Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Din Anlayışı
Yağmur Dergisi 01 Ocak 1970
Sanatın; insanın ruh dünyasına ait ideali, çalkantıyı, özlemi derin bir duyuş ve orijinal bir biçimle ifade etme fonksiyonuna sahip olması; insani varoluşun bağlı olduğu esaslarla ilgili bir vaziyet almasını gerektirir. Söz konusu esasların en önemlisi dindir. Geleneksel toplumlarda sanat, dinden neş'et etmiş ve dinin yanında yer almıştır. Geleneğin çözülmesi olarak da anlaşılabilecek olan modernleşme sürecinde ise sanatın dine karşı, -onu önemsememek veya dışta tutmak, ondan müstakil bir hüviyet kazanmak şeklinde hülasa edebileceğimiz- menfi bir vaziyette yer alması söz konusu olmuştur. Batı'nın kültür tarihinde bu durumu net olarak görmek mümkündür. Batı'da Rönesans'tan itibaren, uzun yüzyıllar içinde safha safha gerçekleşen bu değişim, Batılılaşan milletlerde çok kısa bir sürede cereyan etmiştir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Türkiye'de Batılılaşma ile birlikte bir medeniyet krizinin vuku bulduğunu ifade etmiş, sanat ve fikir alanlarında kendisini; sosyal hayatı olduğu kadar, kendi şahsi dünyasını da derinden etkileyen bu krizin hayata nasıl yansıdığını göstermeye ve çözümün nerede olduğunu bulmaya adamıştır. Tanpınar'ın dine nasıl yaklaştığı, bu çerçevede önem arz eden bir husustur.
1. Din ve Millî Hayat
Tanpınar, dinî, millî hayatın bir parçası olarak düşünür. Buna göre din, millî hayattan bağımsız bir realite değildir. Her şeyi olduğu gibi dinî yaşayışı da millî hayat şekillendirmiş ve kendine ait hâle getirmiştir. Hayat değiştikçe dinî hayatın bazı tezahürleri de zorunlu olarak değişecektir fakat dinin ortadan kalkması düşünülemez. Millî hayat devam ettiği sürece din de devam edecektir. Tanpınar'ın millî hayat ile din arasında kurduğu ilişkinin mahiyeti; Mahur Beste romanında, İsmail Molla tarafından, yazarın bakış açısını yansıtacak şekilde açıklanmıştır:
"Bizi yapan bu hayattır. Bütün hususiyetlerimiz oradan gelir. Bu ise kitapta okuduklarımız gibi bir sene içinde olup bitmiş şeylerden değildir; daima değişen değiştikçe de bizi değiştiren bir şeydir."1
"Bu hayat" tabiriyle anlatılmak istenen millî hayattır. Romanda geniş tecrübelere sahip bir âlim portresi olarak çizilen İsmail Molla, kendi yaşantısından hareketle millî hayatı tanımıştır. Çocukluğunun bir kısmı Kerkük'te geçen ve hayli yer dolaşmış olan Tanpınar, kendisinin ve bir kadı olan babasının tecrübelerini İsmail Molla'nın sözleriyle ifade eder:
"Gençliğimde Bağdat'ı, Basra'yı babamla görmüştüm. İhtiyarlığımda Mekke ile Medine'de memuriyet verdim. Mısır'a uğradım. Şam'da çocukluğumun iki yılı geçti. Orada hepsini; türbesi, evliyası, kandili, bayramı, namazı niyazı gördüm ve daima başkalığını hissettim. Daima aynı olması gereken bir ulûhiyetin çehresi benim için değişti."2
Osmanlı sosyal hayatında "ulema" sınıfının bir temsilcisi olan İsmail Molla, yurt dışına çıkmadan önce, medrese tahsili sırasında ve daha sonra; kültürel hayatın dışında, sadece kitapların verdiği bilgiler çerçevesinde kalan bir anlayışa bağlıdır. Zanneder ki İslam, dayandığı esaslar ve koyduğu kurallarla dünyanın her yerinde aynıdır fakat başka ülkeleri dolaştıkça -bu ülkeler her ne kadar siyasi olarak Osmanlı devleti sınırları içinde yer alsa da kültür bakımından farklı yapılanmalara sahiptirler - bilgilerinin hayattan kopuk ve geçersiz olduğunu görür. İsmail Molla bu ülkelerin her bakımdan 'başka' olduğunu anlar. Ortak değerler (evliya, kandil, bayram namazı vs.) farklı milletlerin, hayatlarında kendine özgü, farklı şekillerde ifadesini bulmaktadır. Bu keşif İsmail Molla'da "ulûhiyetin çehresi"ni değiştirir. Ulûhiyetin çehresi, yani din ve dine bağlı değerler bütünüyle millet hayatına bağlı olarak varlık kazanmaktadır. Millet hayatı, kültürel yapıyı ifade eder. Dolayısıyla, Doğu medeniyeti, İslam gibi gerçeklikler, kendi başına var olan şeyler değildir. Onları var eden millet, milletin o tarih içinde meydana getirdiği kültürel şekillerdir. İsmail Molla, bunların neler olduğunu örnekler vererek anlatır:
"Bize ulûhiyetin çehresini veren, Hamdullah' in yazısı, Itri'nin tekbiri, kim olduğunu bilmediğimiz bir ismin yaptığı mihraptır."3
Tam bu noktada, Sabri Hoca, İsmail Molla'yı, tam bir Müslüman gibi düşünmediğini söyleyerek uyarır fakat İsmail Molla'nın, düşüncelerinin doğru ve isabetli oluşuna güveni tamdır. Bunun akabinde İsmail Molla, Sabri Hoca'ya;
"(...) Mücerret bir Müslüman gibi değil de bu şehrin ve etrafında, hulasa bu memleketin içinde yaşayan bir Müslüman gibi."4 düşündüğünü söyleyerek cevap verir. Sadece kitaplardan öğrenilen Müslümanlık soyut bir Müslümanlıktır ve gerçek hayatta bir karşılığı yoktur. Somut olan Müslümanlık ise milletin oluşturduğu kültürel şekiller içinde yer alır. Onu öğrenmek için İsmail Molla'nın yaptığı gibi hayata, halkın hayatına bakmak gerekmektedir. İsmail Molla millî hayat içinde somut olarak yer alan İslam'ı şöyle anlatır:
"Bu Müslümanlıkta Tekirdağ karpuzunun, Kırkağaç kavununun amasya kayısısının, Hacıbekir lokumunun, Bursa dokumasının hisseleri vardır. Bu Müslümanlığın çehresi, otuz kırk senede bütün etrafıyla beraber değişir; Ramazan sofrası, cami sebili, Fatih'in kahveleri, küçük pazar çarşısı Divanyolu... Bu Müslümanlığın benim de herkes gibi inandığım akideleri vardır fakat onların arkasında kendilerini aydınlatan, manalarını yapan bir hayat vardır. Asıl sihrini o yapar. O ne medreseden, ne tekkeden, ne şeyhülislam, ne kazasker konağından gelir, halkın hayatından doğmuştur. Onun içindir ki o hayatın emrindedir, ruhaniyeti onunla beraber yürür, içine Frenk icadı bile girer fakat manzarası bizim kalır."5
İsmail Molla, İslam'ı millî hayatla özdeşleştirmektedir. Ona göre, halkın hayatının, kültürel şekillerin dışında İslami bir hayatla ilgisi yoktur. Böyle bir İslam olsa olsa tasavvurlarda yer alabilir. İslam'ı anlamak, millî hayatın şekillerini kavramakla mümkündür. İslami yaşayış, millî hayat içinde şekil almakta, devam etmekte ve değişmektedir.
Tanpınar, dinin özünü değil, şeklini millî hayata bağlamaktadır fakat özle şekil arasında ayrılmaz bir bütünlük vardır. İsmail Molla, Arabistan'da naatları dinlerken "Peygamberin bile bizimkinden ayrı" olduğunu sanmıştır. Bu naatlar, bizim naatlarımızdan öylesine farklıdır ki, aynı Peygambere inanan iki milletin, Peygamberlerine duydukları sevgi ve hayranlığı ifade eden şiirleri, farklı kişiler için yazılmış gibi birbirinden tamamen ayrıdır. Bu örnek, dinin dayandığı hayat şeklinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Tanpınar, bize ait naatların millî hayatla olan münasebetini, Şeyh Galib'in bir naatından yola çıkarak ve yine İsmail Molla'nın sözleriyle şöyle anlatır:
"Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed'sin Efendim.
Hak'tan bize sultan-ı müeyyedsin Efendim.
Peygambere böyle "Efendim" diye ve bu teşrifatla hitap edebilmek için evvela Türkçe konuşur olmak, bizim teşrifat ve adabımızdan geçmek lazımdır. Ta Asya içlerinden kopacaksın, bir çığ gibi bu sahillere düşeceksin; orada tıpkı bizim gibi olan bir imparatorluk kuracaksın, bu toprak üstündeki hayatı nizamlayacaksın; dört asır lüfer, kalkan, barbunya yiyeceksin; badem, gelincik şurubu içeceksin; samur kürklere, beyaz bürümcüklere bürünüp yaşayacaksın; hayat arızalarının üstünde bir Vahdanilik fikriyle yaşayacak, onu türbende, camiinde, sebilinde bir üslup hâline, getireceksin; tekkelerin asırlarca Allah'la Sevgiliyi birleştirecekler; dinî raşe bir zerafet ve nezaket ayini hâline girecek ve sen Peygamber'e hitap için bu dili bulacaksın."6
Tanpınar, Şeyh Galib'in söylediği naatın bütün özellikleriyle millî hayata ait olduğu görüşündedir. Bu aitlik tesadüfen oluşmuş değildir. Naatın arkasında milletin, maddi-manevi bütün yanlarıyla birlikte düşünülen tarihî geçmişi, tarihî tecrübeleri vardır.
İsmail Molla, sonuçta, Şarka ya da Garba değil bize, "hayata yani ölmeyen bir şeye"7 bağlı olduğunu söyler. Çünkü her şey millî hayatın içinde var olabilmekte, değişmekte ve devam etmektedir. Din de bir realite olarak millî hayata aittir.8
Tanpınar, dinin millet hayatındaki yerini ve fonksiyonunu "Sahnenin Dışındakiler" romanında "hem birleştirici hem de biçimlendirici bir unsur"9 olarak ifade eder fakat anlatılanlar geçmiş zamana aittir "Bundan otuz-kırk sene evvel insanlar sadece iş veya eğlence için bir araya gelmezlerdi. Hatta asıl birleştirici olan şey bunlar değil, ibadetti. İman ettiğimiz duyguyu içinde duysun veya duymasın herkes evinden çıkarken onun kisvesine bürünürdü, iman sadece bizi Allah'a bağlayan bağ değil müşterek kıyafet, yüz ifadesi, muaşeret şekli, hulasa cemiyet hayatında nezaket ve merasim dediğimiz şeylerin, yani karşılıklı münasebetlerin tek kaynağıdır."10
Burada dinin, geçmişte toplum hayatı açısından ne kadar büyük bir öneme sahip olduğu vurgulanmaktadır. Millî hayatın bir parçası olan din, toplum hayatında merkezi bir konuma sahiptir. İnsanlar dinin etrafında bir araya gelmekte ve yaşamaktadır. Din sadece, kişiyi Allah'a bağlayan ferdi bir gerçeklik değil, toplumsal bir yapıdır. İnsanları birleştiren, hayata düzen veren odur. Öyle ki gerçekte dine bağlı olmayanlar bile, toplum içinde, dine göre şekil almakta, dinin sosyal fonksiyonunun gereklerini yerine getirmektedir:
"Onu içlerinde gereği gibi bulamayanlar yahut onun emirlerine gereği gibi itaat etmeyenler de; sanki her evin taşlığında veya kapının yanı başında küçük bir dolap varmış gibi, onun hâllerini, o kendinden geçme, çok yüksek bir varlığa bağlanma ve tevekkül maskesini yüzlerine geçirmeden dışarıya çıkıp insanların içine karışmazlardı." 11
Tanpınar'ın halkın dinin etrafında nasıl birleştiğini anlatırken "dini içlerinde gereği gibi bulamayanlar ve emirlerine gereği gibi itaat etmeyenlerin" bile aynı davranış şekillerine sahip olduğunu, herkesin imanın kisvesine büründüğünü belirtmesi, Bergson'un felsefesiyle paralellik arz etmektedir. Bergson, toplumu tabii bir organizasyona, toplumun değer ve kanunlarını da tabiat kanunlarına benzeterek değer hükümlerinde bulunan ahlak kaidelerinin onlara riayet edilmediği yerde bile, sanki riayet ediliyormuş gibi görülmesine dikkat edildiğini söyler. 12 Böylece, Mahur Beste'de millî hayatla din arasındaki ilişki ile ilgili olarak ifade edilen düşünceler de daha net olarak anlaşılabilir. Din, hem tarihî, hem de toplumsal bir gerçeklik olan millî hayatın içinde yer almakta ve halk da dinin etrafında aynı davranış şekillerine uymak suretiyle birleşmektedir. Dolayısıyla dinin arkasında halkın hayatı vardır.
Hayat, tabii olarak değiştikçe dinin toplumdaki tezahürleri de değişecek13 fakat varlığı ve misyonu şu ya da bu şekilde devam edecektir.
2. Din ve Hayatın Birbirinden Ayrılması
Doğu medeniyeti dairesi içinde, dinin toplum hayatında oynadığı merkezi rolün önemini vurgulayan Tanpınar, Batı medeniyetinin etkisiyle değişmiş olan hayat-din ilişkisini de ele alır. Osmanlı döneminde toplumun yapılanması din etrafında gerçekleşmiştir. Batı medeniyetinin kesin olarak benimsendiği Cumhuriyet döneminde ise dinin misyonu değişir. Din, artık toplumsal değil, ferdî bir olgudur. Tanpınar, dinin bu yeni işlevini, Cumhuriyet sonrası dönemin ele alındığı "Huzur" romanında inceler.
Huzur'da Allah'a inanan Mümtaz ile Allah'a inanmadığı için hür olduğunu söyleyen ve kendisini bir tanrı olarak gören Suat, din hakkında iki farklı bakış açısı yansıtırlar. Bu farklı bakış açıları, medeniyet buhranının bir başka görünüşünü oluşturmaktadır. Bunlardan Mümtaz'ın bakış açısı; Mahur Beste'de İsmail Molla'nın ve Sahnenin Dışındakiler'de Cemal'inkinde olduğu gibi yazarın bakış açısı ile birleşmektedir.
Mümtaz, dinî, millî bir değer ve aynı zamanda, hayata müdahale etmeyen bir inanç sistemi olarak görür. Mümtaz'ı şahsi olarak dine bağlayan, Allah inancı ve dinin millî olan yapısıdır. Mümtaz, Allah'a inanmayı iç dünyasının bir gereği olarak kabul eder fakat Allah'ı gündelik işlerine karıştırmak istemez. Mümtaz'a göre Allah, "(...) İnsanda yıpranmamış, sağlam, her türlü tecrübeden uzak, yalnız hayata dayanmak için kuvvet veren biri (!)"14 olarak durmalıdır. Allah'tan bir şey istemek Mümtaz için çocuklukta kalmıştır. Böyle düşünüyor olmasının sebebi batıl itikatlara karşı koymaktan ziyade "bir zamandan beri kafasında dolaşan fikirlere" sadık kalmak içindir:
"İşlerimiz bizim ve bize benzerlerin küçük sakatlıklarıyla her zaman bozulabilir. Bu bozulma, bu düzensizlik iç kıymetlerimize karşı vaziyetimizi değiştirmemelidir. İki ayrı şeyi birbirine karıştırırsak çıplak kalırız. Hatta zaferlerimizi bile tanrılardan bilmemeliyiz. Çünkü ihtimallerin cetvelinde mağlubiyet de vardır."15
Mümtaz, din ile günlük hayatı, hayatla ilgili işleri, toplumsal münasebet ve çatışmaları birbirinden ayırmaktadır. Din, hem bir millî değer hem de bir iç kıymettir. İnanmak, insanın tabii bir ihtiyacıdır ve sadece iç dünya ile ilgilidir. İç dünyaya ait bir kıymeti günlük hayatın sebebi olarak düşünmek, bu kıymetin yok olmasına yol açacaktır. Çünkü ikisi arasında tecrübe edilebilir bir bağ kurulamaz. Mümtaz, modern Batı düşüncesine sahip bir Türk aydını tipidir. Dolayısıyla yaşanabilir tecrübeyi esas almak durumundadır. Allah'tan kendi hayatıyla ilgili olarak bir talepte bulunduğu takdirde bunun mutlaka gerçekleşmesi gerekecektir. Aksi takdirde Allah'a olan inancı silinecek ve bu değerden mahrum kalacaktır. O hâlde günlük hayatla, hayatın meseleleriyle, Allah'ı ve dini birbirinden ayrı tutmak gerekir. Böylece iç kıymetleri kaybetme tehlikesi ortadan kalkacaktır. İşte bu yüzden, Mümtaz, Mahmutpaşa'da güvercinlere yem verirken çocukluğunda olduğu gibi dua etmek ister fakat bunu yapamaz. 16
Mümtaz'a göre, günlük hayata ait meseleler bütün olumsuz ya da olumlu taraflarıyla kendi başına ele alınmalı; bunlar, iç kıymetlerle, millî değerlerle ilgili kılınmamalıdır. Hayata ait olumsuzluklarla savaşmak, çözüm yolları aranmalıdır fakat millî kıymetleri ve bu arada dini de inkâr yoluna gidilmemelidir.17
"(...) Amcamın mahkemesinin uzamasıyla bu vatan üzerindeki tarihî haklarımızın, kız kardeşinin evlenmesiyle Süleymaniye'de okunan sabah ezanının ve Müslüman bir babadan doğmanızın, paranızı dolandıran emlak tellalıyla, iç çehremizi yapan kıymetlerin, bizi biz yapan büyük realitelerin ilgisi nedir? Bunlar, sonu cemiyete dayanan realiteler olsa bile, bizi kendimizi inkâra değil, şartları değiştirmeye götürmelidir. Elbette ki bizden mesut memleketler ve vatandaşlar vardır; elbette ki iki asırlık hezimetlerin, çöküntülerin, henüz kendi şartlarını bulamamış bir imparatorluk artığı olmamızın bir yığın neticesini hayatımızda, hatta etimizde duyacağız fakat bu ızdırabın bizi inkâra götürmesi, daha büyük hezimeti kabul değil midir? Vatan ve millet, vatan ve millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak münakaşa edilir, ret veya kabul edilir, yoksa hayatımıza getireceği kolaylıklar için değil..."18
Bütün bunlardan, Mümtaz'ın laik bir düşünce yapısına sahip olduğunu fakat dinî inançları da birer iç kıymet olarak kabul etmek suretiyle güvenceye aldığı sonucunu çıkarabiliriz. Mümtaz, kendi devrinde kimi Türk aydınlarının yaptığı gibi, yaşanan felaketlerin, çözüm bekleyen meselelerin sebebini dinde bulup onu ortadan kaldırma fikrini eleştiriyor. Yaşanan olumsuz şartlar değiştirilmeli fakat din diğer bütün millî kıymetler gibi yerinde durmalıdır. Buna karşılık dini, kendi şahsi hayatlarının bir parçası olarak kabul eden halkın tutumunu reddetmek yanlıştır. Kendi şahsi hayatını dinden ayıran Mümtaz, halkın hayat ile din arasında kurduğu sağlam bağı hoşgörü ile değerlendirir. Çünkü imana sığınarak yaşayan insan hayat karşısında güç kazanmaktadır. Ortada bir inkâr yoktur. Demek ki Mümtaz, dini yok etme, inkâr etme sonucunu doğuracak bir hayat-din irtibatını eleştirdiği ölçüde kul ile Allah arasında olan ve kişiye güç veren bir dindarlığı tabii karşılamakta ve gerekli görmektedir. Mümtaz, bu konuyla ilgili olarak romanın bir başka yerinde şunları söyler:
"Bilmem tam dindar mıyım? Şu anda dünyaya çok bağlıyım fakat ne Allah ile kulunun arasına girmek isterim, ne de insan ruhunun büyüklüğünden, imkânlarından şüphe ederim. Kaldı ki bunlar millî hayatın kökleridir. Bir kaç gündür istanbul'da, Üsküdar'da geziyoruz, sen Süleymaniye'de doğmuşsun, ben Aksaray'la Şehzadebaşı arasında küçük bir mahallede doğdum. Hepsinin insanlarını, içinde yaşadıkları ortamı biliyoruz. Hepsi bir medeniyet çöküntüsünün yetimleridir. Bu insanlara yeni hayat şekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskilerini bozmak neye yarar? Büyük ihtilaller bunu çok tecrübe etti. Netice olarak insanı çıplak bırakmaktan başka bir şeye yaramadı."19
Görüldüğü gibi Tanpınar, halkın inançlarına müdahale etmenin karşısındadır. Kişinin din karşısındaki tutumu ne olursa olsun, başkalarının inançlarına karışmamalıdır. Din ve dinî inançlar millî hayatın kökleridir. Onları zorla değiştirmeye kalkmak, yine hayatı çıplak bırakmak olacaktır.
Aydaki Kadın romanının başkişisi olan Selim de Mümtaz gibi, din karşısında serbest bir tutumun sahibi olmakla birlikte, onu tabii ve gerekli bulur:
"(...) Selim'de ne din, ne ahlak, ne de başka bir şey karşısında menfi-müsbet hiçbir taassup yoktur. Onlar hayatın kendi örgüsüne dâhil şeylerdir, insan ruhunun tabii ifrazları ve cemiyet hayatının tabii şartlarıdır."20
Huzur'da, Tanpınar'in karşı olduğu tavrı temsil eden kişi Suat'tır. Düşünceleri ve yapısı ile Mümtaz'in tam tersi bir konumda bulunan Suat; romanda ruh hâli, sıkıntıları ve kötülükleri ile Allah'ı inkâr etmenin imkânsızlığını müşahhas hâle getiren bir tiptir. Bütün millî değerlerle birlikte dini de reddeder, Allah'a inanmaz:
"Hayır yavrum inanmıyorum. Bu saadetten mahrumum. İnansaydım, mesele değişirdi. Bilseydim ki vardır, insanlarla hiçbir davam kalmazdı. Yalnız O'nunla kavga ederdim ve zannederdim ki bana hesap vermeğe mecbur olurdu."21
Suat bütün meseleyi Allah'a inanıp inanmamaya bağlamaktadır. Bu, Allah inancının önemini vurgulaması açısından önemlidir fakat Suat'ın düşünce dünyası temelde isyan ve inkâr üzerine kuruludur. O, hayatın kendisine isyan eder. Bu yüzden, varlığını kabul etmediği Allah'ın, var olduğunu bilmesi durumunda bile tavrının sadece istikameti değişecektir mahiyeti değil. Suat, daha da ileri giderek, intihar edince hürriyete kavuşacağını düşünür: Bu hâliyle, Dostoyevski'nin Cinler'indeki Kirillov'a benzer. Esasen, Suat, Dostoyevski'den esinlenerek oluşturulmuş bir tiptir. Fethi Naci ve Berna Moran da Suat tipiyle Dostoyevski'nin romanları arasındaki ilişkiye dikkat çekerler. Mümtaz'in iç dünyasına fikirleriyle tercüman olan ve yazarın görüşlerini yansıtan İhsan ile Suat arasında, romanın üçüncü bölümünde geçen tartışma sırasında din meselesinin sadece Allah inancı çerçevesinde ele alınmış olması, Tanpınar'ın din ile dünyayı birbirinden ayıran bakış açısıyla ilgilidir.
SONUÇ
Tanpınar; dinî, millî hayata bağlı bir realite olarak görmektedir. Dolayısıyla, dini inkâr etmek ve onu önemsememek gibi bir tavrı doğru bulmamakta, millî hayatı oluşturan her unsur gibi dinin de devam etmesi gerektiğini savunmaktadır. Bununla birlikte, dinin şahsi hayatta yer almasma, düşünce ve yaşantının din tarafından idare edilmesine karşı çıkmaktadır. Böylece Tanpmar'ın düşünce dünyasında, Doğu-Batı meselesi çerçevesinde yer alan çelişkinin başka bir boyutuyla karşılaşmış oluyoruz. Çünkü dinî, millî hayat için lüzumlu görüp şahsi hayatta onu sadece inanç olarak sınırlandırmak, ister istemez bir çelişkiyi doğuracaktır. Tanpınar'ın hayatında da, eserinde de bu çelişkinin örneklerini görebiliriz.
Mehmet Kaplan'ın naklettiğine göre, İstanbul Üniversitesi okutmanlarından İhsan Örücü, Tanpınar'ı bir Kadir Gecesinde, Sultanahmet Camii'nin pencerelerinden adeta başkaları tarafından tanınmaktan sakınarak, yaşlı gözlerle içeri bakarken görür.22 Bu hatıra, Tanpınar'ın din konusunda da iki dünya arasında; çelişkili, muzdarip bir insan olarak durduğunu, eşikte bulunduğunu gösteren trajik bir örnektir.
Tanpınar'ın hatıra defterinin son yapraklarında yer alan şu satırlar da aynı ölçüde dikkate şayandır: "Allah'a inanıyorum fakat tam Müslüman mıyım bilmem? Fakat annemin ve babamın dininde ölmek isterim ve Müslüman olduğumu unutmuyorum ve Müslüman kalmayı istiyorum. Garplıyım. Hıristiyanlığın daha zengin nazarlarla ve daha derinden işlendiğine eminim. Burada kendimle aşikâr şekilde tezattayım. "23
Görüldüğü gibi Tanpınar, çelişkisinin farkındadır ve onu samimiyetle ifade etmekten çekinmemektedir. Tanpmar'ın eserinin değerini biraz da bu samimiyette aramak gerekir. Arayışın ne olduğunu öğrenmek ve kendimizle yüzleşmek için Tanpınar'ın eserini tekrar tekrar okumak zorundayız.
* Fatih Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Öğretim Üyesi.
DİPNOTLAR
1 Mahur Beste, Dergâh Yayınları, İstanbul 1988, s. 108
2 Mahur Beste, s. 108–109
3 Mahur Beste, s. 109
4 Mahur Beste, s. 109
5 Mahur Beste, s. 109
6 Mahur Beste, s. 110–111
7 Mahur Beste, s. 111
8 Berna Moran, İsmail Molla'nın söylediklerinden yola çıkarak Tanpınar'ın İslam'a bakış açısını şöyle tespit ediyor: "(...) Tanpınar, için Müslümanlık temelde estetik bir sorun. Onu ilgilendiren, bütün Müslüman uluslar için ortak olan soyut bir Müslümanlık değil, sanat eserleri ve hayat şekilleri hâline gelmiş, bize özgü, taklit olmayan somut bir Müslümanlık." (Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İstanbul, 1987, s. 280.) Dr. Neyin Önberk de yine İsmail Molla'nın sözlerini naklederek, Tanpınar'ın din hakkındaki görüşleri üzerine şunları söylüyor: Tanpınar, burada halkın hayatında, yaşama biçiminde somutlaştırdığı bir din anlayışıyla Müslümanlığı, medeniyetimizin, kültürümüzün çok geniş bir parçası olarak görmüştür. (Nevin Önberk, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Mahur Beste", "Huzur" ve "Sahnenin Dışındakiler" romanlarında Millî Kültür Meselelerine Bakış, Erdem, 5, s. 197)
9 Nevin Önberk, a.g.e. s.197.
10 Sahnenin Dışındakiler, Dergâh Yayınları, İstanbul 1990, s. 28
11 Sahnenin Dışındakiler, s. 28
12 Bergson, Ahlak ve Dinin İki Kaynağı, Çev. Mehmet Karaşan, İstanbul 1986, s. 7
13 Mahur Beste, s. 110
14 Huzur, Dergâh Yayınları, Tercüman 1001 Temel Eser, s. 38
15 Huzur, s.38–39
16 Huzur, s. 38
17 Huzur, s. 39
18 Huzur, s. 39
19 Huzur, s. 172; Dr. Nevin Önberk, Tanpınar'ın Huzur'da Mümtaz'ı, "Dindarlığı inancını millî hayatın kökleri olarak gören dünyaya daha bağlı olduğunu söyleyen bir kişilikte" verdiğini söylemektedir. (Bkz. Nevin Ön berk, a.g.y. s. 199)
20 Aydaki Kadın, Adam Yayınları, İstanbul 1987, s. 115
21 Huzur, s. 267
22 Mehmet Kaplan, Tanpınar'ın Şiir Dünyası, İst. 1983 s. 21
23 Mehmet Kaplan, Tanpınar'ın Şiir Dünyası, İst. 1983 s. 21