« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

01 Nis

2013

AHMED VEFİK PAŞA

01 Ocak 1970

(ö. 1891) Türk devlet adamı, Türkiye'nin ilk türkolog ve Türkçülerinden, lügat âlimi, tiyatro edebiyatının önde gelen bir kurucusu.
Büyük babası ve babası tarafı ile dev¬lete tercümanlar vermiş münevver bir aileden gelen Ahmed Vefik, bütün tah¬sil yıllarını ve ilk memuriyet hayatını içine alan II. Mahmud devrinde İstan¬bul'da doğdu. Doğum yılı için 1823'ten (1238) başlayıp 1813e (1228) kadar çıkan farklı tarihler verilmektedir. Bun¬lardan, torununun bildirdiği 3 Temmuz 1823 (23 Şevval 1238) tarihi daha yay¬gın ise de. girdiği mektep ve tayin edil¬diği ilk vazifeler için gerekli yaş duru¬mu, ayrıca vefatında yaşının yetmişi aş¬kın olduğuna dair beyanlar göz önünde tutularak doğum yılını 1818 veya 1819 almayı uygun görenlerden başka İbnü-lemin de 1238 kaydını 1228 şeklinde düzelterek 1813 olarak göstermeyi ter¬cih etmiştir. Ayrıca kendisini çok yakın¬dan tanımış Batılı müelliflerin yaşı hak¬kında söyledikleri de onun doğum yılını hep 1823'ten öteye götürmektedir. Ubicini ve Ch. Rolland'ın yaşı ile ilgili tah¬minlerine göre bu tarih 1818-1819 yılla¬rına gitmekte, Senior'unkinde ise 1812!ye çıkmaktadır.
Babası, Dîvân-ı Hümâyunun İlk müslüman tercümanı olan ve Bulgaristan asıllı olduğu için Bulgarzâde diye tanın¬mış Yahya Naci Efendi'nin (ö. Temmuz 1824) oğlu olup Hariciye Nezâreti Tercü¬me Odasfndan başlayarak sefaret ter-cümanlık ve maslahatgüzarlığı, daha sonra da Bâb-ı Seraskerî Tercüme Oda¬sı müdürlüğü gibi memuriyetlerde bu-lunan Rûhuddin Mehmed Efendi'dir (o. 4 Eylül 1847). Ahmed Vefik, aynı zaman¬da Abdülhak Hâmid'in babası tarihçi Hayrullah Efendi ile kardeş çocukları¬dır. Abdülhak Hâmid'in aile çevresinden edindiği bilgiye göre£ Hayrullah Efen-dinin annesi Hasenetullah Hanımın ba¬bası, öte yandan Ahmed Vefik'in de büyük babası olan ve milliyeti hakkında birbirini tutmaz rivayetler nakledilen Yahya Naci Efendi, Hâmid'in soyadı al¬dığı Tarhanzâdeler ailesinin bir ara Bul-garistan'da iken İslâmiyet'i kaybettikten sonra ihtida eden fertlerinden biri olup özbeöz Türk'tür.
Ahmed Vefik ilk tahsilden sonra 1831'de. evvelce büyük babası Yahya Naci Efencli'nin tercüman ve hoca olarak va¬zife gördüğü ve seçkin aile çocuklarının alındığı Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun'a girdi. İshak Hoca'nın başhocalığı sırasında başladığı bu dört sınıflık mek¬tebin ikinci sınıfını okumuş iken burayı bitiremeden, 1834 Temmuzunda Paris'e tayin edilen Mustafa Reşid Paşa'nın ya¬nında elçilik tercümanlığına getirilen babası ile birlikte Paris'e gitti. Tahsiline Paris'in en gözde mekteplerinden olan Saint-Louis üsesi'nde devam etti. Riva¬yete göre Alexandre Dumas-Fils ile bu-rada sınıf arkadaşı olmuştu. Aile muhi¬tinden başka. Mühendishâne'de de gör¬düğü Fransızca'sını bu mektepte mü-kemmel hale getirdiği gibi Fransa'daki müfredat dolayısı ile Latince ve Grekçe ele öğrendi. Bir yıl sonra memlekete çağırılan Reşid Paşa geçici olarak Pa¬ris'ten ayrılırken babası elçilik müste¬şarlığına yükselen Ahmed Vefik, üç ay kadar sonra elçilikle yeniden dönüp 13 Eylül 1836'da Londra sefiri tayin edile¬ne kadar Paris'te kalan Mustafa Reşid Paşa'ya meziyet ve kabiliyetlerini tanıt¬ma fırsatını buldu. Reşid Paşa'nın ayrı¬lışından sonra da maslahatgüzar baba¬sı ile bir müddet daha Paris'te kalan Ahmed Vefik 1837'de İstanbul'a dön¬düğünde, daha önce dedesi ve babası¬nın da vazife görmüş oldukları Tercüme Odası'na memur olarak tayin edildi. İle¬ride içinden yetişmiş en seçkin eleman¬larından biri sayılacağı Tercüme Odası, kendisi için, daha sonra devlet hizme¬tinde yükseldiği makamların ilk kapısı oldu. Şark kadar, sahip olduğu parlak ve zengin Batı kültürü ile de buraya gelen yabancıların başından beri dikkat ve takdirini üîerinde toplayan Ahmed Vefik, İstanbul'daki Garp kolonisinin seçkin şahsiyetleriyle kurduğu dostluk çevresinde aranılan bir sîma oldu, De¬ğer ve meziyetlerini 11. Mahmud'un son yıllarında iyiden iyiye tanıtmaya başla¬yan A. Vefik, Abdülmecid'in saltanatı ve hâmisi Reşid Paşa'nın sadâretleri sıra¬sında memuriyet hayatında devamlı ve hızlı bir yükseliş gösterdi. Tanzimat'tan sonra devletin Avrupa'da temsili için yeni düzenlemeler yapılırken 21 Şubat 1840'ta Londra büyükelçiliğine tayin edilen, zamanın parlak ve dirayetli bir diplomatı olarak şöhret yapmış Mus¬tafa Şekib Efendi'nin maiyetinde sefa¬ret kâtipliğiyle rütbesi de “Râbia”ya yük¬seltilerek Londra'ya gönderildi. Bu ye¬ni vazife, kültürüne başka bir kapı açan İngilizce'yi kazandırdı. İki sene sonra, kaynaklarda mahiyeti belirtilmeyen hususi bir vazife ile Sırbistan'a gönderili¬şinden (1842) başlayarak, rütbe ve ka¬deme ilerlemeleri hep Tercüme Odası kadrosunda olmak üzere, 1842-1849 yıllan arasında Hariciye Nezâreti'nce uh¬desine, birinci sınıf hulefâlığına yükseli-şi yanı sıra, pasaport muayene dairesi başkanlığı. İzmir'de tâbiiyet meselele¬rinin halli işi (1843ı, iki yıl sonra İstan¬bul'a dönüşünde de 1845 sonlarında terfi ettirilerek Tercüme Odası mümey¬yizliği verildi. 1847'de kendisine devle¬tin İlk resmî salnamesinin hazırlanması ve neşri işi havale edildi.
Bir ara Türkiye'ye yerleşmek isteyen Lamartine'e verilecek çiftlik meselesini halletmek için. onun vekili ve arkadaşı Charles Rolland'ın yanında 1849 Eylü¬lünde Aydın'a gönderildi. Ekim ortaları¬na doğru dönüşünde Tercüme Odası başmümeyyizliğine yükseltildi. Enerjisi ve üstün kabiliyetleriyle dikkatleri çe¬kerek bundan sonra birbiri ardınca üst dereceden memuriyetlere getirilen Ah¬med Vefik. kendisine çetin siyasî me¬selelerin halli ile ilgili mühim vazifeler emanet ve havale edilen gözde bir sîma oldu. Bunların başında, sonuçlandırma¬ya memur olduğu Macaristan mülteci-leri ve Besarabya'yı işgal altına almış Rus kuvvetlerinin oradan geri çekilme¬leri meselesi gelir. Rusya ve Avustur¬ya'nın iade edilmeleri için 1849'da gi¬riştikleri ve harp ilânı tehdidine kadar vardırdıkları baskılar dolayısıyla devle¬tin başına ciddi bir gaile olan Türkiye'ye sığınmış Macaristan ihtilâli mültecileri konusunda, Balta Limanı Konferansı'nda ve Çar nezdinde sürdürülen temaslar¬la varılan kararlan yerinde yürütme işi yanı sıra, Fuad Paşa'nın yerini alacak en uygun kimse olarak 1849 Aralığında Memleketeyn komiserliğiyle vazifelen¬dirildi. Gerekli hazırlıklardan sonra İs¬tanbul'dan hareket edip 5 Şubat 1850-de, Rumeli'deki Türk topraklarına sığın¬mış Macar ve Lehli mültecilerin toplu olarak sevkedildikleri Şumnu'ya vardı¬ğında onlar tarafından alkışlar ve fener alayları ile karşılandı. Rusya ve Avustur¬ya'nın kendilerine iade edilmeleri istek¬lerinin reddine karşılık. Rusya'nın ısrarı doğrultusunda imparatorluğun Rus sı¬nırından ve Balkanlar'dan uzak merkez¬lerinde gözetim altında bulundurulma¬ları kararlaştırılmış olan, ancak kendile¬rini akıbetlerinden dolayı vehim ve en¬dişeye kaptırmış ihtilâl ileri gelenlerinin ikna edilip belirlenen yerlere gönderil¬mesi ve haklarında kısıtlayıcı kayıt bulunmayan diğer mültecilerin de istedik¬leri ülkelere şevki işini bir ay bile sür¬meyen bir zaman içinde başarı ile ger¬çekleştirdi. Kesif politik temaslarla ge¬çen günlerden sonra 21 Mart 18S0'de fevkalâde komiserlik vazifesini devral¬mak üzere Bükreş'e gitti.
Ahmed Vefik'in Fuad Paşa'nın yerini alışı, Rusya karşısında Romanya'ya ye¬ni bir statü verilmesini isteyen Rumen çevrelerince ümit ve sevinçle karşılan¬mıştı. Rus işgalinin ağır yükü altında ezilen Rumen halkının meselelerini o Fuad Paşa'dan daha farklı ve vukuflu bir surette görüyordu. Romanya prens¬liklerinde Rus nüfuzu günden güne ar¬tarken A. Vefik Rus entrikalarına set çekerek Rumen halkının gönlünü kazan¬masını ve buradaki Türk menfaatleri¬ni korumasını bilen bir idare tarzı orta¬ya koydu.
Romanya'daki istiklâl hareketlerini önlemek gayesiyle Besarabya'yı işgal eden Rus ordusunun girmiş olduğu top-raklardan, onların hareketine karşı Ef¬lak'a sevkedilmiş bulunan Türk birlikle¬riyle aynı zamanda çekilmesi işinin Ruslar'ca sürüncemeye bırakılmasına mey¬dan vermeden gerçekleşmesinde yine onun, azimli tedbirleri ve taviz vermez tutumu ile mühim rolü oldu. Kendisi hakkında, “Çoktan beri Babıâli Çar or¬dularının karşısında, o zamana kadar politika ile öğür olmamış bu genç ada¬mın ağzından olduğu şekilde yüksek ve kararlı konuşmamıştır. diyen Ubicini'nin belirttiği gibi, son Rus taburları Prufun ötesine çekildikten sonradır ki o da Ro¬manya'yı terketmekteydi.
On sekiz ay süren bu memuriyeti sı¬rasında mükemmel bir diplomat oldu¬ğunu ispatlayan A. Vefik. vazifesi bitti¬ğinde buradaki hizmet ve başarıların¬dan dolayı Sultan Abdülmecid namına hususi bir takdirname ile taltif edildiği gibi, başta Rumenlerinki olduğu halde yabancı basında da şahsiyetini ve başa¬rılarını öven yazılar çıktı. Boğdan Prensi Stirbey de Rumen halkı adına kendisine bir teşekkürname yayımlamıştı.
Dönüşünde efkâr-ı umûmiyece harici¬ye nazırlığı için biçilmiş bir kaftan gi¬bi görülen Ahmed Vefik. daha Roman¬ya'dan ayrılmadan Encümen-i Dâniş'in 1 Haziran 1851'de kuruluşu ile birlikte adları da ilân edilen kırk kişi arasında buraya aslî üye seçilişi ardından, İstan¬bul'a gelişinden birkaç gün sonra da 15 Haziran 1851”de Tahran büyükelçiliğine tayin edildi ve bu münasebetle rüt¬besi ûlâ sınıf-ı sânîsine yükseltildi (hazi¬ran sonu). İki ay sonra da pek az kim¬seye lâyık görülen iftihar nişanı verildi. Yeni vazifesine hemen gittiğinin sanıl¬masının aksine ancak bir senelik gecik¬me ile Tahrana hareket edebildi. Böy¬lece Encümen-i Dâniş'in başlangıçtaki toplantılarına katılma fırsatını elde etti.
İran'la siyasî münasebetlerin isteni¬len seviyeye getirilmesi düşünüldüğü bir sırada kabiliyetlerinden, aynı zamanda Rusya ve İngiltere elçileri ile yakından temas kurabilecek durumda olmasından dolayı bu iş için en uygun kimse olarak bilhassa seçilmiş bulunan Ahmed Vefik, Tahran elçiliğinde meziyeti eriyle kendi¬ni bir kere daha ispatladı. Daha 4 Eylül 1852'de şahın huzuruna kabul merasi¬minden başlayıp İran hükümetinin bütün itirazlarına rağmen elçiliğe Türk bayrağının çekilmesine kadar protokol¬de Osmanlı Devleti'nin ağırlığını çeşitli vesilelerle hissettirmeye dikkat eden Ahmed Vefik, Kırım Harbi dolayısıyla İran'da çeşitli Rus entrikalarının dön¬düğü bir zamana rastlayan bu vazife¬sinde Türk menfaatlerinin korunması bakımından büyük bir dirayet gösterdi. 1854 ilkbaharındaki bir mektubunda, “İran bizim için tamamen kazanılmış bir savaş meydanıdır” demesi bu diplomatik başarının ifadesidir. Kırım Harbi'nin pat¬lak vermesinden az önce, bir sene için¬de İran'daki işlerini bitirebileceğini ümit eden Ahmed Vefik vazifesinden 1854 Eylülünde izinli olarak ayrılırken Bağdat mıntıkasını ve doğu sınır bölgesini tef¬tişe de memur edilmişti. 1 Eylül'de İran hükümdarı Nâsırüddin Şah tarafından huzura kabul olunup güç şartlar altında dirayetle yerine getirdiği hizmetlerinden dolayı kendisine şahın elmaslı portresiy-le birlikte İran'ın en büyük nişanı veril¬miş, ertesi gün şahın hassa alayında¬ki bir birliğin refakatinde yola çıkmış¬tı. Bölge teftişi münasebetiyle bir süre Bağdat'ta kalıp 25 Kasım 1854'te İstan¬bul'a dönüşünden az sonra. Reşid Pa-şa'nın dördüncü sadâretinde, hizmetle¬rine mükâfat olarak rütbesinin ûlâ ev¬veline yükseltilmesinden başka, kendi¬sine yeni ihdas edilen Mecîdî nişanının ikinci rütbesi verildi; ayrıca Tahran se¬firliği sıfatı uhdesinde kalmak üzere, ile¬ri gelen devlet adamlarına mahsus bir mevki olan Meclis-i Vâlâyı Ahkâm-ı Adliyye âzalığına getirildi (8 Ocak 1855) Bir¬kaç gün sonra da ceza ve muhakemat kanunlarını yeni baştan kaleme almak vazifesiyle memur kılınarak buranın Mu¬hakemat Dairesi başkanlığına tayin edil¬di. Ardından da bâlâ rütbesiyle birlikte 14 Mart 1857'de Deâvı nazırlığına yük¬seltildi. İş sahiplerine karşı tutumunun sertliği ve usulsüz muamelelerde bu¬lunduğu yolundaki şikâyetler yüzünden. Reşid Paşa'nın kısa bir müddet için sa¬dâretten ayrıldığı sırada bu vazifeden alınarak Meclis-i Vâlâ âzalığına döndü (Eylül 1857).
Meclis-i Vâlâ'daki vazifesini, biribirini takip eden sadrazam değişiklikleri ve bu arada Âlî Paşa'nın sadâreti sırasında da muhafaza eden Ahmed Vefik'e Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'nın kısa sadâreti zamanında 10 Aralık 1859'da Paris bü-yükelçiliği verildi.
Bu vazifesinde Türklüğün şerefini ve devletin itibar ve haysiyetini korumak yolunda -meselâ Hz. Muhammed ile ilgi¬li bir tiyatro temsilini daha perde açılır¬ken bizzat sahneye çıkarak durdurma¬sı gibi- çeşitli fıkra ve menkıbelere ko¬nu olacak derecede enerjik davranışları, millî menfaatler hususundaki hassasiye¬ti ile nam yaptı. Varışından üç buçuk ay kadar sonra Lübnan'da müslümanlarla yerli hıristiyanlar arasında 1860 Hazira¬nında patlak verip Temmuz başlarında Suriye'ye sıçrayan ve Avrupa'da büyük heyecan ve tepki doğuran katliamların devletler arası mühim siyasî bir mesele halini alarak Fransa'nın nizamı kurmak bahanesiyle Suriye'yi işgale kalkması¬nın sebep olduğu buhran esnasında, ba¬şını İmparator III. Napoleonun çektiği Fransız ihtiraslarının gemlenmesinde mühim bir rol oynadı. Fransa'nın Bey¬rut ve Şam'a asker göndererek müda¬halede bulunmak teşebbüsü üzerine Paris'te İngiltere, Fransa, Prusya, Avus¬turya, Rusya ve Türkiye arasında duru¬mun müzakare edilip bir sözleşmeye bağlanması için toplanan konferansta diplomatik oyalamalar ve yaptığı şid¬detti çıkışlarla meselenin Avrupa efkâr-ı umûmiyesindeki ilk heyecanının yatıştı¬ğı bir zamana kaymasını sağlayarak İn¬giltere delegesinin de kendisini destek-lemesiyle Fransa'nın isteklerini sınırla¬mayı başarmış, bu arada Rusya delege¬sinin Osmanlı İmparatorluğumun başka taraflarına da böyle müdahalelere ze¬min hazırlamak gayesiyle ısrarlı bir şe¬kilde ortaya sürdüğü teklifi de kati su¬rette akamete uğratmıştı. Paris'te beş büyük Avrupa devletinin temsilcileriyle birlikte 3 Ağustos ve 5 Eylül 1860 ant¬laşmalarına imza koyan Ahmed Vefik'in gördüğü büyük hizmeti, zamanın hadi¬selerini gazeteci sıfatı ile de yakından takip eden Mordtmann, “Fuad Paşa'nın fevkalâde vazifesi bittiğinde Fransız as¬kerinin Suriye topraklarını terketmesini Türkiye ona borçludur” diye ifade et¬mektedir. Lübnan ve Suriye hadiseleri ilk duyulduğunda efkâr-ı umûmiyenin dinî taassupla galeyana geldiği Fransa, Suriye'ye büyük bir ordu şevki için ha¬zırlıklara girişirken Ahmed Vefik daha işin başında Babıâli'yi uyarıp Hariciye Nâzın Fuad Paşa'nın fevkalâde komi¬serlikle bir an önce gönderilerek ona, az sonra Paris anlaşması gereğince ge¬len Fransız kuvvetlerine Suriye'de yapa¬cak hiçbir şey bırakmayan tedbirleri al¬ma fırsatını kazandırmıştı. Ahmed Ve¬fik bütün elçilik süresince gösterdiği eğilmek bilmez siyasî tutumu ve sağ¬lam karakteriyle Avrupa diplomatik çev¬relerinin hayretle karışık takdirlerini üzerine çekmişti. Emellerini köstekle¬yen ve şiddetli çıkışlarından sıkılan III. Napoleon onun geri alınmasını istedi. Suriye meselesinde ortaya koyduğu cü¬retkâr tavrı, devletin menfaatini koru¬masına karşılık kendisinin vazifesinden uzaklaşması neticesini doğurmuştu. 20 Ocak 1861'de yerine Veliyyüddin Pa¬şanın tayin edilmesiyle Ahmed Vefik'in Paris elçiliği sona erdi. Veliyyüddin Pa¬şa'nın Paris'e varması nisan ortalarını bulurken Ahmed Vefik, daha önceki pro¬tokollerde Suriye'de altı ay müddetle kalması kabul edilen Fransız kuvvetleri¬nin kalış sürelerinin bir altı ay daha uzatılmasını kararlaştırmak için büyük dev¬letler arasında Paris'te yeniden topla¬nan konferansa Türkiye'nin fevkalâde murahhası sıfatı ile katıldı ve 19 Mart 1861 antlaşmasını imzaladı. Bu arada Şubat 1861'de Meclis-i Vâlâ âzalığına ikinci defa tayini çıkmıştı.
Meclis-i Vâlâ âzası olarak 14 Nisan 1861'de İstanbul'a dönen Ahmed Vefik, 23 Kasım 1861'de kurulan Fuad Paşa kabinesinde, paşa henüz fevkalâde ko¬miserlikle Şam'da bulunmakta iken, Yû¬suf Kâmil Paşa'nın sadâret kaymakam¬lığı sırasında doğrudan doğruya hüküm¬dar iradesiyle Evkâf-ı Hümâyun nâzın ol¬du. Burada. Süleymaniye Camİİ'nin sür-dürülmekte olan iç tamir ve restorasyo¬nunda gösterdiği fevkalâde gayret ve hizmetten dolayı, cami kısmen tekrar ibadete açıldığında (15 Şubat 1862) ikin¬ci rütbeden Osmanî nişanı ile taltif edil¬di. Büyük bir kararlılıkla bu nezarete bağlı müesseselerdeki birçok yolsuzluk¬ların üstüne gitmesi yüzünden bunla¬rı işleyenlerin hâmisi veya yakını duru-munda olan. bazı ileri gelenlerin kin ve düşmanlıklarını üzerine çekti.
Evkaf Nezâreti'nde altı ay kaldıktan sonra yapılmak İstenen malî ıslahat için Sadrazam Fuad Paşa'nın kurulmasına Ön ayak olduğu Dîvân-ı Âlî-i Muhasebat başkanlığına bakan statüsü ile getirildi (29 Mayıs 1862) Bütçe teftişi gibi mü¬him bir vazife ile de yetkili kılınan bu yeni devlet müessesesini teşkilâtlandı¬rıp işler vaziyete getirmek işi kendisi¬ne havale edilmişti. Ancak memuriyeti¬ne başlayalı henüz üç hafta olmuşken. Belgrad varoşlarındaki halka ve askerî karakollara Sırplar'ca üstüste saldırıla¬ra geçilmesi ve bunlara kaleden topla karşılık verilmesi zorunda kalınması ne¬ticesinde çıkan hadiseleri yerinde ince¬lemek ve büyük devletlerin müdahale¬sini davet edecek politik bir gaile haline gelmeye müsait bulunan bu nazik me¬selenin dal budak salmasına meydan vermeden gereken tedbirleri almak va¬zifesiyle Belgrad'a gönderildi 119 Haziran 1862) Belgrad'da iki ay katan Ahmed Vefik gerekeni kendinden beklenen şe¬kilde başarıyla yerine getirdi. Meydana gelen hadiselerden Sırp beyi Prens Mihail'i sorumlu tutan raporuna dayana¬rak harekete geçen Babıâli'nin büyük devletlere Temmuz 1862 tarihli memo¬randumu üzerine Sırp meselesini görüş¬mek için bu devletlerin elçileriyle İstan¬bul'da yapılacak konferansa katılmak talimatını alınca 16 Ağustos 1862'de İs¬tanbul'a döndü.
Gelişinde altı ay kadar daha sürdür¬düğü Dîvân-ı Muhasebat başkanlığı va¬zifesinden 1863 Şubat sonlarında ayrı¬larak yine Meclis-i Vâlâ Kavânîn Dâiresi âzalığına geçti. Bu yılın kışında Darül-fünun'da umuma açık derslerin veril¬meye başlanmasından kısa bir müddet sonra Dîvan-ı Muhasebat başkanlığın¬dan ayrılacağı sırada, kendi arzusuyla
üzerine aldığı Hikmet-i Târih adı altın¬daki derslerine 17 Şubat 1863'ten iti¬baren başlamıştı. Hulâsaları Tasvîr-i Ef¬kâr gazetesinde tefrika halinde bası¬lan bu dersler ancak bir buçuk ay ka¬dar devam edebildi. Süresinin bu kadar kısa olduğunu bilememek yüzünden, bir çoklarınca Darülfünun müderrisliği Ah¬med Vefik için başlı başına bir sıfat ve üstelik tayinle getirildiği bir makam ve vazife gibi söz konusu edilmiştir.
Yolsuzlukları ve idarî aksaklıkları ye¬rinde tesbit edip gidermek gayesiyle Anadolu ve Rumeli'de geniş çapta bir idarî teftiş hareketine teşebbüs edildi¬ğinde, 2 Nisan 1863'te Yûsuf Kâmil Pa-şa'nın sadâreti sırasında Anadolu sağ kol müfettişliğine tayin edildi. 4 Mayıs 1863'te İstanbul'dan ayrılan A. Vefik'in teftiş sahası Batı Anadolu'da Kocaeli'den İçel'e kadar olan güzergâhtaki merkezleri içine almakta idi. Daha Darı¬ca, İzmit gibi ilk merhalelerinden başla¬yarak vardığı her yerde giriştiği yapıcı olduğu kadar hızlı ve çok başarılı parlak icraatını devrin gazeteleri hususî suret¬te verdikleri haberlerde takdirle akset¬tiriyorlardı. İhmal ve büyük zelzele do¬layısıyla baştan başa harap vaziyette gördüğü Hüdâvendigâr (Bursa) vilâyeti¬nin imarı işi, A. Vefik'i teftiş sahasının ileriki duraklarına gitmekten alıkoydu. Devletin iik payitahtını içinde bulundu¬ğu harap halden kurtarmayı millî bir izzeti nefis meselesi kabul eden A. Ve¬fik. Bursa'yı iptidaî ve yıkık dökük bir şehir olmaktan çıkarıp mâmur bir ha¬le getirmek için büyük gayret sarfetti. Kendisine gelinceye kadar Bursa'nın pek ihmal edilmiş yol meselesini başlı başına bir iş edinerek dolambaçlı yol¬larla boğulmuş şehir içini kestirme ve geniş yeni yollar açarak ferahlatmayı başta gelen bir belediyecilik siyaseti bil¬miş, hastahane bakımından fakir olan şehrin kendisinden sonra tamamlana¬cak bir memleket hastahanesine ka¬vuşmasına ön ayak olmuş, şehre dağlar¬dan bir tanesine halkın Müfettiş Suyu diye de kendi adını verdiği sular indir¬miş, bataklıkları kurutmuş, eşkıyalığın kökünü kazımıştı. Bursa'nın tarihî eser ve âbidelerinin kurtarılması ise Ahmed Vefik'in adını, daha sonra valiliğinde yaptıkları ile beraber yıllarca dillerden düşürmeyen en büyük hizmet ve başa¬rılarından oldu. Zelzelenin tahribatıyla kubbesi yıkılmak üzere olan Yeşilcamİ'yi. çinileri dökülmekte olan Çelebi Mehmed Türbesi'ni ihyaya muvaffak oluşu, her iki mimari âbidenin, Cem Sultan Türbe¬si de dahil, ayrıca üzerleri örtülüp za¬manla görünmez olmuş duvar nakışla¬rını ve çinilerini Fransız seramikçi ve mi¬marı Parvillee eliyle tekrar gün ışığına çı¬karışı. A. Vefik'in Bursa'da giriştiği bü¬yük imar ve restorasyon hareketinin ba¬şında yer alır. Ulucami de tekrar eski güzelliğini bulurken şehirdeki bütün se¬lâtin cami ve türbeleri onun gayretiyle tamire girer. Bu arada Osmanlı Devleti'nin ilk iki hükümdarı Osman ve Orhan gazilerin köhne ev yığınları arasında gö¬rünmez olmuş türbelerini de çevrelerini açarak ortaya çıkardı. Engel tanımayan azmi sayesinde ayrıca vakıf gelirlerini temin ettiği daha birçok cami ve tarihî binayı restore ettirerek şehre kazandır¬dı. Ahmed Vefik, tamir edilen camileri, hanları, çeşme ve şadırvanları ile Bur¬sa'yı bir imar şantiyesi haline getirmiş¬ti. Burayı güzelleştirme ve mâmur kıl¬ma uğrundaki hizmetleri herkesçe tes¬lim edilen Ahmed Vefik Paşa şehir hal¬kı tarafından yıllarca “Bursa'nın kurta¬rıcısı” diye anıldı.
Geniş çaplı imar faaliyeti yanında ida¬rî bozukluklara ve çeşitli yolsuzluklara da el koyan A. Vefik hakkında, bundan menfaati bozulan bir kısım memur ve eşrafın halktan bazı kimseleri kışkırt¬maları, merkezdeki siyasî düşmanları¬nın da bunları desteklemesiyle ortaya atılan iftira ve şikâyetlerden dolayı, me¬muriyeti bir buçuk seneye vardığı sıra¬larda tahkikat açılmıştı. Bu arada 2 Ekim 1864'te bütün müfettişlikler lağ¬vedildi ve kendisine yeni bir vazife veril¬medi. Düşmanlarının rol oynadığı tahki¬kat sonunda, 11 Mart 1865'te emeklilik adı altında azli ilân edildi. Böylece yirmi yedi yıl başarı ile sürmüş bir devlet hiz¬metinden sonra artık memuriyet haya¬tına uzun süreli kesintiler getiren azil¬ler devresi başladı. Rumelihisan'ndaki köşküne çekilen Ahmed Vefik, azlini gerçekleştiren Fuad Paşa kabinesini ta¬kip eden Rüşdü ve Âlî paşaların sa¬dâretleri zamanında yedi sene boyunca vazifeden uzak kaldı.
Daha önceleri, Âlî Paşa'nın 25 Ağus¬tos 1860 tarihli bir mektubunda Fuad Paşa'ya bizzat haber verdiği üzere, 1860 yazında Paris'te sefir bulunduğu sırada İngiltere elçisi Sir Henry Bulvuer tarafından sadârete gelmesi için çalı¬şılan. Yeni Osmanlılar'ın 1867'de bir kı¬sım âzasınca da sadrazamlığa en uygun namzet olarak düşünülen A. Vefik'in bu kadar uzun süre rnâzul tutulmasında siyasi bir rakip gibi görülmesinin de mühim bir tesiri olmalıdır. Ayrıca, dev¬rin iktidarı elinde tutan ricaline karşı Abdülaziz tarafından Ahmed Vefik'in sa¬dârete getirilmesi alternatifinin zaman zaman bir tehdit gibi ortaya atıldığı da bilinmektedir.
Mektuplarında görüldüğü üzere mâ-zuliyet yıllarını çeşitli sıkıntılar içinde geçiren Ahmed Vefık. bu devrede ken¬dini adını edebiyat ve fikir hayatımız¬da bir şöhret yapacak çalışmalara ver¬di. İlk Moliere tercümeleriyle mektepler için kaleme aldığı Fezleke-i Târîh-i Osmânî, mühim bir folklor ve dil derle¬mesi olan Atalar Sözü (Türkî Durûb-i Emsal) ve Micromegas tercümesini bu yıllarda ortaya koydu. Telemaque ve Gil Bas'in tercümesine başladı. Bir maarif-çi tarafı her zaman kendini gösteren A. Vefik, bu arada talebe için yer adları¬nı Türkçe okunuşlarına göre tertipledi¬ği dünya küresi ile çeşitli haritalar da bastırdı.
Manevî ıstıraplardan başka geçim sı¬kıntıları ile de bunaldığı bu uzun mâzuliyet hayatı Sadrazam Âlî Paşa'nın Ölü¬mü (12 Eylül 1871) ile son buldu. Mahmud Nedim Paşa onun yerine sadrazam olur olmaz kendisine tekrar mühim ma-kamların yolu açıldı. İlkin 25 Eylül 1871’de Rüsumat emini tayin edilip hemen ardından birinci rütbeden Mecîdî nişanı ile taltif edildi. Ancak burada fazla ka-lamayıp kendisini tutan Mahmud Ne¬dim Paşa'nın sadâreti müddetince. key¬fi ve usullere aykırı muamelelere mey¬leden mizacının daha da açığa vuran te¬siriyle hiçbirinde uzun süre kalamadığı üst seviyede değişik makam ve memu¬riyetlerin ardarda birinden bir başkası¬na geçirildi. Rüsumat eminliğinden dört ay sonra vazifesi 26 Ocak 1872'de Sadâret müsteşarlığına, buradan da yine bir dört ay kadar sonra 16 Mayıs 1872'de Maarif nazırlığına, altı buçuk ay kadar bir zamanı takiben de Mütercim Rüşdü Paşa'nın sadâretinde 5 Aralık 1872'de Şûrâyı Devlet âzalığına çevrildi. Bu son memuriyetinde henüz dokuz ayı doldur¬mamışken yine yeni bir azille vazifesin-den alındı (15 Ağustos 1873). Ahmed Ve¬fik, iki sene esnasında birbiri ardınca getirildiği bu makamlar içinde anılması gereken en mühim icraatı Maarif nazır¬lığında göstermiştir. İlkokul tahsilini yay¬gınlaştıracak tedbirlerin alınması üzerin-de durması, köy mekteplerine tahsisat temini, maarif işlerinin düzenli bir şekil¬de yürütülebilmesi için vilâyet merkezle¬rinde hususi komisyonların kurulması, bu kısa süreli nazırlığının memleket ma¬arifine bilhassa kazandırdıklardandır.
Şûrâ-yı Devlet âzalığına son verilme¬siyle hayatı bu defa üç buçuk seneye yaklaşan yeni bir mâzuliyet devresine girdi. Ancak yazı ve neşir faaliyeti için ye¬niden fırsat bularak bu sırada, devrin şartlarına göre şaşılacak bir derleme kudreti ve büyük bir sabırla hazırladığı, aynı zamanda Türk lügatçiliğinde yeni bir çağ başlatan iki ciltlik Lehce-i Osmanî adlı çalışmasını ortaya koydu. Lügatinin neşri sırasında 1876 Ağustosu başında hükümetçe memur edildiği 1876 Eylü¬lünde toplanan Petersburg Orientaüstler Kongresi'nde Türkiye'yi temsil etti ve ayrıca Türk-Tatar seksiyonunun başkan¬lığını yaptı.
On altı yıllık saltanatı sırasında, haya¬tının toplam on buçuk yıl kadar bir kıs¬mını azillerle geçirdiği Abdülaziz'in Ölü-münden (4 Haziran 1876) sonra vazifeye getirilmek için yeniden hatırlanan Ah¬med Vefik bu devrede devlet hizmetin¬de gelinebilecek en yüksek makamlara erişti. Özellikle Abdülhamid'in saltanatı¬nın ilk yıllarında mühim siyasî vak'ala-rın içinde yer aldı. 1. Meşrutiyetin ilânınından sonra İstanbul'dan mebus seçi¬lerek, Midhat Paşa ve taraftarlarının si¬yasî görüşlerine sempati göstermeyen Ahmed Vefik'e siyasî kanaatleri bakı¬mından güven duyan Abdülhamid tara¬fından, Midhat Paşa'nın yurt dışına çı¬karıldığı 5 Şubat 1877 günü. memleket¬te hiç denenmemiş, yepyeni bir vazife olan Meclis-i Meb'ûsan reisliği emanet edildi. Az bir zaman sonra da 19 Mart 1877'de meclisin açılışı ile kendisine pa¬şa unvanını kazandıran vezirlik rütbesi verildi (26 Mart 1877).
19 Mart 28 Haziran 1877 arasındaki ilk çalışma devresi İçin Kânûn-ı Esâsrnin geçici maddesi gereği seçilmeden ta¬yinle getirildiği geçici başkanlığı sırasın¬da mecliste çok otoriter bir davranış or¬taya koyan Ahmed Vefik. mebuslara karşı sert, hep kendi iradesini hâkim kılmak isteyen tutumu yüzünden o za¬mandan bu yana bir tenkit konusu teş¬kil etmekle beraber, on dört farklı dile sahip on ayrı milliyete mensup karışık ve seviyece çok değişik unsurlardan te¬şekkül eden. usul ve nizam bakımından henüz bir an'anesi bulunmayan meclis¬te disiplini ve verimli bir müzakere ze¬minini kurmaya, ayrıca birtakım gerek¬siz, aynı zamanda millî menfaatler açı¬sından zararlı münakaşaları da önleme¬ye muvaffak oldu. Ne var ki onun bu di¬siplinli yönü hep Abdülhamid'İn emelle¬ri dairesinde hareket etmekle izah edil-mek istenmiştir. Öteden beri yardım te¬şekküllerinde vazife almaktan hoşlanan Ahmed Vefık bu arada, âzası arasında ileri gelen Midhat Paşa taraftarları bu¬lunan ve faaliyetleri gittikçe hükümdara endişe verici bir yönde gelişen Hediyye-i Askeriyye Cemiyeti'nin başkanlığını da, Ziya Paşa'nın Suriye valiliğine tayin edi¬lerek buradan uzaklaştırılması ile, üze¬rine almıştı (20 Şubat 1877). Başkanlık ona geçince Nâmık Kemal. Ebüzziyâ Tevfık gibi Midhat Paşa yanlıları cemiyet¬ten ayrıldılar. Ahmed Vefik de bir müd¬det sonra cemiyeti kapattı.
Üç ayı aşan başkanlığı ardından Mec¬lis-i Meb'ûsan'ın birinci çalışma devresi 28 Haziran 1877'de sona erdiğinde 24 Ağustos 1877'de, Temmuz başından be¬ri Balkanlar'a doğru gelişen Rus ileri ha¬rekâtı dolayısıyla harp havası içine gir-miş olan Edirne valiliğine tayin edildi. Ancak üç ay kadar sonra sıhhî maze¬ret sebebiyle 29 Kasım 1877'de bu vazifeden alınıp aradan bir buçuk ay geç¬memişken, ikinci çalışma devresine gir¬miş bulunan Âvan Meclisi'ne âza yapıl-dı (27 Aralık 1877). İki hafta sonra da 11 Ocak 1878'de Ahmed Hamdi Paşa kabi¬nesinde kendisine ikinci defa olarak Ma¬arif nazırlığı verildi. Yirmi dört gün son¬ra ise 4 Şubat 1878'de. Dâhiliye nazırlı¬ğı da kendi üstünde olmak üzere, baş-vekil unvanı ile Harndi Paşanın yerine hükümet başkanlığına getirildi. Daha meclis başkanı İken, Mordtmann'ın efkâr-ı umûmiyede onun sadârete gele¬ceği yolunda doğmuş bulunduğundan bahsettiği beklenti böylece gerçekleş¬miş oldu.
Ahmed Vefik Paşa, Rus harbinin ağır yenilgisiyle ülkenin bitkin bir vaziyete düştüğü bir zamanda kendisine verilen kabine reisliğini, icraatında bir ölçüde hareket serbestliği verecek şartlar ileri sürerek kabul etmişti. Ancak, milletçe bir ölüm-kalım hali yaşanmakta iken, daha İlk gününden itibaren, sadâret un¬vanının başvekilliğe çevrilmesini, böy¬le bir unvan Kânûn-ı Esâsrde mevcut olmadığı gerekçesiyle kabul etmeyen, bundan dolayı hükümetin meşruluğunu tanımak istemeyen Meclis-i Meb'usan'ın şiddetli muhalefetiyle karşılaştı. Ahmed Vefık, ikinci çalışma devresinde birinci¬sinden çok daha kendine güven duygu¬su ile. uğranılan yenilginin saraya kadar uzanan mesullerinden hesap sorma ha¬vasına kapılarak hükümeti tanımak is¬temez ve hükümdarı da hedef tutar mahiyetteki böyle bir muhalefetin mec¬lisin kapanmasına sebep olacağı husu¬sunda uyarmaya çalıştı ise de bu hare¬ketin başını çeken, kendilerine Nâmık Kemal'in bile itidal tavsiye ettiği me¬busları yollarından döndüremedi. Ah¬med Vefık Paşa kabinesi kuruluşunun dokuzuncu günü. başvekillik adı en baş¬ta olduğu halde çeşitli formaliteler et¬rafında dizginlenemeyen bir muhalefe¬te sürüklenen Meb'üsan Meclisi'ni hükümdarın da arzusuna uyarak, devre¬nin bitmesine bir ay kala. faaliyetinin geçici olarak tatil edildiği kaydı ile ka¬patmak kararını almak zorunda kaldı (13 Şubat 1878). Ertesi gün, yani 14 Şu¬bat 1878'de hükümdarın iradesinin teb¬liğ edilmesinden sonra meclis dağıldı. Batı'da olduğu gibi aşırı hürriyetlerin hâkim bulunduğu bir meşrutî idarenin memleketin şartlarına uygun düşmeye¬ceğine inanan, hızlı ve çapı büyük de-ğişikliklerden çekinen Ahmed Vefık Pa¬şa, hadisenin içindeki yeri dolayısıyla devrin şartları tam dikkate alınmadan siyasî tarihimizde tek yönlü tenkit ve ithamlara hedef olmuştur.
Felâketle neticelenen 93 Harbi so¬nunda Rus ordusunun İstanbul kapıları¬na dayandığı, yerinden yurdundan ol¬muş yüz binlerce muhacirin kışın en dehşetli günlerinde yollara düşüp payi¬tahtın kar ve buz içindeki sokaklarına aç ve çıplak döküldüğü, devlet hazinesi¬nin gelir kaynaklarının tükenme nok¬tasına vardığı, paranın değeri kalma¬yıp şehirdeki geçim sıkıntısının gittikçe ağırlaştığı, fırınların ekmek çıkaramaz duruma düşerek halkın açlık tehdidi ile karşılaştığı, bir taraftan siyasî durum daha da vahimleşirken İngiliz donan¬masının Çanakkale'yi aşıp Marmara'ya girmeye dayatmakla İstanbul'u Rus iş¬galine uğratmak tehlikesine soktuğu. Ruslar'la çok çetin şartlar altında sulh müzakerelerinin yürütülmeye çalışıldığı bir zamanda omuzlarına büyük bir me¬suliyet yüklenen Ahmed Vefık, aldığı enerjik tedbirlerle duruma hâkim ol¬mak ve içinde bulunulan değişik plan¬daki sıkıntıları hafifletici çareler bul¬mak dirayetini gösterdi. Rus ordusunun her an şehre girme tehdidi ve hüküm¬darla birlikte hükümetin payitahttan ay¬rılması gibi ihtimallerin yanı sıra karşı karşıya gelinen iktisadî krizin eşiğinde bir panik havasına düşülmesini, topar¬layıcı ve güven verici şahsiyetiyle önledi. Sokaklarda, cami köşelerinde sürünen muhacir kitlelerinin Anadolu'ya yerleşti¬rilmesini sağlamak gibi o günlerin çetin bir gailesinin de üstesinden geldi.
İcraatı halkın gönlüne biraz su ser¬pen Ahmed Vefık, iç ve dış zorluklara göğüs gerip memleketi içinde bulundu¬ğu elemli durumdan sıyırmaya çabala¬makta iken diğer vekillerle birlikte veli¬aht Reşad Efendi'yi tahta çıkarma terti¬bi peşinde olduğunu haber veren asılsız bir jurnal üzerine, Ayastefanos Antlaş-ması'nı da içine alan iki ay dokuz günlük çok yorucu ve yüklü bir hizmetten sonra 18 Nisan 1878'de azledildi. Bütün müs-bet icraatı yanında, Edirne'ye doğru Rus ileri harekâtı karşısında son Türk kuv¬vetlerini çevrilip esir veya imha olmak¬tan kurtararak Ege üzerinden Gelibo-lu'ya getirmeye muvaffak olan Umum Rumeli Orduları Kumandanı Süleyman Paşa'yı, Serasker Rauf Paşa'nın kin ve tertiplerine alet olarak, Meb'ûsan Mec¬lisi âzalannı saltanat ve hükümet aley¬hine kışkırtmak suçu ile tevkif ve mu-hakeme altına aldırmak gibi bir hata¬dan beri kalamamıştı.
İngiltere elçisi Layard'ın Berlin Kongresi'nde Türk başmurahhası olması için Abdülhamid'i ikna etmeye çok çalıştığı Ahmed Vefık. on ay kadar mâzul kal¬dıktan sonra 4 Şubat 1879'da Bursa'ya vali tayin edildi. Bursa'nın imar ve tan¬zimi için daha önce müfettişliği sırasın¬da başlamış olduğu faaliyetlere daha geniş imkânlarla devam etti. Aleyhindeki söylentilere bir cevap olurcasına, bu¬radaki üstün hizmetlerine mükâfat ola¬rak valiliğinin üçüncü senesine girdiği sırada kendisine devletin en büyük ni¬şanı olan birinci rütbeden murassa' nişân-ı Osmânî verildi (12 Ocak 1882) Bursa'da ipekçiliği geliştirmek, gülcülük ve gülyağı sanayiini ilerletmek, pirinç eki¬mini teşvik etmek, harap mektepleri ta¬mir ettirip ayrıca yenilerini de açarak mektep sayısını arttırmak, kız çocukla¬rı da dahil okuma yaşındaki bütün ço-cuklara ilkokul mecburiyetini getirmek, Bursa'yı köstebek yuvasına çeviren çık¬maz sokaklardan kurtarmak, geniş cad-deler açmak gibi şehrin iktisat, maarif ve medeni seviyece kalkınmasını gaye edinen işler valiliğinin başta gelen hiz-metlerinden oldu. Ayrıca İnegöl'deki Citli maden suyunu da işleterek müfettiş¬liği sırasında kurulmasına ön ayak ol-duğu memleket hastahanesine vakıf şeklinde gelir kaynağı haline getirdi. Bir taraftan da restorasyonlarını sağlaya¬rak yine bir hayli harap cami ve tarihî eseri yıkılmaktan kurtardı. Bir de İstan¬bul'dan Bursa'ya gelmiş oyuncuları ay¬lığa bağlayarak her yıl dokuz ay müd¬detle haftada üçer defa temsiller veren ve gelirinin bir kısmını memleket has-tahanesine ayırdığı bir tiyatro kurdu, halka tiyatro kültürü ve sevgisini ka¬zandırmaya çalıştı. Bütün bu işler ara¬sında, daha öncekilere burada oynan¬mak için tercümelerini hazırladığı ye¬nilerini katarak on altı kitaplık Moliere külliyatı ile Telemaque tercümesini ve bir de Atalar Sözü adlı eserinin çok daha geliştirilmiş baskısını ortaya koydu.
Bir ara 1881 yılı sonlarına doğru Ana¬dolu ıslahatına memur edilmesi düşünü¬lerek Abdülhamid'in emriyle bu hususta bir lâyiha dahi hazırlayıp 1882 Ocağın¬da Mâbeyn'e takdim etti ise de bu bir tasavvurdan öteye geçmedi. Bursa'nın imar ve kalkınmasında yaptığı hizmet¬lerden dolayı vali olarak kendisine bü¬yük ve unutulmaz bir şöhret kazandı¬ran bu vazifeden, üç yıl yedi buçuk ay sürmüş gayret ve çalışmalarının sonun¬da, hakkındaki çeşitli şikâyetler dolayı¬sıyla 16 Ekim 1882'de azledildi. Vekiller Heyeti'nce alınmış azil kararı kendisine hemen telgrafla bildirilmiş olan Ahmed Vefik Paşa aleyhinde bir kısım basında düşmanlarının tesiriyle ağır suçlamalar¬la dolu bir yayın kampanyası başlatıl¬dı. Hazırlanan soruşturma tutanağında kendisine yöneltilen suçlamalar arasın¬da hükümet işlerinde Babıâli ile zıt gitmek, şahıslara karşı kanun ve usullere aykırı muamelelerde bulunmaktan baş¬ka, tiyatroyu sevdirmek ve geliştirmek yolunda gösterdiği gayretler de yer al¬makta idi. Cezaya çarptırılmasının bek¬lendiği bir sırada, hakkında açılmış olan idarî tahkikat bir netice vermeyerek İs¬tanbul'da bir buçuk ay açıkta kaldıktan sonra 30 Kasım 1882 Cuma günü Said Paşa yerine ikinci defa başvekilliğe ge¬tirildi. Ancak kırk sekiz saat sonra azle¬dilerek sadâret yine Said Paşa'ya veril¬di. Belirtildiğine göre sürpriz yaratan bir süratle azline, bu vazifeyi kabullen¬mek için ileri sürdüğü şartların bir be-yanname ile tesbiti ve kabine arkadaş¬larını seçme yetkisinin kendisine veril¬mesi gibi isteklerde bulunması ve bun¬da ısrar etmesi sebep olmuştur. Gerçek¬te azledilmeyip isteklerinin kabul olun¬maması üzerine kendisinin istifa etti¬ği Ahmed Vefik Paşa'dan naklen söylen¬mektedir. İsteklerinde direnmesine du¬yulan kızgınlıkla bu istifanın azil şeklin¬de duyurulduğu tahmin edilmektedir. Bu onun başlangıç ve bitiş sınırlan ile kırk altı yılı içine alan devlet hizmetinde son vazifesi olmuştu.
Ahmed Vefik. hayatının bu defaki do¬kuz sene dört ay süren son ve en uzun azil devresinde Rumelihisan'ndaki ha¬rap köşküne çekilerek kitapları arasın¬da münzevi bir yaşayış içine gömüldü. Üzerinde yeniden emekler sarfederek Lehce-i Osmdni'nin geliştirilmiş, de¬ğişik bir tertibe sokulmuş yeni baskısı ile Cil Blas Santillani'nİn Sergüzeşti ve Şeytan Avcıları adlı iki tercümesi basılı son eserleri oldu. Geride, basıl¬masına imftân ve meydan bulamadığı daha birçok yazısı vardı. Ömrünün, aile¬sini yoksulluğa götüren geçim sıkıntıla¬rı ve gittikçe artan rahatsızlıklarla do¬lu bu çileli devresi 1891 yılının 1 Nisan Çarşamba günü (21 Şaban 1308) Rumelihisan'nda son buldu. Ölüm günü istisnasız denecek şekilde yanlış olarak hep bir gün sonraki tarihle gösteril¬mektedir. Aslında bunun için verilen 2 Nisan (Perşembe), Vefik Paşa'nm ölüm günü değil bunu bildiren haberin gaze¬telerde çıktığı tarihtir. Tercümân-ı Ha-kîkat gazetesinde nr. 3813, 22 Şaban 1308-2 Nisan 189. [1][549] Eyüp'te hazırlatmış olduğu mezara götürüleceği yazılmış¬ken Rumelihisarı'nda Kayalar Mezarlığı'nda toprağa verilmesi, A. Vefik'in vak¬tiyle Boğaziçi sırtlanndaki dededen kal¬ma bir kısım arazisini inşa edilecek Robert Kolej binası için satmış olmasından dolayı, bu yabancı okulun kilisesi¬nin çan seslerinin duyulduğu bir mevkie bir manevî ceza olmak üzere Abdülhamid'in emriyle defnolunduğu yolunda bir rivayete yol açmıştır. Babası ve bü¬yük oğlu Refik Bey'in Eyüp'te yatması¬na karşılık büyük babası ile ağabeyisi Nûreddin Mehmed Emin Paşa'nın da mezarlarının Kayalar'da bulunuşu yanı sıra, vefatının ertesi günü başka bir ga¬zete ve daha da sonra torununun, bu¬raya kendi vasiyeti üzere gömüldüğünü belirtmeleri, ayrıca Kayalardın konağa yanı başında denecek kadar yakın olu¬şu, mezarı konusunda bir müdahaleden ziyade Vefik Paşa tarafından gelme bir tercihi düşündürür. Paşanın devlet rica¬linden birçok kimsenin katıldığı cena¬zesine Abdülhamid saraydan bazı şah¬siyetlerle birlikte yaverini göndermiş¬ti. Batı ilim ve siyaset çevrelerinde tees¬sür uyandıran ölüm haberinin duyulma¬sı ile ailesine Avrupa'dan günlerce tâ-ziyet telgrafları gelmişti.
Türk siyasî tarihine elçilik, parlamen¬to başkanlığı, unutulmaz Bursa valiliği ve başvekillik gibi yüksek sıfat ve hiz-metleriyle geçen Ahmed Vefik Paşa'nın kırk altı yıllık bir devre içine giren res¬mî hayatında dürüstlük, daima devlet ve millet menfaatini gözetmek ve kol¬lamak en esaslı vasfı olmuş: mühim ve nazik vazifeler kendisine, dirayetinden başka, bir şöhret haline gelmiş namus ve dürüstlüğü dolayısıyla emanet edil¬miştir.
Yükselişleri, vazife hayatının ilk yirmi yedi senesinden sonra hep aziller ve sü¬reksiz memuriyetlerle beraber yürümüş, uzun azil devrelerinde fikir ve edebiyat yönü, devlet adamlığı görünüşünü arka plana geçirmiştir. Getirildiği vazifelerin çeşitliliği ve sayıca başkalarında kolay rastlanamayacak derecede çokluğu ile hal tercümesi zamanının ricaline nisbet-le çok yüklü bir kimse olmak gibi bir farklılık gösteren Ahmed Vefik'in dilini sakınmaz, devlet işlerinde müsamaha tanımaz, çabuk parlar, başına buyrukluk ve keyfîliklerden hoşlanır mizacı kendi¬sine pek çok düşman kazandırmış, dev¬lete ve memlekete yaptığı hizmetler ve gerçek şahsiyeti, düşmanlarının suçla¬maları ve aleyhindeki sözleriyle bir öl¬çüde gölgelenip zamanla bilinmez ol¬muştur. Devrin vesika ve kaynaklarına inilmek yerine tek taraflı rivayetlerde kalındığı için hal tercümesi, hemen he¬men sadece hiçbirinde tutunamadığı, azil ve nakillerle kesintiye uğramış, içi boş memuriyet ve vazife isimleri silsile¬sinden İbaret bir liste gibi kalmıştır.
Ahmed Vefik Paşa'nın bilinmiş yahut unutulmuş hizmetlerle dolu devlet adam¬lığı yanında kültür ve edebiyat hayatı-mızda, bilhassa millî düşünce bakımın¬dan tarihten dile ve hatta tiyatroya ka¬dar kendisini bir öncü durumuna geti¬ren, değişik kollarda mühim faaliyet ve çalışmaları vardır.
Millî varlığı Arapça Farsça lugatların hâkimiyeti altında hissedilmez olmuş yazı dilini sadeleştirip Türkçeleştirmek, ifade zenginliklerini ortaya koymaya ça¬lıştığı Türkçe'yi ön plana geçirmek ve sınırları Osmanlı mazisinde kalmış bir tarih anlayışına Orta Asya Türklüğü'nde çok eski devirlere çıkan bir derinlik ka¬zandırmak isteyen bir düşünce, Ahmed Vefık Paşa'nın şahsiyetinde çalışmaları¬nın hareket noktası olmuş bir merkez¬dir. Ahmed Vefik Osmanlılığın milliyet¬te, dilde ve tarihte daha geri bir ma¬zide ve Anadolu'dan çok daha doğuda¬ki bir Türklüğün bir şube ve devamın¬dan başka bir şey olmadığı bilgisini biz¬de ilk uyandıranlardandır. Dilinin ve ta¬rihinin Osmanlı ve Küçük Asya önce¬si hakkında hiçbir fikri olmayan muhi¬timizi herkesten önce Orta Asya'daki Türk varlığından haberdar etmek gibi bir rolü olmuştur.
Şecere-i Türkî'yi Çağatay lehçesin¬den Osmanlı Türkçesi'ne nakletmesi, Osmanlıca'yı geniş bir Türk dili ailesinin bir kolu olarak göstermek gayesiyle Türk lehçelerinin bir tablosunu çizdiği luga-tında Doğu Türkçesi'ne açılışı. Nevâyî'nin Mahbûbül-kulûb'ünü bastırarak Tür¬kiye'de Çağatay Türkçesi ile neşredilmiş ilk kitabı ortaya koyması, büyük bir Ça-ğatay lugatına hazırlanışı, Nevâyî'nin di¬vanını bastırmak. Doğu Türkçesi metin¬lerinden bir antoloji meydana getirmek tasavvuru, kültürümüzü Türklüğün Or¬ta Asya'daki kaynaklan ile temasa ge¬tirmek düşüncesinin birer tezahürüdür.
Osmanlı sahasında zamanla cahil köy¬lü, kaba adam, çapulcu bir taife gibi menfi mânalar alıp millet için kullanıl¬maktan kaçınılır hale gelmiş “Türk” sö¬züne, mazisi hicretten beş bin yıi öncesi¬ne çıkan, Çin'den Avrupa'ya doğru mu¬azzam devletler kurmuş, ilim ve sanat¬ta büyük adamlar çıkarmış, çeşitli et¬nik adlar altında geniş bir coğrafyaya yayılan kollarının kendisinde toplandığı müşterek ve tek bir milliyeti ifade eden bir kavram muhteva ve derinliğini vere¬rek İtibarını iade etmeye çalışması, onu çağdaşları içinde Türkçü düşüncenin en ön safına koyar.
Kaba Türkçe diye hor görülmüş halk dilinin sözlerini ve deyimlerini itibara kavuşturmak. Arapça ve Farsça'nın te¬siriyle unutulan kelimeleri yeniden ana dile kazandırmak, bu ikisinin hâkimiye¬ti altında esas kendi lugatındaki serve¬tinden uzaklaşmış ifadeyi halk deyim¬lerine, onun kuytuda kalmış sözlerine ve geçmişteki Türkçe'nin kaynaklarına açmak, Ahmed Vefik Pafa'da nazariyat yerine tatbikatı ile ifadesini bulan millî dil ülküsü olmuştur. Bu görüşle, halk ağzından çeşitli hikmet ve deyimleri derleyen Atalar Sözü kitabının yanı sı¬ra, değer verilmemiş kelimelerini top¬layıp Türkçe'nin zenginlik ve ifade ka¬biliyetini göstermek istediği lügati ile teme II endir meye ve onları Moliere'den Telemaque'a kadar edebî tercümelerin¬de, yadırganacaklarından çekinmeden canlandırmaya çalışması onu dilde sa¬deleşme ve Türkleşme hareketinin ön¬cüsü yapar. Tarih ve dil sahasında bu ortaya koydukları Ahmed Vefik Paşa'yı çağdaşları içinde kaynağını Türkoloji bil¬gisinden alan Türkçü düşünüşün şuurlu ve ilk sırada bir temsilcisi olmak mev¬kiine yükseltmiştir.
Dil ve tarih sahasındaki çalışmaları bu¬nun yanında Ahmed Vefik Paşa'ya mem¬leketimizin en eski, hatta ilk türkoloğu olmak sıfatını kazandırmıştır.
Ahmed Vefik'in ülkede anlaşılmak is¬tenmeyen değerini devrinde yabancılar en iyi şekilde takdir etmişlerdir. İlme olan merakı ve çalışma azmi sayesinde Doğu ve Batı'nın başlıca dillerini elde eden. Arapça ve Farsça'dan başka bildi¬ği Çağatayca yanında Fransız. İngiliz. Rus. Alman, İtalyan dilleriyle Latince, Grekçe, hatta İbrânîce'ye kadar uzanan. Batı ve Doğu kültürlerini birlikte içine alan engin bilgisiyle Ahmed Vefik Paşa, bu meziyetlerini yakından tanıyan ya-bancılarca Doğu'nun en âlim şarkiyatçı¬sı. Türkiye'nin en seçkin ve İlmi en yüksek bir insanı sayılmıştır. On altı dil bil-diği rivayet edilen Ahmed Vefik, Türk di¬li ve şarkiyat sahasındaki vukufunu dev¬rinin oryantalizm âlemine kabul ettir-miş, müsteşriklerin araştırmalarında karşılaştıkları müşkülleri çözmek İçin yardımına devamlı müracaat ettikleri, âlim şahsiyeti hürmetle anılan bir kim¬se olmuştur. Barbier de Meynard'ın ifa¬de ettiği gibi. Avrupa ilim dünyası ile Doğu ilmi arasında yüksek vukuflu bir aracı, büyük çalışmaların gayretli bir yayıcısı olma rolünü yerine getirmiştir.
Daha Tercüme Odasında pek genç yaşta iken hayret verici geniş kültürü iie İstanbul'a gelen yabancıların alâka ve takdirini toplayan Ahmed Vefik ile Paris elçiliği sırasında Fransız şarkiyatçıları¬nın Barbier de Meynard, Pavet de Cour-teille gibi önde gelen sîmaları arasında sıkı ve devamlı bir dostluk kurulmuş; Rumelihisarı sırtındaki muazzam kü-tüphanesinin bulunduğu köşkü payitah¬ta ayak basan Batılı âlim ve sanatkârla¬rın sohbetinden istifade etmek için ken-disini ziyaret ettikleri bir uğrak haline gelmişti.
Ahmed Vefik Paşa'nın araştırma ve ilim sevgisinin kuvvetiyle kurduğu ve mevcudu zamanla 15.000'e varan bu kütüphane dillere destandı. Ahmed Ve¬fik Paşa'nın ömrünün büyük bir kısmını, hele vazifeden uzaklaştırıldığı uzun mâ-zuliyet yıllarını içinde geçirdiği ve o de¬virde İstanbulin en zengin kütüphanesi olarak tanınan bu hazine. Doğu ve Batı¬nın bilhassa tarih ve edebiyat sahasın¬daki külliyatları ve en muteber kitapları yanında, elde edilmesi güç Çağatayca eserleri. Evliya Çelebi Seyahatnamesi gibi seçme yazmaları barındırmakta idi. Kütüphane paşanın Ölümünden sonra borçlarını Ödeyebilmek için kısım kısım satılmış, geri kalanların da iki sene son¬ra ayrıca basılı bir katalogu yapılarak satışa arzedilmişti. Buradaki kitaplar Rızâ Paşa gibi kitap meraklılarından Prag Üniversitesine kadar çeşitli ellere dağılmış bulunmaktadır.
Yaşadığı devrin Türkiye'si ile ilgili bir¬çok Batı eserlerinde kendisine sık sık yer verilen A. Vefik Paşa. ayrıca henüz hayatta iken girdiği Grande Encyclopedie'den başlayarak Encyclopaedia Britanitica, Grosse Brockhaus, Larousse Ulustree, Enciclopedia Italiana gibi mu¬teber Avrupa ansiklopedilerine de geç¬miştir.
Eserleri
1) Salname. Osmanlı Devleti'nin mülkiye, askeriye ve ilmiye sınıfları¬na göre idarî teşkilâtının, bunlar içinde yer alan makam ve memuriyet sahiple¬rinin isimleriyle birlikte geniş bir tablo¬sunu veren 1263 (1847) yılına ait bu ilk resmi salnamesi Batılı müelliflerce Ahmed Vefik'in en mühim eserlerinden biri olarak değerlendirilmiş, uyandırdığı alâ¬ka dolayısıyla hemen Fransızca'ya da tercüme edilmiştir. Eserin Bİanchi tara¬fından yapılan tercümesi aynı yıl Journal Asiotique'üe neşre başlandıktan sonra ayrıca kitap olarak da basılır: Le premier anvaire de l'empire Ottoman, oü tableav de I'etat politique, civil, militaire, judiciaire et adnünistratif de la Turquie, depuis les reformes (Paris 1848). Ahmed Vefik. bilinen ilk basılı ki¬tabı olan ve hazırlanması devlet tara¬fından kendisine havale edilmiş bu kü¬çük eseriyle “Salnâme-i Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye” adı altında imparatorluğun son yılı 1918'e kadar gittikçe daha geli¬şerek yetmiş iki kitapla sürecek bir res¬mi an'anenin kurucusu ve başlatıcısı ol¬muştur. Eser sadece teşkilât çerçevesin¬de kalmayıp sosyal hayatın bir yıl içinde Osmanlı ülkesindeki bütün panayırları ve dinî günler gibi tezahürlerini göste¬ren takviminin yanı sıra. imparatorluğun hayat damarlarından kara ve deniz pos¬talarının teferruatı ile mükemmel bir cetvelini meydana getirmesinden ve Türk parasının çeşitli yabancı paralar karşı¬sındaki değerini belirten bir döviz tari-fesini vermesinden başka, payitahtta¬ki yabancı devletlerin elçilik erkânını kaydeden, bütün bir Batı dünyasını, her devletin hükümdarı, idarî şekli, kabine¬leri, nüfusu, yüzölçümü, parası ve as¬keri hakkında İstatistik bilgiler vererek tanıtmak isteyen muhteviyatı ile de ilgi çekmektedir. İmparatorluğun bütün ka¬zalarına kadar eyaletleriyle mülki taksi-matını, yabancı devletlerin Osmanlı ül¬kesindeki elçilik ve konsolosluk erkânı¬nı, azınlıkların her vilâyet ve kazadaki ruhanî temsilcilerini gösteren cetvelleri ve beş vaktin ilâve edildiği takvimi ile Salnâme'mn daha zenginleşip gelişmiş 1264 (1848) ve 1265 (1849) yıllarına ait olanlarını da Ahmed Vefik'in tertip etti¬ği anlaşılmaktadır.
2) Hikmet-i Târih. Dârülfünun'da kısa bir süre verebildiği derslerin 26 Şubat 9 Nisan 1863 tarihleri arasında Tasvîr-i Efkâr gazetesinde sadece baştan kırk dört sayfasıyla bir kitap gibi tefrika edilip [2][550] aynı zamanda yine böyle eksik olarak ayrıca küçük bir ci!t halin¬de neşrolunan bu eser. taşıdığı modern tarih anlayışı ile devri için yeni bilgiler ve görüşler getirir. Ahmed Vefik tarihin ilim olarak mahiyetini ve metodunu, kâi¬natın yaratılışından başlayıp ırkların ve en eski milletlerin ortaya çıkışını ele alan bu eserinde Batı kaynaklarından olduğu kadar İbn Haldun'dan gelen ras-yonalist bir tarih görüşü ortaya koyar. Sadece vak'alar ve şahıslar etrafında dönen naklî ve tasvirî tarih tarzını red ile. gerçek tarihin vesikalara dayanarak hadiselerin sebep ve tesirleriyle netice¬lerini araştırıp insanlığın tekâmül şart-larını, millet ve devletlerin doğuş, yük¬seliş ve çöküş hallerini inceleyen bir ilim olduğunu anlatmaya çalışır. Arkeoloji, jeoloji ve etnografya gibi o zamana ka¬dar bizde iyi tanınmamış yeni bilgi sa¬halarından faydalandığı eserin dikkate değer taraflarından biri, Şimal ırkı diye gruplandırdığı Türk ırkının Altaylar'dan dünyanın dört köşesine nasıl yayıldığı üzerinde durmasıdır. A. Vefik, Türk ır¬kının Yâfes'e nisbet edilmesini red ve tenkit etmektedir. Irkların teşekkülü¬nü ve buna bağlı olarak yeryüzündeki dil ailelerini anlatan bahisler, eserin dev¬rin okuyucusuna sunduğu yeni konular-dandır.
3) Şecere-i Türkî. Hârizm Özbek Hü¬kümdarı Ebülgazi Bahadır Han'ın efsa¬nevî devirlerden başlayıp daha sonra ha-nedanının geldiği Cengiz ve oğullarına geçerek Cuci Han yolu ile onların deva¬mı olan Şeyban-Özbek hanları sülâlesi-nin kendisine kadar süren safhası ile, çağının kaynaklarının elverdiği nisbet-te, Orta Asya tarihini anlatan bu ese¬rini (1663) Çağatay lehçesinden Türki¬ye Türkçesi'ne aktararak millî tarihimi¬zin Osmanlı Türklüğü'nün bilgisine uzak kalmış bir sahasını tanıtmak istemiştir. 28 Eylül 1863-23 Şubat 1864 arasında diğeri gibi Tasvîr-i Efkâr gazetesinde kitap sayfası şeklinde tefrika edilip [3][551] orada çıkanı kadarıyla ay¬rıca 152 sayfalık bir kitap halinde or¬taya konan bu tercüme, dokuz babdan meydana gelen eserin baştan sadece üç bablık kısmını vermektedir. Tefrikanın bu noktada kesilmesinden sonra deva¬mının sonraki bir vakte bırakıldığı ilân edilmiş ise de [4][552], tercüme tamamlanamadan bu kadarı ile kalmıştır. Cengiz'in hayatının anlatıldığı üçüncü babcla, onun oğullarını Hârizm fethine yollamasına ait faslın sonlarında kesilen bu tercüme, bilhassa Orta Asya Türk¬lüğü'nün Moğollar'la birlikte efsanevî tarihini nakleden ilk iki kısmı ile ülke¬mizde geniş bir İlgi çekerek, Türklüğün Anadolu'ya gelmeden önce anayurttaki geçmişini tanıtmak gibi bir millî tarih hizmetini yerine getirmiştir. A. Vefik'in neşri, Desmaisons'un neşir ve Fransızca tercümesinin 1872'den beri ortada ol¬masına rağmen, Necip Âsım'dan Ziya Gökalp ve 1920'den önceki yazıları ile Fuad Köprülü'ye kadar birçok türkologa Oğuz Han menkıbesi ve diğer millî ef¬saneler konusunda doğrudan doğruya kaynaklık etmiştir.
Eserin kapağına başlık olarak konu¬lan, 1824 Kazan baskısının başında mev¬cut “Uşa! Şecere-i Türkî” ibâresindeki “Bu, işbu” mânasına gelen Çağatayca “Uşal” sözünün mahiyetinin bilinmemesi yüzünden. Ahmed Vefik'in tercümesinin adı yanlış bir okuyuşla yakın zamanla¬ra kadar hep “Evşâl-i Şecere-i Türkî” ve daha da tahrife uğrayarak “Şecere-i Evşâl-i Türkî” şeklinde gösterilmiştir.
4) Fezieke-i Târih-i Osmânî. 1869'dan (1286) önceki ilk iki baskısında adı Târîh-i Osmâni o\an bu eser rüşdiyelerde Osmanlı tarihinin okutulması için sa¬hasında hazırlanmış ilk ders kitabıdır. Çoklarının iki ayrı eser gibi gösterdikleri Târih-i Osmânî ile Fezleke-i Târih-i Osmânî çerçeve ve muhteviyatça birbi¬rinin aynı olup öncekinin çok bol olan dizgi hatalarının düzeltildiği bu ikinci¬sinde muhteviyata tesir etmeyen bazı ehemmiyetsiz ifade değişiklikleri ve ufak tefek birkaç ilâvenin yanı sıra. Or¬han Gazi ve ıslahat devri fasıllarının ge¬nişletilmiş olmasından başka ikisi ara¬sında kayda değer hiçbir fark yoktur. Talebenin kolaylıkla kavrayacağı özlü bil¬giler vermek gayesiyle yazıldığından A. Vefık eserinin küçük olmasına dikkat et¬miş, bundan dolayı adına “Fezleke” de¬meyi uygun bulmuştur. Gördüğü rağbet ve büyük bir ihtiyaca cevap vermesi do¬layısıyla 188S'e kadar, kaçak olanlar da dahil on beşten fazla baskısı yapılmış, kendinden sonraki birçok esere de mo¬del olmuştur.
Başlangıcından Abdülaziz'e kadar ge¬tirdiği Osmanlı tarihini, klasik Osmanlı tarihlerinde olduğu gibi Osman Gazi'nin ecdadının Moğol istilâsı önünde kaçıp Horasan'dan Anadolu'ya gelişiyle baş¬lattıktan sonra, kuruluş, büyüme, yük-selme, gerileme, bozulma ve ıslahat ça¬ğı olmak üzere altı devreye göre tasnif ederek ele alan eserde, her devrin en karakteristik vak'aları ve yönleri çok ve¬ciz şekilde belirtilmiş, siyasî ve askerî hadiseler yanında teşkilât ve müesse-selerin durumu ile kültür ve sanat ha¬yatının kısa. fakat başarılı tabloları çizil¬miştir. A. Vefık'in buradaki tasnifi, ken-dinden sonraki tarih yazarları tarafın¬dan uzun süre benimsenmiş, eser. son¬raki mektep kitaplarına, hatta Mustafa Nuri Paşa'nın Netâyicü'l-vukîtât'i ne¬vinden terkibi eserlere de rehber olmuş¬tur. Bu küçük hacimli kitabın en ehem¬miyetli tarafı. Osmanlı tarihini ilk defa mektep programlarına sokmak gibi bir millî rolü olmasıdır. Eser, kendisini tanıyanlarca çok geniş bir tarih kültürüne sahip olduğu belirtilen A. Vefik'in yerli ve yabancı kaynaklardan edinmiş oldu¬ğu süzme bilgileri ne derece vukufla bir terkip haline koyduğunu da göstermek¬tedir. Devletin kurucusu Osman Gazi'nin soyunu diğer Osmanlı tarihlerinin hep yaptığı üzere Kayı gibi çerçevesi dar bir isimle göstermek yerine, burada çok da¬ha geniş bir görüşle bir Türk aşireti, de¬desi Süleyman Şah b. Kayaalp'ı da bir Türk beyi diye tavsif ederek Osmanlılığı “Türk” kavramına bağlaması, onun da¬ha sonra bilhassa Lehce-i Osmânî'de daha açık ifadelerine kavuşacak millî ta¬rih anlayışının küçük, fakat dikkatten kaçırılmaması gerekli bir işaretini verir. Ahmed Vefik, eserinde gerileme devrin¬de yetişmiş büyük insanlar arasında saydığı Evliya Çelebi'yi de zamanın he¬nüz onu hurafeler, olmayacak şeyler an¬latan biri olarak gören anlayışına karşı, “Seyyâh-ı muhakkik” diye gerçek değe¬riyle herkesten önce göstermesini bil¬mek gibi bazı ileri görüş örnekleri orta¬ya koyar.
5) Atalar Sözü Türkî Durûb-i Emsal Millî kültüre ve halkın diline duyduğu büyük ilgi. Şinâsi gibi A. Vefık'i de Türk atasözlerini toplamaya sevketmiştir. Şinâsi”nin 1863'teki ilk baskısından sonra 1870'te daha genişletilmiş yeni baskısı-nı yaptığı Durûb-i Emsâl-i Osmâniyye'sinin ardından A. Vefik'in 1871de ortaya koyduğu bu eserin hep 18S2'de basıldığının sanılması sonucu, Şİnâsi'ye ve devrin 1852'den beri bu sahadaki di¬ğer eserlerine öncülük ettiği gibi yay-gınlaşmış pek yanlış bir hüküm vardır. Şinâsi'nin, atasözlerini çok defa hâlis ifadeleri yerine divan şiirinde ve münev-verlerin dilinde değişiklik görmüş şekil¬leriyle nakleden eserini kendi elindeki malzemeye nisbetle yetersiz bulduğu anlaşılan Ahmed Vefik. esas ağırlığı halk ağzındaki söyleyişlere verdiği çok geniş derleme mahsulü olan kitabında Şinâsi'deki mevcudu birkaç misline çıkarır. Bursa valiliği sırasında eserini daha da geliştirerek 168 sayfa olan ilkinden en aşağı bir katı kadar hacim kazanmış ve atasözlerini yer yer varyantları ile gös¬teren, bu defa adını Müntehabât-ı Durûb-i Emsal Atalar Sözü'ne çevirdi¬ği 303 sayfalık yeni bir baskısını yapar. Bursalı Mehmed Tâhir onun. eserinde¬ki malzemeyi Bursanın ihtiyarlarından topladığını belirtiyor. A. Vefik, kitabında yalnız atasözleriyle yetinmeyip her çe¬şit halk deyimlerini bir araya getirmeye çalışmıştır. Böylece sayısı 5000'e varan bir malzeme tesbit etmiş bulunmaktadır.
Ahmed Vefik'in Türk halk dilinin ifa¬de zenginliğini ve mecaz kabiliyetini ak¬settiren eseri memleketimizde kendisininkine kadar yapılan atasözü derleme¬lerinin en zengini olmuş, daha sonra bu sahadaki çalışmalara devamlı ve kolay kolay tüketilmez bir kaynak olma hiz¬meti görmüştür. “Atalar Sözü” kitabı, ay¬nı zamanda onun Lehce-i Osmânî'yı ha¬zırlama yolunda giriştiği geniş malzeme çalışmasının da ilk adımını teşkil eder.
İki ayrı baskısı olduğunun bilinmeyip sadece bir baskısının tanınması sonucu hakkında verilen bilgi ve hükümler hep eksik ve sathî kalmış, iki baskı arasında fark diye bir mesele hatıra gelmemiş¬tir. Sürmekte olan yanlışlara, son za-manlarda atasözleriyle ilgili bazı monog¬rafilerde Ahmed Vefik'in kitabının ay¬rıca Türkî Durûb-i Emsal adını da taşı¬yan ilk baskısının 1288 olan neşir tari¬hinin 1287'ye çevrilerek Ahmed Midhat Efendiye mal edilmesi, buna karşılık Bursa baskısının “Müntehabât-ı Durûb-i Emsâl-i Türkiyye” şeklinde uydurma bir ad altında, “İçinde 300 atasözü vardır” diye de bir kayıtla. 1871'de İstanbul'da Matbaa-i Âmire'de basılmış gösterilmesi gibi birtakım yenileri daha ilâve olun-muştur. [5][553]
6) Lehce-i Osmânî'. Çalışmaları içinde en mühimi olmaktan başka, Ahmed Ve¬fik Paşa'nın fikri ve ilmî şahsiyetini tam manasıyla aksettiren bu eseri Türk lugatçılığında bir dönüm noktası teşkil et¬miştir. Lehce-i Osmânî, memleketimiz¬de Türk dilinin lügatini yapmaya asır¬larca gerek görmemiş bir zihniyeti aşa¬rak Osmanlı sahasında Türkçe'den Türk¬çe'ye ilk millî lügat olmak gibi bir değer taşımaktadır. Eser “Avam sözü” diye hor görülegelmiş söz ve deyimlere ön planda yer vermekle dilde demokratlaşma ve millîleşme düşüncesinin şuurlu bir gerçekleştiricisi oluşu yanında, Türki¬ye Türkçesi'ndeki kelimelerin aslî mâna ve imlâlarını Doğu Türkçesi'nde arayan. Türkçe'nin sözlerini türedikleri kök etra-fında toplayıp açıklayan bir yol takip et¬mesi ile de Türk lugatçılığında bir mer¬hale sayılmıştır. Lehce-i Osmânî zen¬gin malzemesiyle Batı'da ve bizde günü¬müze kadar, Barbier de Meynard. Redhouse ve Radloff un kiler de dahil. Türk-çe'nin birçok lugatına kaynak olma va¬zifesini görmüştür. [6][554]
Edebî Eserler
Tiyatro Çalışmaları. Ahmed Vefik Paşa'nın fikir ve kültür tari¬himizde kendisini seçkin bir mevkie ge¬tiren bu çalışmalarından başka, edebi¬yatımızın yenileşmesinde ve fikrî hayat¬ta sade bir Türkçe'yi hâkim kılmaya yönelik millî dil şuurunun uyanmasında yol hazırlayıcı tesirleriyle ön planda hiz¬meti olmuş tercüme edebî eserleri de. onun şahsiyetinin ötekiler derecesinde değer ifade eden bir cephesini teşkil eder. Bu vadideki çalışmalarının en ba¬şında Moliere'den, onu başlı başına bir mektep kılacak kuvvet ve zenginlikte Türkçe'ye kazandırdığı eserler gelmek¬tedir. Türk sahnesinin henüz kurulmak¬ta bulunduğu, tiyatro nevinin tek tük birkaç deneme İle edebiyatımıza yeni ye¬ni girmekte olduğu sırada Ahmed Ve¬fik, çok isabetli bir seçme ve programla Moliere gibi her seviyeden insana hitap edebilecek bir klasik ile işe başlamış, te¬şebbüse daha başından sağlam bir te mel getirmek istemiştir.
Halkı Batı tarzı tiyatroya ısındırmak için 1869'da Moliere'den ilk adımda Türk zevkinin kolaylıkla benimseyebile¬ceği, üçü basılı [7][555], öbür ikisi de henüz basılmayıp az sonra temsile konmuş [8][556] olmak üzere beş adapteden hareket ederek daha sonraki yıllarda kattıkları ile bir¬likte onun otuz üç eserinden en mühim ve yadırganmayacak olanlarını gözeten bir seçimle on altı oyununu Türkçe'ye mal eder. 1869-1871 yılları arasında he¬men sahnede yerlerini bulan beş adap¬tesi ile bunların ardından gelen diğerle¬ri, henüz telif sahasında yeterli tecrübe ve birikim olmayışı dolayısıyla yeni nevin ilk eserlerinde varılamayacak olan seç¬kin ve teknik mükemmeliyetteki örnek¬leri bir hamlede Türkçe'ye getirir.
Kendisininkini takip eden başkaları¬nın da bir dizi tercüme ve adaptesi ile edebiyatımızda Moliere geleneğinin ku¬rucu ve başlatıcısı olan Ahmed Vefik'in onu seçmesi kadar, yeni nevide ilk adımlar atılırken yaptığı diğer isabetli bir hareket, kitâbîliğe düşmekten uzak bir tutumla halkın ağzındaki Türkçe'nin zevkini, konuşma dilinin imkânlarını bir istikamet olarak göstermesidir. Türkçe, onun verdiği örneklerde deyimleri, nük¬teleri, mecazları ve atasözlerinden, ken¬disininkinden başka lugatlann uzun sü¬re tanımadığı kuytularda kalmış sözleri¬ne kadar açılan bir zenginlikle komedi¬nin ayrıca kuvvet aldığı bir kaynak olur.
Ahmed Vefik, Moliere'in herhangi bir çeviricinin elinde esprisinden ve komik tesirinden çok şey kaybedip kuruluk ve yavanlığa düşecek ifadesini, oyunlann içindeki şahısların hangisinin ağzından olursa olsun her şeyden önce bir yerlilik çeşnisi katan, lezzetle okunur zengin bir dil rahatlığı ile Türkçe'de karşılamak gibi, bir başlangıç için beklenmeyecek bir başarı ortaya koymuştu. Moliere ile yarışırcasına dilde komiği yakalama ve yaratma kabiliyeti gösteren Ahmed Ve-fik Fransızca kadar, bütün kaynakların¬dan beslenmesini bildiği ana diline fevkalâde hâkimiyetiyle onun eserlerini âdeta telif denebilecek bir ifade seviye¬sine yükseltir.
Adaptasyonlarında şaşılacak bir kud¬retle. Fransız cemiyetinin Moliere'de yer almış tiplerini şahsiyetlerinden ve ko-miğin unsurlarından hiçbir şey eksilmeyerek. hatta bu tarafları daha da zen¬ginleşip kuvvetlenmiş surette Türk ce-miyetindeki tam eşlerini bularak âdeta ikinci defa yaratmıştır. Vak'a çerçevesi¬ni değiştirmeden, tertibi fazla zorlama-dan ele aldığı oyunlann içindeki her şah¬sı bizden birer insan haline getirmiş, on¬ların ağzındaki komiği köylü şivesinden ailâme lugatına kadar yükselten bir Türkçe ile yeniden kurmuştur.
Ahmed Vefik'in Türk edebiyatında Ba-tı'dan edebî adaptasyonun ilk olduğu kadar en başarılı örnekleri olan eserleri asılları derecesinde kuvvetli sayıldıktan öteye, hele bunlardan Zor Nikâhı güzel¬lik ve üstünlükte aslını da aşan bir zirve kabul edilmiştir. Herkesçe paylaşılagelen bu takdir onun adapte ve tercümele¬rini nihayet birer şaheser sayacak nok-taya kadar varmıştır.
Hiçbir dile onunki gibi bir ustalıkla nakledilmediği belirtilen Moliere'in ken¬di dehasına en uygun çeviriciyi Ahmed Vefik Paşanın şahsında bulduğu ifade edilmektedir. Onun bu emsalsiz başarı¬sına olan hayranlık. “Ahmed Vefik, Moliere'e eserlerini Türkçe'de yazdırmıştır” hükmü ile en veciz ifadesine erişmiştir.
Moliere'in insanlarına Türkleşmiş, Türk cemiyetinin örflerini temsil eden yerli ve millî bir hüviyet kazandıran adaptas-yonları ve aynca kitâbîliğe uzak kalma¬sını bilen, halk kaynağından gelme can¬lı ve renkli dili ile Ahmed Vefik, devrinin edebiyatına yerli ve millî bir tiyatronun yolunu ve İmkânlarını İşaret etmektey¬di. Ne var ki Âlî Bey gibi birkaç imza müstesna, taklit bir romantizmin pe¬şinden giden bir edebiyatçı çoğunluğu, onun edebiyatımızı orijinal bir Türk ti-yatrosuna götürecek mesajını değerlen¬dirememiş, verdikleri eserler zamanla okunmaz olacak başka ve yabancı isti-kametlere uzaklaşmışlardır. Moliere'de-ki asılları gibi manzum altı tercümesin¬de ifadeyi zorlayacağı endişesiyle bile olsa aruzdan uzak durup hece veznini seçmesinde de kendisini hissettiren millî bir tercihten bahsedilebilir.
Kendisini takip edenlerin hiçbiri ge¬rek tercüme gerek adaptasyon olsun. Moliere'i Türkçe'ye nakletmekte sayıca da Ahmed Vefık'e erişememiş, birkaç eserden daha ötesine gidememişlerdir. Ahmed Vefik'in Türkçe'de Moliere'in külliyatını kurduğu on altı eserden üçü nesir [9][557]
olmak üzere dokuz tercüme; yedisi de [10][558] adaptasyondur. Herhalde daha tabii olabilmek düşünce¬siyle adaptelerinde manzum tarza lüzum görmemiştir. Yedi adaptasyonu içinde Türk hayatına ve örflerine gitmeyecek ikisi (Yorgaki Dandini ue Azarya) Türki¬ye'deki Rum ve Musevî çevresine aynı basan ile tatbik edilmiştir. Ahmed Vefik ile ilgili birçok konuda olduğu gibi ter¬cüme ve adaptasyonlarının tasnifinde ve sayısında da devamlı yanlışlara dü-şülmüştür. Yorgaki Dandini, üstelik çok başarılı bir adapte olarak takdir de görmüş olmasına rağmen onun tercü¬meleri arasında gösterilmiş, yedi olan adaptelerinin sayısı altıya indirilmiş, ter¬cümeleri de dokuzdan ona çıkarılmıştır.
Moliere'den, neşredilmemiş olmakla beraber sahneye konulmuş Tabîb-i Aşk ve Hayalî Hasta-Merâkî ile birlikte hepsi adapte ilk beş oyunu 1869-1871 yılları arasında veren Ahmecl Vefik, Bursa'da kurduğu tiyatronun getirdiği hızla onun diğer eserlerinin de Türkçe'¬sini, önce basılmış üçü de dahil Bursa Vi¬lâyet Matbaası'nda “Mollere Tercümesi” adı altında külliyat olarak on altı kitap¬tan meydana gelme bir cilt halinde orta¬ya koymuştur. Bu cilde zeyil olarak gös-terilen beş eserden son üçünü teşkil eden Pırpın Kibar [11][559], Aşk-ı Musavver (Sicilien, ou (Amour Peintre) ve Muaccizier'in külli¬yattaki piyes sayısını on dokuza çıkaran nüshaları ele geçmemiştir. Ahmed Vefik Paşa'nın Bursa valiliğinden el çektirili-siyle ilgili soruşturma tutanağında izin¬siz bastırdığı on dokuz oyunundan bah¬sedilmesi, on altı kitabı meydanda olan külliyatın gerçekten on dokuz eseri içi¬ne aldığını doğrulamaktadır. Bursa'da kurmuş olduğu tiyatronun aktörlerin¬den Küçük İsmail ve Ahmed Fehimin belirttiklerine göre Ahmed Vefik bura¬da oynanmaları için, bilinenlerin dışında Moliere'in öbür eserlerini de tercüme etmişti. Ahmed Fehim kendisinin rol aldığını da söylediği bu eserlerin sayısını toplam otuz dört olarak verir ki bu Mo¬liere külliyatının tamamı demektir.
Kendi çağının tiyatro yazarlarının eser¬leri zamanla eskidikleri halde Ahmed Vefik Paşa'nınkiler. dilde meydana ge¬len değişmelere rağmen, lezzetli Türk¬çe'leri, eskimeyen komik yapılan ile Türk sahnesinde yerlerini korumuşlardır. İfadesindeki bazı ayıklanmamış yadırgatıcı unsurlar, hatta şivesizliklerden dolayı bunlar dilimizin kusursuz ve pürüzsüz birer klasiği olamamışlarsa da ihmal olunamaz eserleri arasında yerlerini aldıkları da inkâr edilemez.
Ahmed Vefik, Moiiere'inkiler dışında başka tiyatro eserleri de vermiştir. He¬men hepsi kaybolmuş olan bu çalışma-lardan L. Thiboust ile E. Lehmann'ın Le Tueur de Lions'undan Arslan Avcıları yahud Hak Yerini Bulur adı İle çevir¬diği iki perdelik komedi basılabilmiştir (1303/1886). Bursa'da basılan Moliere külliyatından M. N. Özön elindeki bir nüshaya bazı sayfaları karışmış bir Her-nani tercümesinin ona ait olduğu ka¬bul edilmektedir. Bu Victor Hugo ter-cümesinin M. N. Özön'ünkinden başka nüshalarda bugüne kadar ne bu, ne de başka sayfalarına rastlanamamıştır. Bur-sa'da valiliği sırasında kendisi ile görü¬şen Edmond Dutemple, seyahatname¬sinde Ahmed Vefik Paşa'nın Shakes-peareden isimleriyle birlikte bazı tercü¬melerini haber verdiği gibi, La Grande Encycîopedie de Shakespeare'den başka Schiller'den de tercümeleri bulunduğun¬dan bahseder. Bursa Tiyatrosu'nun ak¬törlerinden Ahmed Fehim de A. Vefik'in Schiller'den manzum olarak yaptığı ve Alman veliahtı VVilhelm'in Bursa'yı ziya¬reti şerefine kendilerinin de oynadıkları Haydutlar tercümesini haber vermek¬tedir. Ancak ne bunun ne de Shakespeare'in bahis konusu tercümelerinin metinleri ortada yoktur. Ahmed Vefik'in, Anmeü Vefik Pasa'nm Moliere külliyatının baslığı içlerinden biri Oyuncuya Bir Oyun adı¬nı taşıyan küçük telif oyunlar da yazdığı, onlarla birlikte Bursa Tiyatrosu için ha¬zırladığı diğer bütün eserlerinin, tiyat¬ronun bunları beraberinde bulunduran baş aktörü Fasülyeciyan'ın Mısır'da ölü¬mü ile yok olduğu da yine Ahmed Fe-him'den öğrenilen bilgilerdendir.
Roman Tercümeleri
Dünya edebiyatın¬daki yaygınlık ve zenginliğine işaret ede¬rek ne derece geniş bir okuyucu çevre¬si yarattığını belirttiği roman ve hikâye nevindeki eserlerin, kültürün yayılıp iler¬lemesi, insan zekâsını fen ve medeni¬yet sahasındaki gelişmelere hazırlaması bakımından mühim bir hizmet yerine getirdiği inancında olan Ahmed Vefik. bu görüşün tesiriyle Batı edebiyatların¬dan o sahada da bazı tercümeler yap¬mıştır. Bunlar rastgele tercümeler ol¬mayıp içlerindeki mesaj dolayısıyla se¬çilmiş eserlerdir. Ehemmiyeti ve gördü¬ğü rağbet bakımından bunların en ba¬şında Telemaque tercümesi gelir. Truva Seferi dönüşünde kaybolan babası Ulys'i aramak üzere çıktığı deniz aşırı büyük yolculukta Telemaque'ın başından ge¬çen maceralar içinden beraberindeki mürşidi Mentor'un hakimane öğütleri vasıtasıyla Fenelon'un memleket idare¬si hakkında siyasî ve ahlâkî telkinlerde bulunmak gayesiyle yazdığı bu romanı¬nı Ahmed Vefik, Yûsuf Kâmil Paşa'nın divan nesrinin süslerine ve lafız sanat¬larına boğulmuş tercümesine karşıt ol¬mak üzere çevirmiştir. Ahmed Vefik'in süsten uzak, mümkün olduğu kadar ya¬lın bir ifade ile aslına uygun olarak yap¬tığı tercümede, fikrî muhtevası bakımın¬dan bir nevi siyasetnâme sayılan bu hi-kemî romanın içindeki siyasî ve ahlâkî mesaj, devrin okuyucusunun memleket idaresi, hükümdarın durum ve tutumu gibi yönlerden kendi zamanı ile ilgili benzerlikler bulup ülkesi namına birta¬kım hisseler çıkarabileceği şekilde çok daha farkedilir bir hale gelir.
Yûsuf Kâmil Paşa'nın, bütünü ile, fa¬kat hülâsa ederek tercüme etmesine karşılık Ahmed Vefik Paşa'nınki, aslı on sekiz bölüm olan romanın ancak baş¬tan ilk altı kısmını arada hiçbir atlama veya eksiltmeye gitmeksizin verir. Yeni¬den canlanmaları ve edebiyat diline mal olmaları düşüncesi, Ahmed Vefik'in bu tercümesine Türkçe'nin halk dilinde kal-mış, hatta unutulmuş sözlerini getirir. Fakat bunlar yanında en alışılmadık Arapça. Farsça sözlerin yer alıvermesi. onun ifadesinde daima olduğu gibi bu bakımdan İnsicamı kaybettirir. Ahmed Vefık Paşa, Yûsuf Kâmil Pasa'nm tercü¬mesine karsı üstü kapalı bir tenkit ta¬şıyan Önsözünde, Türkçe'nin zenginliğini gösterecek yeni bir nesir tarzı getirdi¬ğinden bahsettiği, bazı parçaları daha 1869'da hazır olan bu iddialı tercümesi¬ni Kâmil Paşa'nın ölümünden sonra neşretmiştir. Bursa valiliği sırasında 1880’de ilkin Hüdâvendigör gazetesinde tef¬rika edilip aynı yıl yine Bursa'da kitap şeklinde basıldıktan başka 1885'te İs¬tanbul'da üçüncü baskısı yapılır. Mek¬teplerde kitabet derslerinde okutulan tercüme, gördüğü rağbet dolayısıyla beş yıl içinde üç defa basılmıştır.
Voltaire'den Hikâye-i Hikemiyye-i Mikromego adıyla yaptığı Micromegas tercümesi ise Telemaque'\n neşrinden çok önce 1871'de Diyojen gazetesinde yarım kalan tefrikası [12][560] ar¬dından hemen küçük bir risale haline konulmuştur. Şimdiki “Câhiliyet devri” adını verdiği zamanede Voltaire'den söz edip “Çalım taslayan” yeni yetme “Birta¬kım edepsizler” diye bahsettiği bir kesi¬me tarizler taşıyan önsözünde, bu gibi¬lere gerçek Voltaire'i gösterecek bir ör¬nek olarak ortaya koyduğunu söylediği bu tercüme, dili ve üslûbu bakımından Nâmık Kemal'in alaycı tenkitlerine he¬def olmuştur. Namık Kemal'in “Mahal¬le karısı” sözü saydığı “Tasalanmak”, “Umursanmak” gibi kelimelere böyle bir edebî eserde yer verilmesini yakışıksız bulup ayıplaması, her şeyden Önce Türk¬çe karşısında Ahmed Vefik'i çağdaşla¬rından ileriye götüren bir zihniyet farkı¬nı göstermektedir. Diğer eserleri gibi üzerinde kendi ismi bulunmayan bu ter¬cümenin Ahmed Vefik'e aidiyeti önceleri araştırıcılarca bilinmeyip daha sonra farkolunmuştur.
Ahmed Vefik, bu sahada başka bir ör¬nek olarak Lesage'ın Histoire de Gil Blas de Santillane adlı romanını da Cil Blas Santillani'nin Sergüzeşti adıyla Türkçe'ye çevirdi (1886). Lesage'ın 1000 sayfayı bulan eseri A. Vefik'in tercüme¬sinde 111 sayfada kalır. Bazı parçaları¬nın 1868'de hazır olduğu bilinen bu tercümede yazı diline Türkçe'nin unu¬tulmuş yahut halkın ağzında kalmış ke¬limelerini kazandırmak gayreti daha da hissedilir. Duyurulmak istenen mesajla-n ne olursa olsun A. Vefik'in Telemaque ve Gil Blas tercümeleri, basılma fırsatı¬nı buldukları yıllarda Batı edebiyatların¬dan yeni modeller seçmiş, farklı bir nesir zevkini benimsemiş nesiller için ol¬dukça gecikmiş eserlerdi.
Ahmed Vefik Paşa ile yakından te¬masta bulunanlar, onun basılmamış bir¬çok çalışma ve yazılan olduğunu bildi¬rirler. İlminden çok istifade ettiğini be¬lirten Ahmed Midhat Efendi, gazetesin¬de ölüm haberini verirken Ahmed Ve¬fik'in geride bıraktığı eser ve yazılarının millete bir yadigâr olmak üzere iyice muhafaza edilip gereken itina ile neşre-dilmeleri dileğini dile getirmekten ken¬dini alamaz. Bunlar içinde bilhassa zikrolunanı. hazırladığı büyük Çağatay lugatıdır. 9000 kadar kelime ihtiva ede¬ceği, hatta bir ara basılmak üzere bu¬lunduğu bile söylenmiş ise de eser or¬taya çıkmamıştır. Ubicini daha 18S5'te onun basılmamış çeşitli yazıları ve ista¬tistik araştırmaları olduğundan bahse¬der. Metinleri ele geçmeyen Schiller ve Shakespeare tercümeleriyle kaybolan sahne oyunlarına yukarıda temas edil¬mişti. Sicill-i Osmânî'de de yine böyle Harîrî'nin el-Makâmâtına yaptığı bir tercümesinden bahsedilir. Ayrıca, var ol¬duğu rivayet edilen Miîtâhu't-tefâsîr ve yandığı söylenen Târih-i Kâinat adlı iki eserine de ulaşılamamıştır. İbnülemin ve onu tekrarlayanların 1873 Viyana sergi¬si için üç dilde hazırlanıp Türkçe met¬ni Edhem Paşa ile kendisi tarafından yazılmış gösterdikleri Usûl-i M.i'mârî-i Osmânî adlı eserin Ahmed Vefik Paşa ile doğrudan doğruya bir ilgisi yoktur. Nâfia nâzın sıfatı ile Edhem Paşa'nın himayesi altında neşredilen ve üzerinde hazırlayanların isimleri açıkça belirtilen eserde, müellif olarak herhangi bir işti¬raki olmaksızın Ahmed Vefik Paşa, Yeşilcami ve Celebi Sultan Mehmed Türbesi'nin ihyasındaki hizmetinden dolayı sadece büyük bir takdirle bahis konusu edilir.
Eski Müelliflerden Yaptığı Yayınlar
Ah¬med Vefik Paşa'nin bütün bu çalışmala¬rından başka, eski müelliflerin tarih ve edebiyat sahasındaki neşir imkânına kavuşamamış mühim eserlerinin bası¬mını sağlamak suretiyle kültür ve fikir hayatımıza yaptığı, ancak lâyıkı ile bili-nememiş ayrı bir hizmeti daha vardır. Ali Şîr Nevâî'nin, o devirde Fransız şar¬kiyatçılarının kendi ülkelerinin zengin kütüphanelerinde o kadar aradıkları hal¬de elde edemedikleri, Doğu'da da nüs¬halarına az rastlanan Mahbûbü'l-kulûb adlı Çağatayca eserini ilim dünyasına kazandırması bunların başında gelir. A. Vefik, Ali Şîr Nevâî'nin son eseri olan bu mühim kitabı, Nevâî üzerinde ciddi araş¬tırmaları başlatmış olan Belin ile birlik¬te İstanbul'daki birkaç mühim nüshası¬na dayanarak 1873'te (1289) Matbaa-i Âmire'de ilk defa olarak bastırdı. Öte yandan bir Çağatayca metinler antoloji-sinden başka Nevâî'nin Dîvânü's-sagîr'l ile Kırım Hanı Halim Giray'ın hayatı hak¬kında bir önsöz ekleyerek divanının yap¬mayı düşündüğü neşirleri ise gerçek¬leştirmediği bir tasavvur olarak kalır.
Ahmed Vefik 1861-1873 yılları arasın¬da gerçekleştirdiği bu neşir faaliyetinin ilki olarak Londra'da Koçi Bey Risalesini bastırdı. [13][561] Başında kendisinin kü¬çük bir değerlendirme yazısı da bulunan bu neşrin, Ebüzziyâ Tevfik tarafından Ahmed Vefik'e aidiyeti belirtilmeden, sadece bir ikinci önsöz daha ilâvesiyle tekrar baskısı yapılmıştır.
Kütüphanesinde Hoca Sâdeddin'in iki yazması bulunan Tâcü't-tevârih'inin ba¬sılması (1862-1863), Meclis-i Vâlâ âzası iken onun yardımı ile oldu. Yine 1862'de Ramazanzâde'nin Târîh-i Nişana Meh¬med Paşa adıyla tanınan eserini de bas-tırdı. Kendi matbaasınca basıldığı için doğrudan doğruya Şinâsi'ye ait görünen, Ayn-i Ali Efendi'nin Osmanlı maliye ve teşkilât tarihi için mühim bir kaynak olan Kavânîn-i Âl-i Osman der Hulâsa-i Mezâmîn-i Defter-i Dîvân ve Risâle-i Vazîfe hörân ve Merâüb-i Bendegân-i Âl-i Osman ile Kâtip Çelebi'nin önce Tasvîr-i Efkâr'da tefrika şeklinde neşredilen [14][562] Düstûrü'l-amel li-ıslâhi'l-halel'mın daha sonra Rebîülevvel 1280-Eylül 1863'te hepsi bir arada Tasvîr-i Efkâr Matbaası'nda yapılan baskısının da Ahmed Vefik'in yardımı ile gerçekleştirildiği Belin'den öğrenilmektedir.
Osmanlı Devleti'nin Tanzimat'tan son¬raki kanun ve nizamnamelerini bir araya getiren Düstur'un bir baskısı da ona ha-vale edilmiş olduğu gibfc Halim Giray'ın Gülbün-i Hânân'da 1870'te onun eliy¬le neşir sahasına çıkar. A. Vefik, aynı yıl ondan az önce Şeyh Sa'drnin Gülistân'ı-nın güvenilir eski nüshalarla karşılaştı¬rılıp tashih edilmiş ve manzum parçaları Yesârîzâde'nin ta'lik hattına çekilmiş çok itinalı bir baskısını da gerçekleştirdi.
Lukiyanus'un, Fransızca tercümele¬rinde Le Parasite adını taşıyan eseri¬nin Rum patrikhanesi sekreteri ve Encümen-i Dâniş âzası Vasilaki Efendi tarafından Grekçe aslından Dalkavuknâme ve Der Ta'ni-i Saltanat-ı Dalkavukân-ı Şöhret-şiâr gibi iki ad altında ya¬pılmış, devrin durumu ile çok manidar benzerlikler ve ahlâkî tenkitler taşıyan tercümesi de mütercimin ölümünden on beş yıl sonra 1871 de onun eliyle or¬taya konulmuştur.
Bunlardan başka A. Vefik, daha önce de işaret edildiği gibi yer küresiyle beş kıtanın Avrupa'da basılmış haritalarının, Türkçeleştirdiği yer isimlerini kolayca görünecek şekilde ve ehemmiyetlerine göre hattatlara yazdırdığı değişik bü-yüklük ve çeşitte yazılarla taşbaskılarını da yaptırmıştır. Bunlara meşhur hat¬tatların elinden çıkma, bir kısmı kendi kütüphanesinde mevcut yazı numune¬lerini bir araya getiren birkaç albümün neşrini yapması da ilâve edilirse onun bilinmeyen faaliyetlerinden biri daha tanınmış olur.
Ahmed Vefik Paşa'nın eserleri ve baş¬ka müelliflerden yaptığı neşirler konu¬sunda belirtilmeden geçilmeyecek bir nokta, onun bunlara kendi ismini koy¬mak istemeyişidir. Eserleri içinde sade¬ce Hikmet-i Târih ve yalnız ikinci bas¬kısı ile Lehce-i Osmânî’ye ismi görülür. Bir de Târih-i Osmânî'rim bazı ilânlar¬da Ahmed Cevdet Paşa'ya ait gösteril¬mesi dolayısıyla 1868 (1285) baskısının arka sayfasında, bunun Ahmed Vefık'e ait olduğunu bildiren bir kayıt konul¬muştur.
Ahmed Vefik Paşa. devrinde kendini takdir edenlerce memleketimizin nâdir yetiştirdiği ve dil, lügat, tarih, coğrafya, edebiyat gibi çeşitli sahaları kuşatan engin bilgisiyle vatana şeref veren bir şahsiyet olarak görülmesi karşısında, sahip olduğu bilgi ve kültür derecesin¬de verimli olmadığı, mühim ve kalıcı eser ortaya koymadığı gibi görüşlere de hedef olmuştur. Kendisini küçümse¬mek isteyenler, XIX. asır yenileşme çağı nesillerinin ansiklopedist tutum ve zih¬niyeti aşıp belirli bir ihtisas sahasında derinleşememiş, hâlis erüdisyon eserle¬ri ortaya koyamamış oldukları gerçeğini bir tarafa bırakarak, onu devrinin şart¬ları dışında mücerret ölçülere vurmaya kalkışmakla Ahmed Vefik Paşa'nın ger¬çek fikrî hüviyetini gözden kaçırmışlar¬dır. Târîh-i Cevdet örneğindeki istisna¬nın dışına çıkılırsa, ilim ve kültür saha¬sında ilk yenilik nesillerinin Şinâsi. Münif Paşa. Ziya Paşa, Nâmık Kemal. Ali Suâvi, Ahmed Midhat gibi önde gelen isimle¬rinden hangisinin günümüze kadar devam eden kalıcı eser bırakmış olduğu düşünüldüğünde, onu kalıcı eser bırak¬mamakla suçlayan görüşün tek taraflılığı anlaşılır. Kaldı ki, Türk dilinin o ka¬dar arzu edilmesine rağmen yenileşme çağı müelliflerinden hiçbirinin ortaya ko¬yamadıkları lügatini ilk defa o meydana getirmeye muvaffak olmuş ve eseri üs¬telik günümüze kadar da istifade saha¬sında kalabilmiştir. Ahmed Vefik'in dar, eskimiş ve gayri ilmî bir çerçeve içine hapsedilmiş dil ve tarih anlayışına getirmeye çalıştığı millî uyanıştaki öncü hisse ve tesirini görmek istemeyen, hiz-metini bugüne kadar sürdüren Lehce-i Osmânî ile yaptığı büyük işi kavraya¬mayan, edebiyatımız için başlı başına bir hadise olan Moliere adapte ve tercüme¬lerini dahi kale almayan aleyhteki bu kabil görüşler bugün artık ciddi sayıla-mazlar. En başarılı tarafı olduğu teslim edilen Moliere tercüme ve adaptelerinin bile onun kaleminden çıkmış olmayıp bu Fransız yazardan bir iki eseri Farsça'ya çevirmiş Mirza Habib adlı, Türkçe bilgisi Türk dilini derin kaynaklarından tanıyıp işleyen A. Vefik'in vukufu karşısında za¬vallı kalacak bir İranlı'ya mal edilmek istenmesi, onun şahsiyetini inkârda ne derecelere kadar gidilmiş olduğunu göz önüne serer. Nâmık Kemal, Ebüzziyâ Tevfık ve Kemalpaşazâde Said onun de¬ğer ve meziyetlerini inkâr edenlerin ba¬şında gelmişlerdir. Kendisine karşı aşırı bir düşmanlık duygusu içinde olan Nâmık Kemal, kanaatlerinde tezada düş¬mek bahasına onu her yönden kötüle-yip batırmaya çalışmıştır. Nâmık Kemal, A. Vefik'in Türk diline ve kültürüne yap¬mak istediği millî hizmeti idrak edeme¬dikten başka ona bilhassa bu yönlerin¬den cephe almıştır.
Reşid Paşa çevresinde yetişmekle be¬raber kendisini devrin reform humma¬sına kaptırmayan Ahmed Vefik, sosyal hayatta geçmişin gelenek ve töreleriyle alâkayı kesmek yoluna giren Avrupa hayranlığına iyi gözle bakmamış, geti-rilmek istenen reformlarda İslâmiyet'in medeniyetçe yükseliş için kaynak hiz¬metini görecek değerlerinden istifade edilmesi gerekliliğine inanmıştı. Giyini¬şinden aile hayatı ve ev içi dekoruna kadar kendisini gösteren millî yaşayış üslûbu ile A. Vefik. Tanzimat'ı yapan ve devam ettiren neslin ricali içinde Avrupa heveskârlığına uzak kalmış, Batı'nm taklit edilmek istenen yönlerine karşı daima millî değer ve güzellikleri öne koymuş bir insan olarak XIX. Asırda Türk cemiyetinin medeniyet değiştir¬mesi çağında çok ayrı bir yere sahip olmuştur.
Ahmed Vefik'in, zamanında kendisini takdir edenler dışında gerçek hizmet ve değeri ancak millî görüşlerin iyice geliştiği II. Meşrutiyet sonrasında anla¬şılmaya başlamıştır.
Daha hayatta iken Batı'da kendisin¬den yabancı dildeki kitaplarda bahsedi¬len, ansiklopedilere dahi girmeye baş¬layan Ahmed Vefik Paşa üzerinde ba¬şından beri memleketimizde yazılanlar uzun süre basit ve yetersiz hal tercümeleriyle, eserleri ve şahsiyeti hakkın¬da sathî makalelerden öteye geçeme¬miştir. Teferruatlıca bir hal tercümesi ilk defa torununun kaleminden 1896'da ortaya çıkmış, daha sonra bütün yazı¬lanlara esas teşkil eden. ancak muhte¬lif yanıltıcı ve eksik tarafları da bulunan bu yazıyı da çok sonraları İbnülemin'in buradaki bilgileri daha ileri götüren İki hal tercümesi çalışması takip etmiştir (1917-1944). Kendisiyle ilgili inceleme¬ler pek geç başladığı gibi günümüze ka¬dar da yeterli bir seviyeyi bulamamıştır. İsmail Hakkı'nın “Osmanlı Meşâhir-i Üdebâsı” serisinin ikinci kitabı olarak neşredileceği 1896'da haber verilmekle beraber basılmayan kitabından bu yana hakkında çıkan ilk eser. İsmail Hikmetin vesika yerine hayale dayanan 1932'deki küçük risalesi olmuş, ikinci eseri de M. Zeki Pakalın'a ait, incelemeden ziyade A. Vefik Paşa hakkında yazılanları bir araya getirmekten ibaret kalan hacimli bir derleme teşkil etmiştir. Ahmed Vefik Paşa'ya dair bibliyografyada adları görülecek daha sonraki monografi ve ya¬zılar bunlardaki bilgileri eksik, hatta da¬ha da yanlış şekilde tekrarlamaktan başka bir şey yapmamışlardır. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ansiklopedi maddesi (1941) getirdiği dikkatler ve değerlen¬dirmelerle Ahmed Vefik hakkında yazı¬lanlar arasında ayrı bir yer tutmakta¬dır. 1941'den feu yana Ahmed Vefik Pa¬şa'ya dair olan çeşitli ansiklopedi mad¬deleri hep A. H. Tanpınar'ın bu yazısının hülâsa ve tekrarı durumundadır. F. A. Tansel'in üç büyük makalelik çalışması şimdiye kadar A. Vefik Paşa hakkında yapılmış en ciddi inceleme olmakla be¬raber birçok fahiş hatanın yanı sıra ya¬nıltıcı bilgi ve hükümlerden kurtulama¬mıştır. Buradaki bütün yanlış bilgiler ondan faydalanan birçok yazıya da geç¬miş bulunmaktadır.


________________________________________

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 46897

ulkucudunya@ulkucudunya.com