Ayvaz Gökdemir
Mümtazer Türköne 01 Ocak 1970
Söyleyeceğim bir mecaz değil. Bir insanın bakışlarında şimşeklerin yanıp söndüğünü hiç gördünüz mü? Gözlerinde sürekli ışığın dolaştığını. Ben ilk gördüğümde 14 yaşımdaydım. Bir şimşeğin yanıp sönmesi gibi kısa bir an bile birçok şeyi görmenize yetiyor.
Knut Hamsun'un Victoria'sını okuduğumda, ergenlik döneminin bunaltıcı sorunlarıyla boğuşuyordum. Johattan'ın Victoria'ya olan tertemiz aşkı, dünyanın göründüğü kadar kirli olmadığına inandırmıştı beni. Andre Gide'in Senfoni Pastoral'inde o âmâ kızla rahip arasındaki aykırı görünen ilişkiden, gerçekte hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı sonucunu çıkartmıştım. 14 yaşındaki bir çocuk felsefeden ne anlar? Serdengeçti yayınlarından çıkma "Sokrat'ın Müdafaası"nı okuduğum zaman, aklın, düşüncenin, muhakemenin insanı kanatlandırıp çok yükseklere çıkartabileceğini fark etmiştim. En büyük darbeyi Atsız'ın Bozkurtlar'ından aldım. Hayatımın geri kalanında bu destanın büyüleyici atmosferinden kurtulamadım.
Bu kitapların hepsini ilk defa o gözlerinde şimşekler çakan adamdan duydum; o tavsiye ettiği için buldum okudum.
Liseye yeni başlamıştım. Divan Edebiyatı'nın, başbelası arûz kalıplarından ibaret olduğunu anlatan hocalardan önce onunla karşılaşmak, şiiri sevmek için mutlu bir tesadüftü.. Fuzulî'nin derinliğini, arûzun ahengiyle birlikte öğrenmek güzeldi. Yahya Kemâl'in şiirlerini, sırf onun gibi okuyabilmek için ezberledim. "Vuslat"ı, "Mahpeyker Sultan"ı, "Rindlerin Ölümü"nü anlamak, birçok şeyi anlamanın başlangıcı oldu benim için. Necip Fazıl'ın "Kaldırımlar"ını ondan dinlerken, o yaşta bizlere mısraları değil, yalnızlığı anlatabilmesi şaşırtıcıydı. "Tak tak ayak sesimi aç köpekler işitsin" mısraında hepimiz karanlık bir kaldırımda yapayalnız, üstelik onunla birlikte yürüyorduk.
Lüleburgaz Lisesi'nde, 4-B sınıfında sadece birinci sömestirde edebiyat dersinde, Ayvaz Gökdemir'in talebesi oldum. Batılı bir yazardan, bir insanın hayatı boyunca başına gelebilecek en büyük mucizenin, iyi bir öğretmenle karşılaşmak olduğunu okumuştum. Benim karşılaştığım edebiyat hocası, iyi bir öğretmenden çok öte bir şeydi.
Çünkü gözlerinde şimşekler çakıyordu. Üstelik dimdik, korkusuz duruyordu. Sonradan öğrendiğim "vekar" kelimesinin mücessem haliydi.
Son olarak Kurban Bayramı'nda elini öpmeye gittim. Gözlerinde hâlâ ışık dolaşıyordu. Bacaklarından rahatsızdı, uzatmıştı; ama yine dimdik duruyordu.
Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Kurulu'nda yıllarca beraber çalıştık. Özel bir öğrencilik statüsünü, onun beni "arkadaşım" diye takdim etmesine rağmen sürdürme fırsatım oldu. "Okuduğun kitaba canlı bir varlık gibi saygı göster." sözünü unutmuyorum. Bir inanç adamıydı. Bir fikir adamıydı. Prensiplerinin adamıydı. Onu bir siyaset adamı, bir kavga adamı olarak tanıyanlar ve kafalarındaki sınıflandırmada bir yere yerleştirenler hep hata etmiştir. O, bu topraklara has inancın ve fikrin adamıydı.
Yıllar önce askerî darbeleri anlattığı ve demokrasiyi en ileri hatlarda savunduğu kitabı, şöhretinin gölgesinde gerekli alâkayı bulamadı. "Türk Kimliği" kitabındaki tarih bilinci akıl ve gönülün bir senteziydi, ama çok az karşılık gördü. Türkçeyi en mütekâmil düzeyde kullanan kalemlerden biriydi. Hitabeti, yıllar sonra bile hatırlanan izler bırakırdı.
Belki ondan kalan izlerden en önemlisi bir "bidat-ı hasene" olacak. Bu âdet, tam da onun Hakk'ın rahmetine kavuştuğu haftaya özgü bir gelenek olarak yerleşmiş durumda. Peygamberimiz'in doğumunu, miladî tarihle sabitleyip her yıl nisan ayının ikinci yarısında "Kutlu Doğum" adıyla, bugünün dünyasına ve insanına özgü aktivitelerle kutlamak onun fikriydi. Mevlid yerine "Kutlu Doğum" tabiri de onun icadıdır.
Velhasıl "Yiğit Adam" idi. Dua ile...