Derebeyi ve Dersim
Şevket Süreyya Aydemir 01 Ocak 1970
(Kadro dergisi, sayı 6, Haziran 1932)
1925’te, Şeyh Said’in isyanına sahne olan yerlerden, o zaman İstanbul matbuatına akseden en dikkate şayan müşahedeler, Naşit Hakkı Bey’in “Şark Mektupları” olmuştu.1
Naşit Hakkı Bey bu mektuplarını, ayni sahada yaptığı son seyahatinin intibalerile tamamlıyarak şimdi bir kitap halinde çıkardı. Kitabın ismi şudur: Derebeyi ve Dersim.2
Derebeyi ve Dersim, Dersim’in içtimaî nescinin, göründüğü gibi ve olduğu gibi tasviridir. Bu kitapta müşahedenin ve eşyanın hakikati, bir takım subjektif mütalaalara ve hükümlere feda edilmemiştir. Hiç tahrif olunmadan tasvir edilen hayat parçaları ve verilen tipler, hayalimizde hatlarını, her istediğimiz anda, hakikatte olduğu gibi çizebileceğimiz kadar canlı, taze ve orijinaldir. Bununla beraber “Derebeyi ve Dersim”de biz, sadece, iyi tanınmayan bir vatan parçasında iyi yapılmış bir seyahatin âfâki intibalarını değil, ayni zamada keskinliği uzaktan idrakimize çarpmıyan mühim bir vatan meselesinin de müşahede ve tehahhusunu buluyoruz: Bu kitapta biz genç inkılâp Türkiyesi’ne eski Osmanlı İmparatorluğu’nun en tehlikeli mirası olan “Derebeyi” kurdunun, bütün sinsi kastlerini ve kımıldanışlarını -tıpkı berrak bir adese altında imiş gibi- görüyor ve tâkip edebiliyoruz.
“Derebeyi ve Dersim” inkılâp münevverinin, hem hücra vatan bucaklarını hem bu bucaklarda gizli kalan geniş inkılâp davalarını görme ve tanıma cehtinin, kitap şekline inkılâp etmiş ilk eseridir.
Naşit Hakkı Bey’in hacim itibarile küçük kitabı, ihtiva ettiği müşahedelerin ve vesikaların zenginliği itibarile muhtelif cephelerden tetkik mevzuu olabilir. Fakat biz, burada bilhassa şu nokta üzerinde duracağız: Derebeylik.
***
Derebeyi kimdir? Ve Derebeylik nedir?
Eğer Derebeylik meselesi sadece bir Dersim meselesi olsaydı, bu mesele derhal, üstünde fazla durulmaya mahal olmayan küçük bir idari dava haline istihale eder giderdi.
Halbuki derebeylik deyince biz, Türk inkılâbının getirdiği bütün siyaset, iktisat ve hukuk usulleri haricinde bu usullere karşı cebren tegallüp etmek isteyen geri bir cemiyet tarzının maddi müesseselerini (yarı feodal toprak mülkiyetini) ve bu müesseselerin meşruiyetini müdafaa eden ruhani kuvvetleri (yani şeyh ve tekke nüfuzunu) anlıyoruz.
Toprak köleliği ve insanın toprakla beraber alınır, satılır bir “meta” haline getirilişi; toprakta müstahsilinin ya bir duygusuz öküz, ya cansız bir kara sapan gibi sessiz ve hissesiz kılınışı ve nihayet vatandaş ruhunun bu menfur esarete baş eğmekten başka birşey bilmeyen bir kara çamur haline kalbi derebeylik nizamının maddi ve manevi işaretleridir.
Bu işaretleri biz, Türk vatanının neresinde sezersek orada derebeyliğinin sıkılacak boğazını aramak hem hakkımız, hem vazifemizdir.
***
Eski Osmanlı vesikalarına göre Van ve Diyarbekir vilâyetlerinide 24 “Osmanlı sancağı” 12 “Ekrat beyliği” ve 9 “mefruzulkalem hükûmet” vardır. Sancak, devlet idaresine bağlı olan yerlerdir. Ekrat beyliklerine devletin surı bir müdahalesi vardır. Fakat mefruzulkalem hükûmet ne varidatına ne de idaresine devletin müdahalesi olmıyan bir müstakil, fakat iptidaî derebeyi hükûmetidir. Bu vesikalara göre, meselâ Palu bir hükûmettir. Bitlis bir hükûmettir. Bu hükûmet reislerinin istiklâl alâmeti olan “tabl ve alem”i vardır. Kendilerine divandan zaman zaman, name ve ferman yazılır.
Bu manzaranın manası “Van ve Diyarıbekir eyaletleri, eski Osmanlı İmparatorluğu’nca hiçbir zaman tam teshir olunmamıştır” demektir. Tanzimat’tan ve bilhassa Meşrutiyet’ten sonra bu mıntıkalarda yapılmak istenen ıslahat, hiç bir zaman tam inkiyat altına alınamayan ve içtimaî temeli esasından tasfiye olunamıyan derebeyinin daima mukavemetine maruz kaldı.
Yeni Türkiye’nin bu yerlerde eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras aldığı şey, teshir olunmamış bir toprak parçası üstünde tecanüsünü bulmamış bir iptidaî cemiyettir. Bu cemiyetin dahilî ve iktisadî münasebetlerine hakim olan usuller ve şekiller, geri ve menfur bir derebeyliğin vahşi usulleri ve şekilleri idi.
***
Osmanlı İmparatorluğu devrinde Van ve Diyarbekir eyaletlerinin küçük tarihi, bu yerlerde Türk nüfusunun, Türk dilinin ve Türk harsının ezilmesi, temsil olunması ve yabancılaşması tarihi oldu. Osmanlı tarihinin bütün devirleri, Van ve Diyarbekir eyaletlerinde, iktisaden ve hukuken serbest Türk köylü ve şehirlisiyle, ferdin iktisadî ve hukukî esaretine ve sıkı bir toprakbentliğe istinat eden Kürt feodalizmi arasındaki cidal ile geçer. Bu mücadelede Osmanlı sarayını biz, daima Türk’ün aleyhine cephe almış görürüz. O zaman Şark hudutlarında daima bir büyük tehlike gibi sayılan Acem istilalarına karşı, bu hudutlara Kürt beyliklerinin Saraya ekseriya sadık kalan toplu kuvvetlerini bulundurmak endişesi, Cezireiulya yaylalarına daha Osmanlı saltanatı kurulmadan evvel yerleşen Oğuz Türklerinin, bu hergün biraz daha kuvvetlendirilen Kürt feodalizmine kurban edilmesini her nedense icab ettirmişti. Bu suretle, Şark çitelerinden Ege denizine ve Tuna’ya ka¬dar, yayıldığı her yerde serbest mübadeleyi, küçük çiftçiliği ve yüksek medeni harsi temsil eden Türk nüfusu, Van ve Diyarbekir eyaletlerinde Osmanlı sarayının hiyanetine uğramış, küçük çiftçilik yerine toprak köleliğini, serbest mübadele yerine mübadelesiz tabiî iktisat rejimini, medeni seviye yerine yazı ve hars yokluğunu temsil eden geri bir derebeyliğin lokması kılınmıştır.
***
Derebeylik nizamı, tarihin en eski devirlerinden beri her yayıldığı yerde, gerek istihsal vasıtaları, gerek toprak, gerek sanat mahsülleri üstünde Türk müstahsilinin fiilî mülkiyetine müstenit serbest bir iktisat nizamı kuran Türklerin içtimaî ve hukukî ananalarına zıddır. Eski Türk hukuku her Türk’ün ocağına, sürüsüne ve toprağına temellüküne istinat eder. Bunun içindir ki biz gittiğimiz yerlere, hiç olmazsa kendi ırkımızdan olanlar için, daima şahsi mülkiyeti ve küçük çiftçiliği götürdük. Bunun içindir ki ocak ve bacasından duman tüter bir yurt Türkçe’de istikrarın, emniyet ve nizamın sembolüdür. Fakat Kürtlük bir iktisadî rejimidir ki esasında, her şeyden evvel, koyu bir toprak köleliği, yani müstahsilin yurtsuzluğu ve topraksızlığı yatar. Toprak köleliğinde müstakil küçük köylülük yoktur ki toprak mülkiyetinden, serbest mübadele yoktur ki pazar kaidelerinden ve binaenaleyh insanlar arasında bir takım medeni hukuk ve iktisat münasebetleriniden bahsedilebilsin.
Türk unsurunun, bilhassa dokuzuncu asırdan itibaren başlıyan son yayılışı tarihinde ne Arap’a, ne Rum’a, ne İslav, Macar veya Alman camiasına teessül etmiş ve bu camialar önünde kendi harsının, kendi hukuk ve iktisat nizamının hezimetiyle karşılaşmış tek bir Türk cüzütamı göremeyiz. Bu son yayılış dalgasının bütün dalları dağıldıkları her yerde ancak mütefevvik unsur ve temsil edici unsur olarak kaldılar. Yalnız Osmanlı sarayının Acem hudutlarındaki kötü ve dar siyasetinden sonradır ki, Cezireiulya vadilerini dolduran kalabalık ve ileri bir Türk nüfusu, uzak yaylalarda yaşayan iptidaî bir Kürt ekalliyetinin iptidaî rejimine, geri ve sihay bir toprak köleliğine kurban edildi.
İstanbul’da mevzi alan Osmanlı sarayının bütün nameleri ve fermanları, bu yerlerde Türk kanının, Türk hukuk ve iktisat nizamının bozulması ve dağılması için yazıldı.
***
Türk serbest iktisat ve cemiyet nizamı ile Kürt feodalizminin mücadele ettiği yerlerde, tekke, bu feodalizmin bir vahşi teşkilâtıdır ve bu teşkilâtın hedefi, Türk nüfusunun dilini, dinini ve serbest tefekkülünü izale etmektir.
Eski Türklerde din bir gönül rabıtasıydı. Halbuki Kürt tekkesinde aslolan bir koyu dinsizliktir. Burada din bir dejenere putperestliktir ki, bu putperestlik unsurlarını biraz islâmdan evvelki İran dininden, biraz da Arap hegomonyasının Şark’taki sukutundan sonra bilhassa İran’da İslamlığa karşı meydan alan dini irticalardan, İslamlığın batınî anarşisinden ve bunların iptizal etmiş bakiyelerinden alır.
Fakat tekkenin ve şeyhin mânevî silâhları olmasa, Kürt toprak bentliği derhal müttekâsız ve mukavemetsiz kalır. Derebeyi ve şeyh, her ikisi de gıdasını toprak köleliğinden alan biri cismanî diğeri ruhanî iki müteaddi iktidar ki, bu kudretleri ekseriya aynı şahısta tecemmüt etmiş buluruz.
***
Türk köyünün kürtleşmesi, Türk köyünde küçük çiftçiliğin serbest toprak mülkiyetinin tasfiyesile başlar.
Eski hükûmetlerin her türlü himayeleriyle etraflarındaki Türk nüfusu aleyhine her gün biraz daha silâhlanan ve azan bir kürt aşiretinin, tesallûtu karşısında birgün, ya canından, ya toprağından geçmek ıztırarında kalan Türk köylüsü toprağını bu kürt beyine terk edince, derhal, bu beyin arazisinde çalışan bir canlı “meta” bir “toprak kölesi” haline düşer. Artık onun hem malı, hem canı, hem namusu Kürt beyinin malıdır. Artık onun kendini Kürt sayması, Kürtçe konuşması ve beyin adamlarının ardından derhal köye gelip yerleşen izbandut gibi bir tarikat şeyhinin, her gösterdiğine tapması, her dediğine inanması lazımdır.
Fakat bu da kifayet etmez.
Kürt beyi her zaman asidir. Yeni tebaanın da beyinin isyanına iştirak etmesi, onun cinayetlerine şerik olması lâzımdır. O zaman talanlar ve baskınlar başlar. Kürt beyine teslim olan Türk köylüsü, başında bir keçe külah, elinde beyinin ariyet silahı ve sabıkalı bir haydutun kumandası altında, yakındaki Türk köylerini basmaya çıkar. Talanın bütün ganimeti beye aittir. Fakat arada bir kaç günahsızın kanı dökülünce, bu köylünün de mukadderatı artık beyinin mukadderatiyle birleşmiş demektir. Dininden, milliyetinden ve mülkiyetinden tecrit olunan bu zavallı mahluk, artık bir vergi kaçağı, bir asker kaçağı, bir sabıkalı, bir vahşi unsurdur.
Kürt beyi, tehakkümünü Kürtleştirilmiş Türkün, toprağı, kanı, milliyeti, dini ve namusu pahasına yaşatır.
***
Dersim’i Kürt aşiret feodalizminin vatanıdır derler. Halbuki Dersim’de biz, ta dokuzuncu asırdan beri Anadolu’da yerleşen ilk Oğuz Türklüğünün en halis lisan ve teşekkülat unsurlarını buluruz. Dersim’i görmemişseniz bile tavsilatlı bir Dersim haritasına göz gezdiriniz. Bu haritada yer, köy ve geçit isimleriyle, aşiret isimlerinin %70’i halis Türkçe’dir.
Kürt geçinen, fakat ahalisi Kürtçe bilmeyen köyleri hatırlıyorum. Ahalisi Türkçe’yi unutan, fakat henüz Kürtçe’yi de bellemeyen, ihtiyarları Türkçe konuşan fakat gençleri Türkçe bilmeyen ve Türkçe’yi bırakmaları tarihi daha ancak elli, otuz, yirmi, hatta beş on sene evveline icra eden Kürt köyleri hatırlıyorum. Ermeni unsurun çekilişi, fakat bırakılan boş yerlerin Türk muhacirleri tarafından doldurulmayışı, bir çok yerlerde yayla ve dağ unsuru olan derebeyini ova ve geçit köylerine indirmiştir. Yeni Türkiye’nin nizamı ve disiplini işe müdahale etmemiş olsaydı, bedeli sekiz senede ödenmek üzere yüz, yüz elli liraya satılan köyler üzerinden korkunç bir derebeyliğin, Şark vilayetlerimizin kapılarına kadar sokulduğunu görecektik.
Derebeylik nizamının tasfiyesi, Şarkta, uzun asırlar imtidadınca topraksızlaştırılan, mülksüzleştirilen köylünün mal ve mülkiyet sahibi kılınması neticesinde bitecektir. Küçük çiftlik, toprak köleliğinin zıddıdır ve derebeylik münasebetlerinin en emin tasfiye vasıtasıdır.
Toprak, yurt, istihsal vasıtaları sahibi kılınacak kürtleşmiş Türk’ün kendi diline ve öz iktisat nizamına dönmesi, oralarda serbest mübadele usullerini ve pazar münasebetlerini genişletirecek ve bu genişleyen münasebetler Türk milletinin siyasî ve iktisadî tecanüs ve vahdetini temin edecektir.
***
Derebeylik nizamının tasfiyesi, Türk inkılâbının tabiî bir mevzuudur. Bunun içindir ki Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun zıddına olarak, daha, ilk adımdan itibaren derebeyinin karşısında açık cephe almış bulunuyor. Yeni Türk ahlâkı, ne şoven, ne de emperyalisttir. Millî adavetler, yeni Türk devletinin Anadolu’da teessüs ettiği günden beri Türk vatanının meçhulüdür. İnkılâbın derebeyliğine karşı harbi, bütün milletin kendi hürriyet ve emniyetini tehdit eden bir yabanı ve kuru vüslat müesseseye karşı maddeten ve manen mücadelesidir.
Asırlardanberi karşısında derebeyden, şeyhten ve eşkiyadan başka bir şey görmiyen Şark vatandaşına iyi idareci, iyi muallim olacak ve Türk inkılâbının temsil ettiği iktisat, hukuk, ve kültür prensiplerini vatanın bu hücrâ bucaklarına götürecek idealist ve yetişkin bir gençlik kadrosuna muhtacız.
Ağrı dağı gerilerinde pusuda bekliyenlerin sinsi kastleri, toprağından, milletinden ve mülkiyetinden tecrit edilip iktisaden bir canlı meta, ruhan bir karaçamur ve hukukan bir mücrim haline getirilen Türk vatandaşının, toprağı, hürriyeti ve hakkı tamamladığı gün kendiliğinden akim kalacaktır.
***
Munzur dağı eteklerindeki Fırat kıvrıntısından Ağrı’ya, Van, Hakkari, Gevar hududuna kadar, dünyanın en güzel tabiatını sinesinde barındıran eşsiz bir vatan parçası yatıyor.
Bir zamanlar “Orto” yahut “Orarto” denilen ve tarihin en bilinmeyen devirlerinden beri bize ait olan, her adımında bizim kanımızın, dilimizin ve harsımızın yadigârını taşıyan bu derin vadiler, bir engin dağlar ve yaylalar memleketini her vatan çocuğunun bilmesi, tanıması, sevmesi ve ona bağlanması lâzımdır.
Eski Yunan tarihçilerinden Ksenofon’nun “On binlerin ricatı” eserinden alınmış bazı parçalar okumuştum. Bu parçalardan birinde, şimdi bizim Şark vilâyetlerimizden bir kısmını teşkil eden Cezireiulyâ yaylasından bahsederken Ksenofon diyor ki:
“Bu memleketin vadilerinde insan eli değmemiş bir karış yer bulunamaz. Her avuç toprak ayrı ayrı işlenmiş ve ekilmiştir. Her taraftan şen ve kalabalık bir hayatın sesi gelir”
Ksenofon’un devrinde, Asur kitabelerinde ismi geçen, hem medeni hem cengaver bir Asyalı kavmi barındıran bu memleket, şimdi Anadolu’nun en insansız yeridir. Yeni Türkiye bu yeri boş ve bakımsız olarak almıştır.
Kötü bir devirin idaresi altında köylüler göçebeleşmiş, yollar tenhalaşmış ve ekilen yerler ekinsiz kalmıştır. Fakat göçebenin yeniden köylüleştirilmesi, terkolunan mezraların yeniden ekilmesi, yolların ve geçitlerin, malından ve hayatından emin, şen ve kalabalık bir Türk nufüsuna yol ve geçit vermesi işi, inkılâp Türkiyesi’nin bilerek üstüne aldığı vazifelerin en çetini değildir.1
Dipnotlar:
1. Bu mektuplar 1925 yazında “Vakit” gazetesinde neşrolundu.
2. Hakimiyeti Milliye matbaası -Ankara- 1932.