KÜLTÜR MİLLİYETÇİLİĞİ VE SOYCULUK
Nevzat KÖSOĞLU 29 Kasım 2006
Bugün, bizim millet ve milliyet anlayışımız, Gökalp ve Atatürk’ün tariflerinden fazla farklı değildir: Ortak bir kültürü yaşayan, ortak bir geçmişi paylaşan ve ortak bir gelecek düşüncesi taşıyan insanlar ayni millettendir; bizim milletimizdendir. Ortak kültür derken, ortak bir hayat tarzını kastediyoruz ki, bu, sayılamayacak kadar çok unsuru içerir ve insanlarda ortak anlayış ve davranış biçimleri, ortak referans kaynakları oluşturur. Uzun bir tarihî geçmişi birlikte yaşamış olan insanlarda, bu kültür ortaklığı daha güçlü ve derin olur. Yine bu ortaklıklar, insanların gelecekte de birlikte yaşama düşünce ve heyecanlarını besler.
Ortak kültür dediğimiz hayat tarzımızı oluşturan unsurlar içinde, dil, din, soy, vatan, devlet, toplumsal gelenekler, ortak zafer ve felâketlerin heyecanları, siyasî haklar, ortak menfaatler, hukukî imkânlar gibi çok sayıda unsurun, herhangi birisinin herhangi bir insanda noksan veya farklı olması, durumu değiştirmez. Çünkü, kültürel beraberlik, bir tek unsura dayalı olarak kurulmamaktadır. Bunlardan bazılarının, bazı tarihî dönemlerde öne çıktığını, bazılarının ise geri çekildiğini yahut yer değiştirdiklerini de daha önce ifade etmiştik.
Bu ortaklıkların oluşturduğu ortak hayat tarzı, ortak bakış açıları, ortak değerler, anlayış ve ortak referans kaynakları, o toplumun objektif kimliğini oluşturur. Dışarıdan bakan yabancı biri, o görüntü ile o toplumun Türk yahut Arap olduğunu anlar. Bu ortaklıklar aynı zamanda o topluma mensup insanların kendi aralarındaki iletişimi kolaylaştırır ve yaşamayı rahat kılar. Böylece, fert, kendisini daha serbest ve güvenli bir ortamda geliştirme imkânı bulur. Bu yüzden, her insan kendi milliyeti içinde yaşamak ister.
Ne var ki, bu ortaklıklar ne kadar çok olursa olsun, bunların sadece var olması yetmez; eğitim yoluyla fertlere kazandırılması, bir şuur ve heyecan halinde yaşatılması gerekir. Ortak bir topluma yani ayni millete mensubiyet şuuru fertlerde bir iman haline getirilmelidir. İnsan inanmazsa, onun objektif kimliği fazla bir anlam ifade etmez. Fert, kimliğinin şuuruna vardığı zaman kendini bir milletin parçası olarak görür; fert için de, toplumun bütünü için de gerekli olan budur.
Bunu gerçekleştirecek olan da, eğitimdir. Okul içi eğitimin her safhasında, milletin fertlerine bu ortaklıkların şuuru ve inancı verilmeli; okul dışındaki kültür hayatı ise, hiç değilse okulda verilenleri tahrip etmemelidir. Kültür hayatının etkili unsurları yazılı, sözlü ve görüntülü basın, okulda verilmek istenenleri yalanlayan, aykırı telkinler ve tesirler içinde olursa, elbetteki kişilik ve kimlik duygusu istenilen ölçüde gerçekleşmez. Ailenin doğru dediğine okul yanlış, okulun doğru dediğine kültür organları yanlış dememelidir.
Ortak bir kültürel kimliğe kavuşmayı, ülkemizde zaman zaman görüldüğü gibi, tek tip insan yetiştirmek şeklinde anlamak ise, siyasî taraftarlık ve çekişmelerin insanlarımızı ne ölçüde körleştirdiğinin örneği olarak gösterebiliriz.
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde yaşayan bütün insanlar, ortak bir kültüre sahip durumdadırlar. Dil yahut diğer bazı kültürel unsurlarda yer yer görülebilen farklılıklar, bu bütünlüğü bozmayan mahallî-alt kültür özellikleridir. Benzeri durumlar bütün toplumlarda vardır. Ancak, bir süreden beri Türkiye’nin millî yapısını bozmak isteyenler bu farklılıkları yerel olmaktan ileri götürmeye çalışmaktadırlar. Bu çevreler, farklı ırklara mensubiyet şuuru uyandırarak, ırka dayalı etnik gruplar geliştirmeye ve mahallî özellikleri –alt kültürleri- de, bu etnik grubun kültürü olarak takdim etmeye çalışmaktadırlar. Bir süreden beri Türkiye’yi mozaik edebiyatına boğanlar, bilerek yahut bilmeyerek azınlık ırkçılığı yapmakta, kendilerini Türk milletinin bir parçası olarak gören insanlarda farklı bir ırka mensubiyet şuuru yaratmaya çalışmaktadırlar.
Daha önce de işaret ettik ki, Türk kültürünü paylaşan insanlar soy olarak hangi kökenden olursa olsunlar, bu önemli bir manâ taşımaz; çünkü, soy, kültürü oluşturan bir çok unsurdan sadece birisidir ve varlığı zarurî değildir. Şunu da ifade edelim ki, Türk tarihinin hiçbir döneminde, soya dayalı bir milliyetçilik yapıldığı görülmemiştir. Eski Türk devletlerinin hemen hepsinde görülen ve Osmanlıda en gelişmiş ve kurumlaşmış şeklini alan devşirme usulü bunun en açık göstergesidir. Bilindiği gibi, Osmanlı, Balkanlardaki gayrimüslim topluluklardan küçük yaşlardaki çocukları seçerek bazılarını alır, bunları Türk ailelerinin yanına verirdi. Bu çocuklar Türk ailelerinin yanında Türkçe öğrenir, Müslüman olur ve Türk terbiyesini alır, gelenek ve göreneklerini öğrenirler; yani, Türk kültürünü alırlardı. Bundan sonra bu çocuklar yeniçeriliğe veya Saray Okulu olan Enderun’a alınarak Osmanlının büyük devlet adamları arasına girerlerdi. Bunların Türklüğünden kimse şüphe etmezdi. Bu gün de, Sokollu Mehmet Paşa Türk tarihinin büyük isimlerinden biri olarak anılmaktadır. Kendisi de, soyca farklı bir kökenden gelmiş olmasına rağmen, her gece Kur’ân ve birkaç sayfa Türk tarihi okumadan yatmayacak kadar inanmış bir Müslüman ve Türk idi.
Başka milletlerin tarihinde zaman zaman ırkçı politikalar yahut çıkışlar görülmüştür. Almanların II. Dünya Savaşı öncesindeki patolojik halleri bunun bir örneğidir. İslâm tarihinde de Emeviler dönemindeki Arap ırkçılığı siyaseti bu duruma bir örnektir. Emeviler döneminde İslâm halkı Arap ve Mevâli olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Yani Arap ve Arap olmayanlar. Bazı şehirlerde, Arap olmayanların belli olması için ellerine damga vurulmuş, bazı yerlerde Arap kadınların Arap olmayan Müslümanlarla evlenmeleri yasak edilmiş ve benzeri ırkçı uygulamalar, İslâm halkı arasında keskin zıtlaşmalara, derin düşmanlıklara yol açmıştır. Nitekim, Emevi iktidarını yok eden ve Abbasileri kuran hareket, Mevâli ayaklanması olarak başlamıştır.
Cumhuriyet devri ile ilgili bir uygulamayı, çok ibret verici olması bakımından sunmak isterim. Bildiğimiz gibi, Atatürk Cumhuriyet’in ilk yıllarında kısa süre ırkçı bir tavır sergilemiş, okullarda çocukların kafataslarını ölçtürmek denemeleri yapmıştır. Yine Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, Lozan antlaşması gereğince, Balkanlardaki Türkler ile Türkiye’deki Rumları değişim programları uygulanmıştır. Buna göre, Balkanlardaki Türkler, Türkiye’ye göç ettirilmiş, Türkiye’deki Rumlar da Yunanistan’a gitmiştir. Bu esnada, Balkanlardan Türkiye’ye çok sayıda, köken itibariyle Türk olmayan Müslüman unsur girmiştir. Nasıl girebilmiştir? Çünkü, Türk hükümetleri, Türkiye’ye gelmek isteyen hiç kimseye Türk müsün, ana dilin Türkçe mi, diye sormamış, Müslümanım, diyen herkesi Türk sayarak anavatana kabul etmiştir. Bu da, Türk siyasetinin, en ırkçı göründüğü zamanlarda bile, ırkçılık yapmadığını, İslâmiyet’i ana değer olarak kabul ettiğini göstermektedir.
Tekrar ifade etmiş olalım ki, ferdî açıdan ayrı bir kökenden olmak, Türk milliyetçisi olmaya engel değildir; çünkü, soyun dışında paylaştığımız çok değerler vardır. Bir insanın, soy olarak farklı olduğunu söylemesi de bir anlam taşımaz; eğer bunu söylemek ihtiyacı duyuyorsa, söylemesinde Türk milliyetçiliği açısından hiçbir sakınca yoktur. Ama, meseleyi kişisel durum olmaktan çıkartıp, Türk milletinden ayrı bir etnik grup şuuru haline getirmek isteyenler, yaşadıkları, dilini konuştukları, ekmeğini yedikleri, bayrağı altında güvende oldukları topluma ihanet ediyorlar demektir. Kendi bütünlüğünün bölünmesini ve ihaneti hiçbir toplum kabul etmez. Omsalının son dönemlerinde, Meşrutiyet ve sonrası yıllarda, farklı soy kökeninden geldikleri halde, Türk kültürü içinde yetişmiş ve Türk milliyetçiliği yapan sayısız kahraman vardır. Bunlar, Osmanlı ayakta iken Osmanlı Devleti için; o çöktüğünde Türk Dünyası’nın kurtuluşu için ve Türkiye’nin kurtuluşu için canlarını vermekten çekinmeyen Türk milliyetçileri olarak yaşamışlardır.
Cumhuriyetin kuruluş ilkesi millî devlettir; dayanağı milliyetçilik ve Türk kültürüdür. Anadolu’da yaşayan bütün insanların, soy kökenleri ne olursa olsun, bu kültür içinde yetiştikleri yani Türk oldukları kesindir. Türk devletinin ve milletinin bütünlüğünü herhangi bir sebeple bozmak isteyenlerin, ırk yahut bir başka unsura dayalı olarak yürüttükleri propagandalara kanmamak, kananları uyarmak ve bütünleşmemizi güçlendirmek biz Türk milliyetçilerinin görevidir. Bilmeli ve anlatmalıyız ki, devletimizin kururcu ilkesi zedelendiği zaman, toplumumuz Osmanlının son dönemlerinde yaşadığı felâketleri yeniden yaşayabilir. Bayrağı gökte olmayan toplumların mutlu olması da mümkün değildir. Ne kadar güçlü olursak, o kadar mutlu oluruz; ne kadar birlik olursak, o kadar güçlü oluruz.
Türk Milliyetçiliği ve Osmanlı, sh: 55-58