« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 Oca

2013

AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ROMANLARINDA VE ŞİİRLERİNDE ZAMAN KAVRAMI

Zafer ALTUN 01 Ocak 1970

AHMET HAMDİ TANPINAR’IN HAYATI: (1901-1962)
Şair, hikayeci ve romancı, edebiyat tarihçisi, edebiyat eleştirmeni, edebiyat
incelemecisi, siyasetçi, akademisyen, lise ve üniversite hocası, deneme yazarı fikir
adamı… olarak tanınan Ahmet Hamdi Tanpınar, (1901) yılında İstanbul’un
Şehzadebaşı semtinde dünyaya gelmiştir. Babası Kadı Hüseyin Fikri Efendidir.
Tanpınar, babasının memuriyetleri nedeniyle çocukluğu Osmanlı devletinin çeşitli
şehirlerinde geçmek zorunda kalmıştır. Babasıyla ilk olarak 1904 yılında Ergani
Madeni’ne giderler 1908’da babasının Sinop’a tayin edilmesiyle ailecek Sinop’a
gelirler 1909’da babasının görevi nedeniyle Siirt’e gitmek zorunda kalır. 1914 yılında
babasıyla Kerkük’e gelen Tanpınar, ilk ciddi okumalarına burada başlar. Aile aslen
Batumlu olup, “Mızrakçıoğulları” veya “Müftüzadeler” olarak bilinir. Annesi Nesime
Bahriye Hanım ise, Trabzonlu “Kansızzadeler” dendir. 1915 yılında annesini
Kerkük’te kaybeder. Bu olay Tanpınar’ı çok derinden etkilemiştir. 1916’da babasıyla
Antalya’ya gelirler. İlk ve orta öğrenimini bu değişik şehirler de tamamlayan
Tanpınar, bu yer değiştirmeler sebebiyle öğrenim hayatı da düzensiz geçmiştir. Lise
öğrenim yıllarını Vefa, Kerkük ve Antalya’da geçirir. 1918’de Antalya Sultani
Lisesinden mezun olduktan sonra yüksek öğrenim için doğduğu şehir İstanbul’a
gelir.1
Baytar mektebinde yatılı öğrenci olarak bir yıl okuduktan sonra 1919 yılında
Edebiyat fakültesine kaydolur. Burada önce tarih daha sonra felsefe okumak isteyen
Tanpınar, yazılarından Tanıdığı Yahya Kemal’in Edebiyat şubesinde ders vermekte
olduğunu duyar duymaz Edebiyat şubesine geçer. 1923 yılında İstanbul Edebiyat
Fakültesinden mezun olur ve aynı yıl Erzurum Lisesine öğretmen olarak atanır.
1925’te Erzurum’dan Konya Lisesine, 1927’de Konya’dan Ankara Lisesine atanır.
Tanpınar, Ankara Lisesinde öğretmenlik yaparken aynı zamanda Gazi Eğitim
Enstitüsünde Edebiyat dersleri veriyordu. 1932’de İstanbul Kadıköy lisesine atanır.
1933’de Ahmet Haşim’in ölümü üzerine Güzel Sanatlar Akademisi sanat tarihi
hocalığı yapar. 1939’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne Yeni Türk
Edebiyatının ilk profesörü olarak atanır. 1940’da Kırklareli’nde topçu teğmeni olarak
askerlik görevini yerine getirir ve askerlik görevinden sonra tekrar üniversiteye
döner. 1943-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olarak Büyük Millet Meclisine
1 Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi. Dergah Yay., İstanbul, 1998, s. 3950
girer. 1946-1948 yılları arasında ise, Milli Eğitim Bakanlığı müfettişlik görevinde
bulunur. 1949’da Edebiyat fakültesindeki profesörlük görevine tekrar döner. 1953’te
ilk olarak Avrupa’ya gider ve altı ay kalır. 1955’de ikinci kez Avrupa’ya gider.
1959’da son kez üzere üç defa Avrupa’ya giden Tanpınar, Fransa, Belçika,
Hollanda, İtalya, İngiltere, Portekiz, İspanya ve İsviçre gibi Avrupa ülkelerini
yakından tanıma imkanına sahip olmuştur . Tanpınar, 23 Ocak 1962 günü geçirdiği
kalp krizi sonucu hayata veda etti. Naşı Rumeli Hisarı kabristanına hocası ve aynı
zamanda dostu olan Yahya Kemal’in yanına defnedildi. Mezartaşı üzerine madde ve
mana dünyasını en güzel şekilde aksettiren şiir’inin iki mısrası yazılıdır.2
“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında”
Ahmet Hamdi Tanpınar.
AHMET HAMDİ TANPINAR’IN EDEBİ KİŞİLİĞİ:
Mektup ve hatıralarında kendisini değerlendirmesi onun poetik karekterini göstermesi
bakımından önemlidir. Tanpınar Antalya mektub’unda Ergani Madeni’nde henüz üç
yaşında iken kendisine rastlamasını şöyle anlatır:
“Ben sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bir bayıra
bakıyordum . Sonra birdenbire tekrar kar yağmaya başladı. Bir
çeşit çok lezzetli hayranlık içinde kalmıştım. Bu anı her karlı
günde hatırlar ve yağışı beklerim.”3
Görüldüğü gibi Tanpınar’ın daha küçük yaşlarında edindiği intibaı, onun ileriki
yaşlarda meydana getireceği şiirlerin kaynağını ve estetiğinin temel kavramlarını
vermektedir.
2 Orhan Okay, Şerif Aktaş, Mustafa Özbalcı, Yakup Çelik, Büyük Türk Klasikleri, Ötüken Yay., İst., 2002, s.
530-31
3 Birol EMİL (Yayına Hazırlayan): yaşadığım gibi, 4. Baskı, Dergah Yayınları, (İstanbul, 2005), s. 348.
Biraz daha açacak olursak şair’in hayatı, fikirleri ve eserleri arasında yakın bir ilgi
vardır. Tanpınar babasının görevi icabı Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde gördüğü
manzaralar (denizin sahile vuruşu, denizle sahilin birleştiği ince çizgi, güvercinlikteki
mağara ağzının deniz sularıyla bir dolup bir boşalması, öğle saatlerinde durgun
denizin ışıkla ve dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzara…) şair’in estetiğinin
oluşmasında önemli rolü vardır.
Tanpınar’ın ilk şiirlerinde Ahmet Haşim’in sembolist şiirlerinin etkisi görülür. Bunun
nedeni ise, Haşim’in Fecr-i Ati şairleriyle devrin sanat hayatına damgasını vurmuş
olması ve her iki şairin de annelerini Dicle kenarında kaybetmiş olmalarıdır.
Ahmet Haşim’in şiirinin kaynağında şuur altı vardır ve onun
hakim olan temalar, “çocukluk anıları, aşk ve tabiattır.”4
Diyebiliriz ki şuur altı ve çocukluk anıları her iki şairin işledikleri ortak bir temdir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kültür ufkunun genişlemesi ise Edebiyat Fakültesi’ndeki
öğrenciliğiyle başlar. Tanpınar fakültede okuduğu yıllarda sanatkar yaratışlı, tenkitçi
ve edebiyat tarihçisi olarak bir çoğu (Fuat Köprülü, Yahya Kemal, Cenap Şahabettin,
Ferit Bey, Yusuf Şerif, Ali Ekrem Bolayır, Hüseyin Daniş, Necip Asım) derslerine
girmiştir. Ancak Yahya Kemal hariç, diğerleriyle ilgili hatıraları yok gibidir. Yahya
Kemal, Tanpınar’ın hocası aynı zamanda çok değerli dostudur. Yahya Kemal ona
batı edebiyatının, divan şiirinin zevkini, millet ve tarih hakkındaki görüşlerinin
temelini, edebi eserlerin dille ilgisini ve dili kullanma sanatını kazandırmıştır.5
Tanpınar, Antalyalı Genç Kıza Mektubunda Yahya Kemal’in üzerindeki tesirini
şöyle anlatır:
“Şiirde ve fikirde ilk ve galiba yüzünü gördüğüm son hocam
Yahya Kemal oldu. Hâşim’i daha evvel okumuş ve sevmiştim.
Bu iki şair bana kendilerinden evvelkileri unutturdular. Yahya
4 Kenan AKYÜZ: Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, (1860-1923), inkılap yayınevi, (İstanbul, 1995), S.
157.
5 OKAY, Orhan ve diğerleri: a.g.e., s. 531-32
Kemal’in derslerinden –Fakülte hocamdı. Ayrıca eski şiirin
lezzetini tattım. Galib’i, Nedim’i, Baki’yi, Naili’yi ondan
öğrendim ve sevdim.
Yahya Kemal’in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki
mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. Dilin kapısını bize o
açtı. Bazıları bu tesiri başka türlü görüyorlar. Hakikatte
estetiğimiz farklıdır. Aşağıda anlatacağım. Yalnız millet ve
tarih hakkındaki fikirlerimde bu büyük adamın mutlak denecek
tesiri vardır. Beş Şehir adlı kitabım, onun açtığı düşünce
yolundadır.”6
Orhan Okay, Tanpınar’ın şiirini Yahya Kemal’in şiirinden tarih bakımından şöyle
ayırır:
Yahya kemal’in şiirlerinde aşk, tabiat ve tarih vardır. Dil ve
mısra mükemmelliğini Yahya Kemal’den alan Tanpınar, tarih
görüşlerini şiirlerinde değil, nesirlerinde gösterir.7
Tanpınar’ın fikir mayasında Yahya Kemal, Freud, Bergson, Sartre gibi kişilerin
izlerini bulmak mümkündür. Ancak bunlara dışarıdan bakarak kendi hayat ve
düşünce dünyasının birer malzemesi haline getirmektedir. Tanpınar, Birinci Dünya
Savaşından sonra kalmış olan Batı’daki bazı fikir ve sanat akımlarını yakından takip
eder. Bu fikir akımlarından Sürrealizm tesirimde olan Freud, şuur altı veya ruhun
derinliklerinde garip kuvvetlerin keşfini arar. Ancak Freud’dan etkilenen Tanpınar ise
şuur altından mutlak olana ulaşabilmenin gayreti içersindedir.
Tanpınar, Bergson’un etkisinden şöyle bahseder:
6 Birol EMİL (Yayına Hazırlayan): a.g.e., s. 350
7 Özer, Elif Emine, eğitimdergi.Pamukkale.edu.tr
“Şiir ve sanat anlayışımda Bergson’un zaman telakkisinin mühim
bir yeri vardır. Pek az okumakla beraber, o da borçlu olduğum
insanlardandı.
Asıl estetiğini Valery’de bulan Tanpınar, Antalya mektubunda:
“Asıl estetiğim Valery’yi tanıdıktan sonra teşekkül etti. (1928-
1930 yıllarında). Bu estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi
ve şuurlu çalışma fikirleri etrafında toplamak mümkündür.
Yahut da musiki ve rüya.” Tanpınar, Valery’nin “velev ki
rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık
olmalıdır.” Sözünü değiştirerek, “en uyanık bir gayret ve
çalışma ile dille rüya halini kurmak”8
Şekline getirerek kendi şiir
anlayışını ortaya kor.
Tanpınar, İstanbul’dan ayrılıp edebiyat öğretmenliği için Anadolu’ya gittiği sırada
fikir ve edebi hayatında büyük değişmeler olmuştur.
Tanpınar’ın Erzurum ve Konya’daki öğretmenlik yılları susma devridir. İkinci defa
olarak kültür ve sanat çevresine Ankara’da kavuşan Tanpınar, Ankara Lisesi’nde
Rıfkı Melül ve Faruk Nâfiz gibi şiir ve sanata düşkün şahsiyetlerle tanışır, aynı
zamanda bu öğretmenlerin etrafında şiir meraklısı olan öğrenciler vardır. Bunlar:
Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Samet Ağaoğlu, Tanpınar, şiirine geniş ufuk
açan Valery’yi de bu yıllarda tanıdığını söyler. Tanpınar, Gazi Muallim Mekteb’inde
ders vermeye başladığı yıllarda kendisini farlı bir çevrede bulur. Burada dinlediği
musiki plakları sayesinde batı musikisinin büyük eserlerini tanıma fırsatını bulur.
Yine bu yıllarda Hayat’ta ve Ahmet Kutsi’nin çıkarmakta olduğu Görüş’te yazıları
ve şiirleri çıkar. Nesir yazıları ise, daha çok edebi tenkit ve deneme karakterindedir.
8 Birol EMİL (Yayına Hazırlayan): a.g.e., s.351
Batı musikisi ve plastik sanatların yanında Türk musikisine de çok yakından ilgi
duyan Tanpınar, Konya’da hocalığı sırasında Mevlevi ayinlerinde Itri’nin,
Mevlana’nın natı için yapılan rast bestelerini dinlemiş, daha sonra İstanbul Belediyesi
Konservatuarı’nda Yahya Kemalle ikinci defa Itri’nin Nevakar’ını dinlemiştir. Baki
Süha’nın İstanbul radyosunda görevli olduğu yıllarda konuşmalar için radyoya gelen
Tanpınar, burada klasik musikimizin bütün büyük üstatlarını tekrar tekrar dinleyerek
Osmanlı tarihi içinde diğer sanatlarla irtibatını kurma yollarındadır. 1940’dan sonra
şiirin azaldığı, buna karşılık nesre, deneme ve incelemelerine ağırlık verdiği
görülür.9
Tanpınar, musikiyi yüzümüzün garba çevrildiği devrede ayakta kalan tek atımız
olarak ele almaktadır.
Tanpınar, musikiyi Osmanlı toplumundan kültürel sürekliliği mimariyle beraber en
iyi temsil eden estetik yapılanma olarak değerlendirir.
Bir kültür adamı olan Tanpınar, tıpkı romanları da kendisi gibi birer kültür niteliği
taşımaktadırlar. çünkü onun romanlarında tarih, mimari, resim, hat, doğu ve batı
musikisi vardır. Yine onun romanlarında kendi hayat tecrübeleri ve kadere boyun
eğme vardır.
Doğu-batı sorununu derinlemesine yaşayan ve doğu-batı çatışması içinde, Türk
toplumunun yüz elli yıldır yaşadığı buhranları, maddi ve manevi değer kargaşası ve
kültür kaybı, Tanpınar’ın önemle üzerinde durduğu ve çözüm yolları aradığı konular
olmuştur. O geçmişi yeniden yaratmakla değil, geçmişle barışmak ve onu bilinçli bir
biçimde içselleştirmenin gayreti peşinde olmuştur.
Tanpınar, doğu kültürüyle yetişmiş Dede Efendi tutkunu ancak batılı ustalara da
daima açık olmuştur. Tanpınar, zaman kavramı üzerinde en çok kafa yormuş
düşünürlerimizdendir. O uygarlıklar arasındaki temel bir ayrımın zaman
anlayışlarında olduğunu iyi görmüş ve zaman mefhumunu hem metafizik hem de
tarihte ele almıştır. Tanpınar’ın bizde ki en önemli eksikliklerden biri olan tarih
duygusunu mekanlaştırarak, atalarımızdan kalan kültürdeki zaman anlayışına sevk
etmektedir. Atalarımız için zaman, dün şimdi ve yarından oluşan bir ilerleme
değildir. Günlerin aynı olduğu geniş değişimsiz bir akıştır. Daha doğrusu mekandır.
9 OKAY, Orhan ve diğerleri: a.g.e., s. 533
Tanpınar’ın romanlarındaki kişiler genellikle aydın kişiler ve kültürlü kişilerdir. Yine
onun romanlarında iki şey özellikle dikkatimi çekti bunlardan birincisi: Bireysel
yaşam ve sosyal yaşam buda bana hemen Yusuf Has Hacip tarafından Balasagun’da
yazılmaya başlanmış 1069 veya 1070’te Kaşgar’da tamamlanmış Kutadgu Bilik adlı
eserini hatırlatıyor. Yusuf Has Hacip, bireyi ele alarak ve onu toplum içersine
yerleştirerek fert’in toplum ve devletle olan ilişkilerini inceleyerek böylece soysal bir
yapı oluşturuyordu. Tanpınar da öncelikle bireysel olanı ele alarak toplumsal olana
doğru yaklaşmaktadır. Yani fert ölümlüdür cemiyette ise ölüm yoktur o sürekliliği
ifade eder. İkincisi ise: kahve insanları. Özellikle Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde
bunlardan çok bahseder.
ZAMANI ANLAMAK
İnsanoğlunun var olmasıyla beraber felsefecilerin, bilim adamlarının, filozofların,
edebiyatçıların, Sosyologların, tarikçilerin… zihinlerini meşgul eden ve günümüze
kadar süre gelen problemlerden biri de zaman sözcüğü ve zaman kavramı olmuştur.
Ve kafalarda devamlı soru işareti bırakarak birçok tanımı yapılmıştır. Peki nedir
zaman? varlığını nasıl anlarız? sonlumu sonsuz mudur? Algılana bilinir mi? Göreceli
bir varlığımı vardır? Zaman yoksa önce ve sonra nedir? Zaman varsa neyle ifade
ederiz? Gibi sorular hemen zihinlerimizi meşgul etmektedir. Aslında zaman, felsefi
bir konu ve sorundur. Olgusal bir gerçeklik değil, sadece zihni / akli bir inşa
(yapı)’dır. Olup bitenleri öncelik-sonralık sırasına koyan akıl, giderek bir zaman
kavramı yaratmıştır. zaman sözcüğünü, günlük hayatta kullandığımız saatlerden
öğreniriz. Zaman kavramını ise fizikten kazandığımızı sanırız. Günün belirli
saatlerinde çalışırız, dinleniriz, eğleniriz. “Zaman” dediğimiz, bir sinema filmi gibi,
çevremizde sürekli akıp giden ne olduğunu tam bilmediğimiz, sorgulamadığımız,
sorsak da pek kavrayamadığımız bir şeydir. Yani nedir? Bilmeyiz ama bildiğimizi
sanırız. Şimdi yukarıdaki sorulara birazcıkta olsa cevap vermeye çalışalım.
Güneş battığında bir günün bittiğini dünya güneşin etrafındaki dönüşünü
tamamladığında yeni bir yıla gireceğimiz hükmüne varırız. Her batan güneş, her
koparılan takvim yaprakları hayatımızın bir nehir gibi akıp geçtiğinin bir kanıtıdır.
Zaman insanın iç aleminde, ruhunda cereyan eden şuurun bir sürecidir. Aynaya
baktığımızda yüzümüzde gördüğümüz kırışıklar, saçımızdaki aklar, bir bebeğin gün
be gün büyümesi zamanın geçip gittiğini gösterir bizlere. Aslında geçen zaman
mıdır yoksa biz miyiz? Sorusuna Latin bir şair:
“geçen zaman değil, biziz” der. Bana göre her ikisi de geçendir. Zaman,
devamlı bir oluşu, bir akışı ifade ediyorsa zaman da geçendir. Zaman, devamlı akar
ve birbiri üzerine katlanır. Geçen o an mazide kalır. zaman, akarken veya
değişirken zaman gibi eşya da değişir, eskir ve mazide kalır. Zaman, soyut bir
kavram olduğu için onun varlığını insan veya obje üzerindeki değişimde buluruz.
Zaman, yenileşen ve her an yeniden olan bazı şeylerle beraber vardır. Yenileşme
varsa zaman vardır yenileşmenin bittiği yerde zaman da bitecektir. Ancak bize göre
çok eskilerde kalan, yani tarih olan (mimari, eser, önemli olaylar…) günümüzde
hala yaşıyor veya varlığını devam ettirebilirler işte bu zaman hakiki zamandır yani
şuurla işlenmiş zamandır. Şuurla işlenen zaman ne eskimiştir, ne de zamanın
içindeki eşya veya yapıt eskimiştir. Mesela, Divan-ı Lugatit Türk, Babür Name,
Fatih Sultan Mehmet, Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutku görüldüğü gibi zaman
bunları eskitememiş, bu yapıtlar ve kişiler o dönemin izlerini bugünde devam
etmektedir. Tanpınar’ın eserlerindeki zaman estetiği de böyle olsa gerek.
İbn Sina, zamanın oluşumunu şu şekilde açıklar:
“Zaman özü bakımından öncelik ve sonralık ile ilgilidir. O kendiliğinden öncelik ve
sonralığa ayrılır ve bu öncelik ve sonralıkla ilgisi özünün gereğidir. Fakat zamanın
önceliği ve sonralığı, yani öncelik ve sonralıkla ilgisi beraber bulunmaz. Önce olma
bakımından öncelik, yok olur ve peşinden sonra olma bakımından, sonralık vücut
bulur. İşte bu, zamanın oluşmasıdır.”10
Hawkink:
"Bir başı vardı zaman'ın bir de sonu olacak" diyor. insanın kafasına
hemen şöyle soru işaretleri oluşuveriyor. Neye göre başlangıcı var Neye göre sonlu
olabilir? Hawkink, burada yaşadığımız, çalıştığımız, dinlendiğimiz… etrafımızdaki
objelerin veya insanların doğumundan ölümüne kadarki değişiminden anladığımız
10 Hüseyin ATAY: Zamanın Oluşumu. Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma. T.C. Kültür Bakanlığı yayınları,
(Ankara, 2001), s. 101.
veya kavradığımız dışsal zaman bahsediyor. Bu zaman, onun dediği gibi bir başı,
bir de sonu olan zaman. Peki insanlar var olmadan önce zaman yok muydu? “ezel”
ve “ebed” nereden ve nasıl geliyordu? İşte bu anlamdaki zamana İbn Sina şöyle
açıklık getirir:
“Eğer ezeli olmayıp da bir noktadan başlamış olsa, zaman
önceliği ve sonralığı içine alan kavram olduğundan, o
başladığı noktanın bir öncesi ve bir sonrası bulunması
zorunluluğu vardır. Bu öncelik ve sonralık zamanı meydana
getirdiğinden zamanın başladığı sanılan noktadan önce,
öncelik bulunmaktadır, bu öncelik zaman kavramına girdiği
için, zamanın başladığı noktadan önce de zaman vardır.
Böylece zamanın başladığı noktadan önceki öncelik noktasını
da zaman saymak gerekecektir.” Ve devamında İbn Sina bu
ezelliliğin mutlak bir ezellilik olmadığını şu cümlelerle izaha
çalışır: “Zamanın ezeli olmasının manası (Tanrının) ilk varın
varlığına eşit olarak onun varlığı yanında bir de zamanın var
olduğu anlamında değildir.”11
İbn Sina’ya göre, zamanın zaman bakımından bir başlangıç düşünülememesi onun
hiçbir başlangıcı olması anlamında değildir. Onun varlığının başlangıcı vardır ve bu
başlangıç Tanrıdır.
(…)
şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
(…)
Zamanla nasıl değişiyor insan!
11 Hüseyin ATAY: Zamanın Ezelliliği, a.g.e., s. 123-124
Hangi resmime baksam ben değilim.
(…)
Cahit Sıtkı Tarancı.
Bu dörtlüklerle Cahit Sıtkı Tarancı, dışsal anlamdaki zamana yani herkesin kavradığı
saat, gün, ay, yıl gibi hareket vasıtasıyla ölçülebilen yani somutlaştırılan yani
objektif zamana dikkatleri çekerek, zamanla insan değişimini ifade etmektedir. Aynı
zamanda burada hem zamanın, hem de insanın değişiminden söz edilebilinir.
Zaman ne durdurulabilir, ne de başka bir şeyle değiştirilebilir, ne de geriye
döndürülebilinir. Zaman, akan bir su misalidir. Zaman insana hakim ise zaman bir
nehir, insan bu nehirde sürüklenen bir maddedir. Eğer insan zamana hakimse, sınırlı
olan hayatı en faydalı bir şekilde geçirebilme imkanına sahip olur. Zaman, bir hasta
için geçmek bilmeyen en yavaş geçendir. Zaman, mutlu olduğumuz anlar için en
çabuk yok olandır. Zamanı duyamayız ve hissedemeyiz, buna bağlı olarak neşeli
anların çabuk geçmesi ve üzüntülü anların yavaş geçmesi zamanın kendisinden
dolayı değil, zaman içindeki olaylardan dolayıdır. Bunlar bazen çok uzayabilir,
bazen de çok kısaymış gibi algılanabilinir. Üzüntü ve neşeyi duyarız ama zamanı
duymayız. Zamanın, sayısı olan hareket esnasında vuku bulan başka bir olay bizi
etkileyerek neşeli veya üzüntülü kılar. İşte bu da subjektif zamandır. ne bir
uzamadan ne de bir kısalmadan bahsetmenin mümkün olmadığı tariksel zamanda
ise, yıl denilen zaman parçalarının içinde olayların bıraktığı izler ve başarılar vardır.
Bu izler unutulmaz ve zamanla yeniden sahneye çıkar. Yukarıda çeşitli kategorilere
ayırdığımız zamanın dışında bir de içimizde olan bir zaman vardır. Onun başlangıcı
“ezel” geleceği ise “ebed”dir. O, Hem geçmişe doğru sonsuz, hem de geleceğe
doğru sonsuzdur.
ANTİK ÇAĞLARDA ZAMAN
Antik dönemin tarih anlayışı döngüsel özellik taşımaktadır. Bunda geçmiş, hal, ve
gelecek, bir takım formların tekrarlanıp durdukları gelip geçici bir evrene ait zaman
boyutları olarak görülür. Bu nedenle, hayat geçmişten geleceğe doğru sürekli bir
gelişim biçiminde algılanmaz.
Döngüsel zaman: zaman içinde aynen tekrar eden olaylara dayanır. Gecenin
gündüzü, gündüzün geceyi takip etmesi, güneşin her sabah doğması her akşam
batması, mevsimlerin birbiri ardına tekrar etmesi, ayın ilk dördün, hilal ve dolun
ay olarak ortaya çıkması… ay döngüsü bütün ilkel, tarım öncesi kavimlere takvim
vazifesini yapmıştır. Ancak gerçek anlamda tarıma geçilmesiyle beraber güneş yılına
bağlı olan mevsimler tarafından yönlendirilmesi, ay takvimi çiftçiler tarafından
kullanışsız hale gelmiş ve bunun akabinde güneş yılı esasa alınmıştır. Döngüsel
zaman anlayışı antik çağdan ortaçağ boyunca toplumsal yaşama egemen olduğu
gözlenmiştir.
Bilim adamları döngüsel zamanın günlük, haftalık ve yıllık
izlerinin olduğunu şöyle ispatlamışlardır:
“Zoologlar, mercanların her gün ince bir kireç tabakası
çökelttiklerini gözlemişlerdir. Daha da önemlisi, mevsimler
değişiklikler günlük çökel halkalarının değişmesine neden
oldukları için, mercan halkalarında yalnızca günlük değil,
mevsimlik, dolayısıyla da yıllık aralıklar tespit etmek mümkün
olmuştur.”12
İlkçağ uygarlıkları döngüsel zaman sahiptiler peki çizgisel zaman yok muydu? Doğa
olayları döngüselliği ifade ederken, biyolojik olarak insanın gelişmesi neyi ifade
ediyordu?
Döngüsel zaman bağlı olarak bazı uygarlıklar Güneş, Ay ve ay-güneş takvimlerini
kullanmışlardır. yerkürenin güneş etrafındaki tam dönüşünü bir yılda
gerçekleştirmesiyle dört mevsim meydana gelir ve bu, güneş takvimlerinde 365 gün
12 Celal ŞENGÖR: Jolojik Takvim. Cogito, 22. sayı, ek, Yapı Kredi Yayınları, (İstanbul 2000), s. 9.
temel zaman birimi olarak ele alınmıştır. Bu takvimlerde ay kavramı yoktur zaten
yıl 12 aya ayrılırdı. İlk ölçümler Eski Yunanda M.Ö 432’de, ikincisi M.Ö 280’de
yapılmış. İlk güneş takviminin yapımını ise Mısırlılar M.Ö. 280’de
gerçekleştirmişlerdir. Ayın hilal şeklinde ortaya çıkması, gittikçe büyüyerek dolunay
şeklini alması ve tekrar küçülerek hilale dönüşme sürecine dayandırılarak ay
takvimleri oluşturulmuştur. Bu süreç 29 yada 30 günlük bir sürece dayandırılmış, 12
ay ayı 354 yada 355 günlük bir ay yılını meydana getirmiştir. Bu takvim asla
mevsimlere uymazdı. Bir ramazan ayı kışa da yaza da gelebilirdi ve ay takvimimde
gecelerin aydınlanma durumu bilinirdi. Bir de bu takvimlerin dışında kalan Eski
mısır takvimleri mevcuttu. 12 ayı olan ve 12 ayın sonuna açıktan 5 gün eklenir her
ayı 30 gün çeken 365 güne tekabül ederdi. Ancak bu yıl süresi gündönümleri
ölçümlerine göre değil, Nil’in yıllık kabarma ve taşma olayı ile Sirius yıldızının
güneşle aynı anlarda doğuşu olayına dayandırılarak esasa alınmıştır.13
Orta çağ Avrupa’sında mekanik saatin gelişmesi zamanı hesaplamaktan ziyade ibadet
vakitlerini göstermek için kullanılmıştır. Bizim yaz saati uygulamasıyla yaptığımız
şeyi orta çağ insanı saatlerin süresini uzatıp kısaltma yoluyla yapmışlardır. kol
Saatlerin olmadığı dönemlerde saat kuleleri gün içindeki bölünmeleri duyurmaya
yarıyordu. Mısırlılar, gündüzün tespiti için güneş saatinin yanında gecenin ölçümü
için de su saatleri yapmışlardır. Sümerliler yılı 360 güne ve 12 aya bölerek gün,
hafta, ay ve yıl kavramlarını oluşturmuşlardır.
Kuru tarımdan sulu tarıma geçilmesiyle, gözlemlere dayalı doğa bilimleri ve ticaret
tarımının gelişmesiyle beraber döngüsel zaman anlayışı yıkılmaya başlayarak çizgisel
zaman kavramı oluşmaya başlamıştır. Döngüsel zaman anlayışının yıkılmasında ve
çizgisel bir zaman bilincinin doğmasında S. Augustin’in önemli bir rolü olduğu
bilinmektedir. Augustin, tarihin bir tekerrürden ibaret olmadığını, bir defaya mahsus
olan olaylardan kurulu bir süreç olarak ele alır. Ona göre bu sürecin bir başı, bir
de sonu vardır. Hz. Ademin ilk günah ‘başlangıç’, kıyamet ‘son’dur. Augustin, bu
başlangıç ve son arasını yedi döneme ayırır:
13 Necati AKGÜR: Takvimler. Cogito, Takvim: Zaman Haritası, Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi
Yayınları, 22. sayı, (İstanbul, 2000), s. 98-100.
“Adem’den Tufan’a kadar olan dönem, Tufan’dan İbrahim’e
kadar olan dönem, İbrahim’den Davud’a kadar olan dönem,
Davud’dan Esirlik’e kadar olan dönem, Esirlikten İsa’nın
doğumuna kadar olan dönem, İsa’nın doğumundan kendi
zamanına kadar olan dönem, Aktüel durumdan Yaratıcının
dinleneceği zamana kadar olan dönem.”14
TEK TANRILI DİNLERDE ZAMAN
Tek Tanrılı din olan Museviliğe kadar, insan topluluklarına hakim olan zaman
anlayışı döngüseldir. Dünyada her şey belirli aralıklarda kendini yeniliyordu.
Çizgisel zamanın geçmişi Mısırlılar ve Babillilere kadar dayanmaktadır. Çünkü
bütün kralların tahta geçtiğini gösteren listeler bir döngüyü değil, birbiri ardına
gelen bir oluşumu göstermektedir. Yine İbrahim Peygamber’in oğlu İshak’ı kurban
etme teşebbüsüyle gerçek bir tarih olarak başlayan ve Tanrının İsrailoğullarına
buyruklarının İsrailoğulları tarafından yerine getirilmesinin veya getirilmemesinin
efsanevi tarihi olan Tevrat, çizgisel bir zamanın tarihidir. Tevrat tarihi sürekli baba-
oğul zinciriyle sürüp gider torunla dede aynı olamayacağına göre, döngü başladığı
yere gelmez.15
Tarihsel zaman, insanın meydana getirdiği tarihsel bir varlık olduğuna göre geçmiş,
şimdi ve gelecekten oluşur. Bu açıdan bakacak olursak İbrahim Peygamberin oğlu
İshak’ı kurban teşebbüsüyle Museviler, tarihi bir süreci başlatmışlardır. Tarihi süreç
içindeki olaylar bir kez vuku bulduğuna göre tekrarı söz konusu olamadığı için
bunun ifadesi çizgisel zamanın başlangıcı anlamına geliyordu. Reha Çamuroğlu,
Musevilikteki çizgisel zaman anlayışını şöyle yorumlar:
14 Sadettin ELİBOL: Döngüsel Anlayışın Yıkılışı. İnsanoğlu Tarihi Üzerine Bir Giriş Denemesi, Akçağ Yayınları,
(Ankara, 1989), s. 13-14.
15 Celal ŞENGÖR: a.g.e., s. 18.
Museviliğin getirdiği yenilik "belirli bir zamanda inen vahiy, yani Tevrat oluyordu.
Tek tanrı bu vahiyle 'seçtiği' halka, yani Yahudiler'e, kendi gelişmelerini anlatıyordu,
onların soylarından haber veriyordu. Bir halk olarak geleceklerinden ve topluca
yargılanacaklarından söz ediyordu. (...) Tevrat'la birlikte zamanın niteliği değişiyordu.
Artık zaman çizgisel bir nitelik sergiliyor, bir erek kazanıyordu. (...) Kutsal ya da
tanrının içkin olduğu toplumsal düzen, bu vahiyle sona eriyor, Yehova kendisini
insanın toplumsal düzeni dışında kurmuş oluyordu."16
Hıristiyanlık ise Tevrat'ı reddetmeyerek, zaman kavramının gelişmesine katkısı "ilk
günah" kavramı doğrultusunda olacaktır. insanlar Adem ve Havva'dan beri
günahlıdırlar. Geçmiş, şimdi ve gelecek, onlar için affa doğru ilerlemek zorunda
oldukları bir çizgidir. Hıristiyan, zamanı, bir günahtan arınma süresi olarak
değerlendirecektir.
Hıristiyan geleneği yaradılışı peygamberlerin soykütüğüne dayalı bir kronolojiyi
mümkün kılmıştır. Bundan dolayı dünyanın yaşını hesaplama, geçmiş ve gelecek
zamanı dönemlere ayırma gibi hususlar Hıristiyan din adamlarının başlıca
uğraşlarından biri olmuştur. Hıristiyanlar bunu yaparken yaşamı Hz. İsa’dan önce ve
sonra diye ikiye bölmüşlerdir. Gün ve gece İncil’de 12’ye bölünmüştür. İslam
ülkelerindeki ezanlar gibi Hıristiyan ülkelerinde de saat kuleleri ibadet zamanlarını
çan sesleriyle duyurmuştur.
İslam’da zaman anlayışı sonsuzdur. O, “ezel” ve “ebed” sözcükleriyle anlam
bulur. Allah Kur’an-ı Kerim’de zamanın geçmesini şöyle bildirir:
‘Devenin memesinden çıkan sütün yeniden aynı memeye
döndürülmesindeki zorluğa’17 benzetmektedir. Başka bir yerde ‘ah birazcık
mühlet verilse, ecelim biraz tehir edilse, bozuk işlerimi düzeltiversem, Salih amel
işlesem’18 diyecektir insanlar. Amama zaman çok geç olacaktır. Demek ki Kur’an-ı
Kerim’de zaman anlayışı ebedidir.
16 Reha ÇAMUROĞLU: Döniyordu Bektaşilikte Zaman Kavrayışı. Metis Yayınları, (İstanbul, 1993), s. 13.
17 Yaşar DEĞİRMENCİ: Zaman ve Değerlendirilmesi. M.E.B., yayınları, 5. Baskı, (İstanbul, 1998), s. 35.
18 Yaşar DEĞİRMENCİ: a.g.e., s. 38
TÜRK-OSMANLI VE CUMHURİYET DÖNEMİNDE ZAMAN:
Orta Asya’da ve Anadolu’da Türk toplumunun geçim kaynağı tarım ve hayvancılık
olmuştur. Buna bağlı olarak bu Türk toplumları ilkbaharda bitkilerin yeşermesiyle ve
hayvanların yavrulamasıyla başlangıç kabul ettikleri dört mevsimli güneş takvimlerini
kullanmışlardır. Türkler, bu dönemlerde 12 hayvanlı Türk takvimini kullanarak her
ayın adını bir hayvan adıyla ifade etmişlerdir. (Sıçan, Öküz, Pars, Tavşan, Timsah,
Yılan, At, Koyun, Maymun, Tavuk, Köpek, Domuz) Yarın 21 Mart 2008 Nevruz
(yeni gün) bayramıdır. Türk toplumları yıllar öncesinden tabiatın döngüsüne göre
baharın başlangıcını Nevruzla başlatarak bir takvim düzeneği çerçevesi içinde işlerini
onlara göre tayin etmişler ve tertiplemişlerdir.
Osmanlılar döneminde kullanılan Müneccim başı takvimleri “Nevruziye” adı
altında yapılan törenlerle her sene 21 Mart tarihinde padişaha sunulmuştur. Anadolu
Türkleri döneminde de Nevruziye kutlamalarının olduğu görülmektedir. Yine Türkler,
rasathaneler kurarak gök bilimlerinin hareketine göre zamanı anlamaya ve ölçmeye
çalışmışlardır. Bu rasathaneler 9. Yüzyıl’da ortaya çıkmaya başlamıştır. Uluğ Bey ve
arkadaşları Semerkant Rasathanesinde çok önemli çalışmalar yapmışlardır.
Osmanlılarda ise, tüm din ve devlet işlerinde olaylar Hicri takvim sistemine göre
ayarlanmıştır. Bunun yanında Osmanlılarda hazinenin gelirleri mevsimlere bağlı
olarak yapılıyor, giderler ise ay takvimine göre yapıldığı için devlet sürekli
gereğinden fazla ödeme yapıyordu. Mali işleri düzeltmek için 1677’de Başdefterdar
Hasan Paşa’nın önerisiyle rumi (mali) takvim diye bir sistem geliştirilmiştir. Yıllar
hicri yıllarla, aylar ise Jülyen takviminin aylarıyla paralel gitmiştir. Bunların dışında
yine Osmanlılarda Müneccimbaşı denilen resmi takvimler vardır.
Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında takvim hazırlama işini, Müneccimler yapmışlar
ve saraya takdim etmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet döneminde ve II. Bayezid
döneminde Müneccimlerin Müneccim başları olmamasına rağmen takvimler yapmışlar
ve saraya sunmuşlardır bunlardan en önemlisi Hatayi Ceylani’dir. On dokuzuncu
asrın başlarından itibaren matbaanın yaygınlaşmasıyla takvimler, matbaada basılarak
halka ve isteyen kişilere satılmaya başlanmıştır.19
Yine Osmanlılarda kullanılan takvimlerden biri de Ebüzziya takvimleridir. Bunlar
ülkemizde modern anlamdaki takvimin tarihini belirlemişlerdir. 19. ve 20.
Yüzyıllarında ise Aygün Takvimleri kullanılmıştır. Son olarak Osmanlı devletinin
son dönemlerinde Saatli Maarif Takvimi kullanılmıştır. Yenilikçi ve ıslahatçı olan
Osmanlı Padişahlarından III. Selim II. Mahmut gibi şahsiyetler Avrupai zaman
cetvellerinden veya ölçülerinden daima yararlanmışlardır. Osmanlı Devletinin 19.
yüzyıla kadar kullandıkları zaman ölçülerinden
Kemal Özdemir şöyle bahseder:
Osmanlılarda zaman deyince akla Muvakkithaneler gelmektedir.
"Muvakkitler, kullandıkları araçları genellikle imal eder, tamir
ve bakımlarını yapar, saatları ayar eder, namaz vakitlerini
belirleyerek müezzine bildirir, cemaatin namazlarını İslamın
emrettiği vakitte kılmasını sağlarlardı. Muvakkitler nücum ve
felekiyat denilen astronoloji ve astronomi biliminde eğitim
görmüş, uzmanlaşmış kişilerdi. En azından onları birer rasat
memuru olarak kabul etmek gerekir. Muvakkithaneler, gök
19 Salim AYDÜZ: Müneccimbaşı Takvimleri ve Kaynak Olarak Değerleri. a.g.e., s. 133-134.
olaylarının izlendiği mütavazi bir rasathane işlevide
görmüşlerdi.
Ayrıca görevlerinin yanı sıra gökbilimleri ile ilgili teorik ve
pratik bilgileri arzu edenlere öğretmek, muvakkithanelerin
küçük çapta bir eğitim kurumu olmasını sağlamıştır. Bunun
sonucunda ramazanlarda imsakiyeler hazırlamışlar ve cep
takvimleri meydana getirmişlerdir. Böyle bir ortamda çalışan
insanlar, astronomi, astroloji, coğrafya ve zaman tain eden
araçlarla ilgili pek çok yazılı eser meydana getirilmiştir."20
Muvakkithaneler, mekanik saatler her ne kadar gelişme gösterse de varlığını
sürdürerek mekanik saatlere ayar hizmetinde bulunmuştur. Televizyon, radyo, telefon
ve saat kulelerinin henüz yaygınlaşmadığı dönemlerde ayar standartlarını
muvakkithaneler belirlemiştir. Muvakkithaneler 20. yüzyıla kadar varlığını
sürdürmüştür. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanında
muvakkithanelerden şöyle bahseder:
“Adım başında muvakkithaneler vardı. En acele işi olan bile
onların penceresi önünde durarak cebinden, servetlerine,
yaşlarına, cüsselerine göre altın, gümüş sadece savatlı,
kordonlu, kordunsuz, kimi bir iğne yastığı, yahut kaplumbağa
yavrusu kadar şişkin, kimi yassı ve küçük, saatlerini
besmeleyle çıkarırlar, sayacağı zamanın kendileri ve çoluk
çocukları için hayırlı olmasını dua ederek ayarlar, kurarlar,
sonra kulaklarına götürerek sanki yakın ve uzak zaman için
kendilerine verdikleri müjdeleri dinlerlerdi. Saat sesi bu
yüzden onlar için şadırvandaki su sesleri gibi hemen hemen
iç aleme, büyük ve ebedi inançların sesiydi. Onun, kendisine
mahsus, hayatın her iki budunda genişleyen hassaları vardı
20 Kemal ÖZDEMİR: a.g.e., s. 29.
Bir taraftan günümüzü ve vazifelerimizi tayin eder, öbür
taraftan da peşinde koştuğumuz ebedi saadeti, onu lekesiz ve
arızasız yollarını bize açardı.”21
Görüldüğü gibi muvakkithaneler hem günlük hayatı tanzim eden, hem mekanik
saatlere ayar hizmeti yapan, hem de ebedi alemin kapılarını açarak insanlar için
birer hizmet kaynağı olmuştur.
Yukarıda da belirttiğim gibi, Müneccimbaşı takvimleri Osmanlı Devletinin resmi
takvimi olarak kullanılmıştır.
Bu takvimler Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra kapatılarak 1926’da çıkarılan 698
sayılı yasa ile Türkiye Cumhuriyeti’nde takvim devri uygulamaya konmuştur. Ve
böylece devletin resmi takvimi olarak Miladi Takvim kabul edilmiştir. Özel
durumlar için Hicri takvimin hazırlanması görevi ise Kandilli Rasathanesi’ne
verilmiştir.22
Bu rasathane bugün varlığını devam ettirmektedir. (2008) İslam
ülkeleriyle birlik ve beraberliği sağlamak için Hicri takvimin kabulü için her ne
kadar bazı kararlar alınmış olunsa da bugün Miladi takvim varlığını sürdürmektedir.
Osmanlı döneminde insanların hayatına müdahale etmeye başlayan ve Cumhuriyet
döneminde daha da yaygınlaşan mekanik saatler ve saat kuleleri, zamanı son derece
somut hale getirmişlerdir.
AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ROMANLARINDA ZAMAN MEFHUMU
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde Türk toplumunun üst üste gelen acılar
sonucu neye inanacağını yitirmiş, onu belirleyen tarihsel, toplumsal ve evrensel
değerlere inancını yitirmesini ve içindeki boşluk duygusuyla oradan oraya
21 Ahmet Hamdi TANPINAR: Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergah Yayınları, Dokuzuncu Basım, İstanbul, 2004,
s. 24
22 Cumhure ÜÇER. a.g.e., s. 126.
sürüklenmesini ele alır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü eleştirmenler toplumsal bir
hiciv romanı olarak değerlendirirler.
Berna Moran, "iki uygarlık arasında bocalayan toplumumuzun yanlış tutumlarını,
davranışlarını, saçmalıklarını alaya alan, eleştirel bir roman."23 olarak ele alır.
Tanpınar, daima toplum sorunlarını ele alan ve onlara çözüm yolları arayan bir
aydındır. Bütün eserlerinde bunlara rastlamak mümkündür. Ancak Saatleri Ayarlama
Enstitüsü'ne geldiğimizde, Tanpınar okurunu şaşırtacak bir görünümle karşı karşıya
geliriz. Tanpınar, bu romanında bireysel ve toplumsal bütünlük, süreklilik arayışını
sanki bir yana koymuş ve karşılaştığı çözümsüzlükle dalga geçer olmuştur.
"Zaman"a bakış tarzı da diğer eserlerinden tamamen farklı olacaktır. Tanpınar'ın
diğer romanlarında parçalanmış zaman akışından kurtulmanın çarelerini arayarak, bir
bütünlük oluşturmanın gayreti içersinde olmuştur ancak, başarılı olamamıştır.
"Zaman"ı bir akış, bir süre telakki eden Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde,
bu sürenin içinde bir ada gibi donmuş kalmış veya onun dışına çıkmak için delice
çırpınan insanları ve çevreleri canlandırmaya çalışır
Saatleri Ayarlama Enstitüsü dört bölümden oluşmaktadır. Bunlar sırasıyla: "Büyük
ümitler" Hayri İrdal'ın kendi ağzından atlatmaya başladığı çocukluk dönemi veya
kendi anıları. Burada insanlar bir Şark ortaçağın masal havası içinde yaşarlar. Hepsi
kendilerini musallat bir fikre kaptırmış gerçekle hiç bir bağlantısı yoktur. Yaşanılan
gerçek zaman ile insanların kapalı bir kavanoza hapsedilmiş gibi yüzdükleri masal
atmosferi arasında tezat vardır.
Romanın başından sonuna kadar aslında Hayri İrdal’ın yaşamıdır. Halit Ayarcı,
anlatıya Hayri’nin yaşamıyla kesiştikleri noktada sokulur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü
romanında mevcut hikaye zamanını sayfa 9’da anlayabiliyoruz:
“Evet ne okumaktan, ne yazmaktan hoşlanırım. Bu böyle iken
bu sabah önümde koca bir defter, hâtıralarımı yazmağa
23 Berna MORAN: Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış. Ahmet Mithat’tan Ahmet Hamdi Tanpınar’a, İletişim
Yay., (İsta., 1983), s. 252.
uğraşıyorum. Hattâ bunun için her gün olduğundan daha erken,
saat beşte kalktım. Kadın hizmetçilerimiz, erkek aşçımız Arif
Efendi –tek kusuru Bolulu olmamasıdır, gayet güzel yemek pişirir-
evimize eski bir hanedan çeşnisi vermek için bin bir müşkülâtla
arayıp bulduğumuz Arap Kalfa Zeynep Hanım –ne garip,
çocukluğumuzda zencisi o kadar bol İstanbul’a şimdi siyahî insan
ithalât malı gibi giriyor-, hulasa Villa Saat’i ellerinin emekleriyle
ve iyi niyetleriyle çeviren insanların hiçbiri uyanmamışlardı. İster
istemez sabah kahvemi kendim pişirdim. Sonra koltuğuma
gömülerek, hayatımı düşünmeğe, unutulması, bahsedilmeden
geçilmesi veya değiştirilmesi icap eden şeyleri ayıklamağa,
behemehal yazılacakları derinleştirmeğe, hulasa bir yazıdan ve bil
hassa hâtırat cinsinden bir yazıdan samimilik denen şeyin istediği
bütün sıkı şartları göz önünde tutarak, hadiseleri zihnimde
sıralamağa çalıştım.”24
Mevcut hikaye zamanında altmış yaşında olan Hayri İrdal, çocukluğundan
başlayarak bütün hayatını anlatıyor. Böylece geriye dönüş yapılıyor, geçmiş zamanda
yaşanan olaylar anlatılıyor. Ancak birkaç yerde, mevcut hikaye zamanına dönüşleri, bu
zamandaki düşüncelerini görebiliyoruz:
“Bu satırları yazarken ara sıra başımı kaldırıp ona bakıyorum. Bir kaç adım
ötesindeki yazılı kavağın, sedre ağacının-onu da Boğaziçi’nde eski bahçeden
söktürmüştüm. Altında torunlarımın, en küçük kızımla, cenabı hakkın altmışından sonar
bana ihsan ettiği Halide ile beraber oyunlarını seyrediyorum. Ellerinde küçük renkli
kovalar, kürekler, bahçenin kumlarını doldurup boşaltıyorlar. Yanıbaşlarında dadılarının,
kızım Zehra’nın kendi çocukları için tutmak gafletinde bulunduğu o susak İsveçli kızla,
benim Halide için bulduğum, şirin, güler yüzlü, balık eti, hafif buğday tenli Asiye
Hanım’ın beklemesine rağmen iyice biliyorum ki…”25
Ahmet Hamdi Tanpınar:
24 Ahmet Hamdi TANPINAR, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 9.
25 Ahmet Hamdi TANPINAR, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 56-57.
“Benliği, kökü ve yaprağı birbirinin aynı bir ağaç, kozmik bir sarmaşık olmuş
zamanın üç budunda yüzüyor. Onun için mazi, hal, istikbal bir hatıradır. Bizzat kendisi,
binlerce varlığın, sayısız varlıkların terkibini nabzıyla idare ediyor.
Kapısız duvarlardan geçiyor; yüksekliklerden atlıyor, imkansız satıhları kaplıyor,
adını işitmediği dinlerin ayinine iştirak ediyor, tasavvurun derhal bir hatıra olduğu bir
alemde tanımadığı ölülere ağlıyor, bilmediği lezzetlerin hasretini çekiyor, cam bir
kavanozda ağlayan bir yüz, bir mercan dalında haşin ve kudretli bir Tanrı buluyor.”26
Hatıra, zamanı tekrar yaşamak değil, zihinde bıraktığı izleri tekrar anımsamadır.
Tanpınar, hatıralarını yazmasındaki asıl maksadı geçmişi şimdide eritmektir. O, hatıraları
tekrar anımsayarak “yekpare” bir zamanın peşindedir.
Bu tıpkı rüya gibidir. Tanpınar, bu hal ile anımsadıklarını ve gördüklerini
Hatıralaştırıyor.
"Hakikatte bütün bu insanlar hakikat denen duvarın ötesine geçmek için birer delik
bulmuş yaşıyorlardı. Abdüsselâm Bey hakikatten Seyit Lûtfullah'a inanıyormuydu?
Burasını bilmem. Bana kalırsa inanmaktan daha mühim bir şeyle hareket ediyorlardı.
Bu mühim şey üçü için aynı şekilde mühimdi. Onlar için 'imkân' denen şeyin
hudutu yoktu. Her şeyin mümkün olduğu bir alemleri vardı. Eşya, madde, insan,
her şey bu hudutsuz imkanın eşiğinde, her an kendisini değiştirecek mucizeli
kelimeyi, formülü, duayı, yahut ameliyeyi bekliyordu. Evet onların gördükleri,
elleriyle yokladıkları, duygularına cevap veren şeylere herkes gibi inanmamaktan
başka hiçbir günahları yoktu."27
"Küçük hakikatler" her şeyi şaka haline getiren zavallı bir dünya. Küçük gibi
görünen ama hiç de küçük olmayan hakikatler.
“Sabaha doğru” Hayri İrdal’ın Halit Ayarcı’yla karşılaşmasıyla başlar. Halit Ayarcı
Hayri İrdal’ı içine düştüğü kötü durumdan kurtarır
“Her Mevsimin Bir Sonu Vardır” zamanın döngüsel hareketini çağrıştırmaktadır.
26 Zeynep KERMAN, (Yay., Haz.), Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergah Yayınları, 7. Baskı, 2005, İstanbul, s. 33.
27 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 42.
“II. Meşrutiyet devrinde ve I. Dünya Harbi’nden sonra, imparatorluk tamamıyla
dağılmış, fakat insanlar yine de yaşadıkları çağın vazıh şuuruna ulaşamamışlardır.
Romancı bu merhaleyi kahvehane ve İspirtizma Cemiyeti sahnelerinde çok güzel
tasvir eder. Dış dünya, eski masallarda olduğu gibi, burada da, irrel bir hayal alemi
şeklinde görülür. Fakat bu esnada masal, çok abes bir rüya şekline girmiştir.”28
Kahvehaneler edebiyatçıları biraraya toplayan ve bilgilerin tartışıldığı mekanlar
olmuştur. Bu Osmanlı Devletinin yıkılmasına kadar böyle olmuştur. Tanpınar, bu
kırılmaları kahvehane insanları üzerinden şöyle tasvir eder:
“Yavaş yavaş bu hayata ben de alıştım. Ne kadar hafif ve rahattı. Uysal kalabalık
insana başta kendisi olmak üzere her şeyi unutturuyordu. İşimden çıkar çıkmaz bir
soluk oraya uğruyor, daha ilk adımda, sanki bir başkası oluyor, günlük üzüntülerden
uzak, yalnız şakadan bir aleme giriyordum. Burada yarın saat evvel veya sonraki
hayatıma adeta bir başkasının imiş gibi bakıyordum. Adım bile değişmişti, orada
Hayri değildim, öksüz’düm.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra bir kimlik arayışı içine giren Türk
toplumunun yapısında kırılmalar meydana gelmiştir. Osmanlılarda bir bütünlük
anlayışı varken artık bu kahvelerdeki insanlar, kimlik bunalımıyla o zaman ki hayat
ve zaman anlayışından uzaklaşmışlardır. Artık onlar kapının ne içinde ne de
dışındadırlar.
Tanpınar, romanının temelini saat ve ayar simgeleri üzerinde oluşturduğu hemen
fark edilmektedir. İnsanların veya toplumların zaman düzenini tanzim eden saatler,
20. yüzyılda ya kırılmış, ya bozulmuş ya da arka plana atılmış haliyle karşımıza
çıkmaktadır.
Zaman unsuru, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarında önemli bir fonksiyona
sahiptir. Mutlaka her romanında bir saate rastlamak mümkündür. Onun romanında
28 Mehmet KAPLAN. Edebiyatın İçinden. Dergah Yayınları, 3. Baskı, (İstanbul, 2004), s. 158
bir saatin önemli rol oynamasının sebebi Tanpınar’ın “zaman” mefhumu hakkındaki
tutumudur.
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı eserinde üç saatten bahseder bunlardan
birincisi: dini, uhrevi olan saat
“O başına almış giden, insanlardan tecerrüt hâlinde yaşayan hususî bir zamandı.
Bazen durup dururken üst üste çalmağa başlardı. Sonra aylarca rakkasının gidiş
gelişiyle kalırdı. Annem onun bir ihtiyarî hallerini hiç iyiye yormazdı. Ona göre bu
saat ya bir evliya idi, yahut da onu iyi saatte olsunlar çarpmıştı. Bilhassa İbrahim
Beyin vefat ettiği gece, belki de hemen hemen aynı sularda, haftalardır işlemeyen
saatin birdenbire en derin sesiyle vurmağa başlamasından sonra bu korku hepimizin
içine yerleşti. Annem o günden sonra ayaklı saatimizden hep Mübarek dite
bahsetti…………………..
Bu saatin sesi, şadırvandaki su sesleri gibi iç aleme ve ebedi inançların sesidir.
onun kendisine mahsus hayatın her budunda da genişleyen hassaları olan, bir
taraftan bu günümüzü ve vazifeleri tayin eden, öbür taraftan da peşinde koştuğumuz
ebedi saadetin yollarını insanlara açan bir saattir.
İkinci saat ise: dini olmayan (çalar saat)
“Bu saat birincisi gibi dinî vaya uhrevî değildi. Tam aksine olarak laik bir saatti.
Hususî zembereği kurulunca saat başında o zamanın çok moda olan bir türküsünü
çalardı.”
Üçüncü saat ise: hem alaturkalı hem alafrangalı olan saat.
“Üçüncü saat babamın koyun saati idi, pusulalı, kıblenümalı, takvimli, alaturka ve
alafranga, mevcut ve gayri mevcut bütün zamanları sayan acayip bir saatti bu. Tek
bir kusuru vardı. O da muhtelif marifetlerini bir tek ustanın lâyıkıyla tanımasına
imkân olmasıydı. Nuri Efendi bile onu tam manasıyla ve her yandan işletebileceğine
kani değildi.”29
Bu üç farklı saat, Osmanlı’daki saat kullanımının birer evresini teşkil eder: Birincisi
imanla yaşanılan kutsal zamanı, ikincisi din dışında oluşan sorunsuz gündelik
zamanı, üçüncüsü medeniyet değiştirirken içinde yaşanılan karmaşık uyumsuz zamanı
29 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 27-29.
sayarlar diyebiliriz. Bu üç saatin temsil ettikleri gerçeklikler bir bütünlüğün
parçalanmasıdır aslında.
Mevcut hikaye zamanında altmış yaşında olan Hayri İrdal, çocukluğundan başlayarak
bütün hayatını anlatıyor. Böylece geriye dönüş yapılıyor, geçmiş zamanda yaşanan
olaylar anlatılıyor. Ancak birkaç yerde, mevcut hikaye zamanına dönüşleri, bu
zamandaki düşüncelerini görebiliyoruz:
“Bu satırları yazarken ara sıra başımı kaldırıp ona bakıyorum. Bir kaç adım
ötesindeki yazılı kavağın, sedre ağacının-onu da Boğaziçi’nde eski bahçeden
söktürmüştüm. Altında torunlarımın, en küçük kızımla, cenabı hakkın altmışından
sonar bana ihsan ettiği Halide ile beraber oyunlarını seyrediyorum. Ellerinde küçük
renkli kovalar, kürekler, bahçenin kumlarını doldurup boşaltıyorlar. Yanıbaşlarında
dadılarının, kızım Zehra’nın kendi çocukları için tutmak gafletinde bulunduğu o
susak İsveçli kızla, benim Halide için bulduğum, şirin, güler yüzlü, balık eti, hafif
buğday tenli Asiye Hanım’ın beklemesine rağmen iyice biliyorum ki…”30
Hatıra, zamanı tekrar yaşamak değil, zihinde bıraktığı izleri tekrar anımsamadır.
Tanpınar, hatıralarını yazmasındaki asıl maksadı geçmişi şimdide eritmektir. O,
hatıraları tekrar anımsayarak “yekpare” bir zamanın peşindedir.
Bu tıpkı rüya gibidir. Tanpınar, bu hal ile anımsadıklarını ve gördüklerini
Hatıralaştırıyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar, saatleri ayarlama enstitüsü adlı eserinde, Nuri Efendi adlı
bir saatçiden söz ederken şöyle der:
“İnsan saatin arkasını bırakmamalıdır. Nasıl ki, Allah insanı bırakırsa her şey
mahvolur!” saat hakkındaki düşünceleri bazen daha derinleşerek: “Saatin kendisi
mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır (…) Buda gösterir ki, zaman ve mekân,
insanla mevcuttur!”31
Tanpınar için saat zamanın kesintisiz duyumsanmasına engel teşkil etmeyen hatta
oluşa aktif olarak katılmaya olanak sağlayan bir olgu olduğunu çıkarabiliriz. “saatin
ayarı insandır” ifadesi zamanın şuurunda olmak, ona yön vermek, onu
biçimlendirmek, ona hakim olmak ve ona ruh katmaktır diyebiliriz.
30 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 56-57.
31 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 31.
“Herkes bilir ki eski hayatımız saat üzerine kurulmuştur. Hattâ sonraları Muvakkit
Nuri Efendi’den öğrendiğime göre Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi daima
Müslümanlar ve onlar içinde en dindarı olan memleketimiz halkı imiş. Günde beş
vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Saat Allah’ı
bulmanın en sağlam çaresi idi. Ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi.”32
İslam dininde namaz, oruç gibi ibadetler zamanla ilgilidir. Bunun için takvim ve
zamana dair hususlar, genellikle İslam aleminde tekamül ettirilmiştir. ibadetler
belirlenen vakitlerden önce yerine getirilemez. Günde beş vakit namaz günün her
bir evresini göstermektedir. Saatler insan hayatına girmeden önce bu ibadetler vakti
tayin ederdi. Aynı zamanda bu ibadetler, hem günlük, yıllık gibi zamanları
belirlerken aynı zamanda “ebedi” zamanın da göstergesi olmuştur. Osmanlı
toplumunda Batı tarzı saat ayarına geçmeden önce Muvakkithaneler insanların zaman
anlayışına yön vermiş ve aynı zamanda mekanik saatlere de ayar hizmeti sunmuştur.
Bu, Osmanlı toplumunun darbe almasına kadar devam etmiştir.
Takvimler de saatler gibi, günleri sistematik belirli bir sıraya koyan veya sıralayan
bir zaman sayacıdır. Her toplum kendi takvimini önemli saydıkları olaylar
çerçevesinde icat ederek çeşitli adlarla sınıflandırmışlardır. Nuri Efendi, en ayrıntılı
noktalarına kadar belirli olaylar üzerine takvimleri neşretmesi onun zaman
hakkındaki tutumunun bir göstergesidir.
Osmanlı döneminde takvimleri Müneccim dediğimiz şahıslar tarafından yapılırdı. Bir
takvimi yapabilmek için astronomi, matematik, fizik, astroloji gibi bilimlere Muaffak
olmak şarttır yani dolu dolu yaşamak bunu yapabilen hem zamanın farkında, hem
zamanın şuurunda, hem de zamana yön verebilen kişi demektir. Zamanın şuuruna
ise geçmiş ve geleceği anda oluş haline getirerek varılır. Nuri Efendi buna bir
örnek teşkil eder. Aynı zamanda Tanpınar burada, görünenin üzerinden bir rüya
iklimiyle ebedi olan veya devamlı olan zamanın varlığını hissettirmeye çalışıyor.
Romanın başından sonuna kadar aslında Hayri İrdal’ın yaşamıdır. Halit Ayarcı,
anlatıya Hayri’nin yaşamıyla kesiştikleri noktada sokulur. Saatleri Ayarlama
Enstitüsü romanında mevcut hikaye zamanını sayfa 9’da anlayabiliyoruz:
32 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 24.
Mevcut hikaye zamanında altmış yaşında olan Hayri İrdal, çocukluğundan başlayarak
bütün hayatını anlatıyor. Böylece geriye dönüş yapılıyor, geçmiş zamanda yaşanan
olaylar anlatılıyor. Ancak birkaç yerde, mevcut hikaye zamanına dönüşleri, bu
zamandaki düşüncelerini görebiliyoruz:
“Bu satırları yazarken ara sıra başımı kaldırıp ona bakıyorum. Bir kaç adım
ötesindeki yazılı kavağın, sedre ağacının-onu da Boğaziçi’nde eski bahçeden
söktürmüştüm. Altında torunlarımın, en küçük kızımla, cenabı hakkın altmışından
sonar bana ihsan ettiği Halide ile beraber oyunlarını seyrediyorum.
Hatıra, zamanı tekrar yaşamak değil, zihinde bıraktığı izleri tekrar anımsamadır.
Tanpınar, hatıralarını yazmasındaki asıl maksadı geçmişi şimdide eritmektir. O,
hatıraları tekrar anımsayarak “yekpare” bir zamanın peşindedir.
Bu tıpkı rüya gibidir. Tanpınar, bu hal ile anımsadıklarını ve gördüklerini
Hatıralaştırıyor.
“niçin, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün hikâyesini bu uzak hâtıralarla ağırlaştırdım?
Neden bu mazi gölgeleri yüzünden yolum birden bire değişti? Bunlar o cins
şeylerdir ki, ne hakikatini, ne de gülünç tarafını bugünün insanı anlayamaz. Bana
gelince, yaşı, geçmiş şeyleri tahayyülden hatırlamadan artık lezzet almayacak kadar
ileri. Böylede olmasa, Halit Ayarcı’nın hayatına girdiği andan itibaren ben büsbütün
başka bir insan oldum. Realitenin içinde yaşamağa, onunla mücadeleye alıştım. Evet
o bana yeni bir hayat buldu. Bu eski şeylerden şimdi çok uzaktayım. İçimde, kendi
mazim olsa bile o günlere karşı katılaşmış bir taraf var. Ne yazık ki, bu mazi
dönüşünü yapamadan kendimi anlatamam. Ben yıllarca bu adamların arasında,
onların rüyaları için yaşadım. Zaman zaman onların kılıklarına girdim, mizaçlarını
benimsedim. Hiç farkında olmadan bazen Nuri Efendi, bazen Lûtfullah veya
Abdüssselâm Bey oldum.
Halit Ayarcı modern bir hayatı temsil eder. Hayri İrdal Halit ayarcıyla
tanışmasından sonra hayatında çok büyük değişmeler olur. Ancak hatıralarını
yazarken geçmişten kendini koparamamaktadır. Burada geriye doğru dönüş yapılarak
eskiler anımsanmaktadır. aynı zamanda eskilerden uzaklaşmak kırılmaların birer
göstergesidir. Hayri İrdal’ın çevresinde gördüğü, babasının arkadaşları zamanın
akışında meydana gelen kesintiden izler taşırlar. Muvakkit Nuri efendi, Seyit
Lütfullah, Abdüsselam Bey, Ezacı Aristidi Efendi, Avcı Naşit Bey ve babası
geçmişten izler taşıyan, bütünlüğün kırıldığı noktaya çok da uzak olmaması
nedeniyle yitirdikleri şeyin acısını çeken, fakat bundan kurtulmanın yolunu
bulamayan bireylerdir. Osmanlı döneminde bir araya geldiklerinde anlamlı bir bütün
oluşturan bu bireyler, içinde yaşadıkları kesintide tüm çırpınmalara rağmen
yalıtılmışlıktan kurtulamazlar. Hepsi geçmişin yitiren, yozlaşan bir yönünü temsil
ederler. Seyit Lütfullah dinin bütünleyiciliğinin yok oluşu ve geriye sadece hurafenin
kalışının işaretidir. Abdüsselam Bey, kalabalık konakla Osmanlının şaşaasını
simgeler. Batının Askeri, siyasi, ekonamik baskısı sonucu Osmanlı Devlet’inin
yıkılışı gibi koskoca konak yavaş yavaş yıkılır ve Abdüsselam Bey yapayalnız kalır.
Aristidi Efendi, batıdan alınan bilim ve teknolojinin tek başına toplumu
Tanpınar’ın en büyük yaratıcı özelliklerinden birisi zamanı, eşya veya kültürle
yoğurmasıdır. Onun “Bursa’da zaman” adlı şiirinde eşya (kültür) tıpkı bir ayna gibi
ait olduğu dönemi yansıtır. Şunu da hemen belirtmek isterim ki dil bir kültürün
yapıtaşıdır. O dilin ilk var oluş halini incelersek o dönemin yaşantısıyla, kültürüyle,
etkileşimleriyle, değişimleriyle… her şeyi öğrenebiliriz. Tanpınar’ın, yaratıcılığı da
bu değil midir?
“Bu hâtıraları bu kadar uzatmamda, dört sene evvel bir antikacı dükkânında
bulduğum ve derhal satın alarak çalışma odamın, Villa Saat’ın verandasına ve
mevsim çiçekleri ile dolu bahçesine açılan kapı penceresine taktırdığım eski
parmaklığın da elbette bir payı vardır. Bu parmaklığın yıldız benekli, lâle motifleri
arasından doğrudan doğruya mazime, o kadar ihtiyaç ve yoksulluk içinde; fakat o
kadar rüyalı ve ümitli geçen çocukluk günlerime bakar gibi oluyorum.”33
Ekrem Işın, Tanpınar’ın eşya ve zaman arasındaki büyülü gücüne şöyle açıklık
getirir:
Eşya (nesne), bir kültür sembolüdür ve kendine ait zamana hükmeder. Tanpınar,
eşyanın bu büyülü gücüne inanmış ve onunla girdiği karmaşık ilişkiyi, zamana
nüfuz edebilmenin vazgeçilmez koşulu saymıştır. Antikacı Misbah’ın dükkanında
geçirdiği doyumsuz saatler, cazibesine kapıldığı nesnelerin peşine takılıp kendi iç
yolculuğuna çıktığı, bir medeniyetten diğerine geçtiği, bekli de aradığı huzurlu
dünya zamanına nüfuz edebileceği yegane yaşanmış anlardır. Mahur Beste’de,
Behçet Beyin parçalanmış kişilik portresini, ona hayattaki tek yaşama zevkini
33 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., 53.
tattırabilmiş içi antika dolu mekanla birlikte çizerken, sanki biraz önce Misbah’ın
dükkanından çıkmış, kurguladığı tipin bedenine girmiştir. Bu öylesine doğal bir
geçittir ki, okuyucuyu bir an tereddütte bırakmaz; çünkü Tanpınar’ın yazı labirentini
her zaman, kayıp medeniyetlerin kültür nesneleri aydınlatmaktadır.”34
dönüştürmeye yetmeyeceğini anlatır.
Zaman, milletler ve toplumlar arasında farklı boyutlar gösteren bir kavramdır. Bu
farklılık yaşanılan zaman içindeki anı kullanabilme fiiline bağlıdır.
“- Bilirsiniz ki, şehrin hiçbir saati bir birini tutmaz. İsterseniz Eminönü’ndekine,
sonra da Karaköy’dekine bir bakalım…”35
“- Evet böyle… dedi. Meslekler arasında saat ayarı daima değişiyor. Mesela bakın
buraya, ameleler küçük işçiler, küçük memurlar saat ayarlarında daha titiz oluyorlar.
Hocalar da öyle. Halbuki irat sahipleri, ev kadınları, bilhassa hizmetçiler, hulasa hiş
işi olmayanlar, işlerinden başka işleri olmayanlar…”36
Yukarıda da belirttiğim gibi milletler ve toplumlar arasında daima zaman farlılıkları
vardır. Bu onların yaşam tarzlarıyla ilgilidir. Kimileri daha çok mesai yaparak daha
fazla para kazanır, kimileri daha az uyuyarak daha çok iş yapar, kimileri de hiçbir
şey yapmayarak boşa vakit harcar. Tanpınar, buna: “zamana tasarruf” diyor.
Rüya da tıpkı eşya gibi, Tanpınar’ın estetiğinin oluşumunda olmazsa
olmazlarındandır. Sanatkarın, büyüklüğü onun yaratıcılığında gizlidir. Duyduklarını,
hissettiklerini, göremediklerini, ulaşılması mümkün olmayanları Tanpınar, rüya
estetiğiyle kaleme alır.
“Rüyada eski evimizin sofasında idim. Geniş, büyük bir aynanın önünde durmuş,
dikkatle çehremi seyrediyordum. Ve her defasında kendi kendime bu ben değilim
34 Ekrem IŞIN: a.g.e., s. 7.
35 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 192.
36 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 240.
ki… bu ben miyim? İmkânı yok… diye söyleniyordum. Filhakika gördüğüm şey
benim yüzüm değildi. Kaldı ki, her an değişiyordu.”37
Tanpınar’ın eserlerindeki rüya, zamanı ortadan kaldırarak geçmiş, bugün ve gelecek
boyutlarını silerek, yekpare bir akış meydana getirir. Ancak burada aynalarda
kırılmış bir zamanın yansımaları vardır. Rüyalar bizi içsel zamana yani içimizdeki
sonsuzluğa götürür. Burada iç içe zaman vardır. Hem içsel zaman, hem geçmiş bir
zaman, hem oluş halinde olan şimdiki zaman, hem gelecek zaman, hem de dışsal
zaman. Bu zaman kırılmaları aynı zamanda toplumuzdaki kırılmalara birer örnektir.
HUZUR:
Huzur, görünürde Mümtaz ile Nuran’ın aşkı üzerine kurulu; temelde ise
İmparatorluk tecrübesinden geçmiş İslami değerlerle Batı kaynaklı modern değerler
arasındaki uyuşmazlıkları sergilemeye dönüktür.
Parçalanmış zaman akışında bütünlüğe ulaşmaya çalışan, yani huzuru arayan
Mümtaz, genç bir edebiyatçı, bir kültür adamıdır. Mütareke yıllarında Anadolu’da
görev yapan babası, ölür. Annesiyle A’ya gelen Mümtaz, bir süre sonra annesini de
kaybedince yapayalnız kalması üzerine İstanbul’daki amcasının oğlu ihsanın yanına
yerleşir. İhsan çok bilgili bir tarih öğretmenidir. Mümtaz İhsan’dan etkilenerek tarih,
edebiyat, kültür gibi konulara merak salar. Nuran’la bir aşk ilişkisine giren Mümtaz,
çevrenin (özellikle Suat’ın) olumsuz etkisi bu aşka gölge düşürür. Nuran’dan
ayrılmanın etkisiyle yıkılan Mümtaz’a İhsan’ın ölümü ve İkinci Dünya Savaşının
başlaması en büyük darbeyi vurur. Romanın sonunda Mümtaz, ne bireysel ne de
toplumsal düzenlemelerde bütünlük hedefine ulaşamaz. Mümtaz’ın umutlu arayışı
huzura kavuşamadan sona erer.
Romanda iç içe üç zaman vardır. Bunlardan birincisi ‘aktüel zaman’ yirmi dört
saatlik bir zamandır. saat dokuzda Mümtaz’ın yataktan kalkmasıyla başlayan, hasta
olan İhsan’a bakacak bir hemşire aramasıyla daha sonra eve dönüp tekrar, kiracıyı
37 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 289.
görmek için dışarı çıktığı, bir kaç saat sonra dolaştıktan sonra Eminönü’nde
Nuran’ın arkadaşlarıyla karşılaştığı an’a tekabül eden zaman dilimidir.
İkincisi ise ‘geçmiş zaman’ Mümtaz, Nuran ve Suat arasında daha önce geçen ve
Suat’ın kendisini asmasıyla son bulan aşk maceralarının anlatıldığı zaman.
Üçüncüsü ise Mümtaz’ın Nuran’la karşılaşıncaya kadar geçirdikleri hayat
merhalelerini kapsayan zaman.
Bu üç zamanın dışında bir de, İhsan ve Mümtaz’ın çok meşgul oldukları ‘tarih’ ve
‘edebiyat’ vardır. kahramanlar Bu düşünce konularıyla şimdiye, geleceğe ve bazı
meselelere yoğunlaşırlar.38
“Aşk bize münferit ve dağınık dünyayı bir bütün halinde verir; zekâyı insanların
yalancı cennetinden ve dar müfredatından, aklın gülünç ve sıkışık hesaplarından
kurtararak bir ebediyetin aynası yaptığı içindir ki, biz onun vasıtasıyla arızî olan her
şeyi yeneriz.
“Aşk”, Tanpınar’ın eserlerinde, “çekirdek zaman”ı aşarak pek çok tecritler arasından
ve metafizik bir süreçte “ebediyet”e davet edici en kesif duygu olarak yer alır. Bu
davete icabet, Tanpınar’a ait “aşk”ın tabiatındaki ebedîlik özlemi nedeniyle daima
yaşanılan hayatın yok olmasını terennüm ettiği ölüm duygusunu da beraberinde
getirir.
Tanpınar’ın eserlerinde aşk ile ölüm daima bir arada bulunan ve birbirini çağrıştıran
iki zıt duygu olarak yer alır. Onun şiir ve romanlarındaki asıl hayat, musikinin,
şiirin, aşkın el ele yarattığı ebedi hayattır. Bu atmosferde “ölüm”, sadece geçen
zamandan ibarettir. Yaşanılan hayatla karşılaştırıldığında, “hayat”, zaman; ölüm ise,
bu “zaman”ın yok oluşudur.
Mehmet Kaplan’a göre ölüm duygusu, Tanpınar’ın hayat felsefesinin temelidir.
“Aşk” da, bu duygunun karşısına “hayat”ı, yani yaşanılan zamanı idealize ederek
çıkardığı duygunun adıdır.
Tanpınar’ın gerek nesirlerinde, gerekse şiirlerinde mûsikinin ayrı bir yeri vardır.
Onun eserlerinde mûsiki zamanın ta kendisidir. Zamanın dışına çıkmak, güzel ve
ebedi bir şeklin içinde huzur ve saadete kavuşmak ister. O mûsikinin ezelî ve ebedî
büyüsüne kapılarak yaratılışın cazibesini arar. Tanpınar’ın musikiyi özellikle “Klasik
38 Mehmet KAPLAN: Edebiyat Üzerine Araştırmalar 2. Dergah Yayınları, 4. Basım, (İstanbul, 2002), s. 370-71.
Türk Musikisi”ni sevmesinin asıl nedeni, bu sanatın içinde var oluş ve yaratılış
arayışlarını ve kuvvetli heyecanlara sevk eden hayallere yol açmasıdır. Tanpınar,
burada musikiyle geçmişi ve geleceği anda eriterek tıpkı Mevlana gibi mutlak varlığı
aramaktadır. Yani o musiki veya neyle sonsuzluk içinde yüzmektedir.
Ve ney üflüyordu. Ney yapıcı ve yıkıcı hilkatin sırrı olmuştu. Her şey bütün kainat
onun nefesinde şekilsiz bir oluş içinde değişiyordu; ve kendisi külçelendiği yerden
bel kemiğinde olan bu ameliyeyi büyük bir tevekkül seyrediyordu. Orada bir
umman kabarıyor, burada bir orman kül oluyor, yıldızlar birbirleriyle öpüşüyorlar.
Mümtaz’ın elleri erimiş baldan imişler gibi dizinden aşağı akıyordu.”39
“Musiki daima oluş halindedir. Zaman gibi ve onun nizamıyla kendi kendisini
yiyerek büyür, kendinde doğar ve kendinde ölür.”40
Kısaca Tanpınar’da musikinin uyandırdığı hayaller, ölüm, sonsuzluk, fanilik gibi
ebediyete ait unsurlardır.
Tanpınar’ın eserlerinde rüya da tıpkı musiki gibi, önemli bir yere sahiptir. Tanpınar,
estetik duyguyu yaşamak, zamanın dışına çıkmak için rüyayı kurar. O, rüyayı
doğada, eşyada, sanatta ve musikide bulur. Tanpınar, objeye bir obje olduğu için
değil, o objeden güzel şeyler yaratmak için bakar. Bu yaratma gücünü de rüyadan
alır. Tanpınar, rüya ile sanat arasındaki ilişkiyi şöyle anlatır:
“Birden bire babasını olduğu gibi karşısında gördü ve bu hayal onu bir daha onu
görmeyeceğini, sonuna kadar onun varlığından uzak kalacağını, bir insanı bir daha
görmenin, sesini bir daha işitmenin, bir daha hayatına girmesinin keskin ve
yenilmez acısıyla ona hatırlattı.
Tanpınar’ın eserlerinde rüya, bazen uyanık halde görülebilir bazen de hayal olarak
karşımıza çıkabilir. Bunlar kainatı bütünleştirir ve kainattaki bütün her şeyi mercek
gibi bir zaman aralığında toplar.
Tanpınar’ın bu ebediyet özlemini; var oluş anlamını arama ve yaratıcıyla bütünleşme
isteğini ve mistik bir tecrübe sürecini uyarıcı bu musiki hülyalarını asırlarca önce
musikinin mistik birleşmedeki rolünü açıkça ifade eden büyük düşünür Mevlana’ya
kadar götürebiliriz.
“Onun için musiki sanattan ziyade dine benzer.”41
39 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 271-72.
40 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 38.
Dini hayata ait unsurlar, (Tanrı, ayin, melek vuslat) musikinin veya nağmenin
sihrinde edebileşmiş bir alemin eşiğinde birleşmektedir.
“Mümtaz Nuran’ın elinden kendi tesbihi, musikînin uçurumunda sanki bir nezir gibi
sıra beklediğini gördü; genç kadın ‘Yak beni ey sonsuzluk!’ der gibiydi; o kadar
mustarip, kendi içine çekilmiş bir yüzü vardı, fakat omuzları yerindeydi. Bütün
ikrarıyla kendine sahip ve bu ebediyet fırtınasına bir altın kalyonun sağrısı gibi
karşı koyuyordu.
“Mümtaz, Nuran’ın aşkıyla bir kültürün mirasını yaşadığını, Nevakârın nakış ve
çizgisi daima değişen arabeskinde, Hafız Post’un rast semai ve bestelerinde,
Dede’nin uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgârında onun ayrı ayrı
çehrelerini, aynı Tanrı düşüncesinin büründüğü değişiklikler gibi gördüğünü söylediği
zaman, hakikatten bu toprağın ve kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yaklaşıyor
ve Nuran’ın fâni varlığı gerçekten, bir yeniden doğuşun mucizesi oluyordu.
Kültür, bir yaşam tarzı olduğuna göre geçmişi, şimdisi ve geleceği olmalıdır. Yani
bir birikimi, oluşumu, gelişimi vardır. Bu bağlamda bir devamlılık arz eder. Bir
örnekle açıklayacak olursak dil bir kültürdür. Türk dilleri açısından düşünürsek ilk
yazılı metinler olan Göktürk Yazıtları, değer yargılarımızı, kimliğimizi, tarihimizi,
dilimizi, kısacası tüm geçmişimizi aydınlatan bir yazıttır. Bizler bugünkü dilimizi,
tarihimizi, kültürümüzü… bu yargılar üzerine inşa etmişiz, yoğurmuşuz ve geleceğe
aynı şekilde aktararak ve onlar da kendilerinden bir şeyler katarak bir “yekpare
bütün” şeklinde devam ettirecektirler. (vurgulama bana ait) kültürü maddi ve manevi
olarak da kategorilere ayırmak mümkündür. Tanpınar, eserlerinde bu maddi ve
manevi kültürlerin bir bütün olması gerekliliğinden bahseder.
“- Tuhaf bir resimdi; eski minyatürlere benziyordunuz… Elbise hiç de aynı
olmamakla beraber, meselâ, Ali Şîr Nevaî’ye şarap kadehini sunan gece… Gülerek
ilâve etti: O oturuşu nereden buldunuz?..
- Dedim ya, ecdat mirası… Uzviyetimde var. Onlarla doğmuşum.”42
Burada Nuran’la Mümtaz arasındaki kültür potansiyeli, her iki tarafı aşka
yakınlaştırmaktadır. Tanpınar, cemiyetin süreklilik şuurunu, Nuran’ın davranış
41 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 360.
42 Ahmet Hamdi TANPINAR. a.g.e., 119 .
biçimlerinde hatta oturuş tarzında aradığı ve sevgilisine ait bu özellikleri kültür ve
sanatla ilgili konulara götürdüğü bir hakikattir.
“Bizim için asıl olan miras, ne mazidedir, ne de Garp’tadır; önümüzde çözülmemiş
bir yumak gibi duran hayatımızdır.”43
diyen Tanpınar, tarihin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini söyler.44
Tarih “Devam zinciri”nin içinde kurulduğu bir çerçeve, “mazi”nin olumlu yönlerini
yaşanan dönemlere taşıyan ve onu koruyan bir etken olduğuna göre Tanpınar,
“devam” niteliğine önem vermektedir. Onun “eski” ve “yeni” kavramlar üzerinde
kafa yorması ve düşüncesinde zaman kavramının bir yer tutması tarihe olan bakışını
ve ilgisini etkilemiştir. Bu köken arayışında Tanpınar tarihi estetik ve toplumsal bir
kategori olarak görür.
“Tanpınar halde değil mazidedir çoğunlukla. Çünkü, yapmaya çalıştığı bugünün
algılanma dünyasını mazinin bilincini kavramak ve onu içselleştirmektir ve bundan
hiçbir zaman vazgeçmez. Bu anlamda bugün ve hal, yani gerçek diye kabul edilen,
Tanpınar için kaynak metinde olandır. Bu da dünde, mazide olana tekabül eder.
Tanpınar, geçmişin ancak şimdinin içinden kavranabileceğini anımsar. O, şimdiyi
geçmişi yeniden kurmak amacıyla aramaktadır. Tanpınar, bir anlamda her şeyi,
‘süreli bir oluş’ ya da oluşu bir sürelik şeklinde algılamak ve tanımlamak
ihtiyacındadır. Buna göre Tanpınar’ın ‘öznel-nesnel’ yani toplusal-kişisel, kültürel-
geleneksel esteti kavramının kesişme noktasında baş vurduğu süreklilik anlayışının
bir uzantısıdır.”45
SAHNENİN DIŞINDAKİLER
II. Abdülhamit döneminin artıklarıyla, II. Meşrutiyette ortaya çıkan kuşağın
romanıdır. Mahur Bestede Abdülhamid’i devirmek isteyenlerle, Abdilhamid’den
kurtulmanın artık neyi kurtaracağını soranların dünyasını yansıtır. Ahmet Hamdi
43 Birol EMİL (Yayına Hazırlayan): a.g.e., s. 43.
44 Birol EMİL (Yayına Hazırlayan): a.g.e., s. 178.
45 H., Bülent KAKRAMAN: Yahya Kemal, Rimbaud’yu Okudun Mu?, Y.K.Y., (İstanbul, 1997), s. 31-33.
Tanpınar, bu romanında, hükümet darbelerini, parti mücadelelerini, I. Dünya
Şavaş’ını ve yenilgiyi gören kuşağın “mütareke” evresindeki İstanbul yaşamını
sergiler. Bunlar, eserin kahramanları olan okumuş, orta sınıfa tabi olan bireylerdir.
Galatasaray’dan sonra Avrupa’da eğitim görüp dönen İhsan; gece gündüz başımı
kitaptan kaldırmayan, dönemin kadınlara tanıdığı haklardan fazlasını isteyen Sabiha;
Vefa İdadisi’nin ilk sınıflarında “psikoloji illeti”ne tutulan Cemal; Verlaine’den
dizeler okuyan Kudret Bey… Bu genç insanların ana-babaları iktidar ya da
muhalefet partilerin kodamanıdırlar bundan dolayı kendilerinden öncekileri yargılama
olanağı ellerindedir.46
Sahnenin Dışındakiler, işgal altındaki İstanbul’da arayışını sürdüren birey, yaşamım
kesintisiz akışından uzak düşmüştür. Bireyin ayrı düştüğü toplum, varlığını tehdit
eden gerilim anının etkisiyle yaşam mücadelesi vermekte ve süreklilik yolundaki
macerasına devam etmektedir. Yüz yıllar boyunca Osmanlı tarihinin yaşam
atılımlarına kaynak oluşturan İstanbul, “Türk ruhu”nun bu son atılımının dışında
kalmıştır.
Sahnenin Dışındakiler adlı roman iki kısımdan oluşur. Birinci kısım, “Mahalle ve
Ev” bu bölümde on bir alt bölüm bulunur. İkinci kısım, “Hadiseler” bu
bölümde ise on iki alt bölümden oluşur. Romanın baş kişisi Cemal, arayışlarını
bireysel düzlemde sürdürerek, toplumsal düzlemde gerçekleşen yaşam atılımının
dışında kalmaktadır. Her ne kadar yaşam atılımını yeniden yaratmaya çalışsa da
gerçek yoldan koptuğu için, bu bireysel arayışlar onu umutsuz kılar ve sahnenin
dışına iter.
Roman, Cemal’in doktorluk eğitimi almak amacıyla, Ege’deki “M…” kasabasından
İstanbul’a gelişiyle birinci bölümü başlar. Buradaki “Mahalle ve Ev” yani birinci
bölüm romanın şimdiki zamanını oluşturur. İkinci alt bölümde, hadiseler yani
Cemal’in çocukluk yılları. Bu hadiseler dağınıktır yani kronolojik bir sıramla yoktur.
İkinci kısım yani “Hadiseler” başlığını taşıyan kısımda ise, geçmişe dönüşten
şimdiki zamana vurgu yapılır.
Romanın birinci kısmında şimdiki zamanı 1920’dir. İstanbul işgal altındadır. Yüz
yıllar boyunca Türk tarihinin ruhuna kucak açmış kent artık kuşatma altındadır.
Bütünlükten kopmuş, parçalanmanın acısıyla hüzün içindedir. Bu hüzünlü atmosfer
46 Şükran KURDAKUL: a.g.e., s. 65.
Behçet Bey ve karısı Atiye Hanım’la daha da yoğunlaşır. Geçmiş zaman, dağınık
anılar biçiminde renkli bir anlatımla sergilenmiştir. İmparatorluk küçüldükçe küçülen
evler, Mehmet Şevket Paşa olayı, Balkan Muharebesi, İttihat Ve Terakki… Burada
adeta geçmiş zamanla şimdiki zaman iç içedir.
Tanpınar, diğer romanlarında da olduğu gibi burada da Cemal ve Sabiha ikilisini
ele alacaktır. Bu ikili toplumsal bütünlüğü sağlayamadıkları gibi, bireysel bütünlüğü
de sağlayamazlar. Romanın ikinci bölümünde ise Cemal, şehirde gördüğü
manzaralarla geçmişini hatırlar ve yaşadığı her şeyi tekrar anımsar.
“İşte Elagöz Mehmetefendi Camii, benim yalnız dört devresini saydığım bu içtimai
jeolojinin her şeyi ve bütün hayatı etrafında toplayan merkeziydi. O bu hayatı hem
aşağı yukarı tanzim eder, hem de onun tesiri altında kalırdı…………………..
Camiler, bir ibadet merkezi olmanın yanı sıra, büyük bir sosyal işlev yüklenen ve
sosyal hayatı düzenleyen yerlerdir. Yani dini ve sosyal bir kurum olmasıyla beraber
insanı kuşatan ve manevi bir aşk, ölüm ve ebediyet duygusu uyandıran tarihi,
estetik psikolojik bir atmosfer oluşumunu terkip eder. İşte bu ibadet yerleri geçmiş,
şimdi ve geleceğin barometresi gibidirler. Cumhuriyet öncesi ve sonrası devirlerde
çöküş sancıları başlar ve modernleşme ve yenileşme çabaları gibi faktörler sebebiyle
toplumsal değişme dini hayatı temsil eden camilere de yansır. Böylece eskiden beri
devam eden sosyal bütünlük zamanın aynalarında kırılacaktır.
Yazara göre, cami, mazinin ve ona hasretin bir ifadesidir.
“Sündüs Hanımı o sene çok dinledim ve dinledikçe sevdim. Zihninden, eski, mesut
müreffeh bey kızı, bey hanımı zamanlarına çekilmiş gibi garip bir yaşayışı vardı.
Onda her şey bu mazinin özlenişi idi. Yaşadığı hayat daha iyi şartlar içinde geçmiş
olsa idi eminim ki Sündüs Hanım gene mesut olmayacaktı. Çünkü ömrü bugün ile
dün, Preveze ile İstanbul, yahut mahallemiz ile eskiden oturduğu Nişantaşı
arasındaki yaptığı mukayeseler içinde geçiyordu.”47
Sabiha’nın annesi Sündüs Hanımı, tıpkı Huzur romanındaki Nuran’ın geçmişin
kültürünü üzerinde topladığı gibi Sündüs Hanım da mazinin birikimini üzerinde
toplasa da Osmanlının yıkılışıyla bir kültür birikimi olan eski İstanbul da yıkılır ve
47 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 36.
parçalanmaya uğrar. Sündüs Hanım her ne kadar mazinin özlemlerini taşısa da
bugün ile bütünlük kuramayarak yarına ulaşamayacaktır.
Sabiha, geçmişe ve geleceğe her ne kadar özlem duysa da geçmişle gelecek an
arasına sıkışıp kalacaktır.
Romanın “Hadiseler” bölümünde ise geçmişin parçalanmış anlarıyla karşılaşırız.
Herkes içinde yaşadığı yıkılışın sancılarını çekmektedir. Bu geçmiş şimdiki zaman
içindeki olgularla ele alınır.
“Her uğradığım yerden bir cümle kafama kazınıyordu. Kiracım ‘Kapımızı altı erkek
açardı’ diye sızlanmıştı. Asaf Beyin karısı ‘Üçü birden öldüler’ demişti. İhsan,
esarette insan mukavemetinin derecesini öğrenmişti. Bu ihtiyar adam da kabahatin
kendisinde olduğunu itiraf ediyordu.48
Her şey değişir. Ama bu değişme Tevfik Beyin evinde bir başkadır. Tevfik Bey,
devam içinde süreklilik, süreklilik içinde değişimi devam ettiren bir şahsiyettir. O
bir yandan işgale karşı mücadele etmekte, bir yandan da zevklerine devam
etmektedir. Bu ise Tanpınar için olumlu bir durumdur. Çünkü Tanpınar’a göre
yaşam sadece geçmişten veya gelecekten ibaret değildir, önemli olan an’dır.
“O gece ilk defa İsmail Hakkı Beyi dinliyordum. Fakat buna musiki dinlemek
denebilir miydi? Daha doğrusu etrafımda onun ve arkadaşlarının sesi, sazların bir
türlü tutamadığım ahengi vardı, bu ahenk beni öbür dinleyiciler gibi alıp paşinde
sürükleyeceği yerde, üzerime bir dalga gibi yığılıyordu, bazende sonsuz bir çukur
gibi ayaklarımın dibinde açılıyordu. Hulâsa, ona sadece maruzdum. Fakat zevk
alamıyordum.”49
Tanpınar, Huzur romanında gerek mekanda, gerekse musikide bir bütünlük arayışı
içindedir. Sahnenin Dışındakiler romanında ise bu bütünlük arayışları tamamen
kaybolmuş ve yerini kopmuşluğa terk etmiştir. Geçmişte bir bütünlük arz eden bu
değerler geleceğe ulaşamadan şimdinin anında kırılmıştır.
48 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 147.
49 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 210.
“Nasır Paşa dinlemiyordu. Ve hiç kimseyi affetmek istemiyordu. O, mazisini
yakacaktı. Hepsini, her şeyi yakacaktı. Madem ki her şeyin geçici olduğunu, bütün
ikbal hülyalarının beyhudeliğini görmüş, madem ki nesillerin ömrüne meydan
okuması lazım gelen şeylerin çöküşüne şahit olmuştu, her şeyi yakacaktı.”50
Cemal, Anadolu’daki hareketlerin İstanbul’u karıştırdığı bir zamanda Nasır Paşa’yla
suç ortağı olan bir temizleme işine girişirler ve Nasır Paşa’nın tüm evraklarını
yakarlar. Böylece maziye ait ne varsa yok edilerek geleceğe ait bütünlükte
sağlanamamış oluyor.
Maziyi her şeyiyle ret ve karalama kampanyasının ideolojisi haline getirildiği bu
devirde, sosyal değişme ve gelişme adına Batı adaptasyonu modası seçilmiştir.
Tanpınar, sitemli bilinçsizliğe karşı tenkitçi ve kınayıcı bir mazi bilinci içindedir.
Cemal, maziye ait bütün her şeyi yakmakla ondan arınamayacağının farkına
varacaktır. Çözüm acıdan kaçmakla değil, acıyı yüklenmekle halledilir ve geleceğe
böyle devam edilir. Önümüzde bir yumak gibi duran yaşamı çözebilmek için,
geçmişten hız almalı ve o geçmişin süregelen değerleriyle beslenen bir geleceğe
yönelmeliyiz.
Batılı bir yazar, (şu an ismimi hatırlayamıyorum) yirmi yıllık veya otuz yıllık bir
devletin temel yapısını oluşturabilmek için en az o devletin on üç bin yıllık tarihine
inilmesinin gerekli olduğundan bahseder. Tanpınar, devamlı bir bütünlük arayışı
içindedir işte o, bu bütünlüğü mazide arar, şimdiki anda yoğurur ve geleceğin
inşasını oluşturur. Osmanlı Devletinin yıkılışından sonra bu zincir halkaları
kopmuştur. İşte Tanpınar bu kopuşları Sahnenin Dışındakiler adlı romanında bütün
çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
MAHUR BESTE
Mahur Beste başta Behçet Bey olmak üzere belli karakterlerin hayat serüvenlerinin
anlatımından oluşan bir romandır. Bu romanda Tanpınar Osmanlı dönemi ilmiye
sınıfını konu eder. Romanda karşımıza çıkan İsmail Molla, Ata Molla ve Sabri
50 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., 170.
Hoca her biri Tanzimat sonrası Osmanlı ilmiye sınıfının farklı zihniyet tarzlarını
temsil eden karakterlerdir. Tanpınar bu iç figürle Osmanlı ilmiye sınıfının çöküşünü
resmeder. Modernleşme karşısında ilmiye sınıfı toplumundaki eski gücünü
koruyamamış; bunun sonucunda ortaya çıkan kamu hayatındaki geleneksel değerler
boşluğu bütün Osmanlı dünyasında derin bir bunalıma yol açmıştır.
Mahur Beste sekiz bölümden oluşur. Birinci bölümde “İki Uyku Arasındaki
Düşünceler” başlığı yer alır. Bu bölümde Behçet Beyin yetmiş beş yıllık hayatını
görürüz. Sonraki bölümlerde ise, parçalanmış zamanı görürüz.
Tanpınar, çoğu zaman “mazi şuuru” fikriyle kendi derinliklerini yoklar, ve bunu
yaparken yani fikirlerini taklidi olmaktan çıkararak, kendisini gerçek bir hesaplaşma
içinde bulur
“Çekirdek zaman her gün biraz daha genişledi, büyüdü, dal budak saldı, met ve
cezirler yaptı, ileri geri gitti ve daima aradığını yerinde buldu. O zaman anladım ki
öyle ilk sandığım gibi tek bir zaman parçası değilsiniz. Bir bölünmezde
yaşamıyorsunuz. Sizin de benim gibi, herkes gibi zamanınız var. Sadece zihinde
doğmuş bir şey değilsiniz.
Evet, sizinde bizim gibi zamanınız var. Fakat ona hükmetme şekliniz ayrı.
Sizin için hal, hatırlama anından ibaret. Gerisi için tam bir kayıtsızlık içindesiniz. O
zaman kapısı kapanmış ev hayal kendiliğinden ortadan çekildi. Gerçekte ev baştan
aşağı yanmış, siz dışarıda kalmıştınız. Benim sizde bulduğun zihni çeşni de buradan
geliyordu. Bildiğiniz gibi hal diye bir şey yoktur. Emerson olacak galiba, hal’i iki
musiki noktası arasındaki fasıla diye tarif eder. Daha basit hal, geleceği, geçmişi
görmeye yarayan bir rasat kulesidir. İsterseniz bentlerde olduğu gibi daima dönen
bir su için yapılmış bir teraziye de benzetebilirsini. Siz bu rasat kulesinden
mahrumdunuz, o kadar. Onun için bana o kadar tek bir an görünmüştünüz.”51
Behçet Bey, zamana sahip olan bir şahıstır. Mazi, an ve istikbal ile olan tüm
bilgileri ondan öğrenebiliyoruz. Yazarın düşünce fikrine sahip olan zaman dilimi,
geleceği de hazırlayan mazidir. Behçet Bey’in şuuru geçmişin bütün şuur hallerini
yoklayan ve geleceğe ait hayallerin filizlendiği bir şuurdur. Tanpınar, kendi
şuurunda olduğu gibi, kahramanlarının şuurunda da; zaman ve mekanla bağımsız
alış veriş zincirlerini kırar. Tanpınar, Praus’un zaman anlayışında olduğu gibi
mekan, şuur, sezgi, hayal ilgisi yönünden bir özdeşlik kurar.
51 Ahmet Hamdi TANPINAR. a.g.e., s. 198-199.
“Sizde garip bir mazhariyet var, Behçet Bey; herkes gibi maddesiyle gezinen bir
insan olduğunuz halde bir rüyaya benziyorsunuz. Belki de hayatınızı doğru dürüst
yaşamadığınız için bu tesiri yapıyorsunuz. O kadar ki, yaklaştığınız insanlara
kendinize mahsus bir zamanı aşılıyorsunuz. Bölünmezlerin bölünmezleri, çekirdek
halinde bir zaman en basit şekilde bir düşüncenin, bir ihsanın, bir hatıranın zamanı.
Belki de beraberinizde taşıdığınız bu zaman yüzünden maddi hüvyetinize rağmen
etrafınıza bir düşünce, bir ihsas, bir hatıra tesiri yapıyorsunuz. O gün beni
gerçekten büyülediniz. Sizi dinlerken yıllarca kapısı açılmamış bir eve girdiğimi
sanıyordum. Birdenbire bu kapının gündelik hayata nasıl, hangi sebeplerle
kapandığını merak ettim.”52
Zamana sahip olan Behçet Bey, kendi özüne kavuşur ve ruhi bir bütünlük
duygusuyla iç hareketin ve oluşun inşasını yapmaktadır. Şuur açısından düşünülecek
olursa böyle bir zaman devamlı akış ve oluş halinde olacaktır. Yani yaşanılan
zaman bir “mutlak”a aittir. Behçet Bey gibi Tanpınar da, kendi zamanının dışına
çıkarak “Yekpare zaman”ın gücüne ulaşacaktır.
Tanpınar’a göre medeniyet, ‘derin maziden gelen bir kültür yığılması, bir kültür
toplanmasıdır.’ Tarihi bu tanımı doğrularcasına insanların eşyaları, medeniyetlerin de
kültürleri topladıklarına tanıklık etmiştir. İmparatorluk ölçeğinde kurgulanmış bir
medeniyeti şekillendiren kültür yığılması ile insan kişiliğini inşa eden toplanmış
nesneler dünyası arasındaki paralellik, bu noktada Tanpınar’ın dikkatinden kaçmaz.
“İşte medeniyet dediğin bu konağa benzer. Evvelâ o sandığın mûcizesi vardır. Yani
rahmetli büyük annemin hoşuna gidecek şeyleri sen farkına varmadan hazırlayan
sevgisi… Bu, o medeniyetin yaratıcı tarafıdır ve hakikatten bir mûcizeye benzerdi.
Her şey âdetâ hazır gibi aranmadan bulunur. Her tesadüf, her adım bir mevsim gibi
yüklü ve zengindi. Hiç bir ârıza bu cömert feyzi tüketmez. Bağdat bitince Kutube
başlar. O bitince Bursa, İstanbul doğar. En büyük sanat adamından en basit işçisine
kadar her kafa, her kol sonuna kadar velûttur. Sonra günün birinde bu, yaratıcı
taraf ölür. Büyük anne artık yoktur. Konsul, sandık hepsi mûcizesini keser. Fakat
ev sağlamdır; hayat eskisi gibi devam eder. Sen o hâtıralar içinde yaşarsın.
Mûcizenin kendisi değilse bile, ondan her yana sinen sır vardır, emniyet vardır.
52 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 196.
Aradığını bulamazsan bile aramanın zevkini duyarsın. Sonra bir an gelir, konağın
kendisi yanar. Şimdi enkaz altında gördüğümüz insanlara benziyoruz. Bir yığın kül,
kararmış direk, paslı demir, yer yer tüten duman, is ve çamur içinde işte
bulduğumuz şey… Şimdi sen istediğin kadar bu artıklarla yeni bir şey yapmaya
çalış; istediğin kadar şarkı, eski dünyamızı sev, ona bağlı yaşa; sihirli nefes ortadan
kaybolduktan sonra elindeki çerçöp yığınından ne çıkar? Hattâ hâtıranda kalan şey
bile işine yaramaz.”53
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre medeniyet, bir bütündür. Ancak Mahur Beste’de bu
bütünlüğün Tazimat’la kırıldığını görmekteyiz.
“Şark öldü, diyorsun. Ahmet Ağa öldü gibi bir şey bu. O benim iki elim, iki
ayağımdır. Sonra severim de. İstemem ama, varsın ölsün; yerine elbet biri gelir.
Zaten Şark nedir? Bir kelime… Kelimeler varsın ölsün. Asıl yaşaması lâzım gelen
ölmez. O bizim hayatımızdır, o değişir. Değiştikçe de yaşarız. Arkasından kendisini
yapan kuvvetle o duruyor.”54
Ahmet Hamdi Tanpınar gerek Sabri Hocanın sözleriyle, gerek Behçet Bey ve
diğerlerinin zamanı parça parça, tutarsızca yaşamalarıyla bütünlüğün kırıldığı
gerçeğini tespit etmekte; İsmail Molla gibi güçlü, yaşamayı bilen değişimde
süreklilik, süreklilikte değişimin ve gerçek çözümün önümüzde yatan hayat
yumağında gizli olduğunu vurgulayarak çıkış yolları aramaktadır.
Hayatın içindeki her şey zaman gibi oluş halinde olduğu için daima sonsuzluğunu
devam ettirir. Devamlı oluş halindeki hayat tıpkı cemiyet gibi ölümsüzdür. Mahur
Beste’deki şahıslar bir parçalanmışlığın içindedirler. Tanpınar, bu parçalanmayı
aşmanın yollarını arayarak ve bir devam niteliği taşıyan cemiyeti ölümsüzleştirmiştir.
Tanpınar, cemiyetin devamlılığını şöyle ifade eder:
“Çünkü cemiyet için fertte olduğu gibi ölüm yoktur. Orada süreklilik vardır. Zincir
ebedilik boyunca uzanıp gider. Parça parça olsa bile bir sonraki, kendinden öncekini
tamamlar. Cemiyet hayatı, topluluk için olduğu gibi fert için de ölüm düşüncesini
yener. Çünkü kurduğu değerler zincirinde ölümün de bir yeri vardır. Fert için bir
bitiş, bir son olan ölüm, çok defa cemiyette bir başlangıçtır.”55
53 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 122-123.
54 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 127.
55 Ahmet Hamdi TANPINAR: a.g.e., s. 22.
AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ŞİİRLERİNDE ZAMAN MEFHUMU
ZAMAN
Nedir zaman, nedir?
Bir su mu, bir kuş mu?
Nedir zaman nedir?
İniş mi, yokuş mu?
……
NECİP FAZIL KISAKÜREK
Zaman Tanpınar’ın şiirlerinde temel izleklerden biridir. Rüya ile birlikte onun
poetikasının temelini oluşturur. Zaman gündelik ve bildik anlamından çok uzaktadır.
Tanpınar’ın şiirinde ne bir vaktin adıdır ne de dünyevi bir endişeyle ve hayatı
tanzim etmek için kabul edilmiş bir dilimleme ve tanzim etme gayretinin adıdır.
Zaman, onun şiirinde bütün poetik, felsefi ve estetik zenginlikleri ile iç içedir. Onun
şiirlerinde zamanın kendisi ile, eşya ile ve hayat ile olan ilişkisi Tanpınar’ı
heyecanlandırır. Bu bakımdan bazen Bergson gibi kesintisiz sürekli bir akışın ya da
proust gibi geçmiş zamanın peşinden gidecektir.
Denilebilir ki zaman, Tanpınar’ın hem kendini hem de kendi dışında olanı
anlamlandırırken başvurduğu en önemli kaynaklardan biridir.
Mehmet kaplan’a göre Tanpınar’daki zaman kavramının kaynağı yaşadığı olayların
onu eşiğine kadar getirdiği filozof Bergson’dur.
Filizoflar ilk çağdan başlayarak sorularını bir çok kavrama yönelttikleri gibi zamana
da yöneltmişlerdir. Zaman nedir? Sorusunun cevabı hemen cevaplanabilecek bir soru
değildir. Zamanın dolayısıyla onun en küçük hissedilebilir dilimi ya da hücresi olan
an’ın varlığının bulunması tezinden hareket ederler. Demek ki ilk tanımlama zamanı
varlık ile açıklamak düşüncesinden kaynaklanır.
“Eğer zaman var olsaydı ya bölünebilir ya da bölünmez olacaktı. Bölünmez olduğu
taktirde yıllar, aylar, saatler, geçmiş ve geleceğin ondan çıkması imkansız olacaktı.
Tersine bölünebilir olsaydı, ya bütün parçaları ile birlikte ya da parçalarından bir
kısmı ile var olacaktı. Birinci ihtimal saçmadır; çünkü o taktirde geçmiş ve gelecek
eş zamanlı olacaktı. İkincisi de aynı şekilde saçma olsa gerekir; çünkü zamanın
hiçbir parçası fiilen var olamaz… Dolayısıyla bu güçlükten kurtulmanın çaresi
yoktur”.56
Zamanın doğasını ilk sezen, varlığın on türünden birine “zaman” adını veren ilk
çağ filozoflarından Aristo, ‘zamanın mekandaki hareketten başka bir şey
olmadığını’57 söyler.
Aristo’nun öğrencisi Strato, zamanı, “her fiil ve harekette bulunan ölçü ve ya
miktar, hareket veya sükûn halinde bulunan her şeyin ölçüsü veya miktarı”58
biçiminde tanımlamakta ve hocasını tenkit etmektedir.
Aynı okulun öğrencilerinden Strato Zenon “çabukluk ve yavaşlığın ölçüsüne sahip
olan hareket ağırlığı” Chrysippos da “bazen çabukluk ve yavaşlığın ölçüsü adının da
verildiği bir anlamda hareket aralığı ya da evrenin hareketlerine mahsus aralık”59
biçiminde tanımlar.
Ünlü sosyologlardan Durkheim, “Çevremizde olup bitenlerin süresine ve öncelik-
sonralık sırasına bakarak aklımızda yarattığımız zihni bir yapıt.”60 diye tanımlar.
Eflatun da zamanı varlık ile birlikte düşünmekte ve dünya gibi sonlu olması
gerektiğini ileri sürmektedir. Zamanı varlıkla birlikte düşünmesi açısından Aristo’dan,
onun zaman anlayışından ayrılmaktadır. Eflatu’nun zaman anlayışı Chrysippos
tarafından yorumlanır.
56 Mehmet DAĞ: İslam Felsefesinde Aristocu Zaman Görüşü. Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, nr,
XIX. 1973, S. 98-99.
57 Bozkurt GÜVENÇ: Takvimde Zaman, Geçmiş ve Gelecek. Cogito, Y.K.Y., Üç Aylık Düşünce Dergisi, 22. sayı,
(İstanbul, 2000), s. 87.
58 Mehmet DAĞ: Yunan ve İslam Felsefesinde Aristocu Zaman Görüşüne Tepkiler. Ankara Üni., İlahiyat Fak.,
Dergisi, nr, 2, 1975, s. 72.
59 Mehmet DAĞ: a.g.m., s. 73.
60 Bozkurt GÜVENÇ: a.g.e., s. 86.
“Alem kaos halindeki maddeden yaratıldı; zaman da böylece onunla birlikte
yaratılmış oldu. Onca, zaman, aleminin tek, düzenli, ahenkli, sayıya göre olan
hareketidir”61
İlk çağ filozoflarından Platinos da zaman üzerinde düşünmüş ve bu ciddi soruya
cevap aramıştır. Onun görüşlerinin kaynağı Eflatunun idealar teorisine dayanır.
Zamanı “ezele bağlar ve zamanı şekillendiren ilk örnek veya maddenin idealar
alemine ait olduğunu ifade eder”.
Tanpınar’ın benimsediği zaman anlayışının yüz yıllar öncesinde en yakın tanımı
Augustinos tarafından yapılır. Ona göre:
“Tanrı’nın biricik varlığı karşısında yaratıkların ‘hiçliği’ en açık olarak Tanrı’nın
zaman dışında (önceli-sonralı) oluşuna karşılık yaratıkların zaman içinde (önceli-
sonralı) oluşlarında görülebilir. Zaman içinde bulunan yaratıklar ‘hiç’tirler; çünkü
zamanın kendisi ‘ varlık’ ile ‘yokluk’un bir karışımıdır. Zaman, pek bir boyutu
olmayan ‘şimdi’ ile artık var olmayan ‘geçmiş’ ve daha var olmamış olan ‘gelecek’
arasında bulunan, dolayısıyla da ancak hatırlama (geçmiş) ve bekleme (gelecek)
biçiminde var olabilen şeydir.”62
Diğer taraftan zaman problemi konusunda kafa yormuş filozoflardan Kant için
zaman, “mekan ile birlikte zihnin apriori” bir formudur. Zaman iç idraklerin, mekan
ise dış idraklerin bilgi haline gelebilmesi için ön şart durumundadır. Zaman ve
mekan formlarından geçmeyen hiçbir idrak bilgi şekline dönüşemez. Daha önceki
bazı filozoflarda zaman, felsefenin varlık problemi ile ilgili olarak ortaya çıkan,
Kant’ta daha çok bilgi problemi ile ilgili olarak ortaya çıkıyor görünmektedir.
El-kindi zamanın varlıktan bağımsız, ayrı bir ‘ varlık’ olduğu fikrini kabullenmez.
Zamanı varlık ile birlikte düşünür. El-Kindi’ye gore “zaman cismin varlığının
61 Mehmet DAĞ: a.g.e., s. 74.
62 Macit GÖKBERK: Felsefe Tarihi. Remzi Kitapevi, 9. Baskı, (İstanbul, 1998), s. 136-137.
süresidir.”63
Ve bu tarif Bergso’nun zaman fikrine, özellikle sürenin zamana
dönüşmesine yani varlığa bürünüp zaman olmasına çok benzemektedir. Yukarıda
özetleyerek ortaya koymaya çalıştığımız gibi, zaman ilk çağdan başlıyarak günümüze
kadar felsefi planda ele alınmış tartışılmış bir kavram bir problemdir. Fakat bu
kavram üzerinde derinliğine inceleme ve düşünme önceliğinin bir yirminci yüz yıl
filozofu olan Bergson’a ait olduğunu bilmemiz gerekir. Bergson’un zaman anlayışı
veya bu probleme getirdiği çözüm şekli ilk çağdan beri bu kavram üzerinde
düşünmüş filozofların fikirlerinin süzgecinden geçerek olgunlaşmıştır.
Bergson’a gore, “süre asıl realitedir. O her şeyden evvel yaratıcılıktır; kainattaki
oluş realitenin ta kendisidir. Dışımızda, yani mekanda tasarladığımız zaman
matematik zamandır. O gerçek zaman değildir, bizim tarafımızdan uydurulmuştur.
Mekanın mesafe cinsinden taksimiyle varlığı sun’i olarak tasavvur ve Kabul
edilmiştir. Bir yerden kalkıp bir yer giderken faraza ‘üç saat geçti’ deriz. Hakikatte
eşyada hiçbir şey geçmemiştir.”64
Bergson’a gore mekanda tasarlanan zaman, yani matematik zaman insana hayatının
tanzimi için uydurulmuş genel geçer bir zamanı bölümleme sistemidir. O halde
mekanın ya da eşyanın araya girmesiyle meydana gelen zaman hakiki zamana
tekabül etmez. Bergson’a gore gerçek zaman, süre (duree) sözcüğü ile ifadesini
bulan kesintisiz ve sürekli akışın adıdır. Bu görüş sanatçının ‘ben’i ile zaman ve
eşya arasında ilişkileri yeniden yorumlaması ve kurması anlamına gelmektedir.
Bunun Tanpınar’ın şiir lügatindeki karşılığı ‘Yekpare bir anın parçalanmaz akışı’dır.
Fakat duree ona göre, “varlıkları dişleyen ve üzerinde dişlerinin izini bırakan bir
zaman”dır. Tanpınar’ın Bursa’da Zaman şiirinde ifadesini bulan:
Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musiki gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’an sesini
Fetih günlerinin saf neşesini
63 Mehmet DAĞ: a.g.e. s. 73
64 Nurettin TOPÇU: Bergson. Dergah Yayınları, 2. Baskı, (İstanbul, 1998), s. 37.
Mısraları duree’nin Yeşil Türbede bıraktığı diş izleridir. İşte o zamandır.
Bergson, “zamanın maddeyi asla değiştirmediği” fikrini savunmaktadır. Böylelikle
saat, gün, ay, mevsim ve yıl cinsinden hesapla ölçtüğümüz takvim zamanı eşyada
ifadesini bulur.
Tanpınar’ın Bergson’un duree kavramını en iyi ifade eden cümlelerinden biri
“Musiki giydirilmiş zamandır.” sözüdür. Tanpınar, Bergson’u çok iyi çözer ve onu
zaman, süre, duree kavramıyla ne anlatmak istediğini ve zenginliği ile kavradığını
göstermektedir.
BİR GÜN İCADİYEDE
Bir gün icadiye’de veya Sultantepe’de,
Beste kanatlanır, birden olduğun yerde
Bir kâinat açılır geniş, sonsuz, büyülü.
Bugünün rüzgârında yıkanan mazi gülü
Dağılır yaprak yaprak hayalindeki suya
Bir başka gözle bakarsın ömür denen uykuya..
Belki en hülyalısı duyduğun masalların
O şafak saltanatı korularda dalların,
Her ufku tek başına bekleyen eski çamlar
Bir sır gibi ömründen sızdırılmış akşamlar,
Ardıçla kestanenin her yıllık macerası
Harap mezarlıklarda ölülerin rüyası
Gelir ve tekrar doğar ölmüş sandığın aşka
Anlarsın ölüm yoktur geçen zamandan başka!
Bu manzumede her şey son mısraı söylemek için hazırlanmış gibidir. Ve bu son
mısra Ne İçindeyim Zamanın ve Zaman Kırıntıları şiirleri ile birlikte adeta
Bergson’un zaman anlayışını şiir dilinde söylemek için yazılmıştır.
Anlarsın ölüm yoktur geçen zamandan başka!
Dizesi ‘varlığın süre’sizliğin ölümüdür. Zaman varlıkla var olduğuna göre bir başka
ifade ile zamanın olabilmesi ya da görünebilmesi için bir varlığa ihtiyaç duyması, o
varlığın ölümü ile birlikte zamanın da öleceği denklemi doğrulanmaktadır. Fakat
ölen zamandır; ‘süre’ değildir. Bergson’a göre zaman varlıkta ifadesini bulur.
Öyleyse gerçek ölüm varlığın ölümüdür. O varlığa bağlı zaman varlıkla birlikte ölür.
Tanrı zamanın dışındadır. İnsan dünyaya gelmekle onun için zanan kavramı işlemeye
başlar. Bu sadece saat ve gün cinsinden değil varlık cinsinden kavramın işlemesidir.
Bir gün İcadiye’de veya Sultantepe’de
Bir beste kanatlanır birden olduğun yerde
Dizeleriyle musikiyi giydirmeye çalışmaktadır. ‘kanatlanan beste’ geniş, sonsuz,
büyülü bir kainat açacaktır. Ve ‘mazi gülü bugünün rüzgarında yıkanacaktır.’ Gül
tıpkı insan gibi zamanı giyinmiş varlıktır ve takvim zamanın bir dilimi olan mazi
ile yıkanacaktır.
Şair, manzumesini zaman ve ölüm üzerine kurmaktadır. Zaman varlıkla var
olduğuna göre varlığın bir sonu vardır. Bu zamanın da son bulacağı anlamına gelir.
Ölüme ait unsurlar mezarlık motifi ile güçlendirilmiştir. ‘harap mezarlıklarda ölülerin
rüyası’ zamanı yeniden giyme, yani dünyaya zamana dönme hülyasıdır. Ardıçla
kestanenin her yıllık macerası dünyevi anlamda söylenmiş bir ölme ve dirilme
(uyuma ve uyanma) motifidir. O halde ölüm bir zamandan zamansızlığa geçiştir.
Bergson:
“Rakkaslı bir saatin kadranında rakkasın sallanmalarına karşılık olan yelkovanın
hareketini gözlerimle takip ederken sanıldığı gibi, süreyi ölçmüyor; zamandaşlıkları
saymakla ifade ediyorum, bu ise çok farklı bir şeydir. Yelkovan ve rakkasın benim
dışımda, mekanda tek bir duruşu vardır, çünkü geçmiş duruşlardan hiçbir şey
kalmıyordur. Halbuki benim içimde gerçek süreye karşılık olan bir kaynaşma süreci
yahut da şuur olgularının kaynaşmaları devam edip gidiyor. Bu tarz’a sürüp gittiğim
içindir ki rakkasın hem geçmişteki, hem de bu andaki sallanmalarını aynı zamanda
tasavvur ediyorum. Şimdi mütevali denilen bu sallanışları düşünen benliğim bir an
için yok olsa rakkasın bir tek sallanışından, bir tek duruşundan başka bir şey
kalmayınca sürede olmayacaktır.”65
Bergson’un ‘zamandaşlık’ dediği hareket ve anın aslında birbirlerini ‘adet’ olarak
temsil ettiklerini ve sayı açısından bir ‘an’lar silsilesi teşekkül etmediğini işaret
etmektedir.
Bergson’un verdiği rakkas örneğinin Tanpınar’da Raks’a tekabül etmesi tesadüf
olmasa gerek.
RAKS
Tılsımlı çocuğu saf aydınlığın
Bu kadın vücudu beyaz ve çıplak,
Eşiğinde sanki sonsuz varlığın;
Her an değişiyor dönüp uçarak…
65 Henri BERGSON: Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri, Çev. Mustafa Şekip TUNÇ, (İstanbul: Milli Eğitim
Bakanlığı yayınları, 1990). ss. 101.
Şair, bu dörtlükte beyaz ve çıplak bir rakkasenin sonsuz varlığının eşiğinde dans
ettiğini söylemektedir. Rakkasenin figürleri ‘dönüp’, ‘uçarak’ her an değişmektedir.
An ve hareket birlikte birbirlerine zamandaşlık yapmaktadır. ‘Rakkasenin eşiğinde
olan sonsuz varlık ‘süre’dir. Çünkü o ezeli ve ebedidir. Uzaysal boyutları
olmayandır. İnsan ise bu sonsuz varlığın eşiğindedir.
Ve gülümseyerek öyle derinden
Her lahza başka şey ve hep kendisi,
Bir başka yıldızdan veya alevden
Ânın ve hareketin mucizesi,
‘An’ ve ‘hareket’ bu mısra ile şiire girmeye çalışmış fakat bir türlü öteki dizeler
gibi şiirsel bir kıyafete kavuşamamıştır.
Her lahza başka şey ve hep kendisi
Dizesi de an ile hareketin ve mekanın zamandaşlığını gösteren bir mucize mısra
gibi durmaktadır. Bu şiirde zamanın varlık cinsinden mekanı, rakkasenin vücududur.
Arkasında ritmin geniş rüzgârı
Bir gül kasırgası gibi enginde,
Savruluyor yüzü, çılgın kolları
Yarattığı zaman bahçelerinde.
Şair, bu mısralarla süre ve zaman anlayışını ifadeye çalışır. Zaman sonsuz ve
sürekli bir akışın (süre) mekanda bıraktığı diş izleriydi. Başka bir deyişle Yunus
Emre’nin, “Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm” dizelerinde ifadesini
bulan süre’nin varlığa dönüp zamanı yaratma hadisesidir. Öyleyse Yunus Emre de
bir zaman’dır, zira varlığa dönüşmüştür. Zaman yok oluncaya kadar yaşayacaktır.
Yada Yunus Emre öldüğü vakit zamanda ölecektir, ama süre sonsuz akışını
‘yekpare’ bir an gibi devam ettirecektir.
Her an değişiyor, yelken, gün kanat
Bütün burçlarıyla uzanmış gece
Defneler önünde şaha kalkan at
Zihnin eşiğinde ürkek düşünce,
Bu dörtlükte ise, an’ın zaman cinsinden yaratılmasını işaret etmektedir. Her an
değişen süre’nin yelken, gül, kanat biçimine girerek zamanı oluşturmaktadır. Oluş bir
an ve birlikteliği yani zamandaşlıktır.
Her lahza başka şey ve hep kendisi,
Yaralı bir ceylân gibi bakarak,
Ânın ve hareketin mucizesi
Uçuyor, duruyor, bekliyor…çıplak,
Tanpınar, şirinde Bergson gibi ısrarla zaman ve süre kavramlarını işleyerek
manzumesini onun rüzgarına teslim etmektedir. An kelimesinin tekrarından doğan bir
yeknesaklıktan manzumesini kurtarmak için bu defa lahza kelimesinin hem de iki
kere ve aynı mısraı değiştirmeden kullanıyor.
Her lahza başka şey ve hep kendisi,
Dizesi hareketi ifade ederken
Uçuyor, duruyor, bekliyor… çıplak,
Dizesiyle zamandaşlığı tamamlamaktadır. Ve böylece her lahzada hem başka şey
hem de kendisi olmak ancak ve ancak hareketin varlık sebebiyle var olduğunu
gösteriyor.
Ve ümitsiz avı bin sonsuzluğun;
Bekliyor ruhunun eşiklerinde,
Tılsımlı kadehi her susuzluğun
Bir gül fırtınası gibi derinde.
‘Bin sonsuzluğun ümitsiz avı’, varlığın süre avlanmasıdır. süre avlayan varlık
zamana dönüşür. avın ümitsiz olması her varlığın, şeklin, durumun kısaca yaşanılan
şeylerin zamana dönüşememesidir.
NE İÇİNDEYİM ZAMANIN
Şiirde Tanpınar, Bergson’un zıtlık ve ulaşma güçlükleri ile Bachelard’ın denge
arayışını İslam tasavvufunun zamanı ve mekanı aşma anlayışı ile birleştirerek
modern bir mistik görünüşü çizmektedir.
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Tanpınar, Antalyalı Genç Kıza Mektup’unda bu şiirin kosmosla insan arasındaki
ilişkiden şöyle bahseder:
“Ne içindeyim zamanın şiiri, şiir halini, kosmosla insanın birleşmesini nakleder ki
bir çeşit murakebe (içine dalma) ve rüya halidir. Görüyorsunuz ki, hakiki rüyanın
tesadüfleri ve tuhaflıkları ile alakası yoktur. Zaten rüyanın kendisinden ziyade,
benim şiir anlayışımda, bazı rüyalara içimizde refakat eden duygu mühimdir.”66
Tanpınar’ın da belirttiği gibi, şiirlerindeki ve romanlarındaki rüya halinin gerçeklikle
bir alakası yoktur. Bir ressam, gözünün önündeki veya beyninin içindeki renk
uyumunu tuvale aktarmak için bin bir türlü güçlüklerle karşılaşır ve böylece var
66 Birol EMİL (Yayına Hazırlayan): a.g.e., s. 351.
olmayanı var ederek yaratıcılığını göstermiş olur. Tanpınar’daki rüya hali de tıpkı
bir ressam gibi kendi yaratıcılığının bir göstergesi değil midir?
Mehmet Kaplan söz konusu şiiri yorumlarken:
Tanpınar’ın bu şiirini manalandırırken ‘kosmosla insanın birleşmesin i nakleder’
demesine rağmen, “ben, burada, mistiklerinkine çok benzeyen bir varlığı aşma,
yükselme duygusunu biliyorum.”67 der.
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.
Tanpınar, Bergson gibi kronolojik bir zamanı değil süreyi yani anı esas almaktadır.
Kronolojik zamanı saat, ay, mevsim, yıl gibi taksimlere ayırırız ve hayatımızı
bunlara göre tanzim ederiz. Bu dünyevi hayatımızdır bunun yanında bölünmez,
sonsuz, ebedi olan bir hayat vardır. Bu ebedi hayatı Tanpınar, ‘an’ ile ifadeye
çalışmaktadır. ‘Ne içinde’ ve ‘Ne de dışında’ Sözleriyle Tanpınar, iki dünya ortaya
koymaktadır birincisi: yaşadığımız, çalıştığımız, yaşlandığımız madde dünyası.
İkincisi: soyut yani mana dünyası Şair, kendini bu ikinci dünyanın insanı olarak
kabul ediyor ama maddi dünyadan da kopamıyor.
Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Tanpınar, tüm dünyevi ve fiziksel hayattan sıyrılarak ruhsal dünyada ‘rüzgarda uçan
tüy’den bile hafif. Ruhun arkasından görülen her varlık, her görüntü, her şekil
fiziksel dünyaya özgü somutluklarını kaybettikleri için, uyanık bir rüya arkasından
görüldükleri için garip bir rüya rengiyle uyumuş gibi saydam bir hal alıyorlar.
67 Mehmet KAPLAN: a.g.e., s. 56-57.
Başım sükutu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;
Bu dörtlükte Tasavvuf lügatini konuşturan Şair, kendini fiziksel dünyanın zaman ve
mekanın ötesinde hissettiğinden uçsuz bucaksız bir değirmen gibi zamansızlığın bir
ifadesi olan sükutu öğüttüğünü, soyut aleme yayılmış bir sonsuzluğa ulaştığını
belirtir. Böylece zaman ve mekanla ilişkisi olmayan soyut alemde muradına ermiş
abasız postsuz bir derviş gibidir. Maddi varlığı simgeleyen aba ve posttan ayrılan
derviş madde ve zamandan da ayrılarak sonsuzluk dünyasına, ‘süre’ye ulaşmış olur.68
Tanpınar, kendisinin de dervişin yaşadığı sürece benzer bir süreci yaşadığını söyler.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim.
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
‘bir sarmaşık’ olan şiirin öznesi değil nesnesi olan ‘dünya’dır. Bu dünyanın
(sarmaşığın) kökü ‘ben’ de yani insandadır. İnsan yani Adem; Adem yani insan oğlu
ve onun şeceresi; şecere yani ağaç, ve ağaç Tanpınar’ın estetiğinin baş aktörlerinden
biridir.
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
68 Nurullah ÇETİN: www. Google. com, 15.10.07.
Mısralarıyla Şair, soyut dünya içersindeki mutluluğunu ifade etmektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” adlı şiirine geçmeden önce Şairi Bursa
üzerinde şiir yazmaya sevk eden şehrin tabiî güzelliklerinden, tarihinden, sanat
eserlerinden, manevi hayatından ve Tanpınar’ın Bursa hakkındaki fikirlerinden yola
çıkarak ve Şiirin bu perspektiften ele alarak incelenmesinin gerekli olacağı
kanaatindeyim.
BURSA’YA BAKIŞ
Bursa daima edebiyatçıların ilgisini çeken bir şehir olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bunun birinci sebebi Bursa’nın Osmanlı devletinin kuruluş devrini temsil eden ve
Bizans’tan miras kalan bir şehir olmasıdır. İkinci sebebi mimari abideleriyle taşıdığı
tarihi hüviyetidir. üçüncü sebebi ise sonderece eşsiz bir tabiat güzelliğine sahip
olmasıdır. Bursa’nın bu özellikleri Bursa’da Halk ve Divan edebiyatına mensup
Bursalı Şair sayısının oldukça fazla olmasına neden olmuştur. Ahmet Vefik Paşa’nın
Moliere külliyatının adepte ve çeviri olarak Türkçeye kazandırılmasın ı sağlaması ve
ara nesil olarak kabul edilen yani Tanzimat’ın ikinci neslinden sonra Servet-i Fünun
Dergisinin çıkışına kadar ki devri hazırlayan Nilüfer Mecmuası Bursa’da
Hüdavendigar Matbaasında basılması Bursa’nın Yeni Türk edebiyatının gelişmesinde
önemli katkılarının olduğunu göstermektedir. Milli mücadele yıllarında ise şehrin
değeri ve önemi daha farklı anlam kazanmıştır. Bursa’nın (8 Temmuz 1920
Yunanlılar tarafından) işgal edilmesi bütün ülkeyi yasa boğmuş ve her tarafta
umutsuzluk baş göstermiştir. Bu umutsuzluklar bazen Türkiye Büyük Millet
Meclisinde çok büyük tartışmalara neden olmuş, bazen de o dönemin kuvvetli
şahsiyetlerinin eserlerine konu olmuştur. Bursa’nın işgali Mehmet Akif Ersoy’a
“Bülbül’ü” yazdırır. İzmir’den Bursa’ya kadar düşman zulmüne uğramış Türk
topraklarını dolaşan ve o feci dehşeti gelecek nesiller için tespit eden Halide Edip
Adıvar, Yakup Kadri, Mehmet Asım ve Falih Rıfkı “İzmir’den Bursa’ya” adlı
kitapta Batı Anadolu coğrafyasının ve Batı Anadolu insanının zulüm haritasını tüm
acı gerçekleriyle ortaya çıkarırlar.69
1071 Malazgirt zaferiyle Anadolu’nun kapılarının açılmasıyla bir Türk yurdu haline
gelen Anadolu coğrafyası, her devir döneminde Türk yazar ve şairlerinin ilgi odağı
olmuştur. Memleket edebiyatı içersinde Anadolu coğrafyasını ve insanını aksettiren
en önemli şehirlerden birisi de Bursadır. Türk romanının adeta Anadolu’ya açılış
görevini üstlenen yine Bursa’nın olduğu gözlenmektedir. Reşat Nuri Güntekin’in Çalı
Kuşu adlı eserinde bir aşk ihanetinden kaçan Feride Anadolu coğrafyasında
(Bursa’nın Zeyniler Köyünde) kendisini bulur.
Kemalettin Kamu “Gurbette Renkler” Ömer Bedrettin “Bursa’da Akşam” Şiirlerinde
Bursa’nın huzur verici yeşilliğinden ve akşam saatlerinden söz ederek bu şehri tabiat
zenginliğiyle ele alırlar. Türk dili daima üretken üretildikçe yenileşen faal bir dildir.
Bu açıdan sözcüklerdeki anlam birçok farklı anlamlar ifade edebilir mesela, Siyah
Kuzeyi, Kırmızı Doğuyu, Mavi Güneyi, Yeşil Batıyı, Yeşilin her tonu yarattığı
sükunet romancıları Bursa’ya çekmiştir. “Bursa’da Zaman” adlı şiir denildiğinde ilk
akla gelen geçmişin değerlerinden kopmadan yeninin inşasını oluşturma yollarını
gösteren Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Tanpınar, Bursa’yı diğer edebiyatçılardan farklı
bir bakışla ele almaktadır. Geçmiş tarihin o günkü izlerinin daha bugün gibi
zihinlerde yaşıyor olmasını, mimari eserlerin Osmanlının ilk devirlerinden bir
gökdelen edasıyla yaşamını sürdürmesi, mükemmelliğiyle insanları adeta bir sihirli
ayna gibi büyüleyerek geçmişe doğru götürmesi, plastik sanatlar (Resim, Müzik,
Heykel, Mimari) ve günlük yaşanılan hayatın dışında manevi hayat bakışıyla Bursa’yı ele
almaktadır. Tanpınar’a göre tarih ve tabiat adeta birleşerek Bursa’nın güzelliğini
meydana getirmektedir. Bursa’nın tarihi yansıtan ve güzelliğinin yanında Şair’in
Bursa’yı sevmesinin diğer bir nedeni ise, sanatın rüyası içinde hayatın devamlılığını
bulur. O, Bursa’yı Yaşanılan anı unutturacak rüya olarak görmemektedir. Ayrıca
Bursa fethedilişinden İstanbul’un fethine kadar geçen devri yansıtan bir şehir olma
özelliğini taşımaktadır. Maziyi geleceğe nakleden bu şehir daima kuruluş devrinin
havasını yaşatmaktadır. Tanpınar tarihimizin bu dönemini “bir mucize, bir
kahramanlık ve ruhaniyet devri” olarak kabul eder. Şair, bizi biz yapan değerleri
69 Alev SINAR: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Bursa. Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Sayı 566 Şubat, (Ankara:
Üni., Basımevi, Ankara, 1999), s. 116.
Bursa’da görür. Osmanlı devletinin Bursa’da kurulmuş olması şehrin mimari ile
kendisini aksettirmesine vesile olmuş ve bu devletin kuruluş tarihi adeta Bursa’da
sanat eserine sinmiştir.70
‘bu şehre tarih, damgasını o kadar derin ve kuvvetle basmıştır. O her yerde kendi
ritmi, kendi hususi zevkiyle vardır, her adımda önümüze çıkar. Kah bir türbe, bir
cami, bir han, bir mezar taşı, burada eski bir çınar, ötede bir çeşme olur ve geçmiş
zamanı hayal ettiren manzara ve isimle, üstünde sallanan ve bütün çizgilerine bir
hasret sindiren geçmiş zamanlardan kalma aydınlığıyla sizi yakalar. Sohbetinize ve
işinizin arasına girer, hülyalarınıza istikamet verir’ İnsan ruhu eserlerde
maddeleşerek, Bursa’daki mimari eserlerin Ruhlarını geçirdiler ama, maddede
ruhlarının olmasını günah gördüler. ‘cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı.
Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, kemer, mihrap,
çini hepsi Yeşilde dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır,
göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde
bir tek ruh terennüm eder.’71
Cedlerimiz ibadet ettikleri yerde, maddeye geçmeyi günah olarak gördükleri için
Osmanlı yıkıldı. Hem inşa ve ibadeti birleştirebilselerdi, tarih farklı olurdu.
Çeşmeleriyle, türbeleriyle, hanlarıyla, hamamlarıyla, camileriyle, medreseleriyle Bursa
İslami eserlerle donatılarak ve Doğu Roma manzarasını tamamıyla silerek bir Türk
şehri olmuştur. Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilüfer Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan,
Konuralp gibi isimler kuruluş tarihinden gelen ve insanı mazi üzerine doğru çekerek
ona hasret dolu lezzetler vermektedir. Osman Beyin gömüldüğü eski Bizans
manastırının adı olan Gümüşlü adeta aydınlık bir istikbalin habercisidir. Orta Asya
bozkırlarında atalarımızın baharın gelişini ifade etmek için buldukları yeşil adı Bursa
için daha farklı bir anlam kazanmıştır. ‘O ebediyetin rahmani yüzü, bir mükafata
çok benzeyen bir sükunun fani bir saadete sinmiş manasıdır.’72
Yeşil türbe, Yeşil cami gibi mimari eserler insana ölüm gerçeğinin hak olduğunu ve
insanı ölüm üzerinde düşünmeye sevk etmektedir. Aynı zamanda Yeşil cami
mimarinin eşsiz diyebileceğimiz örneklerinden birisidir. Yine çeşmelerin de Bursa’da
70 Alev SINAR: a.g.e., s. 116- 118.
71 Okay, ORHAN ve başk. a.g.e., s. 588.
72 Okay, ORHAN ve başk. a.g.e., s. 588.
ayrı bir önemi vardır. Evliya Çelebi “velhasıl Bursa sudan ibarettir” sözüyle su ile
bu şehri özdeştirmesine Tanpınar ise, şiiri su ile hayatına sindirmiş ince zarif ruhlu
bir adamdır. Şeyhülislam Karaçelebizade Abdülaziz Efendi servetinin büyük bir
kısmını Bursa çeşmeleri için harcaması manidardır. Abdülaziz Efendi, IV. Mehmed’i
azarlayan, IV. Murad’ın hışmından denize atılmak üzere Bayram Paşa tarafından
kurtarılıp Bursa’ya sürgün edilir ve Bursa’da 40 çeşme yaptırır. Bursa, tabiat
güzelliğinin, tarihinin, ve sanat eserlerinin dışında insanın yaşadığı, gülüp eğlendiği,
çalıştığı zamanın ötesinde manevi bir hayatın varlığı hemen hissedilmektedir. Bursa
Geyikli Baba, Karaca Ahmet gibi evliyalar ve Hacı Bayram’ın müritlerinin
toplandıkları yerdir. Tabi ki Osman Beyi, Orhan Gazileri de unutmamak yerinde
olacaktır. Edirne’nin Başkent olmasıyla beraber Bursa arka plana itilen bir şehir
olmuştur. ‘İlk önce Edirne’nin kendisine ortak olmasına, sonra İstanbul’un tercih
edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır! Her ölen
padişah ve Cem vakasına kadar her öldürülen şehzadenin cenazesi şehre getirildikçe
bu geçmiş zaman güzelin kalbi şüphesiz bir kere daha burkuluyor’ Tanpınar Bursa’yı
‘ihtiyarlayan eski masal sultanlarına’ benzetmektedir. O, artık Ölen padişah ve
öldürülen şehzadelerin cenazeleriyle hatırlanır.73
BURSA’DA ZAMAN
Sanatkârların en büyük özelliklerinden biri yaratıcı olmalarıdır yani karmaşık olan
bir şeyi bir bütün haline getirebilmeleridir. İşte Tanpınar’ın olgunluk döneminde
kaleme aldığı bu şiir onun sanattaki yaratıcılığının en büyük abidelerinden sadece
birisidir. Tanpınar’ın eserlerinde zamanı işleyişi ile Proust’un tarzı bir birine çok
yakındır. Proust’un eserlerinde kronolojik dünya düzenini yıkıp, geçmiş ve geleceği
bugünde eritmesi olarak ortaya çıkar. Tanpınar da “Bursa’da zaman” adlı şiirinde
geçmiş bir zamanın peşine takılıyor ve geçmişi bir hatıra gibi belleğinde tekrar
anımsıyor. Aslında Tanpınar her şeyden önce “Bursa’da Zaman” şiirinde zaman
penceresinden tarihi bir bütün olarak ele alıyor denilirse şiir zaman asansörü gibi,
hem geçmişe hem geleceğe gelip gidiyor. Duvar bile bu zamanın hareketini, akışını
73 Alev SINAR: a.g.e., s. 123-124.
durduramıyor. Özellikle su’da zamanın bütünleştirilmiş olması, şiire bir su zamanı
güzelliği veriyor. Bir başka cepheden su, zamanı temizliyor, günü pak yapıyor.
Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdayan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar…
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sâkin bir günü.
Eski cami avlusu, türbeler, hanlar, ihtiyar çınarlar, şadırvanlar gibi tarihi eserler
manzaralarıyla ve ismiyle geçmiş zamanı hayal ettiren ve geçmiş zamanlardan kalma
aydınlığıyla hülyalara istikamet vermektedir. Cami avlusu dini, duvar maddeselliği
biryandan da (konuşanın konuştuğu an) yani şimdiki anı ifade eder.74
“Bursa zamanı aksettiren bir ayna” olduğuna göre
Tanpınar, dışı kendi hayal dünyasında yoğurarak ferdi bir dikkatle bir hali ve
problemi, geçmişi, geleceği ve haldeki vaziyetiyle bir bütün halinde bir an’da görme
ve değerlendirme (Hülya) haliyle duygu ve düşüncelerini eşyaya aksettirerek
içersinde bulunduğu zamandan kopmadan geçmişi o an haliyle yaşıyor olması şairin,
dildeki ve sanattaki mükemmeliyetinin bir göstergesidir. Kelime olarak çınarın
manası: Heybetli, güçlü, birikimli, ihtiyar anlamlarını taşır. Yani bir yaşam, bir
süreklilik devamıdır. Aynı zamanda Osman Beyin ünlü düşüyle de bir ilgi
kurulabilir. Tanpınar, eşyanın (yaşlı çınar) dört yana elediği sakin bir günün
aydınlığında her şeyi görmektedir.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
74 Alev SINAR: a.g.e., s. 119.
Dış dünyaya şahsiyetinin arkasından bakan Tanpınar için Bursa “zamanı aksettiren
bir aynadır” O Bursa’nın tarihi mekanlarında rüyayı bulmanın peşindedir. Bursa “bir
rüyadan arta kalmanın hüznü içinde” Şaire derinden gülmektedir. Şehirde onun gibi
“hayal içinde yaşar.”75 Bu mısrada zaman hem gülüyor, hem ağlıyor. Gülen yüzü
çınar, ağlayan yüzü şimdiki an. Yani Osmanlının yıkılışıdır.
Tanpınar, rüya halini “Antalyalı Genç Kıza Mektup” adlı yazısında:
“Asıl estetiğimi Valery’yi tanıdıktan sonra teşekkül etti (1928 -1930 yıllarında). Bu
estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri etrafında
toplamak mümkündür. Yahut musiki ve rüya Valery’nin “velev ki rüyalarını yazmak
isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır.” cümlesini “en uyanık bir gayret
ve çalışma ile dilde rüya halini kurmak” benim şiir anlayışım ortaya çıkar.”76
Tanpınar, estetiğinde rüyaya büyük önem vererek, dış alemi kendi özleyişlerine
uygun hayallerle (rüya) tespit ettiği, yaşadığı ve gördüğü güzellikleri sanatına has
teknikle işlemektedir. Sanatkâr, aynı zamanda rüya vasıtasıyla maziye, geleceğe ve
yaşanılan an arasında geçişleri sağlar.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.
“İstemiş ki günün her saatinde bu çeşmeler, kendi ikbalperest ve mustarip ruhunun
doğduğu ve büyüdüğü şehirden uzak, hayat ve harekete yabancı bir menfada
tükenmeğe mahkum ruhunun feryatlarını gelen geçen anlasın. Bu ses onlara ömrün
büyük dönüm noktalarını, mevsimlerin güzelliğini ve hayatın faniliğini söylesin”77
75 Mehmet KAPLAN. Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Şiir Tahlilleri 2, Dergah Yayınları, (İstanbul, 2006) s. 79.
76 Birol EMİL (Yayına Hazırlayan): a.g.e., s. 351.
77 Ahmet Hamdi TANPINAR: Beş Şehir…….
Tanpınar, bu mısralarda tarih ve tabiatı birleştirerek ondaki güzelliğin değerleriyle
bulunduğu hayatın içersinden çıkarak ebedî saadete ulaşabilmenin yollarını arar. Şairi
su sesi derin rüyalara daldırarak sonlu olan alemden sonsuz olan âleme doğru
götürmektedir. ‘O, görünenin içinde görünmeyeni aramaktadır.’
Su dolanımsal bir seyri takip eder. Yani gökten inişi ve buhar olarak tekrar
bulutlaşması ve tekrar yeryüzüne inmesi bir devamlılığın göstergesidir. Tanpınar’a
göre an yani zaman sürekliliğin ve devamlılığın ifadesi ise su, zamanla alakalı bir
kavramdır diyebiliriz.
Bir zafer müjdesi burada her isim:
Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Her ad bir zafer müjdesi’ni çağrıştırdığına göre şair, rüya veya hülyalarıyla geçmişi
tek bir anda yaşayarak onlarla bütünleşiyor. Tanpınar için Bursa’da yaşanılan anın
dışında üçüncü bir zaman vardır. Biri eserlerinin ilk yapıldığı zaman, biri bu
eserlerle yaşayanların zamanı, diğeri ise, bu eserlerden etkilenenlerin zamanı. Biri
yaşanılan zaman, biri Ahmet zamanı, diğeri eseri fark eden kişinin onu dirilttiği,
Üçüncü zaman, eserler tarihin vasiyetidir. Vasiyet sahibi ölünce değer kazanan
Tanpınar, vasiyete değer kazandıran yani üçüncü zamanın yaratıcısıdır.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.
“Bir sonsuz devam” önceki biçimleri “bu geçmiş zaman” ve “bu eski zaman” dır.
Şair, yapılan değişimle geçmiş zamandan geleceğe, sonsuzluğa doğru uzanmaktadır.
Ancak hem geçmiş zamanın hem de sonsuzluğun durumu bir vehimdir. Yani bir
kuruntudur. Tanpınar, böyle bir dünya kurarken kendiside bunun gerçek olmadığının
farkındadır. Sessizlik neden güvercin bakışlı? Güvercin, barışın timsali olduğuna
göre bu bakış karşısındakine zarar vermeyecektir varlığını engellemeyecektir. Ayrıca
her bakış bir zaman dilimidir. Buna göre zaman onda ayrıca bir sessiz çığlık olarak
karşımıza çıkar.
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,
Muradiye sabrın acı meyvası,
Ömrün timsali beyaz Nilüfer,
Mehmet Kaplana göre:
“mısralardaki imajlarda benzetme olmaktan çok bir gerçeğin sanatkarane
ifadeleridir.”78 Gümüşlü hem şiirde hem de düz yazıda aynayla özdeşleştirilmiştir.
Gümüşlü aynı zamanda Osman Bey’in gömüldüğü eski Bizans manastırının adıdır.
Fecre tutulmuş sihirli bir aynayla hem gün doğuşu hem Osmanlı Devletinin doğuşu
hem de Orhan Gazi aynalaşıyor. Osman Gazi Osmanlı imparatorluğunun
kurulmasında bir ayna bir rehberdir. Ve bu ayna zaferden başka bir şeyi
yansıtamaz.
Tanpınar Nilüfer adıyla birlikte:
“Kurtuluş devrinin sert simasına aşkın tebessümü”79 nün geldiğini belirtir. “eski”,
“hikaye” “nakil”, “şafak” nasıl içten içe zamanı hatırlatırsa, zamana, “gümüş” rengi
uygun görmesi, aydınlanma çağının zamansal hayatının Bursa’da başladığını ifade
Türbeler, camiler, eski bahçeler,
Şanlı hikâyesi binlerce erin
Sesi nabzım olmuş hengâmelerin
Nakleder yâdını gelen geçene.
Bu hayalde uyur Bursa her gece,
78 Mehmet KAPLAN: a.g.e., s. 81.
79 Alev SINAR: a.g.e., s.124.
Her şafak onunla uyanır, güler
Gümüş aydınlıkta serviler, güller
Serin hülyasıyla çeşmelerin.
Başındayım sanki bir mucizenin,
Su sesi ve kana t şakırtısından
Billur bir avizede Bursa’da zaman.
‘Her gece hayalle uyuyan’ ve ‘güllerle, servilerle uyanan’ Bursa geçmişin izlerini,
şimdi nakleder. Bu ise bir mucizedir. Yani mucize olan hala geçmişin şimdi
yaşaması ve geleceğe naklidir.
Su sesi kanat şakırtısından
Billûr bir âvizede Bursa’da zaman.
Mehmet Kaplan bu mısraları:
“yüzyılların özleyişleri ve idealleri Bursa’da tabiat ve sanatla birleşerek en güzel
şekline girmiş ve ebedileşmiştir.”80 diye ifade eder.
Tanpınar’ın örgencisi olan M. Orhan Okay onun kuş sesine duyduğu ilgiyi şöyle
anlatır.
“başını, göğün maviliklerine karışan yüksek ağaçları görmek için alabildiğine geriye
atıyor, onların ağır hışırtılarını ve araya karışan kuş seslerini dinliyordu. ‘Ne büyük
orkestra Ya Rabbi’ dedi ‘ne büyük!’ kuşların ve diğer bazı hayvanların duruşlarını,
tavırlarını, seslerini manalandırır, onlara asil, zarif gibi sıfatlar izafe etmekten
hoşlanırdı.”81
Tanpınar’ın şiirinde suyun akışıyla bir devamlılığı yani zamanı ifade ettiğini
yukarıda belirtmiştim. ‘su sesi’ ve ‘kanat şakırtısı’ şairi, bir orkestra gibi bulunduğu
80 Mehmet KAPLAN: a.g.e., s. 81.
81 Orhan OKAY: a.g.e., s. VIII.
an’dan kopararak ebedî ve yekpare olan Âlem’e doğru çekmektedir. ‘avizenin billur’
olması ise saydamlığıyla zamanı bir bütün olar kendisinde toplayarak yansıtmaktadır.
Zamanda kırılma yoktur. Yani bir prizmadır.
Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’an sesini.
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdin bu eski yerde seninle
Baş başa uyumak son uykumuzu,
Bu hayal içinde… ve uykumuzu,
Çepçevre kaplasın bu ziyâ , bu renk.
Havayı dolduran uhrevî âhenk.
Bir ilâh uykusu olur elbette
Ölüm bu tılsımlı ebediyette,
Belki de rüyası büyük cetlerin,
Beyaz bahçesinde su seslerinin.
Şiir sevgilisiyle birlikte, ‘Yeşil Türbe’deki çinilere bakarken yüzyıllar öncesinden
gelen ‘kur’an’ sesini duyarlar. Sevgilinin gülümseyişi Şaire ‘fetih günlerinin saf
neşesini’ hatırlatır. Mazi ile şimdi birleşir. Tabiat ve sanat eserleriyle birleşen mazi,
bu şehirde sonsuzluğa, yani ebediyete gelecek nesillere de uzanmaktadır.82
Şair bu bakışı ile tüm zaman boyutlarını ortadan kaldırarak an’ın yani
duyularımızla algılayamadığımız ebediyetin peşindedir.
Aslınd a Tanpınar’ın “Bursa’da zaman” adlı şiiri bir yüzü mekan öteki yüzü de dil
olan ve içersinde hiçbir kırılmanın olmadığı bir pirizma değil midir?
82 Alev SINAR: a.g.e., s.120.
ZAMAN KIRINTILARI:
Tanpınar’ın zaman anlayışını bütün cepheleriyle zaman kırıntıları şiirinde bulabiliriz.
Onda, Bergson’un süre ve zaman kavramlarıyla Proust’un ‘hatırlama’ yoluyla
geçmişi yeniden zihinsel anlamda yaratmasıyla, eşyaya sinmiş zamanın görüntülerini
deşifre ederek bütün zaman biçimlerini bir arada kullanmıştır. Mehmet Kaplan’ın da
belirttiği gibi “şairi mesut eden o, ‘yekpare, geniş ve parçalanmaz an’ kırılmış,
zaman kırıntıları haline gelmiştir.
Biz, zaman kırıntıları,
Zaman sinekleri,
Tozlu camlarında günlerin sessiz kanat çırpanlar
Tanpınar zamanı ‘günlerin tozlu camlarında sessiz kanat çırpan sinekler’e
benzetmesiyle bir varlıkla birleşememiş süre’nin zamandaşlığa ulaşamadığını
göstermektedir. An’lar birer kırıntı olarak sürekli ve yekpare akıştan bağımsız,
günlerin tozlu camlarında sürekli kanat çarpmaktadır.
Ve lüzumsuz görenler artık
Bu aydınlıkta kendi göklerini!
Hatırlayacak olursak Bergson’un zaman kavramındaki süre, devamlı oluş ve hareketi
ifade ediyordu. Bir oluş ve hareketle birleşen an, zamanı oluşturur. Aydınlığın,
ışığın özelliklerinden biri de gölgeyi yaratmasıdır. Gölge ise bir varlığın yansıması
değil midir. İşte zaman kendisini böyle bir oluşta var eder. Varlıkta temsil edilen
zamanın, aydınlığın gölgesine ihtiyacı yoktur. Varlık kendisini bir zaman olarak
ifade ettiği anda kendiliğinden gölgeye kavuşur. Şair, aslında her an’ın kendisini
ifade ve temsil edecek bir eyleme yada oluşa sahip olamamasına dikkat çekmektedir.
Sanki siyah, simsiyah taşlar içinde
Siyah, simsiyah kovuklarda yaşadık biz,
Sanki hiç görmedik birbirimizi,
Sanki hiç tanışmadık!
Dünya bize öyle kapattı kendisini…
Şiir, burada karamsar bir tablo çizerek aydınlığın yerini ‘siyah’ ve ‘simsiyah’
imajları alıyor.
Sanki siyah, simsiyah taşlar içinde
Siyah, simsiyah kovuklarda yaşadık biz,
Mısraları aydınlığa ulaşamamış, zamana dönüşememiş an’ları ifade eder.
Neye yarar hatırlamak,
Neye yarar bu cılız ışıklı bahçelerde
Hatırlamak geçmiş şeyleri,
Bu beyhude akşam bahçesinde
Kapanırken üstümüze böyle
Zaman çemberi
Hatırlıyor yetmez mi
Güneşe uzanan ellerimiz!
Şair, bu mısralarda Proust gibi geçmiş hatıralara doğru gitmektedir. Hatıra, zamanı
tekrar yaşama adı değildir. Zihinde bıraktığı kırıntıları yeniden hatırlamaktır. Şair,
yaşanmamışlığı bir daha yaşanmamışlık olarak hatırlamanın beyhudeliğini vurguluyor.
Hatırlıyor yetmez mi
Hatırlayan ‘güneşe uzanan eller’dir, güneşe, yani ışığa; varlığın temel kaynağına
varlığın temel yaratıcısı ise Allah’tır.
Aynalar sonsuz boşluğa
Çoktan salıverdi çehremizi
Şair, ayna imajını kullanır. Ayna da kendisini var etmek için ışığa muhtaçtır. Artık
aynada görülen ışığını bulamamış zaman kırıntılarıdır.
Yüzüyoruz,
İpi kopmuş uçurtmalar gibi
Biz uzak seyircisi bu aydınlık oyunun,
Birdenbire bunlar içlerinde
Gülüncün sırrını
Ne kadar benziyoruz şimdi
Aynı tezgâhtan çıkmış testilere
Bir şey, bir şey kaldırdı bütün ayrılıkları!
Baksak aynalara
Tanır mıyız kendimizi,
Tanır mıyız bu kaskatı
Bu zalim inkârın arasından
Sevdiklerimizi.
‘Aynaların sonsuz boşluğa saldıkları çehreler’ artık ipi kopmuş uçurmalar gibi
zamanın içersinde yüzmektedir. Onların tekrar var olabilmeleri bir yaşantıya
dönüşmelerine bağlıdır. Şair bu tesadüflerin olabilme ihtimalinden umutsuzdur. Ve
artık bu aydınlık-karanlık oyunudur. Zamana dönüşmemiş an’lar tezgahtan çıkmış
testilere benzemektedir. ‘Gülüncün sırrı’ iradesizliğin bir göstergesidir. Var olmak
için ışığa muhtaç aynanın çaresizliğidir.
Ben zamanı gördüm,
İçinde ve dışında sessiz çalışıyordu,
Bir mezar böyle kazılırdı ancak
Bir orman böyle devrilirdi!
Ben zamanı gördüm,
Kaç bakışta bozdu hayalimi,
Ve kaç düşüncede!
Ben zamanı gördüm,
Şimşek gibi bir anın uçurumunda.
Şair bu bölümde özneyi kendisinde toplayarak zaman kırıntıları göz ardı eder ve
Bergson gibi iç süreyi ön plana alır . Bergson iç süreyi an da (şimdi) devam eden
bir hayat olarak tanımlar:
Tanpınar, zamanı kendi benliğinde hissederek geçmişi şimdide sürdürmektedir.
Kim tanır bizi şimdiden sonra,
Aydınlığı kıt gecemize
Misafir olanlardan başka;
Kuru tahta üstünde bizimle
Paylaşanlar günlerimizi
Ve benim gözlerimle bakanlar güneşe
Ancak tanır bizi
Mor çemberlerin uçuştuğu akşam sularından!
Akşamın tek bir ağaç gibi
Dal budak saldığı sular
Çocukluk rüyanın bahçesi!
Sakin kimse el sürmesin dallara,
Yapraklar, meyvalar olduğu gibi kalsın
Benim uykum boyunca!
Tanpınar ışık-karanlık ve an’ın, varlığı güneşle yaratma motifini, sürdürerek
‘aydınlığı kıt geceye’ misafir olanlar zamanında hatıra yaşantı bırakmayan ve
kendilerini var edemeyen an’lardır. Şuur akışı motifini de kullanarak çocukluğun
‘rüyalı bahçesi’ne girer. Artık şahsi zaman şuur akışı yoluyla takvim zamanından
ayrılmıştır. Artık insan zamanda değil, zaman insandadır.
Ben zamanı gördüm,
Devrilmiş sütunları arasından
Çok eski bir sarayın
Alnında mor salkımlar vardı
Ve ilâhlar kadar güzeldi.
Uçmak için kanatlanmayı bekleyen
Yavru kuş gibi doğduğu kayada
Ben zamanı gördüm
Çırpınırken avuçlarımda.
Tanpınar bu manzumelerde ise zamanı mekanda görür. Mekan zamanla ifadesini
bulur. Bizim tarihi eser olarak baktığımız bir türbe, bir saray… gerçek anlamda
tarihi değildir. O hala yapıldığı dönemin ‘şimdisi’ni yaşamaktadır. Bizim
hareketimize göre onun önceliği vardır, ve biz şuur yoluyla mekanı hapsinden
kurtarırız yani ondaki ‘şimdi’yi yaşarız. Tanpınar ‘ben zamanı gördüm’ derken içinde
uyanan iç şuurla mekanı zamanın hapsinden kurtarmaktadır.
Bak martılar kanat çırpıyor sana
Bir rüyadan kopmuş gibi bembeyaz
Yelkovan kuşları yalıyor suyu,
Sen ki bakışında yumuşak bir yaz
Gülümser en yeşil gecesinden
Ve senin durmadan, durmadan örer,
Yıldız yosunu bir uykuyu…
Bak, martılar kanat çırpıyor sana.
Süzülen yelkenler ve enginde,
Dalgalar var, güneş var.
Güneş ayna ayna, güneş pul pul
Güneş saçlarınla oynar
Omzundan tutar giydirir seni,
Sırtında tül olur belinde kemer
Boynunda inci
Ve dişlerinin zalim çocuk sevinci
Birden tanrılaşsın genç adımlarında
Mevsimler önünde çözer yükünü
Bahçeler yığılır eteklerine!
Dünya zaman yüklü bir sevgidir. Onun üzerinde zamanın tezahürleri görülür. zaman
mekanlaşmış, maddeleşmiştir. aynadır, sevgilinin saçlarıdır oynar, sırtında tül olur,
belinde kemer işte şair zamanın en güzel tarifini yapar.
Rüya ile
Hayal arasında
Hayal ile
Hakikat arasında!
Gece ile
Gündüz arasında
Güneşle
Göz arasında
Yalnız sen varsın!
Mehmet Kaplan, şiirin bu bölümünü değerlendirirken, psikanalistlere gönderme
yaparak şairin bu sevgiliyi tanrılaştırdığını söyler.
“Yukarıdaki mısralarda, Tanpınar’ın içindeki muhayyel kadını, psikolog Jung’un
tabiriyle ‘anima’sını tanrılaştırdığını görüyoruz. İlkel dinlerdeki kadın tanrılar gibi, o
da su ve ağaç ile beraberdir.”83
Niçin sen yaratmadın bu dünyayı?
Ellerinin mesut işaretlerinden
83 Mehmet KAPLAN: a.g.e., s. 136.
Daha güzel doğardı eşya!
Daha zengin olurdu aydınlık
Kendi karanlığından çağırsaydı sesin,
Sular başka türlü akardı
Ser kayalardan göklere doğru
Büyük, mavi, aydınlık sular!
Şair zaman yüklü kadına sesleniyor. Dünyayı bir kadın yaratmış olsaydı şaire göre
daha güzel olurdu. Allahın kurduğu düzen (dünya) yer çekimine göredir. Öyleyse
sular daima aşağıya doğru akacaktır. Şair tersine bir çekimi arzulayarak suların ‘sert
kayalardan göklere doğru’ akmasını ister. Tanpınar zamanı su motifi ile ifade
etmekte ve ‘ akmak’tan ‘akmak’a geçmektedir. Bu zamanın kaynağına, ezel ve ebede
dönmektedir.
Eğilme sakın üstüne
Kendi yeşilinde boğulmuş havuzların,
Ve bırakma saçlarını tarasın rüzgar,
Durmadan çukurlaşan bu aynada!
Bilinmez hangi uzaklara götürür seni
Dudak dudağa öpüştüğün hayal!
Sokma güneşle arana,
İmkânsızın parıltısını!
Ve tanımadan, hiç tanışmadan sev insanları!
Değişmenin ebedi olduğu yerde
Güzeldir hayat!
Ne kadar uzak, uzak
Yollardan gelir bize
Ve çok yabancı bir şey gibi sevinçlerimiz,
Keder durmadan çiçek açar içimizde.
Ne çıkar unuttuk hepsini!
‘Değişmenin ebedi olduğu yer’ dünyadır ve bu söz zamana tekabül eder. Şair,
değişmenin ebedi olduğu’ dünyada mesut değildir. Bunu ‘keder durmadan çiçek açar
içimizde’ dizesinden anlayabiliriz. Böyle bir dünya sürekli ızdırap demektir.
Biz ki boş yere gerilmişiz anladık artık,
Yıldızların amansız çarkına
Ve boş yere sızlamış kemiklerimiz,
Bilmiyoruz şimdi, mevsim yaz mı, bahar mı
Bahçelerde hâlâ güller açar mı,
Bilmiyoruz, kadınlar, kızlar,
Şarkılar masallar var mı?
Gece ile gündüz,
Acıdan kaskatı kesilmiş yüz,
Uykusuzluktan harap göz,
Öpüşen dudaklar,
Çözülmeyen razı olmayan eller var mı?
Ayrılık var mı gurbet var mı?
Biz beyhude yere gecikenler,
Zamanın hayat sahnesindeki değişik görüntüleri, zamanın birer açılımlarıdır. Zaman
sadece kronolojinin tanzim ettiği biçimleriyle karşımıza çıkmaz. Hayat şekillerimiz
birer zaman öğesidirler. Şair bunu ayrılık, gurbet kelimeleriyle izah ediyor.
Çoktan bitmiş bir yolun ucunda
Bilmiyoruz şimdi ıssız gecede
N e yapar ne eder,
Gidip de gelmeyenler,
Beyhude bekleyenler!
Biz ayın çıplak arkasında
Savrulan zaman kırıntıları,
Nereden bilelim bunları!
Zaman kırıntıları manzumenim başında ‘sonsuz boşlukta ipi kopmuş uçurtmalar gibi’
yüzüyorlardı. Sonunda ise zaman kavramının ruhuna uygun olarak ‘ayın çıplak
arasında savrul’maktadır.
Şair bu şiirinde, birbirlerinde bağımsız an’ların dünya içindeki değişik görüntülerini
gözler önüne sermeye çalışmıştır.

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 11946

ulkucudunya@ulkucudunya.com