Modern İnsanın Yaşam Şartları
ERİCH FROM - Tercüme: Mücahid BİLİCİ 01 Ocak 1970
Ortaçağ kapanırken, Batılı insan hayalini kurduğu dünyanın nihaî tahakkukuna ulaşıyor görünüyordu. Totaliter bir kilisenin otoritesine, geleneksel düşüncenin dayanılmaz ağırlığına ve nihayet yarı-keşfedilmiş gezegenimizin coğrafi limitlerine karşı artık özgürlüğünü kazanmıştı. Onu, en sonunda, o zamana dek duyulmamış derecede üretken güçlerin doğuşuna ve maddi dünyanın mutlak transformasyonuna götürebilecek bir bilim inşa etmişti. Batılı insan, özgün ve üretken bir fert yetiştirmeyi garantileme iddiasında olan politik sistemler üretti. Üstelik, çalışma zamanını öylesine düşündü ki atalarının hayalini bile kuramayacağı kadar bol tatil imkanına sahip oldu.
Peki, bugün neredeyiz? Her şeyi yakıp yıkabilecek çaptaki savaş tehlikesi insanlığın tepesinde bir kâbus gibi duruyor. Bu, öyle bir tehlike ki, bu yazının yazıldığı zamanda hükümran olan "Cenova ruhu"yla hiçbir şekilde üstesinden gelinemeyecek bir tehlike. Ama siyasî temsilcilerimiz her ne kadar muhtemel bir savaştan sakınmaya yetecek bir insaniyete sahip olsalar bile, günümüz insanının şartları 16., 17. ve 18. yy.ların umutlarını karşılamaktan çok uzaktır. İnsan karakteri, kendi eliyle kurduğu dünyanın talepleri altında iyice ezilmiş ve çürümüştür. 18. ve 19. yy.larda insan karakterinin kaynağı büyük ölçüde sömürücü ve saptırıcıydı. Hayat boyu edindiği tecrübe, başkalarını sömürme ve daha fazla kâr elde etmek için yatırım yapma isteğiyle şekillenmiştir. 20. yy.da insan karakterinin kaynağı ise alıcı (tüketici) ve pazarlayıcı bir yapıydı. Boş zamanlarının ekseriyetinde alıcıdır. Modern insan artık "ebedî tüketici" dir. O; yiyecek, içecek, sigara, ders, görüntü, kitap, oyun "tüketir." Dünya, onun için büyük bir nesne, doymayan iştahı için kocaman bir şişe, büyük bir elma ve belki de sürekli emilen büyük bir memedir. İnsan, artık emici, ebedî bekleyici ve tabii ki ebedî inkısar-ı hayâl kurbanıdır.
Eğer modern insan "mahremiyet" yönüyle, yani kişisel olarak bir tüketiciyse, "içtimai" yönüyle yani topluma aktif katılımı yönüyle tam bir tüccardır. I3izim ekonomik sistemimiz, her şeyin fiyatını belirleyen ve herkesin toplumsal üretimdeki payını düzenleyen bir sistem olarak piyasa (pazar) fonksiyonu çevresinde odaklanmıştır. Ne kuvvet, ne gelenek ve daha önceki tarihi dönemlerin aksine olarak da ne hile ne de kurnazlık bundan böyle modern insanın ekonomik aktivitelerini yönlendirmiyor. Modern adam üretmek ve satmak hususunda hürdür. "Pazar" günü onun başarılarını tartıya vurduğu gündür. Sadece metalar değ;il emek de artık bir pazar malzemesi olarak serbest rekabet altında alınıp satılabilen bir maldır. Ama pazar sistemi sadece metalar ve emekle sınırlı kalmamıştır. Modern insan kendisini de mala dönüştürmüştür. Hayatını, kârlı bir şekilde yatırım yapabileceği bir sermaye olarak görür. Eğer bunu başarırsa "başarılı"dır. Ve hayatı belli bir anlama sahiptir. Ama bunu sağlayamazsa "başarısız" dır. Onun "değer"i; sevgi ve mantık gibi insanî meziyetleri veya sanatkârlığında değil de satılabilirliğinde aranılır. Kendi iç değerine ait hissiyatı, bundan böyle harici faktörlere bağlıdır; kendi başarısına ve başkalarının değerlendirmelerine. İşte bundan sonra modern adam, tamamen başkalarına bağımlıdır. Güvenliği, uyumunda ve homojenleşmiş toplumun iki adım ötesinde katiyen bulunmamasındadır.
Bununla birlikte, modern insanın "içtimaî" karakterini belirleyen sadece piyasa olayı değildir. Diğer bir faktör yine piyasa olayıyla ilgili olan-endüstriyel üretimin "modu" dur. Teşebbüsleri gün geçtikçe büyüyor. Aynı şekilde bu teşebbüsler sonucu oluşan alanlarda istihdam edilen işçi ve personelin sayısı da durmaksızın artıyor. Malikiyet, işletmeden ayrılmıştır. Endüstri devleri, öncelikli olarak, üretim fonksiyonunun pürüzsüz gerçekleşmesi ve mevcut teşebbüsün genişletilmesiyle ilgilenirler.
Böylesi bir durumda, toplumumuz insicamını muhafaza için ne tür bir insana ihtiyaç duyuyor?
Evvela, geniş gruplarla pürüzsüz bir uyumluluk gösteren insanlara ihtiyacı var. Bunlar öyle tiplerdir ki, tükettikçe tüketmek isteyen, lezzetleri (zevkleri) standardize edilerek kolaylıkla yönlendirilebilen ve bundan da netice alabilen insanlardır. Kendini hür ve bağımsız hisseden ve hiçbir otorite, prensip veya vicdana bağlılık hissi duymayan ancak yönlendirilmeye; kendisinden isteneni yapmaya ve sosyal makineye hiçbir arıza çıkarmadan tabi olmaya hazır insanlara ihtiyacı var.
Modern kapitalizm bu neviden insanlar üretmeye muvaffak oldu. Bu insan otomattır ve yabancılaşmıştır. Yabancılaşmıştır, çünkü davranışları ve kuvveleri ona yabancılaşmıştır. Onun üstünde ve karşısında dururlar. Ve onun tarafından idare edilmek yerine onu idare ederler. Yaşantısındaki tesirler, eşyaya ve bir takım kurumlara akmıştır. Bu zamanda putlara dönüşen şeyler, onun kendi çabalarının neticesi olarak yaşanmazlar. Aksine, tapınıp boyun eğdiği, fakat kendi dışında cereyan eden ve iç piyasanın genişlemesi için gerekli olan tüketim tipiyle desteklenmektedir. Birimiz, çoğumuzun çocukluktan beri şartlandığı yolu rahatlıkla hülasa edebiliriz: "Bugünün zevkini asla yarına bırakma".
Eğer arzularımın tatminini ertelemezsem (ve ulaşabildiğim her şeyi arzulamaya şartlandığıma göre) hiçbir çatışmam yoktur, şüphesiz. Hiçbir seçime gerek yok. Ben, hiçbir zaman kendimle baş başa değilim. Çünkü her zaman meşgulüm-çalışarak veya eğlenerek. Kendimin-kendim olarak-farkında olma ihtiyacı duymuyorum. Zira, mütemadiyen tüketmekle meşgulüm. Ben, bir arzular ve tatminler sistemiyim. Arzularımı tatmin için çalışmak zorundayım. Ve maalesef bu arzular ekonomik makine tarafından sürekli uyandırılıp, yönlendiriliyor.
Yahudi-Hıristiyan geleneğini takip ettiğimizi iddia ediyoruz-Allah sevgisi, komşu sevgisi vs.. Üstelik, bize, dini Rönesans sözü verdiğimiz bir dönemden geçiyoruz diye öğretiliyor. Hiçbir şey gerçeğin ötesinde olamaz. Hakikaten, dinî geleneğe ait semboller kullanıyoruz. Ve bu sembolleri, yabancılaşmış modern insanın amaçlarına hizmet eden formüllere dönüştürüyoruz. Din, birilerinin başarısı için güç arttıran ve kendi kendine yardım eden bir âlet hâlini almıştır. Tanrı, iş dünyasındaki ortaklardan biri durumuna düşmüştür. Zira, "Arkadaş Kazanma Ve İnsanları Etkilemenin Yolları," "Pozitif Düşüncenin Gücü"nün halefidir.
İnsan sevgisi de nâdir rastlanan bir olgudur. Otomatlar sevmezler; yabancılaşmış insanlar ilgisizdirler. "Sevgi uzmanları" ve "evlilik üyeleri"nin övgüsüne mazhar olan şey ise bir ekip ilişkisidir. Birbirini doğru ve yerinde tekniklerle maniple eden bu eşler için sevgi, yokluğunda dayanılmaz bir yalnızlığın ve egoizmin (à deux) yaşanacağı sığınma yeridir.
O halde, gelecekten ne beklenebilir? Şayet biri, arzularımızca üretilmiş düşüncelerden sıyrılabilmişse, korkarım, şunu kabul etmek zorunda kalır ki; su an için en yakın ihtimal, teknik dehayla, aklıselim arasındaki uyumsuzluğun bizi bir atomik savaşa götürme tehlikesidir. Bu savaştan çıkacak en muhtemel sonuç, endüstriyel medeniyetin yok olması ve yerini iptidai bir tarımsal düzeye terk etmesidir. Veyahut, eğer bu tahribat bu uzmanların inandığı kadar genel olduğu ispatlanmasa bile sonuç galip tarafın bütün dünyayı düzenleme ve kontrol etme gereksinimidir. Bu, ancak kuvvete dayalı merkezî bir devlet sistemiyle gerçekleştirilebilir. Payitahtın Moskova mı, Washington mı olacağı ise pek fazla bir değişiklik yapmayacaktır.
Ama, maalesef savaştan sakınmak bile pek öyle parlak bir gelecek vaad etmiyor. Tahmin edebileceğimiz gibi hem kapitalizm, hem de komünizmin önümüzdeki yüzyıl içindeki gelişmelerinde otomatizasyon ve yabancılaşma süreçleri devam edecek. Her iki sistem de, karnını iyi doyuran, üstü başı iyi, arzularını tatmin eden ve tatmin edilmeyecek arzuları olmayan fertlerden oluşan yönetici toplumlardır. Hiç zorlamasız takip eden, rehbersiz yönlendirilebilen fenleriyle, insan gibi davranan makineler ve makine gibi davranan insanlar üreten bir sistemdir. Bu insanlar dehası arttıkça kötüleşen ve bu yüzden, insanı nasıl kullanácağını bilmediği muazzam bir materyal gücüyle teçhiz etmek gibi tehlikeli durumlar oluşturan insanlardır.
Artan üretim ve konforun aksine insan, benlik duygusunu gittikçe daha fazla yitiriyor; her ne kadar bilinçsizce gerçekleşse bile. Yaşamını anlamsız buluyor, zira 19. yy.da problem şuydu: "Tanrı öldü!" 20. yy.da ise problem: "İnsan öldü". 19. yy.da gayri insanîlik, zalimlik demekti. 20. yy.da ise bu kavram şizofren bir kendi kendine yabancılaşma anlamına geliyor. Dünkü tehlike insanların köleleştirilmesiyken, yarının tehlikesi insanların robotlaşmasıdır. Doğrusu, robotlar başkaldırmaz. Ama, insan fıtratı taşıyan robotlar duyarsız kalamazlar; "Gözlemler"e dönüşürler. Kendi dünyalarını ve kendilerini tahrip edecekler. Çünkü artık anlamsız bir hayata daha fazla dayanamazlar...
Dipnotlar
* "The Dogma of Christ and Other Essays on Religion, Psychology and Culture" (1963, Holt, Rinehart end Winston Inc.)'dan tercüme.