahmetli Osman Turan’ ı
saygıyla ve rahmetle anarken, salondaki bütün dinleyici-
lerimizi de saygıyla selamlıyorum.
Tarık Zafer Tunaya’ nın deyimi ile Türkiye’ nin yakın
tarihinde bir kilometre taşı olan Türk Ocakları; Osmanlı
devleti bünyesindeki çeşitli unsurların milliyetçilik hare-
ketleri karşısında Türk Milliyetçiliğinin öncüsü olma gibi
bir misyon üstlenmiştir. Ocak çevresinde toplanan aydın-
lar günlük siyasi çekişmelerin dışında kalmaya çaba sarfe-
derek çalışmalarını Türk Milliyetçiliğinin teorisini kurma
konusunda yoğunlaştırmışlardır. Türk Ocakları II. Meşru-
tiyet devrinde yürüttüğü faaliyetler sonucu ülkede Türk
milliyetçiliği şuuruna sahip geniş bir kadro oluşmasında
önemli rol oynamıştır. Türk Ocakları çevresindeki fikir
atmosferi içinde yetişen asker-sivil Türk aydınları I.
Dünya Savaşı sonunda Anadolu’daki Milli Mücadeleyi
yürüten kadroların önemli bir bölümünü oluşturmuşlardır.
Türk Ocakları çevresindeki aydınlar Osmanlı devletinin
yerine kurulan Yeni Türk Devleti’ni milliyetçilik anlayış-
larının somut bir ifadesi olarak görmüşlerdir. Bu anlayışın
sonucu olarak Milli Mücadeleden itibaren M. Kemal
Paşa’ nın yanında yer alan Ocak mensupları temel konular-
da yeni rejime tam destek vermişlerdir. Aynı şekilde
* Devlet Arşivleri Genel Müdürü
Cumhuriyet döneminde başta Atatürk olmak üzere,
yönetim kademeleri, Türk Ocakları’nı yeni rejimin ilkele-
rinin benimsenmesi ve yayılması için üzerine dayanılması
gereken bir güç olarak görmüşler ve yoğun bir ilgi ve
destek sağlamışlardır. Böylece Türk Ocakları ülke çapında
hızla yeniden teşkilatlanarak 1927 yılında 257 şubeye
ulaşmıştır.
Yönetimin Ocaklara olan ilgi ve desteği sonuçta
CHF ile Ocakların bütünleşmesine yol açmıştır. Nitekim
1927 yılı kurultayında Türk Ocaklarının Nizamnamesinde
yapılan değişikliklerle CHF ile siyasi bütünleşme ile
beraber Türk Ocaklarının bütün Türklük anlayışındaki
fikri dönüşüm de resmileşmiştir. 1931 yılında 260 şubesi
olan Türk Ocakları CHF’nin ülkedeki bütün güçleri
bünyesinde toplayarak veya temsil ederek parti-devlet
bütünleşmesini gerçekleştirmesinin sonucu olarak da
kapatılmıştır. Mal varlığı CHF’ na devredilmiştir.
Türk Ocakları 18 yıl süren fasıladan sonra 10 Mayıs
1949 tarihinde Hamdullah Suphi Tanrıöver başkanlığında
yeniden İstanbul’da açılmıştır. 14 Mayıs 1950 tarihinde
DP’nin iktidara gelmesi ile Türk Ocakları yeniden etkili
bir şeklide gündeme gelmeye başlar. 8 Ağustos 1951
tarihinde çıkarılan 5830 sayılı kanunla Tarihi Türk Ocağı
merkez binası Türk Ocağı’na devredilir. Ancak kanun
uygulanmayarak bina hazineye intikal ettirilir. Ancak, 25
Aralık 1952 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile binanın
kullanımı Türk Ocağı’na tahsis edilir. 15 Mayıs 1954
tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile Türk Ocakları kamu
yararına çalışan dernekler kapsamına alınır.
Prof. Dr. Osman Turan, kuruluşundan itibaren An-
kara Türk Ocaklarında ilmi ve fikri çalışmalara katılmaya
başlar. 23 Nisan 1955 kurultayında Genel Merkez Hars
Heyeti üyeliğine seçilir. Aynı yıl 6 Kasım’da Türk Ocak-
ları Ankara şubesi başkanlığına seçilir. Bu dönemde de
Ankara Şubesi gençlik Kolu ve Sanat Kolu kurulur, faali-
yet alanlarını genişletir. Osman Turan’ın DP Trabzon
milletvekili olmasının da etkisiyle Ankara Türk Ocağı
canlı faaliyetleri ve seminer programları ile dikkati çeker.
Düzenli olarak her hafta seminerler ve konferanslar
düzenlenir. Necati Akder, Hamit Zübeyr Koşay, Tahir
Çağatay, A. Nihat Asya, Faruk Sümer, Besim Atalay,
Emin Bilgiç, M. Şakir Ülkütaşır, Osman Turan, Nejdet
Sançar, İbrahim Metin gibi ilim ve fikir insanları bu
dönemde konferanslar vermişlerdir. Bu dönemde Cumhur-
başkanı Celal Bayar 27 Mart 1959 tarihinde Ankara
Şubesini ziyaret eder.
Türk Ocakları Genel Merkezi’nin Ankara’ya nakli
üzerine 17 Mayıs 1959 tarihinde yapılan kurultayda Ocak
Genel Başkan olan Osman Turan 27 Mayıs 1960 askeri
müdahalesi üzerine Yassıada’da 17 ay tutuklu kaldı. Bu
dönemde Türk Ocakları’ndan ayrı kalan Osman Turan
1966 yılında Hamdullah Suphi Tanrıöver’ in ölümü üzerine
yapılan (22 Temmuz 1966) kurultayında yeniden Genel
Başkanlığa getirildi. Bu görevi 1973 yılına kadar başarıyla
sürdürdü. 1954-1960 arası DP’den milletvekili olan Os-
man Turan, 1964’te AP’nin Genel Başkan Yardımcılığı-
na, 1965’te tekrar Trabzon’dan milletvekili oldu ve 1969
tarihinde aktif siyaseti bıraktı.
Türk Ocaklarının unutulmaz tarihi Genel Başkanı H.
Suphi Tanrıöver’ den sonra Genel Başkanlık yapan Osman
Turan’ ın dönemi 1960 askeri müdahalesi Yassıada
yargılamaları ve 12 Mart muhtırası gibi Türkiye’ nin siyasi
kriz dönemlerine rastlamıştır. Ayrıca, Türkiye’de komü-
nizmin gelişmeye başlaması ile ideolojik ayrışmanın ve
kavgaların başladığı bir dönemdir. Onun bir başka özelliği
H. Suphi Tanrıöver gibi aktif siyasetle Türk Ocakları
Genel Başkanlığı’ nı birlikte yürütmesidir. Osman Turan’ a
göre; Türk Ocağı daima siyaset üstünde kalmış, ancak
milli mefkûreye sahip herkes gibi aynı vasıflarda bulunan
siyaset adamlarına sinesini açık bulundurmuştur.
Osman Turan; 1950’ lerde Türk Ocağını artık vazife-
sini ifa ve ömrünü tamamlamış bulunduğuna dair eleştiri-
lere karşı 1959’ da verdiği cevapta;
“Türk Ocağı’nın vücudu hikmetini, Meşrutiyet
devrinin şart ve hadiseleriyle ilgili gören kifayetsiz
aydınların veya milliyet aleytarları unsurların, bu müesse-
seye, artık vazifesini ifa etmiş görüşle bakmalarının sebebi
budur. “… buna günlük politikanın kurbanı olan dar gö-
rüşlü ve partizan aydınların düşünüş ve davranışlarını da
ilave etmek mümkündür” demekte ve;
Türk Ocağı’na karşı girişilen olumsuz gayretler ve
mücadelelerin aslında Türk ruhu ve Türk mefkûresi
olduğunu belirtmekte ve “… Beşeri bir duygu olarak, mil-
letin bekası arzusu mevcut kaldıkça, Türk Ocağı ve
benzeri müesseselere daima ihtiyaç olacağını… ” vurgula-
maktadır.
“Hatta Türk kültürü, ahlakı ve mefkûresindeki sar-
sıntılar, materyalizm ile birlikte manevi kargaşanın geli-
şimi Ocağın meşrutiyet devrine nazaran daha derin mese-
leler karşısında bulunduğunu ortaya koymuştur.” Türk
Ocağı ve Türk milliyetçiliğinin milletin bekası ve yüksel-
mesi için ona yönelmiş menfi fikir ve ideolojilerle müca-
dele etmesi gerektiğini belirtmektedir.
Türk Ocağının fikir ve kültür temeli üzerinde müca-
dele edeceği başlıca konuları muhtelif yazı ve konuşma-
larında o günlerin siyasi ve sosyal konjonktüründe şöyle
sıralamaktadır:
1- Batılılaşma sürecinde Türk milletinin şahsiyetini
yıkan aşağılık duyusunun sebeplerini bulmak ve doğrudan
doğruya belirtileriyle mücadele etmek.
2- Maddi olmaktan ziyade manevi sefalet içinde
filizlenen, cemiyetin ahlak ve mefkûre nizamının dayanağı
kıymetlerin sarsılması ile kuvvetlenen komünizmle müca-
dele Türk Ocağına eski kudretini fazlasıyla iade edecek bir
konudur.
3- İlimsiz mefkûre ve mefkuresiz ilim, dimağsız
kalp ve kalpsiz dimağ gibidir. Bu sebeple, Türk Ocağı;
mefkûresinin kaynaklarını milli kültüre istinat ettirirken,
ilmi kendisine rehber almalıdır. Bunun için milli kültür ve
terbiyenin korunmasını davasının esası bilir.
4- Milliyetçi mefkûrenin bu kadar tabii ve insani
hüviyetine rağmen, bu derece kuvvetli muarızlarla karşı-
laşmış bulunması veya cazibesini kaybetmesi beşeriyet ve
medeniyetin geçirmekte olduğu derin maneviyat buhra-
nının ve materyalist inkişafın neticesidir. Türkiye için
durumun daha da kötü olduğunu vurgulayan Turan, beşe-
riyet için bir felaket mukadder değilse zaferin er geç ilim,
hak ve halkın tarafında tecelli edeceğine inanmak ve bun-
dan kuvvet almak milli mefkûrenin icabıdır. Bu sebeple
Türk Ocakları olarak ilim adamlarını gençleri ve işadam-
larını Türkiye’nin bu yükseliş davasına davet ediyoruz.
Türkiye’nin yeni bir medeniyet hamlesine kavuşması ve
hatta yeni bir medeniyet sentezi kurması imkânları elimiz-
dedir. Buna öncülük yapacak olanlar da Türk milliyetçileri
ve Türk Ocaklarıdır.
5- Bu genel durum ve şartlar dahi milli mefkûrenin
merkezi olan Türk Ocaklarının bugün için ne kadar milli
ihtiyaca cevap verdiğini ortaya koymaktadır.
6- Türk Ocağı’nın geçirdiği sarsıntı ve safhalara
rağmen, ülkenin (1960’ların sonlarında) daha derin mane-
vi bir buhran içerisinde bulunduğu daha ağır meseleler
karşısında kaldığı bir ortamda, Ocaklılar; milli, İslami ve
Avrupai unsurların terkibi, iman ve tarih şuuru sayesinde
milli nizam ve birliği kuvvetlendirecek ve yeni bir mede-
niyet sentezi kurarak milletimize eski kudret ve hayatiye-
tini kazandıracağına inanmaktadır. Türk Ocakları “müşte-
rek tarih ve vatan şuuruna, kültür, din ve dil birliği, milli
mefkure ve istiklal ortaklığına dayanan milliyetçi ülkünün
merkezidir.” Bu geniş ve birleştirici ideal ilmi, milli ve
insani esaslara dayanmakta ve aynı zamanda demokratik
prensiplere uygun düşmektedir. Türk Ocakları, “ bin yıllık
azametli tarihimizde olduğu gibi, bu gün de İslamiyet ile
Türklük arasında bir çatışma değil, tam bir kaynaşma
olduğuna inanıyoruz demektir ve bu maksatla da hiçbir
ayırıcı fikir ve temayülün Ocaklılar arasında belirmeme-
sine, bu milliyetçi anlayışın bütün milliyetçiler arasında
yayılmasına kararlı olmak gerektiğini vurgulamaktadır.
7- Türkiye’de demokrasinin ancak milli mefkûre
sayesinde gerçekleşebileceğini savunan Osman Turan’a
göre; Türk Ocağı demokrasi kalesi olması gerekmektedir.
8- Türk Yurdu, Ocağa ve milli mefkûreye düşman-
lıkla tanınmayan her türlü teknik adamın maddi-manevi
memleket meselelerine dair makale, tenkit ve şiirlerine
açık olmalı, siyasete ve Türkçe olmayan kelimelere kapalı
olmalıdır.
Osman Turan’a göre; “Türk Ocağı ve milliyetçilik
milli mefkûre ve insanlık ideallerinin ahenkleştirilmesini
lüzumlu görmekte ve milliyet mefkûresi olmadıkça insan-
lk duygularının da gelişemeyeceğini kabul etmektedir.”
Bu sebeple; “milliyetçiliğe aykırı bir insanlık fikrini hem
imkânsız, hem de zararlı gördüğü gibi, insanlığı inkâr eden
bir milliyet idealini de dar ve bugünkü dünya şartlarına
mugayir saymaktadır. Bu anlayışın milli tarihimizde sayı-
sız misallerle meydana çıkan, meşhur Türk müsaması,
hoşgörü ve insanlık düşüncesine uygun olduğu gibi, BM
dünya barışı ideali ile de ahenkli olduğunu savunur.
Milli şuûrun milli kültüre dayanması vakıası dolayı-
sıyla, bu kültürün, bizi hal ve tarihteki bağlarına doğru
çekmesi zaruridir; Türk Milliyetçiliğinin dış Türklerle
alakası sebebi de budur. Bu ifade ne milliyetçiliğimizin
esas hüviyet ve meselelerini ihmal ve ne de diğer Türkleri
ve komşularımızı tahrik niyetinde olduğumuz şeklinde
tefsir edilemez ve hususile her türlü siyaset gibi, Turan-
cılık siyaseti veya her hangi bir emperyalizm ile itham
edilmemize müsait değildir. Bununla beraber, her millet
gibi, bütün Türklerin de ilerleme ve kurtulmalarını arzu
etmek bizim için hem milli ve hem de insani bir duygu ve
vazifedir. Bunu inkâr etmekte kendimizi, tarih ve şuuru-
muzu kaybetmek demek olur. Kimse bizden milli ruh, dil
ve edebiyatımızın kaynağı olan Orhun kitabelerini unut-
mayı, Anadolu’ ya getirdiğimiz kültür mirası ve eski hatı-
raları terk etmeyi bekleyemez.
Tarihi Türk Ocakları binasının mülkiyetinin değil de
sadece kullanım hakkının Ocağa verilmesini de eleştiren
Osman Turan bu konuda hükümet ve TBMM nezdinde de
girişimlerde bulunmuştur. O’na göre; merkez binasının
elinden alınması “Türk’ün ocağını söndürme” gayretle-
rinin resmiyet kazanmasına bir misaldir.
Aynı dönemde Türk Ocakları ile birlikte kapatılan
Mason Cemiyetine açılma izni verilirken hazine bu
cemiyete ait eski emlakini de tamamıyla iade etmişti. Bu
durumu örnek gösteren Osman Turan; “Biz bütün yurt
sathında yayılmış ocakları bir yana bırakarak sadece
merkez binamızın iade edilmesini talep ederken Mason
Cemiyetine tanınan bu hakkın, Türk Ocağı’ndan esirgen-
mesinin milli vicdanı incittiğini” çeşitli konuşma ve yazı-
larında vurgulamaktadır.
12 Mart 1971 muhtırasından sonra derneklerin
faaliyetlerinin askıya alınması üzerine Türk Ocakları da
kanuni formalitelerin dışında çalışmalarını durdurmuştur.
12 Mart döneminde tarihi binanın tahsis kararnamesi iptal
edilerek (26.7.1971) binanın Milli Savunma Bakanlığı’ na
verilmesi kararlaştırılmıştır. Ancak Türk Ocakları durumu
yargıya intikal ettirerek mahkeme kararı ile binanın kulla-
nım hakkını tekrar elde etmiştir. Fakat 25 Aralık 1975
tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile bina resim ve heykel
müzesi yapılmak üzere Kültür Bakanlığı’na tahsis edilir.
Ancak Türk Ocaklarının yeniden daha canlı faaliyet döne-
mi 5 Kasım 1975 olağanüstü kurultayından sonra başla-
yacaktır.
Osman Turan, Ocağın yayın organı olan Türk Yurdu
dergisinin yeni bir muhteva ile yayınlanmasında, önemli
rol oynamıştır. Osman Turan’ın genel başkanlığı döne-
minde Türkiye’deki siyasi ve ideojik krizlere rağmen,
Türk Ocakları her bakımdan şahsiyetini kazanmış, itibarlı,
fikirleri toplumun geniş kesimleri tarafından kabul gören
bir kuruluş haline gelme yolunda önemli bir mesafe
katledildiğini söylemek mümkündür.
Bu açıdan Osman Turan Türk Ocakları Genel Baş-
kanı olarak bilim ve siyaset alanının dışında Türk Ocağı
tarihinde de parlak bir sayfa olarak yerini alacaktır. Ruhu
şad olsun diyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
OTURUM BAŞKANININ
DEĞERLENDİRMESİ
Muhterem konuklar;
Üç de?erli bilim adamÛmÛz, merhum
Osman Tu-ran‘Ûn üç farklÛ yönünü
de?erlendirmi bulunuyorlar. Ar-kada larÛmÛz
Osman Turan merhumun milliyetçilik anlayÛ-
ÛnÛ, üniversite ve bilim konusundaki
dü ündüklerini ve bir sivil toplum örgütü olan
Türk OcaklarÛ ile ili kilerini ve ona yaptÛ?Û
katkÛlarÛ tahlil ettiler. Bu üç de?erlendirme
sonucunda, Osman Turan‘Ûn görü lerinin odak
noktasÛnÛ millî, Ğslamî, insanî vasÛflarÛn,
insanÛmÛzÛn insan gibi ya ama arzusunun, onu
ya atacak imkânlarÛn yaratÛlmasÛ-nÛn te kil
etti?ini görüyoruz. Ülkemizin ve milletimizin
bir iki yüzyÛldÛr içinde bulundu?u ve çözmek
zorunda oldu?u problem, Türk kültürünün,
Ğslam ve Avrupa medeniyetleri çerçevesinde
yeni bir terkip içinde yeniden yapÛlanmasÛ ve
dirilmesi problemidir. Bu sentezden hareketle
yeni bir medeniyet yaratÛlmasÛ meselesidir.
19‘uncu asÛrdan itiba-ren ya anan sarsÛntÛlarÛn
ve dalgalanmalarÛn yeni bir rota-ya oturtularak
yeniden yaratÛcÛ kÛlÛnmasÛ ve Türk mede-
niyetinin di?er medeniyetler arasÛnda yerini
almasÛ da-vasÛdÛr. Bu ülkünün
gerçekle tirilebilmesi için milletin aklî
çalÛ malara yönlendirilmesi ve verimli sonuçlar
alÛn-masÛ ülküsüdür, Osman Turan‘Ûn çizdi?i
yolun özeti. Bu üç konu madan çÛkan sonuç
bu. Bu ülkünün gerçekle ti-rilebilmesi de
bilim ve üniversiteden geçiyor.. Niçin? Bir
medeniyetin do?abilmesi için her eyden önce
tabiatÛn, kâinatÛn ve insanÛn, bunun uzantÛsÛ
olarak da insanlarÛn yarattÛ?Û kültürlerin ya da
medeniyetlerin iyi anla ÛlmasÛ gerekir Türk
Milleti diye bir millet varsa kendi yarattÛk-
larÛyla, ürettiklerinin tümünü te kil eden
kültürüyle, me-deniyetiyle vardÛr. Türk kimli?i
varsa, kendi de?erleriyle vardÛr. Bu kültürün
ve de?erlerin bütün zamanlardaki durumunun
açÛk seçik bilinmesi gerekiyor. Osman Turan
bunu belirlemeye çalÛ Ûyor. Kendi
medeniyetimizin te-mellerini açÛklamaya, tahlil
etmeye gayret ediyor ve yeni bir yol haritasÛ
çiziyor. Ne var ki, maalesef Osman Tu-ran‘Ûn
çizdi?i bu rota, maalesef iktidarlar tarafÛndan
fark edilememi , anla ÛlamamÛ ve dolayÛsÛyla
da uygulanama-mÛ tÛr. AslÛnda milletin önemli
bir bölümü bunu görüyor, biliyor, en azÛndan
hissediyor… Ama her ne hikmetse iktidarlar
bunlarÛ uygulayamÛyorlar…
Nedir bu rota? Bu rota, başkalarının arkasına düşüp
sürüklenmemek, kendi ülküsünü belirleyip o ülkü istika-
metinde yaratıcı buluşlar sayesinde hem kendi toplumunu
refaha kavuşturmak, hem de meselelerini çözmek üzere
bütün insanlığa yardımcı olmak idealidir. Bugün biz ken-
di medeniyetimizi yeniden ihya edeceksek, kendi bilimi-
mizi kurmamız gerekiyor… Çağatay arkadaşımın yaptığı
analiz, Osman Turan Hoca’ nın da bunları yıllar önce çok
açık bir biçimde ortaya koyduğunu gösteriyor… Ama bir
türlü Osman Turan’ın arzuladığı o seçkin insan gücünü
yetiştiremiyoruz… Türk bilimini yaratamıyoruz… Bu da
gerçek üniversitelerin kurulamamasından kaynaklanıyor.
Üniversite konusunda son derece çarpıcı bir örnek
vererek sözlerimi tamamlamak istiyorum.
Türkiye’de üniversitelerin sayısı arttı. Bu durumu
çok olumlu değerlendirenler var. Osman Turan Hoca üni-
versitenin sayısının değil, kalitesinin artmasını istiyordu.
Lise seviyesinde çok “üniversite” açmak yerine az sayıda
gerçek üniversite kurulmalıydı, ben de öyle düşünüyorum.
Üniversite, üniversite olmalı. Yeni bilgi üreten ve bilgi
üretmesini bilen, insan yetiştiren kurum anlamındadır üni-
versite. Bugün “Türkiye’de üniversitemiz var mı?” soru-
suna, ben rahatlıkla olumlu cevap veremiyorum. Niçin?
Elbette sebepleri var. İnternet’ e giriniz ve üniversitelerin
web sayfalarında bir gezinti yapınız lütfen. Bunların
misyon ve vizyonlarını inceleyiniz. Yani kendilerine biç-
tikleri görev ve ülküleri! Ben bunu zaman zaman yapı-
yorum.
Bir üniversitenin ilk görevi, yeni bilgi
üretmektir, yaratÛcÛ olmaktÛr, kâinatÛ
anlamaktÛr. KâinatÛ ve elbette in-sanÛ ve
toplumu anlamak, açÛklamaktÛr. Ğkinci görevi
ise, birinci görevini yerine getirebilecek insan
gücü yeti tir-mektir. Ama bir de bizim
üniversitelerimizin kendilerine biçtikleri
misyon ve vizyonlara bakÛnÛz. ğa ÛrÛp kalÛr-
sÛnÛz…
Bazen gerçeği yakalayanlar da olmuyor değil… Çok
iddialı bir şekilde ortaya çıkan ve kendini tanıtan bir
üniversitemizin web sayfasında, ilk kurulduğu günlerde
vizyonu şöyle belirlenmişti:
Üniversitenin vizyonu, “ Bütün insanlara mutluluk ve
refah sağlamak üzere tabiatı ve insanı anlamak, bilinme-
yenlerini keşfederek icatlarda bulunmak ve bu işleri
gerçekleştirebilecek insan gücü yetiştirmektir” .
Ne kadar do?ru… Demek ki gerçekleri
görenler de vardÛ… Osman Turan Hoca‘nÛn
idealiydi bu… Ö?rendi-?ime göre, stratejik
plan çalÛ malarÛ çerçevesinde bu vizyon
belirlenmi , Üniversite Senatosu‘nda
tartÛ ÛlmÛ , kabul edilmi ve sonra da web
sayfasÛna konulmu tu… Bu gerçek bir
vizyondu. Çok özlü bir ifadeydi. Bütün
insanlÛ?Ûn mutlulu?unu ve refahÛnÛ
hedefliyordu. Bunun için de tabiatÛ ve insanÛ
anlamanÛn zorunlu oldu?unu, üni-versitenin
i inin bu oldu?unu ortaya koyuyordu. Ve tabiat
ve insanÛn bilinmeyen yönlerini ke fetmek için
ara tÛr-manÛn ve incelemenin önemini
vurguluyordu… Ğcatlarda bulunulmasÛnÛ
öngörüyor, bunu gerekli buluyordu. TabiatÛ ve
insanÛ anlamak, bilinmeyenlerini ke federek
açÛklamak i ini becerebilecek insan gücü
yeti tirilmesi hedefini de unutmamÛ lardÛ…
Merhum Osman Turan Hoca‘nÛn istedi?i de bu
idi. Ğ te böyle gerçek bir vizyon yakalan-
mÛ tÛ… Heyecan vericiydi… Ama ne yazÛk ki
üniversite-nin bu hedefi uzun sürmedi… Bir yÛl
kadar sonra tekrar üniversitelerin web
sayfalarÛnÛ gezerken, gözüm aynÛ üniversitenin
web sayfasÛna takÛldÛ. Üniversitenin vizyonu
de?i mi ti. Yeni vizyonun öncekiyle hiç alakasÛ
yoktu… Gözlerime inanamamÛ , a ÛrmÛ tm…
Ama do?ruydu… AdÛnÛ vermek istemedi?im bu
üniversitenin yeni vizyonu öyle yapÛlmÛ tÛ:
Üniversitenin Vizyonu,
-“Küresel ölçekte üretilmiş, en son bilimsel ve
teknolojik bilgiyi elde edip; yeniden üretmek ve topluma
sunmak,
-Uluslararası rekabete hazır, Cumhuriyet’in temel
ilkelerini ve Atatürk’ün inkılâplarını içselleştirmiş kuşak-
lar yetiştirmek” tir.
Yaptığım soruşturmaya göre bu yeni vizyonu hazır-
layanlar belli değil. Senato’ da da görüşülmemiştir. Önceki
tanımla bu ikincisi arasında önemli farklar vardır.
Birinci tanımda, bilimin iki nesnesi olan tabiatın ve
insanın dolayısıyla insan ürünü olan tarihin ya da kültürün
incelenmesi, bu iki varlık dünyasının bilinmeyenlerinin
bilinir hale getirilerek yeni bilgi üretilmesi ve bu süreç
içinde keşif ve icatlarda bulunulması ve bu işleri gerçek-
leştirebilecek insan gücü yetiştirilmesi söz konusudur.
Yeni bilgi üretimi, keşif ve icat, gelişmenin ve kal-
kınmanın, dolayısıyla güç ve kuvvetin ve milli hâki-
miyetin asıl faktörüdür.
Bu tanımda, Atatürk’ e açık bir atıf yoktu
İkinci tanımda, ne tabiat bilimlerinde ne de beşerî
bilimlerde yeni bilgi üretmek, icat ve keşiflerde bulunmak
söz konusudur. Başkaları tarafından üretilmiş bilgiyi elde
etmek, onu yeniden üretmek, yani tekrarlamak ve topluma
sunmak söz konusudur. Üniversite çalışanları, yeni bilgi
üreten aktörler değil, mevcudu öğrenen ve aktaran
teknisyenlerdir. Taklit ve kölelik söz konusudur.
Ama bu vizyon tanımında Cumhuriyet’in temel
ilkelerine ve Atatürk İnkılâplarına atıf vardır.
Atatürk’ü iyi inceleyip doğru anlarsak, onun kültür,
bilim, teknoloji ve millî hâkimiyet konularındaki düşünce-
lerini iyi tahlil eder ve doğru yorumlarsak, daha doğrusu
onu anlama ve açıklama çabası içine girersek, yukarıdaki
üniversite vizyon tanımlarından hangisinin, Atatürk’e
atıfta bulunanın mı yoksa bulunmayanın mı Atatürk’e
uygun bir tanım olduğunu anlama şansına sahip oluruz.
Tekrar dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu üniversite
ilk hedefinden, yani yeni bilgi üretmekten vazgeçmiş…
Böyle bir vizyon onu rahatsız etmiş, veya birileri tarafın-
dan uyarılmış… Yeni bilgi üretmekten, icat yapmaktan,
keşif yapmaktan vazgeçmiş! Ya ne yapacak bu üniversite?
Küresel ölçekte üretilmiş, yani başkalarının ürettiği, en
son bilimsel ve teknolojik bilgiyi elde edecek, tercüme
edecek diğer bir ifadeyle; bu bilgiyi Türkiye’ de de yeniden
üretecek... Meslâ bir fizikçi, başka ülkelerde gerçek bir
fizik âliminin ürettiği yeni bilgiyi öğrenecek, onu burada
da deneyecek, aynı sonuçlara ulaşırsa büyük bir mutluluk
içinde onu öğrencilerine de öğretecek… Ne büyük hedef
değil mi?.. Ve böylece de uluslar arası rekabete hazır
olacak bu bilginimiz!... Bu bilgisiyle de “Cumhuriyet’in
temel ilkelerini ve Atatürk’ün inkılâplarını içselleştirilmiş
kuşaklar yetiştirecek” bu üniversitemiz…
ğunu açÛkça belirteyim ki, bu vizyon bir
kölelik vizyonudur. Ba kalarÛnÛn üretti?i bilgiyi
a ÛrmaktÛr, ter-cüme etmektir. AslÛnda ülkeler
arasÛnda bilgi casuslu?u da yapÛlabilir. Ama
bizim üniversitemizin niyeti o de?il; ba kasÛnÛn
üretti?i ve yaydÛ?Û, herkesin bildi?i bilgiye
ula maktÛr tek amacÛ… O bilginin ve
ürünlerinin pazarÛ haline gelmektir… Söz
konusu üniversite, üstelik Ata-türkçülü?e ve
Atatürk‘ün inkÛlâplarÛna sÛ?Ûnarak yapÛyor bu
köleli?i. Atatürk böyle insanlarla kar Ûla sa
onlara ne yapardÛ? Bu sorunun cevabÛnÛ
hepinizin tahmin edebile-ce?ini
zannediyorum…Atatürk‘ün bilim ve üniversite
an-layÛ ÛnÛ incelerseniz, özellikle söylev ve
demeçlerini okur-sanÛz, onun hep özgün
bilimsel ara tÛrmalardan, icattan, ke iften
bahsetti?ini görürsünüz. Bahsetti?im
üniversite de ba langÛçta bu hedefi
yakalamÛ tÛr... TabiatÛ ve insanÛ anlamak,
bilinmeyenlerini ke federek icatlarda
bulunmak idealini benimsemi tir. Sonradan
vazgeçmi bu ideal-den… Her halde birileri
uyardÛ kendilerini. Ne i iniz var yeni bilgi
üretmekle… Bilgiyi üretenler zaten var… Ğthal
edin kullanÛn, o size yeter…denilmi herhalde
kendile-rine… Onlar da bu telkinlere kulak
vererek düzeltiver-mi ler vizyonlarÛnÛ… Ancak
kendilerini bu de?i iklikten dolayÛ savunma
ihtiyacÛ hissetmi ler ki, hemen Atatürk‘e ve
onun ilkelerine sÛ?ÛnÛvermi ler!
Atatürk, üniversitelerden icat ve keşif istiyor…
Biraz önce değerli arkadaşım Çağatay Bey, Türkiye’de
1933 üniversite reformu öncesinde Atatürk’ün bir Al-
man’ a hazırlattığı rapordan alıntılar aktardı. O dönemde-
ki öğretim üyelerinin analizi var bu raporda. Öğretim
üyelerinin yeni bilgi üretmediklerini, sadece Avrupa’dan
bilgi aktardıklarını, ders vermekle yetindiklerini, araştır-
ma yapmadıklarını yazıyor raporunda Alman uzman…
Atatürk bu satırların altını çizmiş. 1933 Üniversite refor-
munun temel sebeplerinden birisi de budur. Bu yüzden
hocaların bir kısmı tasfiye edilmiştir… Şimdi de, 21. yüz-
yılın eşiğinde, 1933 reformunda hocaların tasfiye gerek-
çesi olan yeni bilgi üretmeme, sadece aktarmakla yetinme,
büyük iddialarla açılan bir üniversitemizin web sayfasında
ilan edebildiği ve Atatürkçülük’ e bağlayabildiği bir vizyon
haline gelebilmiştir…
Atatürk yeni Türk medeniyetinin temellerini hazırla-
yacak olan Türk Dil ve Tarih Kurumlarının Akademiler
haline gelmesini ve özgün eserler üretmesini istiyordu.
Sadece ders vermekle ve Avrupa’dan bilgi nakliyle uğra-
şan darülfünunu kapatıyor; araştırmalar yapması, keşif ve
icatlarda bulunması ve yeni bilgi üretmesi amacıyla üni-
versiteler kurmaya çalışıyordu. Nazi rejiminden kaçan
Alman bilim adamlarından otuz kadarını Türkiye’ye
getirtmişti. Bu profesörlerle yapılan sözleşmenin üç mad-
desi son derece ilgi çekicidir: Bu profesörler,
1.Üniversitede tam gün çalışacaklar; yan iş
yapmayacaklar;
2.Öğrenciler için çevirmenler yardımıyla Türkçe
ders kitaplarını en kısa zamanda hazırlayacaklar;
3.Üçüncü yıldan itibaren Türkçe ders verecekler!
Atatürk’ün imzaladığı sözleşmelerin bu maddeleri
son derece ilgi çekici değil mi?
Atatürk’ün tespitleri ve hedefleri Osman Turan
Hoca’ nın idealleriyle örtüşmektedir. Fakat bugün bunların
tam tersinin yapılması için özel gayret gösteriliyor. Bu
ters gidişi durdurmadıkça, rotayı düzeltmedikçe, Türk
medeniyetinin yeniden ihyası mümkün olmaz. Kendi
birikimimizi kendimiz üretmedikçe, kendi üniversitemizi
kurmadıkça, üniversitelerimizde icat ve keşifler gerçekleş-
tirecek araştırmalar yapmadıkça, Atatürk’ün ve Osman
Turan Hoca’nın idealleri gerçekleşmez… Ama ümitsiz
değiliz elbette… Akla ve bilime dayalı bu düşünce kendi
mecrasını açacak ve Türkiye’yi aydınlık ufuklara
taşıyacaktır…
Bu inançla sözlerimi bitirirken, merhum Osman
Turan’ ı şükranla anıyor, kendisine Allah’tan rahmet
diliyorum… Saygılarımla… İyi akşamlar efendim…

Ziyaret -> Toplam : 125,25 M - Bugn : 11096

ulkucudunya@ulkucudunya.com