MİSAK-I MİLLÎ NEDİR? NERESİNDEYİZ?
Yrd. Doç. Dr. RAHMİ DOĞANAY 01 Ocak 1970
Misak-ı Millî, Milli Ant, Peyman-ı Millî gibi isimlerle anılan ve Kurtuluş Savaşı’nın esaslarını ve hedeflerini belirleyen, Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın kararı olarak milli irade şeklinde tecelli eden kararlardır. Misak yemin demektir. Yani, Türk milletinin temsilcileri aracılığıyla Osmanlı toprakları ile ilgili taleplerini ortaya koyduğu bir metin ve bu konudaki kararlılığının ifadesi olan bir isim. Bu metindeki hükümler, aslında 28 Ocak 1920’den çok daha önceleri ve Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri sürecinde tasarlanmış ve belirginleşmiş prensiplerdir.1 Hatta denilebilir ki; çağdaş bir eğilim olarak milli devlet anlayışından etkilenmeler döneminden itibaren, Osmanlı İmparatorluğu yerine Milli bir Türk Devleti oluşturma fikri içinde de Misak-ı Millî’ye denk düşen sınırlar düşünülmüştür. Bu süreç içinde Sivas Kongresi kararları olarak netleşen bu yaklaşımın Meclis-i Mebusan kararı olarak çıkması, bu prensiplerin milli irade haline dönüşmesini sağlamıştır.
Misak-ı Millî şartları belirlenirken, Wilson Prensiplerinin 12. maddesi de özellikle dikkate alınmıştır. Misak-ı Millî, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından sonra, milli özelliklere dayanan bir Türk Devleti’nin kurulması ve tam manası ile müstakil bir yapıya kavuşması hususunda uyulması gereken ilkeler bütünüdür. Misak-ı Millî’de belirlenen hususlar sadece sınır meselesi ile ilgili olmayıp, iradelerini hür ve serbestçe kullanacak olan halkın milli, iktisadi, siyasi, içtimai, adli, mali ve kültürel gelişmesine engel olacak hiçbir kayıt altına girilmeyeceğini de belirtmiştir.2
Erzurum ve Sivas kongreleri sürecinde netleşen prensipler, İstanbul Hükümeti temsilcileri tarafından da benimsenmiş, Amasya Görüşmesi sırasında, protokol halinde imzalanmıştı.3 Daha sonra İstanbul Hükümeti bu protokole bağlı kalmasa da, sadece meclisin toplanması bile önemli bir aşamaydı. İşte 12 Ocak 1920’de toplanan bu meclis, Sivas Kongresi kararlarını aynen onaylamamış, ancak 28 Ocak ve 17 Şubat sürecinde, Misak-ı Millî adıyla aldığı kararlar, kapsam itibariyle Sivas Kongresi kararlarıyla örtüşmüştür. .
Misak-ı Millî kararları ile 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi sırasında, Osmanlı Devleti’nin elinde kalan her yerin Türk sınırları içinde kalması,
Mütarekenin çizdiği sınırların dışında kalan yerlerdeki Osmanlı-İslam çoğunluğunun geleceğini kendisinin belirlemesi,
İşgal edilen ve nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu yerlerin milli sınırlara dahil edilmesi,
Esaret altında kalan soydaşlarımıza azınlık haklarının sağlanması,
Devletimizin siyasi, iktisadi, mali ve diğer alanlarda bağımsızlığının temin edilmesi amaçlanmıştır.4
Misak-ı Millî, bu hükümler çerçevesinde değerlendirildiğinde, kapsamı ile ilgili daha başka bazı kanaatler de vardır. Mesela:
“Misak-ı Millî, yeni, milli ve bağımsız bir devlet kurmak üzere harekete geçmiş olan Türklerin akdettikleri, birlikte yaşamak üzere anlaştıkları şartları kapsayan toplumsal bir mukaveledir.”5
“Misak-ı Millî’nin hedefi Osmanlı Devleti’ni yeniden ayağa kaldırmak, Mısır’ı, Hicaz’ı Balkanları, Kafkasya’yı yeniden kurtarmak değildi. Misak-ı Millî, her şeyden önce bir milli devlet, üniter devlet düşüncesinin ürünüdür. İmparatorlukların dağıldığı dönemin şartlarını taşımaktadır.”6
Bu yaklaşımlarda da vurgulandığı gibi, Misak-ı Milli ile yeni, milli, hür ve bağımsız bir Türk devleti düşünülmüş, temelleri gerçekçi şartlara dayandırılmıştır.
Misak-ı Millî’de, coğrafi sınırları çok gerçekçi olarak, (özellikle de bir arada yaşayabilecek bir nüfus coğrafyasının dikkate alınması şeklinde) çizilen sınırlar dışında kalan Türklerin ve Müslümanların haklarının korunmasına yönelik bir madde de mevcuttur. (Azınlıkların hakları komşu ülkelerdeki Müslüman halkın sahip olduğu haklar kadar olacaktır.) Burada, Türkiye’de azınlık addedilen cemaatlere tanınacak hukuku sınırlamaya yönelik bir çaba söz konusudur. Yani Avrupa’nın Türkiye’deki Gayr-i Müslimler için ortaya koyduğu sınırsız istekleri gemlemeye yönelik olarak da düşünülmüştür. Osmanlı’nın coğrafi bakiyesi konusunda mütevazi bir yaklaşım gösterilirken, Misak-ı Milli sınırları dışında kalan Türk ve Müslüman unsurların hukukunu koruma çabası da böylece gündeme getirilmiştir.
Misak-ı Millî’nin Türk Milli Mücadelesi’nin temel prensiplerini, amaçlarını belirlemesi, hatta Türkiye’nin daha sonraki politikalarının rehberi olması görüşü, genel bir kabul olmasına rağmen, Misak-ı Millî denildiğinde hemen akla gelen coğrafi sınırlar olmuş, Misak-ı Millî terimi adeta Türkiye coğrafyasını belirleyen bir ant olarak anlaşılmıştır. Bu çerçevede bu sınırlar da zaman zaman ve özellikle Lozan Antlaşması ile ilgili olarak TBMM’de çok tartışılmıştır. Bu konuda birtakım görüşler ve kanaatleri de buraya aktararak, sınırlarla ilgili bir tespit yapmak mümkündür. Tartışmalarda ileri sürülen görüşlerin değerlendirilmesinde dikkate alınmak üzere, Misak-ı Millî’nin sınırlarla ilgili maddelerini bir kez daha hatırlamanın gerekli olduğu kanaatindeyiz.
“30 Ekim 1918 tarihinde Mütareke imzalandığı sırada işgal altında olan Arap memleketlerinin durumu, ora halkının serbestçe vereceği oy ile belirlenir. Aynı tarih itibariyle işgal altında olmayan Türk ve Müslüman çoğunluğun yaşadığı bölgeler birbirinden hiçbir şekilde ayrılmaz bir bütündür.” (İşte burası Türkiye’dir.)
Özellikle birinci maddeden yola çıkarak sınırların tespiti konusunda farklı yaklaşımlar olmuştur. Bu farklılıklar aynı kişilerin değişik zamanlarda, farklı şartlardaki davranışları veya ifadeleri açısından da geçerlidir. Özellikle Lozan’a kadar sınırlar konusunda ileri sürülen tespitlerle, Lozan Antlaşması sırasında Mustafa Kemal Paşa’nın bile farklı kabulleri olmuştur. Bunun sebebi, mevcut şartlar içinde siyaseten doğan bazı mecburiyetlerdir. Yoksa Atatürk’ün Misak-ı Millî konusunda herhangi bir tereddüdü yoktur. Cumhuriyet döneminde şartlar uygun düştükçe, Atatürk’ün Lozan’da ulaşılamayan Misak-ı Millî hedeflerinden bazılarını gerçekleştirdiği de ilerde ve müteaddid defalar gündeme gelecektir.
Bugün bile Türkiye’nin gündemini, Musul-Kerkük, hatta Süleymaniye ve Kıbrıs meseleleri oluşmaktadır. Özellikle Musul-Kerkük ile ilgili olarak Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’teki ifadesi nettir. “Mütareke akdolunduğu gün ordularımız fiilen bu hatta hakim bulunuyordu. Bu hudud İskenderun Körfezi cenubundan, Antakya’dan, Halep ile Katma İstasyonu arasında Cerablus Köprüsü cenubundan Fırat Nehri’ne mülaki olur. Oradan Deyrizor’a iner, badehu şarka temdid edilerek Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtiva eder. Bu hudud ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasırı ile meskun aksam-ı vatanımızı tahdid eder.”7
1924 yılı, yılbaşı armağanı olarak dağıtılan bir harita bu sınırları ihtiva etmektedir. Harita ile ilgili değerlendirmede; “Misak-ı Milli iddia edildiği gibi, sadece Mondros Mütarekesi sırasında muhasım orduların bulunduğu bir hat değildir. Mesela Rumeli’de muhasım orduların bulunduğu bir hat yoktur. Öyleyse Misak-ı Milli, salt, müşahhas bir sınır değildir” denilmektedir.8
Yine Mustafa Kemal Paşa’nın Lozan öncesinde yabancı ve yerli basın mensuplarına verdiği demeçlerde de bu sınır esas alınmaktadır. İzmir’de 13 Ekim 1922 tarihinde Richard Danin’le röportajında; zaferden sonraki projeleri ve Türk toraklarından ne kastettiği sorulduğunda; “Avrupa’da İstanbul ve Meriç’e kadar Trakya, Asya’da Anadolu, Musul arazisi ve Irak’ın yarısı, Makedonya’yı ve Suriye’yi terk ettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmağa azm ettik ve kurtaracağız” demiş, yine 24 Ekim 1922’de United Press muhabirine “Musul hududu millimiz dahilindedir,”9 cevabını vermiştir.
Mustafa Kemal, Lozan Konferansı’nın devam ettiği, özellikle Musul Meselesi’nin tartışıldığı sıralarda da iddiasında ısrarlıdır. 25 Aralık 1922’de La Jurnal Muhabiri Paul Herriot’a ve 30 Ocak 1923’te İzmir basınına verdiği beyanatlarda; “Musul Vilayeti’nin hududu millimize dahil olduğunu biddefaat ilan ettik. Lozan’da elyevm karşımızda bulunanlar bunu pekala bilirler. Vatanımızın hudutlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakarlıklara katlandık. Menfaatlerimize aykırı olmakla beraber sulh taraftarı hareket ettik. Artık milli arazimizden en ufak bir parçasını bizden koparmağa çalışmak pek haksız bir hareket olur. Buna izin vermeyiz. Musul Vilayeti, Türkiye Devleti’nin hududu millisi dahilindedir. Buraları anavatandan koparıp, şuna buna hediye etmek hakkı kimseye ait olamaz. Cemiyeti Akvam ile bu meselenin ilgisi yoktur,”10 demiştir.
Lozan öncesinde ve kısmen Konferans sırasında, bu çerçevede ele alınan sınırlar ve Misak-ı Millî, Lozan’a gidecek heyet için belirlenen politik esaslara da temel teşkil etmiştir. Ankara Hükümeti’nin görüşülecek esasları maddeler halinde belirlediği metinde Misak-ı Millî esas alınmıştı. Sınırların belirlenmesinde Doğu, Suriye, Irak, Adalar ve Boğazlarla ilgili ifadelerde tümüyle Misak-ı Millî esas alınmış ve Süleymaniye, Musul, Kerkük’ün istenmesi, Suriye’de İbni Hani’den itibaren Harim, Müslümiye, Meskene, badehu Fırat Yolu, Derzor, Çöl, nihayet Musul Vilayeti dahilde sayılmıştı. Adalardan sahilimize yakın olanların alınması, Trakya’da 1914 hududu, Batı Trakya için halk oylaması, Boğazlar ve Gelibolu’da yabancı güç kabulümüzün mümkün olmadığı tespit edilmişti.
Kapitülasyonlar, Borçlar, Türkiye’de azınlık iddia edilen cemaatler ve Türkiye dışında kalan Türklerin durumu için de Misak-ı Millî hükümleri esas alınmıştı.11 Çünkü Misak-ı Milli Kurtuluş Savaşı’nın gerekçelerini ortaya koymuştu. Bu hedefe ulaşmak için Türk milleti her şeyini ortaya koyarak mücadele etmişti. Şimdi Lozan’da bu mücadelenin diplomatik açıdan tescili gerçekleşecekti.
Lozan’a giderken beklentiler bu doğrultudayken, Konferans’ta karşılaşılan direnç ve imkansızlıklar sebebiyle bu çerçevede gerçekleştirilemeyen hususlar, TBMM’de birçok milletvekilinde hayal kırıklığı yaratmış ve gizli toplantılarda sert tartışmalara sebep olmuştu.
En çok tartışılan meselelerden biri de Musul Meselesiydi. Bu konuda pek çok milletvekilinin duyguları ve görüşlerini temsil eden İzmit milletvekili Sırrı Bey, memnuniyetsizliğini belirtirken şöyle diyordu: “Bizim istediğimiz Musul ve mülhakatı baştan başa halk çoğunluğu Türk ve kısmen de Kürt’tür. Dolayısıyla Arap çoğunluğun yaşadığı yerler ifadesinin dışındadır. Musul çevresiyle Türkiye’nin dahilindedir. Aksine davranış, Misak-ı Millî’nin iptali manasına gelir.”12 Bu ve buna benzer pek çok eleştiriye karşı Hükümet Başkanı Rauf Bey, Musul’un terk edilmediğini ve İngiltere ile görüşmelerde mutlaka alınacağını söylemişti. Rauf Bey: “Musul’u bir sene İngiltere ile ikili olarak halletmek üzere çalışmak, olmazsa Cemiyeti Akvam’a bırakmak şekli, Misak-ı Millî’mizin asıl ruhu ile örtüşüyor...Bunların hepsine ben ve arkadaşlarımız çok çalıştık ve muvaffak olamadık. Farz edin ki muvaffak olsaydık; bunların hepsi bir beyaz kağıt üzerinde kara mürekkeple yazılmış şeylerdir. Bunu teyit edecek yine Türk’ün kuvvetidir. Hiçbirine inanmayın. Kuvvetimizi kaybettiğimiz anda anlaşmayı bir sigara kağıdı gibi yırtarlar ve istedikleri gibi yaparlar.”13
Rauf Bey, güçlü olursak anlaşmaları değiştirebiliriz mi demek istiyor, yoksa gerçekçi bir yaklaşım olmazsa anlaşmanın sağlanamayacağını mı kast ediyor bilemiyoruz. Ancak birinci şıkkın, yani biraz temkinli olmanın ve fırsat beklemenin yararlı olduğu, aşırı isteklerin eldekileri de kaybetme riski taşıdığını anlatmaya çalıştığını düşünüyoruz. Musul, Boğazlar, Adalar, Batı Trakya, hatta Hatay sınır meseleleri ile ilgili olarak TBMM’de ateşli tartışmalar yapılırken, Hükümet dışında, Mustafa Kemal Paşa da tartışmalara zaman zaman katılmıştır.
Misak-ı Milli’de, Kapitülasyonlar konusundaki kayıt daha açıktır ve nettir. Kapitülasyonlar 1914 Eylül ayında kaldırılan tek taraflı davranışlar olarak benimsenmekteydi. Lozan Andlaşması’nda da mesele Türk tarafının görüşleri paralelinde çözümlenmişti. Mustafa Kemal Paşa, 2 Kasım 1922’de Petit Parisien muhabirine verdiği demeçte, Türk tarafının isteklerini net olarak ortaya koymuştu: “Her şeyden evvel şurası bilinmelidir ki, Büyük Millet Meclisi Hükümeti kapitülasyonların devamını asla kabul etmeyecektir. Kapitülasyonlar bizim için mevcut değildir ve asla mevcut olmayacaktır. Türkiye’nin istiklali her sahada tamamen ve kamilen tasdik olunmak şartıyla kapılarımız bütün ecnebilere açıktır.”14
Şimdi bütün bu tespitlerden sonra, Son Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda Milli hedef olarak belirlenen Misak-ı Millî’nin, Lozan Andlaşması’ndaki çerçeve ile ne kadar örtüştüğü veya örtüşmediği sorusunun cevabı ortadadır. Burada bir kere daha belirtelim ki; İstiklal Savaşı ile kurulan yeni Türk Devleti’nin uluslar arası tescili Lozan’dır. Lozan Andlaşması, 1914-1918 savaşını kazanan Müttefikler ile 1919-1922 Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Türkiye arasındaki ilişkileri, dengeli şartlarda düzenlemiştir. Kurtuluş Savaşı’nın gerekçesi olarak Misak-ı Milli’yi esas aldığımıza göre, sonuç olarak da Lozan’ı kabul edebiliriz.
Tabi ki burada sadece coğrafi sınırlar açısından değil, her bakımdan bağımsız bir Türkiye için borçlar, azınlıklar, yurt dışında kalan Türkler, kapitülasyonlar gibi meseleler de Lozan’da çözüme kavuşturulmuş, bu konularda Türkiye sınır konusuna göre daha tatminkar şartlar sağlamıştı.
Lozan Konferansı sırasında, Türk delegasyonunun kapitülasyonlardan faydalanan tarafların, ama özellikle İngiltere ve Fransa’nın çeşitli diplomatik oyunlarına karşı, “ kapitülasyonlar kaldırılmıştır” ifadesinin andlaşma metninde yer alması konusundaki ısrarını ve karşı tarafın bunu böylece kabul etmek zorunda kaldığını biliyoruz.15 Burada söz konusu olan, tabiidir ki sadece ticari ve mali kapitülasyonlar değil, adli, siyasi ve kültürel alanlardaki imtiyazlardı da.
Konferansın bir ara tıkanmasında, en önemli konulardan olan adli rejim, ekonomik kapitülasyonlar ve savaş tazminatı görüşmelerinde de aynı kararlı tavır ortaya koyulmuştu. Bütün kapitülasyonlar kaldırılmış, Türkiye bunların tasfiyesi için beş yıllık bir geçiş sürecinde ithalat gümrüklerini değiştirmemeyi kabul etmişti.
Osmanlı Borçları meselesi de karara bağlanmıştı. Balkan Savaşı ile Osmanlı’dan ayrılan devletler, Adalar, Lozan Antlaşması ile Osmanlı’dan kopan toprakların verildiği devletler, yine Lozan gereği Osmanlı’dan ayrılan topraklarda kurulan devletler, Osmanlı borçlarının faizi ile birlikte ödenmesine katılacaklar, bu devletler paylarına düşen taksitleri Türkiye’ye ödeyecek, Türkiye bunları alacaklılara toplu olarak yine yıllık taksitlerle Fransız Frangı üzerinden ödeyecekti.16
Bütün bu şartlarda bile Lozan Antlaşması; problemleri tümüyle ortadan kaldıramamış, Misak-ı Millî hedeflerinin gerisinde kalan noktalar da olmuştur. Bunların bir kısmı daha sonraki yıllarda düzeltilmiş, Misak-ı Milli hedeflerine ulaşılmışken, bu hedeflerin gerisinde kalanlar da mevcuttur.
Sırası gelmişken vurgulamalıyız ki; Misak-ı Millî, İstiklal Savaşı ile sınırlı bir hedef olarak da görülmemelidir. Daha sonraları, 1936’daki Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlar’da, 1939’da Hatay’da, hatta 1974’te Kıbrıs’ta Milli hedeflere ulaşılmıştır. Bu gelişmelerin Misak-ı Milli kararlarını alan ve Cumhuriyet Türkiyesi’ni kuran kuşaklar, zamanında ve bizzatihi onlar tarafından yapılmış olması, bize Misak-ı Milli’nin zaman açısından da devamlılık arz ettiğini göstermektedir. Misak-ı Milli zaman ve mekan mefhumları içine sıkıştırılan bir anlayıştan çok uzak olarak, Türkiye’nin, Türk milletinin milli çıkarlarının gerektirdiği aktiviteyi göstermektir de.
Misak-ı Milli’ye göre belirlenen coğrafi sınırlar, bazı farklı yaklaşımlar olsa da, bellidir. Bugün yurdumuzun sınırları da bellidir. O halde coğrafi sınırlar yönünden Misak-ı Milli’nin neresindeyiz? sorusunun cevabı az çok verilmiştir. Kaldı ki, Türkiye’nin yayılmacı ve saldırgan bir politikası olmadığı gibi, “Yurtta sulh cihanda sulh” düsturu bugün de geçerlidir.
Misak-ı Milli’nin siyasi ve ekonomik açılardan da “tam bağımsız” bir Türk Devleti’ni hedeflediğini biliyoruz. Kapitülasyonlar, Borçlar ve azınlıklar gibi konuların da coğrafi sınırlar kadar önemli olduğu kesindir. Kapitülasyonların kaldırılması, borçlar konusunda Türk tezinin kabulü ve azınlıklar denilen unsurların mübadele yoluyla halli, Türkiye’nin üniter bir yapı olarak kabulü konularında, Lozan’da Misak-ı Milli hedeflerine ulaşılmıştır.
Türk delegasyonu Lozan’da bu konularda da çok yönlü bir politika izlemişti. Kapitülasyonlar konusunda karşısına aldığı Amerika’ya imtiyazlar konusunda taviz vererek desteğini sağlamış, Osmanlı borçlarını kısmen kabul ederek Fransa’nın gönlünü hoş tutmuş, Musul Meselesi’nin ilk aşamasında İngiltere’nin prestijini korumasına imkan vermiştir. Buna karşılık Batı, milli nitelikli yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığını, Misak-ı Millî sınırlarını (Musul hariç) ve kapitülasyonların kaldırılmasını onaylamıştır.17 Azınlıklar ve Patrikhane konusunda hedef, topyekün mübadele ve Patrikhane’nin İstanbul’dan Türkiye dışına çıkarılması iken, İstanbul’daki Rumlar ve Patrikhane burada kalmıştır. Patrikhane’nin son zamanlardaki bir takım faaliyetleri de bu konuda bazı rahatsızlıklar vermektedir. Lozan Andtlaşması’nı bu açıdan ele aldığımızda da; Sevr’e göre; Batı, “en fazla kar” ilkesinden “en az zarar” noktasına gelmişti.
Kurtuluş Savaşı’nı veren atalarımız, Misak-ı Milli adı altında toplanan ve buraya kadar bahsettiğimiz değerleri koruma ve kollama yolunda, yine bahsedildiği gibi kanı ve canı dahil her şeyini ortaya koymuştu. Ödediği bu bedelin karşılığında hürriyetini, şahsiyetini geri almış, bizlere de bu cennet vatanı bırakmışlardı. Bugün biz, ya da birileri “emanete hıyanet noktasında” diyecek kadar karamsar, “Mirasyedi evlatlar durumuna düştük”, diyecek kadar da kötümser olmak istemiyorum. Hala ümit ışıklarını parıldatan olumlu şeyler de var. Ama bugünkü Türkiye’de yaşananları değerlendirmemiz de farz görünüyor.
Misak-ı Milli’nin altıncı maddesi; “Milli ve İktisadi gelişmemiz imkan dairesine girmek ve daha ileri ve düzenli bir şekilde iş görmeye muvaffak olabilmek için, her devlet gibi bizim de gelişmemizin sağlanması sebeplerinin temininde, İstiklal ve tam bir hürlüğe sahip olmamız hayat ve beka esasıdır. Bu sebeple siyasi, adli, mali gelişmemize engel olan kayıtlara karşıyız. Hissemize düşen borçların ödenmesi şartları da bu esasa aykırı olmayacaktır,” diyor.
Peki şimdi coğrafi sınırlar, toprak meseleleri falan bir tarafa, biz bu maddeye bakarak mevcut halimizden mahcup olmuyorsak, hatta dahası için çaba sarf ediyorsak, bunun adını ne koyabiliriz? Lozan’da elde ettiklerimiz, Rauf Bey’in deyişiyle; “iki damla mürekkeple bir kağıt parçası mıydı?” Paçavra gibi yırtılıp atıldı mı? Bizim buna tepkimiz ne oldu?
Hiç abartmıyorum, biz paragöz bir toplum olmuşuz (en azından kısmen) ve Mondros’tan, Sevr’den, geri adım atarak Misak-ı Milli’ye saygı göstermek zorunda kalanlar, şimdi bizi dolarları ya da eurolarıyla terbiye etmeye çalışıyorlar. Batı sermayesinin cazibesine kapılan insanlarımız, Misak-ı Milli, Kıbrıs, tam bağımsızlık gibi değerleri görmezden gelmeyi, hatta bu konularda mırıldananlar olursa, onları da paranoyak olarak değerlendirmeyi seçiyor. Mili devlet, milli ekonomi, milli kültür, vatan, millet, Sakarya hepsi paranoya. Milli olan her şey fantazi, paranoya, modasını kaybetmiş, çağdışı. Küreselleşme, yeni dünya düzeni, beynelmilelizm, mozaik kültürü söylemleri entellektüellik ve çağdaşlık işaretleri.
Şimdi paranoyak olarak suçlanmayı da göze alarak; birilerinin izah etmesini beklediğimiz bazı sorular sormaktan kendimizi alamıyoruz. Herkes kendi kendine de bu soruları sorup, durup, düşünebilir:
1-Misak-ı Milli prensiplerini Lozan’da bütün dünyaya kabul ettirmiş bir milletin ve O’nun devletinin, memuruna ne kadar maaş vereceği, çiftçisinin ne kadar pancar veya tütün ekeceği, kurumlarında kaç personel çalıştıracağı, Dünya Bankası ya da Uluslar arası Para Fonu tarafından belirleniyorsa; Misak-ı Milli’nin neresindeyiz.? Böyle bir durum Misak-ı Milli’nin neresine düşüyor? Mali bağımsızlık, milli iktisad, milli ekonomi nerde kaldı.
2-Adli bağımsızlığımızı engelleyecek kayıtlara da karşı çıkmış ve sonuç almıştık. Türkiye cezaevlerini denetleyenler, isme özel af isteyenler, hatta siyasi mekanizmaları etkileyerek bağımsız yargı sürecinin işlemesini durduranlar, falanca şahsı serbest bırakmazsanız AB’ye giremezsiniz diye tehdit savuranlar, Misak-ı Milli’nin neresinde yer almalıdır. Bu tehditler karşısında suçluluk psikolojisiyle davrananların tavırları Milli egemenlikle ne kadar bağdaşıyor. İkisi aynı çatı altında barınır mı?
3-Türkiye olarak biz, Kıbrıs’ta, Balkanlar’da, Batı Trakya’da, Kerkük’te yaşayan soydaşlarımızı kurtardık! Onların bütün hukukunu garantiledik! Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Orta Asya Türklüğü ile de hemencecik olumlu ve uyumlu ilişkileri kurduk! Hatta Türk toplumu olarak milli bütünlüğümüzü öyle sarsılmaz bir kuvvetle garanti ettik ki; alt kültürlerin, etnik gurupların hukuku, Türk kültürü ve kimliğinin üstüne çıkarıldı. Bu konuda öyle başarılı olduk ki; şimdilerde 100-150 yıl kadar önceleri Türkiye’den Amerika’ya göç eden soydaşlarımızı aramaya çıktık. Amerikan dolarının kokusunu alanlar, kalabalıklar oluşturdu. Ancak işleri oldukça zor görünüyor. Çünkü on binler içinden 50-100 kişiyi seçip bulmak zordur. Hani “öbür kardeşlerin duymasın” diye bir hikaye vardır.
Bütün bunların gerekçesi olarak ekonomik sıkıntılarımız, fakirliğimiz, yoksulluğumuz ileri sürülüyor. Bu konuda yaşadığımız gerçekleri de inkar edemeyiz. Ancak yedi düvele karşı hak ve hürriyetini korumak için mücadeleye girişen Türk milletinin şartlarının, bugün bizim şartlarımızdan daha iyi olduğunu kim söyleyebilir?
Dünyada gelişmiş bütün toplumlar “refah toplumu olmak” için milli çıkarlarından ve hatta şahsiyetinden taviz mi vermişlerdir? Fakir ya da gelişmemiş toplumlar egemenliğinden, kültüründen, milli çıkarlarından taviz vermeyenler midir? Bu bizim için “kırk satır mı, kırk katır mı” seçeneğimidir?
Burada can sıkıcı, karamsar bir tablo çizerek moral bozmak gibi bir niyetimiz yok. Ancak canımızı yakan, milli onurumuzu rencide eden, birtakım umursamaz, vurdumduymaz, her şeyi maddi ölçekte değerlendiren, garantisi nedir belli olmayan vaadlere karşılık milli, manevi değerleri pazara süren yaklaşımları da aynı vurdumduymazlıkla dinleyip geçemiyoruz. Geçmemeliyiz. Misak-ı Milli’nin yıldönümlerinde bir toplantı bile düzenlenmezken bize unutturulmaya mı çalışıyor? Oysa ki; bundan çok daha fazlasını yapmak en azından vefa duygusunun gereğidir. Neden bu milletin uğruna öldüğü değerler, bir süre sonra bazıları tarafından birilerine feda edilebilecek kadar değersizmiş gibi lanse ediliyor? Neden bütün bunlar memleketi kurtarmak adına yapılıyor? Bugün Türkiye’deki bu yaklaşım, 1918-1920’lerin mandacı yaklaşımlarından daha masumane değildir.
KAYNAKÇA
* Yrd. Doç. Dr. F.Ü. Fen-Edb. Fak. Tarih Bölümü, rdoganay@firat edu. tr.
1 Doğu Ergil, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, Ankara, 1981, s.178
2 Mesut Aydın, Misak-ı Milli ve Yeni Türk Devletinin Sınırları, Malatya, 1997, s.3
3 İlker Alp,”Misak-ı Milli”, Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998, S.176
4 İ. Alp, “Misak-ı Milli”, s. 201
5 Nejat Kaymaz, “T.B.M.M.’inde Misak-ı Milli’ye Bağlılık Andı İçilmesi Konusu II”, Tarih ve Toplum Dergisi, Eylül 1985, s.179
6 Durmuş Yılmaz, Misak-ı Milli ve Yeni Türk Devletinin Kuruluşu”, Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998, s.39
7 K. Atatürk, Nutuk, İstanbul, 1981, C.III, V. 220, s.1186
8 Mustafa Öztürk, “TBMM’nin 1924 Yılı Yılbaşı Hatırası (Misak-ı Milli Haritası)”, Askeri Tarih Bülteni, Şubat 2000,s.17-32
9 Ataürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, C.III, Ankara, 1981, s.46
10 Söylev ve Demeçler I-III, C.III, s.56,59
11 Metin için bkz. Atatürk’ün Milli Dış Politikası, Ankara, 1981, Belge No:90, s.497-498
12 TBMM Gizli Celse Zabıtları, Ankara, 1985, C.IV, s.111
13 TBMM Gizli Celse Zabıtları, C.IV, s.84,87
14 Söylev ve Demeçler, C.V, s.49
15 Bkz. İsmet İnönü, İstiklal Savaşı ve Lozan, Ankara, 1998, s. 40-44
16 İ. Soysal, a.g.e., s. 98
17 Osman Ulagay, Amerikan Basınında Türk Kurtuluş Savaşı, İstanbul,1974, s.19-20.