Ali Suavi
Hanefi Demirkıran 01 Ocak 1970
1838’de Tanzimat’ın ilan edildiği yılda İstanbul’da doğan Ali Suavi, İmparatorluğun en uzun yüzyılı kabul edilen 18. yy Osmanlı tarihinin fikri, siyasi ve kültürel çalkantılarının odağında olan bir Türk aydınıdır.
Ali Suavi, Rüştiyeden sonraki hayatı için “Politikaca geçen ömür” nitelemesinde bulunmaktadır. Okulu bitirdikten sonra “Bâb-ı Seraskeri’de Dersaadet yoklama kalemi”ne memur olarak girmiştir. Bu dönemde bir yıl süren, İslami ilimleri, Arapça ve Farsça’yı geliştirmek için yaptığı Hac yolculuğu vardır. Bu Hac yolculuğundan sonra ilk önce İzmir’e gelmiş, oradan da Bursa’ya geçmiştir. Arapça ve Farsça’yı bilmesi, İslami ilimlerdeki vukufiyeti, gittiği bütün yerlerde toplumun ve devlet erkânın teveccühünü kazanmasına sebep olmuştur.
Bütün iyiliklerin ve güzelliklerin sebebi kabul ettiği ilim öğrenme ve öğretme arzusunu hiç yitirmeyen Suavi, Bursa’dan sonra hayatında önemli yeri olan iki olayın geçtiği, Simav’a gidecektir. Burada medrese hocalığı yapan Suavi, dönemin sosyal yapısını da ortaya koyan bu hadiselerin, enfüsî aleminde açtığı yaraları ömrü boyunca taşıyacaktır. Bu olayların ikisi de ülkede can ve mal güvenliğinin olmadığının, rüşvet ve cehaletin had safhada olduğunun bir göstergesidir. Nitekim kendisi bu konuda şöyle serzenişte bulunacaktır. “Bu ne cehalet, bu ne ifta; bu ne şeriat, bu ne devlet, bu ahalideki cehalet ne cehalet”
Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856), Kanun-ı Esasi (1876) gibi üç dönemin toplumsal ve fikri çalkantıları içinde yetişen Ali Suavi; dönemin birçok aydınında olan devletin bekasının muhafazası ve aynı zamanda, idari yenilenme, eğitim gibi bir çok sosyal meseleyi tahlil edip daha rasyonel bir düzenin kurulması çabası ve aceleciliğine sahipti. O’nun bu özelliğinin cemiyet hayatındaki ilk belirtileri yeni görev yeri olan Filibe’de, medresedeki dersleri haricinde yeni cemiyet ve cemaatlerin teşkiline çalışması, milleti tenvir edecek dersler ve konferanslar vermesi; aynı şekilde İstanbul Şehzade Camiinde siyasi ve içtimai konularda vaazlar vermesidir. Suavi o dönemin ender rastlanılan karakterlerinden biridir. Çünkü o Rüşdiye’de muallim, medresede hoca, konfe-ranslarda hızlı bir siyasetçidir.
Ali Suavi, çöküşün sebebi olarak kabul ettiği meseleleri bir an evvel halletme ve birçok meseleyi ele almak arzusu ve bu görüşlerini geniş kitlelere ulaştırmak gayesi için vaaz ve konferansların yetersiz olduğunu görmüş ve gazeteciliğe soyunmuştur. İlk yazarlık deneyimi Ermeni asıllı Filip tarafından çıkarılan Muhbir gazetesinde olmuştur.
Suavi, yazılarında maarif ağırlıklı konulara yer vermiş, eğitimin problemleri ve yenilenmesi üzerinde durmuştur. O’nun bu yaklaşımı kurtuluşun, halkın iyi eğitim almasına ve hukukunu bilen bir toplumun hiç bir zaman yıkılmayacağına inanmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim bu dönemde yazılarında hürriyet, müsavat, meclis, demokrasi kavramlarıyla dikkatleri üzerine çekmeye başlamıştır. Suavi bu kavramların teoriden pratiğe dönüşmesi için belirli bir eğitim ve kültür almış bireylerin; toplum halinde yaşamanın gereğini algılamış ve o toplumun oluşturacağı ahlaki ve hukuki değerler manzumesini hazmedecek birikime sahip olması gerektiğine inanmaktadır. Bu yüzden Demokrasi ve eşitliği güzel ahlak ortamında şakıyabilen bir bülbüle benzetmektedir. “Demokrasi, müsa-vaat bir andelibdir ki gülistan-ı ahlak-ı ha-senede nağmesiz olur.”
Suavi gazete yazılarıyla dikkatleri üze-rine çekmeye başlamıştır. Gazetenin sahibi Filip’in, sürgünde olan M. Fazlı Paşa ile alakalı yazılar yazması Bab-ı Ali nazarında Suavi’nin Fazıl Paşa taraftarı olduğu kanısını doğurmuş ve hükümetçe dikkate alınmasına neden olmuştur. Hatta bir süre sonra bu süreç müdahaleye dönüşmüştür. Suavi dış siyasetle de alakadardır. Hükü-metin Girit, Belgrat Kalesi gibi konularda aciz kalmasını eleştirmiştir. Siyaset sahnesinde yeni bir seslendirmeyi başlatan Suavi’nin çalışmaları cevapsız kalmamış, Muhbir gazetesi kapatılmış ve kendisi Kastamonu’ya sürgüne gönderilmiştir. Suavi, bu günkü parlamenter Cumhuri sistemlerin temel unsurlarından olan muhalefet kavramının Osmanlıdaki ilk kullanıcısı olarak kabul edilmektedir.
Bir dönemin, bir zihniyetin adı olarak anılacak olan Tanzimat Fermanıyla Osmanlı Devleti Avrupa Medeniyetinin üstünlüğünü kabul etmiş olmaktadır. Batılılaşma ve yenilenmenin devlet meka-nizmasındaki tezahürünü Tanzimat olarak kabul edecek olursak; tabandaki yansıması ise dogmatik bir otoriter yapıya sahip olan Osmanlı gibi bir toplumda, bu yapıdan sıyrılmış, bireysel inisiyatifiyle hayatına yön verebilen ve fikri düşünce sistemi oluşturabilen, “müesseseleşmiş doktrinlere kuşku ile bakan” bir aydın sınıfın oluşmasıdır. Bu aydın sınıf Ali Suavi’nin de içinde olduğu Yeni Osmanlıcılıktır.
“Meşrutiyeti tesis ve umumi ıslahat icrasını temin” amacı etrafında, “ittifak-ı hamiyet” adı altında, 1865 yılı Haziran ayında İstanbul’da gizli olarak kurulan Cemiyete Ali Suavi Kastamonu’dan, M. Fazıl Paşa’nın yardımıyla kaçtığı Paris’te dahil olmuştur.
Suavi’nin Fransa’ya kaçmasıyla dokuz yıl süren Avrupa’daki yazarlık hayatı başlamıştır. O bu dönemde, Batıdaki aydınlanma çağıyla ortaya çıkan fikri akımları izleme şansına sahip olmuştur. Bu izlenimlerini, ülke gerçeklerini ve İslami kriterleri göz önüne alarak düşünmüş ve yorumlamıştır. Suavi’nin diğer Jön Türklerden ayrılan özelliği, siyasi ve sosyal sıkıntılara çareler ararken, İslamiyeti referans almaktan hiç vazgeçmemesidir.
Suavi Londra’da yayınladığı ilk gazete olan Muhbir’de kaleme aldığı yazılarında, dönemin üzerinde en çok tartışılan meşveret olgusu üzerinde duracaktır. O’nun meşrutiyet yazılarında meseleleri tamamen İslami normlarda ele aldığını görürüz. Meşruti-yetin karşılığı olarak kullandığı ıstılah (usul-ü meşveret) dahi İslamidir. Keyfi idareyi reddeden Suavi pek tabii olarak, bu rejimin zıddı olan usul-ü meşvereti İslami klişeler doğrultusunda müdafaa edecektir. O’na göre dahildeki sorunların sebeplerinden birisi de “fakr-ı meşverettir.”
Suavi’nin meşrutiyetin ve alt birimlerinin, İslamiyetin özünde varolduğunu ve bunların zamanla terk edildiğini açıklayan yazılarında, üzerinde durduğu diğer bir konu ise usul-ü meşveretin devlet sisteminde uygulanış şekli olan meclistir: “Elhasıl hükümet-i İslamiye şura üzere tertip olunmuştur. Milletle istişare eden devlet terakki eder. Ne güzel hükümettir o ki, varidat ve sarfiyatı birkaç kimsenin eline kalmayıp umumunun, yani millet tarafından intihap olunmuş beş altı yüz zevatın nezareti altında buluna ve israf vuku bulundurulmaya.”
Muhbir gazetesinde “Meşveret meclisi olmadıkça devlet yaşamaz” diyen Suavi, “kurumsallaşmış bir devlette meclis yapı taşıdır, o yerinden oynadığı zaman devlet zarar görür ve teba’nın hakları muhafaza edilemez olur” fikrini işler: “Zira mahkum-ı tabiat himaye olunmak ister; vüzera hakim, teba’a mahkum, hani hâmi?”
Suavi hürriyet kavramını irdelerken insan hürriyetinin her otoritenin fevkinde olduğu fikrini ortaya atar. Bir insanın diğe-rine tahakküm etmesine, her ne surette olursa olsun karşı çıkar. Bu bağlamda milletin yapısının meşrutî idareye uygunsuzluğu iddiasını eleştirir. Büyük bir medeniyetin sahibi olan Müslümanların, her milletten çok meşruti idareye layık oldukları tezini savunur. Meşruti idare sistemine geçmenin Avrupa kanunlarını kabul etmek anlamına gelmeyeceğini, Dört Halife ve Kanuni dönemindeki bazı uygulamalarla örneklendirerek açıklar.
Yeni bir medeniyeti kavramak ve be-nimsemek güçlüğü ile karşı karşıya olan bu dönem aydınlarının, bir çoğunda olan fikri değişimler, Ali Suavi’nin hayatında belirgin derecede vardır. Ulum gazetesi devresinde Suavi’nin meşrutiyet anlayışında bazı değişmeler olmakla beraber, O, yine de bir millet meclisi kurulmasından yanadır. Ancak bu meclisin seçilme şekli ve bütün devlete şamil olması konusunda ciddi tereddütleri vardır.
Demokrasiyi, Monarşi ve Aristokrasi rejimlerine tercih eden Suavi, İslamiyetin ilk devirlerinde ümmetin reyine dayalı bir yönetim şekli bulunduğu söyler: “Evail-i İslam’da şekl-i hükümet demokrasi idi, yani padişah, sultan, melik yok, müsavat var idi.” Suavi bu manada yorumladığı demokrasi anlayışının, ahlak ve faziletin hakim olduğu bir toplumda uygulanabileceğini ifade eder. Sahabelerin doğrudan yönetime katıldıklarını ancak onlarda “Hüsn-i ahlaktan başka tanzimat yok, hasılı olanlar Allah adamları idiler”der.
Suavi, Avrupa’daki çevrelerinin tesiriyle geri adım atarak Osmanlı Devle-ti’nin o günkü mevcut yapısındaki konjonktür gereği Avrupa’daki Meşrutî uygulamaları kaldıramayacağı kararına varmıştır. Bu gelişmeler sonucunda despotizme, şiddetle karşı çıkan Suavi “Meşrutî Monarşi” yönetimini benimsemiştir.
Avrupa’ya kaçtığı ilk yıllarda ihtilalci bir tavır sergileyen Suavi 1876 yılında yurda döndüğünde tam manasıyla muhafa-zakâr ve saltanatçıdır. Bu dönemde padişah II. Abdülhamit ile iyi ilişkiler içerisindedir. Suavi Galatasaray Sultanisi müdürlüğüne tayin edilmiştir. Osmanlı-Rus Savaşının getirdiği milli felaket onun Mekteb-i Sultani’deki görevinden alınmasından kaynaklanan felaketiyle birleşince, şuur altında yatışmış olarak duran ihtilalci tavrını tekrar gün yüzüne çıkarmış ve yanına aldığı beş yüz kadar muhacirle Çırağan Sarayını basmıştır. Ali Suavi bu baskın sırasında Beşiktaş zabıtası kumandanı Hasan Paşa’nın başına vurduğu sopa darbesiyle hayatını kaybetmiştir.
Ali Suavi hayatı boyunca çok atak, her an galeyan halindeki “impulsif” mizacıyla bir çok devlet, siyaset ve kültür adamı ile boğuşmuş ve bu yüzden pek çok düşmanı olmuştur. Nihayet son çağ Türk tarihine Çırağan hadisesinin tertipçisi ve kurbanı olarak, neticesi belli olan ümitsiz bir isyan hareketinin “sarıklı ihtilalcisi” olarak geçecektir.
Kaynaklar
1. Hüseyin Çelik, Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul 1994.
2. İsmail Doğan, Tanzimatın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, İz Yayıncılık, İstanbul 1991.
3. Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul