« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

11 Şub

2013

Hocam Bahtiyar Vahabzade

Fatih ORDU 01 Ocak 1970

Azerbaycan, sanat açısından velut bir coğrafyadır. Bu coğrafyanın iki bin yıldan fazla bir süredir de sahipleri olan Azerî Türkleri, her sahada oldukça zengin sanat eserleri bırakmışlardır. Biz meseleye, konumuz olan edebiyat açısından yaklaşırsak, bu zenginlik daha da artar. Geçmişe sathî bir nazarla bakıldığında bile aklımıza ilk elden geliveren Tuhfetü?l-Irakeyn şairi Hakanî, ilk Leylî vü Mecnun?u kaleme alan Genceli Nizamî, ardından gelen bir diğer mühim isim Seyyid Nesimî, başlı başına bir iklim gibi duran Mehemmed Fuzulî, pırıl pırıl Türkçesiyle Vâkıf ve Vidâdî; son olarak da kalemleri canlarına mâl olan Mikail Müşfik, Hüseyin Cavit, Ahmet Cevat gözümüzün önünden Tanpınar?ın o kadar bahsettiği ihtişamlı zafer arabalarına binmiş gibi geçerler.
Bahtiyar Vahabzade, hiç şüphesiz ki bu altın zincirin son halkalarından birisidir. Böylesine mühim bir yerde duran edebî şahsiyete, â??hocam? diyerek başlamanın, belli bir sorumluluğu üzerime almak olduğunun da farkındayım. Bir kere â??hocam? lâfzı platonik değildir. Kendinizi birine çıraklığa lâyık gördüğünüz kadar, o â??biri? tarafından da çıraklığa kabul edildiğinizin ortada olması icap eder. Ben şair değilim. Zaten Bahtiyar Vahabzade de sadece şair değildir. Aynı zamanda bir profesör olan Vahabzade, Bakü Devlet Üniversitesi?nde yıllarca Türk edebiyatı okutmuş kıymetli bir ilim adamıdır.
Hüsnü Hacıyev sokağında, â??Sum? pazarı karşısındaki 5. kattaki evinin merdivenlerinden ilk defa çıkarken, belki de birbirinden çok farklı taraflarıyla, içimde ağırlık merkezini bulamadığım bir Vahabzade vardı ve benim içim de, niçin saklayayım, korkuyla doluydu. Sözünü ettiğim yıllarda â??1997- Bahtiyar Vahabzade, bütün eserlerinden seçmeler yapıyor, bunlara son düşüncelerini ilave ederek Türkiye Türkçesiyle ve Türkiye?de bastırmak istiyordu. Hocanın bu çalışmalarında kendisine Bakü Kafkas Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki arkadaşlar yardımcı oluyordu. Bir gün rektörlükten çağrılıp bu vazifenin üzerime verilmesiyle başlamıştı bu bahsettiğim korku. Hocanın çalışmalardaki titizliği, işlerin denilen vakitlerde muhakkak yetiştirilmesi gerektiği, görüşülmesi gereken saatlerde dakika sapmaması, defaatle bana anlatılmıştı. Merdivende saatimi kaç kere kontrol ettim şimdi hatırlamıyorum. Hatırladığım sadece bahçe kapısının girişindeki kan kırmızı erguvan ağacıydı ve erguvanlar açmış olduğuna göre de aylardan Mayıs olmalıydı.
Kapıyı biraz yaşlıca bir kadın â??sonradan hanımı olduğunu öğrenecektimâ?? açtı ve beni mütebessim bir şekilde içeri davet etti. Bu mütebessim yüz, dakikalardır yüreğimi ağzıma getiren heyecanımı azaltmıştı. Beni çalışma odasına götürerek Bahtiyar Beyin yan odada telefonda birisiyle görüştüğünü â??zaten konuşmalar duyuluyorduâ?? ve birazdan geleceğini söyleyip ayrıldı.
Ortada duran geniş masa, zaten pek de büyük olmayan odayı, daha da daraltıyordu. Kapının sol tarafındaki duvar boydan boya kitaplarla kaplıydı. Ne kadar da çok, kalın ciltli kitap vardı camekanda; bunların pek çoğu da Rusça idi. Girişte sağ tarafta ise üzeri maun kaplı küçük bir piyano vardı. Piyanonun üzerindeki resimleri, cam vazoyu ve de uzunca, ilginç bir dizaynı olan kristal masa saatini hâlâ hatırlayabiliyorum. Piyanonun yan tarafında ve duvarın tam ortasında revak biçiminde kapısı olmayan bir geçit vardı. Bu oda da aynı büyüklükte olmalıydı. Ben sadece aralıktan görülebilen tek kişilik, daha çok da bir divana benzeyen, yatağı görebiliyordum. Tam emin değilim; ilk geriye dönümde (?) pencereden Sum sokağına bakarken yaşamış olmalıyım:
Üniversitede Azeri edebiyatını anlatan hocamız, Bahtiyar Vahabzade?nin bir şiirini okumuş ve büyülenmiş bir yüz ifadesiyle de okuduğu şiiri izah ediyordu. Hatırımda kalanlar yalnızca Ahmet Bican Ercilasun Beyin, o kitapta Vahabzade?yi anlatan şu cümleleriydi: ?Türk şiirinin tıkandığı yeri Vahabzade?nin dili ile açabiliriz.?
Bahtiyar Beyin odaya girdiğini fark etmemişim. İlk sözlerini de bu yüzden tam seçemedim. ?Ay evlâdım, hoş gelmişsin!? cümlesini yakalamıştım ve ?hoş bulduk? diyerek elini öpmüştüm. Daha önceden onunla konuşacağım şeyleri baştan sona defalarca tekrar ettiğim halde, hiçbirisini hatırlayamamış ve mahcubiyetle masada kulaklarıma kadar kızarmış bir şekilde oturmuştum. O dakikada Dostoyevski?nin karakterlerinden biriydim en fazla. Sıkıldığımı anlamış olacak, belki biraz da havayı yumuşatmak için:
â??Bu yaşta, bu kadar derinlere dalmak pek iyi değildir. Yoksa memleketini mi özledin? dedi gülerek. Gene konuşamadım ve
â??Herhalde, diyebildim yalnızca
â??Herhalde öyle olacak.
Tebessümünü bozmadan masadaki bir dosyayı açıp kağıtları kurcalamaya başladı. Uzunca boyluydu; biraz da zayıf vücudu onu öyle gösteriyordu. İyi tıraşlı yüzündeki derin çizgilerinde, gergin kaşlarında ve gözleri altındaki halkalarında ızdırabı görmemek imkânsızdı. Saçları gür ve parlak denecek kadar beyazdı. Alnının üzerindeki bölüm daha uzundu ve kabarık biçimde geriye doğru yatırılmıştı. Konuşmasıyla yer yer bu beyaz uzun perçemler alnına dökülüyordu. Gergin kaşları altındaki kısılmış siyah gözler, mahcup ve daha ziyade ağlamaklıydı. Size bakarken bile çok uzakları izlediği hissi uyandırıyorlardı. Bakışları donuklaştığı vakitlerde, bu çizgiler de iyice derinleşiyorlardı.

â??Ne kadar da çok Necip Fazıl?a benziyorsunuz, deyiverdim kendimi tutamayarak. Gene güldü:
â??Bunu söyleyen ilk sen değilsin, dedi sonra.
â??Daha evvel de Türkiye?den her gelen bana bunu söyledi. Ben de bir kitabını istettim. Anladım ki bizim sadece yüzlerimiz değil, fikirlerimiz de birbirine benziyor. Evet gerçekten büyük şair. Ne hazindir ki bizler Yahya Kemal gibi Akif?i de Necip Fazıl?ı da yeni öğrenebildik. Bize müsaade edilen Nazım Hikmet, Aziz Nesin ve de Yaşar Kemal gibi birkaçıydı. Sevdiğimiz Türkiye?yi ve güzelim Anadolu Türkçesini de onların eserlerin arasında bulmaya, ve buldukça da eski bir sevgiliye kavuşmuş gibi sevinmeye çalışmıştık. İşte Türkiye bunlar demekti.
Sonra bana kitaplığı göstererek:
â??Bak, Bak, Çile orada; baş köşede! dedi.
Kiril harfleri ile daktilodan geçirilmiş birkaç sayfalık nüshayı çıkararak, bu makalenin Mehmet Akif hakkında yazıldığını ve eksiksiz bir şekilde Türkiye Türkçesine aktarılması gerektiğini söyledi. Hocanın yanında yanlış yapmaktan çekinerek, yazılarının zaten anlaşılabilir nitelikte olduğunu, üslubun da bu aktarma işiyle bozulabileceği endişelerimi ilettim. O da bana, zaten çalışmayı beraber yapacağımızı, yazıların en son kendi kontrolünden geçeceğini söyleyince rahatladım. Daha sonra da yazıyı alıp müsaade istedim.
Ömr-ü hayatımda beklemelerin en dert olduğu dakikalardan birini de, yazıları aktarıp bilgisayar çıktılarını şoförüyle göndermemin peşinden yaşadım. Birkaç saat sonra da bana gelen telefonu endişeyle açtığımda, telefondaki ses onundu. Makalenin yeni halini çok beğendiğini hiçbir değişikliğe gerek olmadığını yeni çalışmalar için de hemen yanında olmamı istiyordu.
İstiklâl Nağmekârı Mehmet Akif
Bu kez kapıyı kendi açtı ve aceleyle içeri davet etti. İlk anda yüzündeki tebessüm ve ev kıyafetleri dikkatimi çekmişti. Elini sırtıma koyup çalışma odasına değil de mutfağa götürdü.
â??Seni yemeğe çağırdım, dedi sonra:
â??Acele gelmeni istememin bir sebebi de bu. Bundan sonra beraber çalışacağız oğlum. İsmini bağışla?
â??Fatih
â??Tamam Fatih, bundan sonra beraber çalışacağız.
Yalnız â??i?leri hep â??e? gibi kullandı: Fateh. Onda gördüğüm bu heyecan ve samimiyet, bir hazineye dokunabilmenin sevincini uyandırmıştı bende. Soracağım o kadar çok şey vardı ki.
â??Hocam, Mehmet Akif hakkında ne düşünüyorsunuz?
â??Akif bu toprakların en vefalı evlatlarındandır. En vefalı; zaten ızdırabı da bu vefasından geliyor. Ben bir şair olarak, merak ettim ve bütün mühim ülkelerin millî marşlarını okudum. Şunu bütün kalbimle söylüyorum ki; bütün dünyada İstiklâl Marşıyla boy ölçüşebilecek hiçbir marş yoktur. Bu konuda araştırma yapan Rus şairler de bunu itiraf ederler. Onlar bir de İspanyolların marşlarını çok severler. Türk milletine de ancak böyle bir marş yakışırdı zaten.
â??Bunun yanında bir de Çanakkale şehitlerine yazdığı şiir var ki, gözüm yaşarmadan bir kere dahi okumadım. Ben Çanakkale şehitlerine yazılmış bu şiiri okuyup da, gözü yaşarmayan, yüreğinin atışı değişmeyen adamı Türk saymam. Bak bu makalede de yazdım.
Eline kağıtları aldı ve bahsini ettiği yeri okumaya başladı:
â???Ey Şehit oğlu şehit isteme benden makber;
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.
Böylelikle şair; şehide yalnız dinimizin, imanımızın elçisi Peygamberin kucağını lâyık görüyor. Buna sadece şiir diyemeyiz. Buna vatan, millet uğruna her türlü fedakârlığa hazır olan; hayatın mânâsını vatana ve millete hizmette gören, bir büyük insanın kalbindeki duyguların taşan seli diyebiliriz.
Mehmet Akif bir iman şairidir. Bir aralar Behçet Kemal Çağlar?ın â??İstiyorum? adlı şiirinde
Bir iman istiyorum uğruna baş koyacak mısralarını okuyunca tepemden kaynar sular dökülmüş ve â??Şiirim İmanım Benim? adlı şiirimi yazmıştım. â??İman istiyorum? ne demekmiş bu? Bu zamana kadar imanını bulamadıysan ve hâlâ onu arıyorsan, sen nasıl şair olabildin? Bence önce iman, sonra o imanın ve o akidenin ifadesi olan şiir gelir. İmansız şiir, şiir sayılmaz.?
Şimdi yalnızca görüşmenin ve ardından yapılan çalışmaların çok geç vakitlerde bittiği aklımda. Oradan ayrıldığımda bu kez koltuğumun arasında Yahya Kemal ile ilgili bir makale vardı. Ertesi gün de Yahya Kemal üzerine çalışmış ve gene bu husustaki fikirlerini sormuştum. Mehmet Akif hakkındaki düşünceleri gibi, şimdi bunları da aceleyle alınan notlarla aktarmaya çalışacağım:
Türkçe?nin yetkin sesi: Yahya Kemal
â???Ben takdir ettiğim Yahya Kemal?i ?Türkçe ağzımda anamın sütüdür.? sözünü duyduktan sonra sevdim ve sevdikçe de içimde yücelttim. Bir milleti millet yapan dildir. Dilde o milletin sevinci, kederi, felsefesi velhasıl bütün dünya telâkkisi mevcuttur. Milletsiz bir dil yaşayabilir â??Latince gibi-; ama dilsiz bir millet yaşayamaz. Bu sebepledir ki, sömürge devletleri ilk iş olarak o milletin dilini hedef alırlar. Dünyanın en haysiyetsiz işi de budur.
Osmanlı?yı ben bu yüzden seviyorum. O koca coğrafyada â??kısmen bu işler sonunu hazırlasa daâ?? milletlerin diline ve dinine ilişmemişler. Bu asırlarca da böyle devam etmiş. Şunun şurasında yetmiş senelik bir Rus sömürgesinde kalan bütün Türk devletlerinin her birine farklı kiril alfabesi kullandırılmış. Bunda amaç nedir? Birbirlerinin dilini anlamasınlar, birbirlerini dahi tanımasınlar. Bu canilik, bir ananın koynundan koparılan evlatların bir daha birbirlerini görmemelerini, bilmemelerini sağlayan bir adamın caniliğinden daha mı azdır.
Bugün hâlâ memleketimizde yüzlerce Rusça eğitim veren okul mevcuttur. Burada yetişen talebeler ana dillerini kullanmaktan imtina ediyor ve Rusça konuşmayı marifet sayıyorlar. Kendi dilini konuşamayan sevemeyen bir adam, Allah aşkına memleketini ve o dili kullanan halkını nasıl sevebilir ve kendinden sayabilir?
Türkiye de bu yönden bizden pek aşağı kalmaz. Hatta Türkiye?nin durumu bizden daha vahimdir. Evet bizler yetmiş sene Rus esaretinde kaldık da bu hallere geldik; peki ya kardeşim Türkiye kimin işgalinde kaldı da en iyi liselerinin dilini İngilizce yapıyor, bu memleket Çanakkale?yi, Kurtuluş Savaşını niye ve kiminle yaptı, Atatürk Samsun?da neyi başlattı? Madem İngiliz?in dilini öğretmeye bu kadar hevesliydiniz, niyeydi sonu binlerce gencecik cana mâl olmuş bunca emek?
Cemil Meriç?in de dediği gibi, dil bir milletin namusudur. Acı olan, öz namusumuzu kendi elimizle payimâl ettiğimizdir. Bizim bir sorumluluğumuz var. Bu dili biz ortaya çıkarmadık. Binlerce yıldır bize bir miras olan dili, bir emanet edasıyla gelecek nesillere tertemiz bırakmak birinci görevimiz. Bugün Türk dünyasının en büyük problemi dildir. Dil problemini çözemeden hiçbir şey halledilmez.
Dilde millet yaşar, dilde kültür yaşar, dilde tarih yaşar. Biz yıllar yılı duyamadığımız ezanımızdan, okuyamadığımızdan Kur?ân?ımıza, hatta toyumuzdan yasımıza kadar yasak olan her şeyi, dilimizde sakladık ve orada yaşattık. Benim dilimi unutan evladım, dilimin yanında neleri de kaybediyor.
Yeni nesillere Yahya Kemal?i okutmak bu yüzden önemlidir. Ben Yahya Kemal?in sözünü böyle anlıyor ve ona göre de alkışlıyorum. Burada en büyük vazife gene Türk kadınına düşüyor. Zaten bizim şimdiye kadar getirdiğimiz ananelerimizin yaşamasında onların gayreti yok mu? Bizim kadınımız her zaman daha vefalı olmuştur; bu sıkıntıdan bizi kurtaracak olan da yine onlardır. Nesillere dili öğreten analardır. Onlardan ilk aldığımız o tertemiz sütleri ise ilk öğrendiğimiz de o kadar pâk olan dilimizdir. Hiç dikkatinizi çekmiyor mu: Ana sütü, ana dili...
Okullarımızda tarih ve edebiyat gibi derslerimiz ayrıca önemlidir. Fizik, kimya, matematik bilim adamı yetiştirir; ama tarih ve edebiyat vatandaş yetiştirir. Tarihine ve edebiyatına vâkıf olamayan bir bilim adamının, o millete hizmet etmesi beklenemez. Japonların arabalarına bir bakın; farları kendi gözleri gibi çekik.
Türkiye, edebiyat derslerini azaltmaya veya kaldırmaya çalışacağına, çocuklarına Yahya Kemâl?i anlatabilmenin derdine düşse daha doğrusunu yapar. Yeni Türk nesline Yahya Kemal?i unutturmak, bindiğin dalı kesmek gibi bir şey. Biliyorum belki boşa konuşuyoruz; çünkü Yahya Kemal çapında bir şairi, ancak bizim gibi bir millet çıkarır ise de; ancak bizim millet gibisi görmezden gelebilir.?
â??Hocam siz şiirlerinizde de çok defa annenizden bahsediyorsunuz. Hazır mesele açılmışken, Türkçe?yi sevmenizde annenizin etkisi ne kadar oldu?
â??Ne kadarı da neymiş. Tamamı oradan geliyor. Eğer bugün insanlar beni bir şair olarak kabul ederlerse, bu hak benim değil annemindir.
Hâlâ hatırımda. Ömrümde ilk defa gök gürültüsünü duyarak korktuğumda, annemin yanına koştum ve bu sesin ne olduğunu sordum. Annem beni koynuna aldı:
â??Korkma, melekler gökte at koşturuyorlar, dedi.
Allah?ım bu ne kadar güzel bir sözdü. Sözün sihrine büründüm; gökte at koşturan melekleri hayal gözümle gördüm. Üstüne beyaz tülden elbise giymiş güzel melekler, arşa kalkan güzel atların sırtında bulutların üzerinde nasıl da koşturuyorlar. Gök gürültüsü, atların kişnemesi ve ayaklarının çıkardığı ses; şimşek ise, nallarından kopan parıltı imiş. Bu hayaller beni nasıl da eğlendiriyordu.
Annemin bu benzetişlerinden ve masallarından hayal kurmayı öğrendim. Annem beni sadece maddî olarak değil, iç derinlik olarak da büyüttü. Türkçe?nin ahengini ilk onun ninnilerinde duydum ve sevdim. Bizim ninnilerimiz, masallarımız, türkülerimiz dilimizin en güzel eserleridirler. Bu masallarla, ninnilerle kulağı terbiye edilemeyen; ayağı bu toprağın çamuruna bata çıka büyümeyen nesiller hiçbir zaman bize hizmet etmeyecekler. Bugün dilimi bu kadar çok seviyorsam, halkımın dertlerine bu kadar kederleniyorsam, bunun sebebi anamdır. Ona da kurban olayım, cenneti onun ayakları altında gösterene de...
Şöyle bir şey işitmiştim: Meşhur bir şairimizin 60. yaşını kutlamak için bir salona toplanmışlar. O gün şairin 90 yaşındaki anası da oradaymış; lakin oturduğu yerde pek de huzurlu değilmiş. Epey huzursuz bekledikten sonra bir ara konuşmayı bölerek sahnedekilere seslenmiş:
â??Şu kapıyı kapatın, çocuk üşütür!
Meğer ana deminden beri oğlu için huysuzlanıyormuş. Ne kadar tabiî bir his.
Yok men hiçem,
Men yalanam,
Kitap Kitap sözlerimin
Müellifi benim anam.
Bahtiar Vahabzade burada içleniyor, gözyaşlarını da gizlemeden şunları söylüyor:
â??Onun ölümü bende bir yıkım oldu. İçimde hâlâ sancısı var.
â??Hocam yeniden yaşamak ister miydiniz o zamanı?
Belki şimdiye kadar pek çok kere kızdınız bana. Belki çok kere onun sözlerini aktarmak yerine, izlenimlerime yer vermem sinirlendirdi sizi. Oysa can sıkıntısı vermek istemezdim; eğer dinlerseniz hak vereceksiniz bana. Siz de benim gibi sorduğunuz böyle bir soruya, onun verdiği harika cevabı okuduğunuzda, aranızda bana hak verenler olacak. Evet, şöyle demişti:
Sordun: Yaşadığın ömrü yeniden
Bir daha yaşamak ister miydin sen?
Derim: Yok, başka hayat versinler
İsterdim...
Bu ömrün kötü mü geçti?
Tekrar düşmek olur akan ırmağa;
Ama her saniye değişir sular.
Sonunu bildiğim bir tiyatroya
Yeniden bakmanın ne anlamı var?
Bahtiyar Beyin yanından ayrıldığımda tatlı bir mayıs akşamıydı. Nizami metrosuna doğru gidiyordum. Metronun son durağında inip Mimar Acemî 9. Mikrorayon?daki evime gitmem ve çalışmalarıma devam etmem gerekiyordu. Sum Sokağı?nın ziyasız sokak lambaları altındaki erguvanların rengini seçemiyordum. Cadde boyunca sıralanmış turunç ve akasyalar da sakindiler. Sanki hepsi de kış boyunca enselerinden hırpalayıp duran rüzgârın sersemliğinden hâlâ uyanamamışlardı. Burada bu gecede ülkem, yağmurlar, şehrim, çocukluğum ne kadar uzaktaydı. Bahtiyar Bey çocukluk düşlerini ne kadar güzel anlatmıştı. Bu güzelliğe sebep olan annesiydi. Ondan mutlaka annesini; Gülzar Hanımı dinlemem gerekiyordu. Kendi kendime bu kararı aldığımda elimde çalışılacak yeni şiirler ve Nizami metrosuna beş yüz metre vardı.
DİPNOTLAR
1.Vatan Millet Anadili, AKMB yayınları, Ankara 1999, s. 287.
2.?Yücelikte Tenhalık?, Ötüken Yayınları, İstanbul, s. 41.

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 50030

ulkucudunya@ulkucudunya.com