« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

27 Kas

2007

“SERTARİK, MESNEVİHAN Şefik Can ile Yapılan Son RÖPORTAJ

27 Kasım 2007

"Özünü bilmeyen Mevlânâ’yı tanıyamaz"



22 Ocak 2007
Yapılan Son RÖPORTAJ'ı


Nuriye AKMAN


Zaman Gazetesi


"Özünü bilmeyen Mevlânâ’yı tanıyamaz"



Mevlânâ’yı rahmetli Şefik Can’ın çeviri ve şerhlerinden tanıyıp sevdim. Yıllarca Mesnevi’yi ya da diğer beyitlerini içeren kitaplarını her elime alışımda kalbimden Şefik Can’a selam yolladım, teşekkür ettim. Onunla söyleşi yapma arzusunun bende neden bu kadar geciktiğini bilemiyorum. Geçtiğimiz yaz, ani bir kararla ortada güncel bir neden yokken Şaşkınbakkal’daki evine gittim. Konuların derinliğinden olduğu kadar, rahmetlinin ileri yaşının getirdiği zorluklar nedeniyle de, konuşmamız saatler sürdü. Eğer bu söyleşide bir vasiyet niteliğinde açıkladığı gibi, ölümünden sonra kendisine bir emanet tevdi ettiği, yıllarca bir dakika bile yanından ayrılmayan, öğrencisi, kızı, can yoldaşı Nur Artıran olmasaydı, konuşmamızı böylesine akıcı hale getirip, size sunamazdım. Rahmetlinin kulağı o kadar az duyuyordu ki Nur Hanım benim her sorumu tane tane, adeta heceler gibi “dedesinin” kulağına eğilip birkaç kez tekrarlıyordu. Rahmetli çok kısık bir sesle konuşuyordu. Bu nedenle cevapları anlayabileceğim tarzda “çevirmek” yine Nur Hanım’a düşüyordu. Kasetin çözümünden sonra konuşmanın redaktesi konusunda da Nur Hanım’dan yardım aldım. Çünkü rahmetli, sorularıma kapsamlı cevap vermek istiyor, bu nedenle ana konuyu besleyen yan konulara da derin dalışlar yapıyor ve ben izlediği mantık silsilesini takip etmekte zorlanıyordum. Rahmetlinin diline hem lafzen hem ruhen çok aşina olan Nur Hanım’a duyduğum şükranı ifade etmek istiyorum. Şefik Can’la son söyleşiyi yapmanın bir nasip olduğunu düşünüyor ve vasiyetini toplumla paylaşmanın sorumluluğunu hissediyorum. Son Mesnevihan, Mevlânâ âşığı, Mevlevilik öğretisini sadece en iyi bilen değil, en iyi yaşayan bir insandı Şefik Can. Onun, Tahirü’l-Mevlevi Hazretleri’nden aldığı manevi emaneti şimdi bir kadına verdiğini öğrenmek eminim herkesi sarsacaktır. Şefik Can, Nur Artıran’ı kadınlardan kurulu bir sema grubunun postnişini olarak görmek, kendisinin sağken yaptığı Hak’tan aşkla aldıklarını Halk’a aşkla aktarma sohbetlerini Nur Artıran yapsın istiyor. Ben bu söyleşiyi yaz boyunca beklettim. Yayınlanması için en uygun zamanın Şeb-i Arus törenlerinin yapıldığı 17 Aralık olduğunu düşünüyordum. Fakat o günlerde kendisi o kadar rahatsız idi ki, erteleme ihtiyacı duymuştum. Nasip, bu güneymiş.



Efendim, Hz. Mevlânâ’yı nasıl tanıdınız?


Efendim, bendeniz bir kasaba müftüsünün oğluyum. Erzurum’un Tebricik kasabasında doğmuşum, daha sonraları babam aynı kasabaya müftü olmuş. Babam edebiyata çok meraklıydı. Hem medresede okumuş değerli bir din alimi, dönemin çok saygın bir müftüsüydü, hem de Dar-ul Muallim’de aydın bir öğretmendi. Babam bana daha ilkokula gitmeden, Farsça ve Arapça öğretti. Konuşmayı, Hz. Mevlânâ’nın şiirlerini ezberleyerek öğrendim diyebilirim. Şu an ezbere okumaya çalıştığım, Mevlânâ’nın birçok şiiri o günlerde babamın öğrettiği şiirlerdir. Mevlânâ ile olan yakınlığım, rahmetli babamın Hz. Mevlânâ’ya olan aşkıyla başladı. Babamın Mevlana’ya duyduğu muhabbet bendenizi de etkilemişti. Sonra Birinci Cihan Savaşı yüzünden her şeyimizi bıraktık, Sivas’a, oradan Yozgat’a savaşin dehşetinden dolayi birçok yer dolaştıktan sonra, nihayet, Sivas’la Tokat arasında bulunan Yıldızeli diye bir yere geldik. Daha çocuk yaşta savaşın tüm acılarını gördüm ve yaşadım. Geldiğimiz Yıldızeli’ne babam müftü olarak tayin edildi. Ben ilkokula devam ederken, babam bana Hafız’dan, Sadi’den, Mevlana’dan beyitler ezberletiyor, Sadi’nin Gülistan’ını okutuyordu. İlkokulu bitirdiğimde bu üç büyük velinin eserlerini de babam bana ikmal etmeye çalıştı.



Daha sonra Tokat’ta askeri ortaokula, daha sonra Kuleli Askeri Lisesi’ne geldim. Liseyi ve Harp Okulu’nu bitirerek subay çıktım. Fakat içimde öğretmen olmak için büyük bir aşk vardı. Çünkü ilk rehberim ve mürşidim olan babamda gördüğüm kitap, ilim, öğretme ve öğrenme aşkı bana da geçmişti. Gizli olarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümü’ne devam ediyordum. Bu anlaşılınca beni aldılar Trakya’da Vize denilen bir kasabada, bir tümene tayin ettiler. Orada da bu aşkımdan vazgeçmedim. Öğretmenliğe karşı olan bu aşkımı bir gün tümen komutanına bir mektup yazarak Edebiyat Fakültesi’ni bitirmem için izin vermesini rica ettim. Komutanımın izniyle üniversitede imtihan vererek öğretmen sınıfına geçtim. Fakat öğretmen olabilmem için iki yıl staj yapmam gerekiyordu. Bunun için de beni Kuleli Askeri Lisesi’ne Tahir-ül Mevlevi Hz.’nin yanında staj yapmam için tayin ettiler.



İşte bu sıralarda Tahir-ül Mevlevi Hazretleri’yle tanışmış oldum ve 16 sene ona hizmette bulunma, onunla birlikte olma şerefine eriştim. Hakk’ın takdirine bakın ki maddi ve manevi öğretmenlik belgemi Tahir-ül Mevlevi Hz.’nin elinden aldım. Bu, benim için çok büyük bir İlahi lütuftur. Benim ilk hocam, rahmetli babamdır. Fakat Tahir-ül Mevlevi Hazretleri de babam kadar sevdiğim ikinci mürşidimdir. Hz. Mevlânâ’ya giden yolumu aydınlatarak tecrübeleriyle bendenize rehberlik yaptı. Tahir-ül Mevlevi Hazretleri’nin Mevlânâ’ya karşı olan aşkı, bende çok büyük bir iz bıraktı. Bu nedenle bütün dünya klasiklerini, en tanınmış şairlerin kitaplarını aldım okudum hayatımı okumaya hasrettim. On bin ciltlik bir kütüphane kurdum. Bu arada Eski Yunan ve Latin edebiyatına gönül vermiştim. Hatta bir de Klasik Yunan Mitolojisi kitabı yazdım. Bütün bunları anlatmaktaki maksadım, Hz Mevlânâ’ya körü körüne bağlanmadım; bütün dünya edebiyatını okudum araştırdım, hepsinin üzerinde çalıştım. Sonunda bütün bunların hepsi Mevlânâ’nın eserlerinin yanında bana çok boş ve lüzumsuz geldi.



Efendim, “Gel ne olursan ol gene gel” rubaisi günümüz insanı tarafından doğru anlaşılıyor mu?



Bu rubai Mevlânâ’nın değil, bunu herkes biliyor zaten. Dergahın kütüphane memuru rahmetli Necati Bey, eski yazılı bir nüshada bu rubaiyi, Mevlânâ’nın o rubaisi diye görmüş. İşin hakikatını araştırmadan, Hz. Mevlânâ’nın rubaisi diye etrafa yaydı. Halbuki Ziya Paşa’nın topladığı, ‘Harabat’ adlı antolojide, bu rubai başka kişiye aittir. Başka bir el yazması rubaide de bunu gördüm. Fakat Mevlânâ’nın bunun gibi, hatta daha da coşkun bir çok şiirleri olduğu için, Mevlânâ’nın şiiriymiş gibi de kabul edilebilir. Bu o kadar önemli değil. Asıl mesele bu rubainin ruhundan habersiz, surette kalanlar ve bu duruma vesile olanlar. Gel, ey mümin, gel ey insan, her ne isen gel. Putperest de olsan, kâfir de olsan, tövbeyi yüz kere bile bozmuş olsan gel. Bu, “Cenab-ı Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.” ayetine, bir bütün olarak ‘Ey insanlar’ dediği ayetlere işarettir. İnsan ne kadar günahkar olursa olsun, candan tövbe ederse temizlenir. Şimdi Mevlânâ demek istiyor ki: “Ey insan, senin gönlünde putlar dolu. Değil mi, dünya putları dolu, her yanını nefsanî pislikler kaplamış, bunun için ümitsizliğe düşme, gel bizim dergahımıza, eline aşk ve iman baltasını al, içindeki putları kır. Eğer sen içki içiyorsan nefsini dergahımızda terbiye et, bu şişeyi taşa vur da, ledün şarabını iç. Gel ama bizdeki hakikat suyuyla yıkan da, pisliklerinden arın, temizlen.”



“Gel bizim dergahımız her şeye müsait. Dışarıda insanların kabul etmediği işlerini bizim dergahımızda yap, biz hoş karşılarız.” demiyor. Fakat insanlar bunu yanlış anlıyor. Sürekli bu rubainin okunmasının halk üzerinde kötü etkisi oldu. Mevlânâ’yı başka türlü tanıdılar. Mevlânâ dehrî, yahut başka bir mezhepte, meşrepte, İslamiyet’in dışında, başka bir yolda gibi algılandı. Ne yaparsan yap her şeyi hoş gören, Allah’ın kabul etmediği, Peygamberimiz’in uygun bulmadığı şeyleri sanki Mevlânâ hoş görüyor, kabul ediyor. Olur mu öyle şey. Mevlânâ “Yaşadığım müddetçe Kur’an’ın kuluyum, Peygamber Efendimiz’in bastığı yerin toprağıyım.” demiştir. Peygamber Efendimiz bir hadislerinde, insanların yaptığı bir günahtan dolayı tövbe edip, tekrar aynı günahı işlerse daha çok günaha gireceğini buyurmuştur. Yüz kere tövbeyi boz, hiç önemli değil, bu İslami inanca uygun olur mu? Bu sözün ruhundan özünden habersiz olanlar, sadece kelimedeki manada kalanlar elbette Mevlânâ’yı yanlış tanırlar. Mevlânâ başka bir şey söylememiş mi? Neden “Ben Kur’an’ın kuluyum, kölesiyim. Hz. Muhammed’in bastığı yerin toprağıyım.” dediği rubaiyi kimse okumuyor. Bu, Mevlânâ’yı anlatmıyor mu? Öteki rubaiyi anlamak için biraz tefekkür etmek lazım. Bu zahmete kimse katlanmadığı için herkesin nefsinin meşrebine uygun geliyor. Bendenizi çok etkileyen bir hatıramdan bahs etmek isterim. Yıllar önce Konya’daydım; iki yabancı, Konyalı olan birine Hz. Mevlânâ’nın türbesine nasıl gideceklerini soruyordu. Konyalı olan adam adresi söylemeden önce ‘Siz nereden buraya geldiniz?’ diye sordu. Onlar da geldikleri yeri söylediler. Konyalı adam biraz hiddetli, ‘Yahu sizin başka bir işiniz yok muydu da ta oralardan buraya bu adamı görmeye geldiniz’ dedi. Eğer o insan, Hz. Mevlânâ’nın “Yaşadığım müddetçe Kur’an’ın kulu kölesiyim, Hz. Muhammed’in yolunun toprağıyım.” dediğini duysaydı öyle davranmazdı.



Sizin gözünüzle Hz. Mevlânâ, nasıl bir insandır?



Onu lâyıkıyla anlamak ve anlatmak haddimiz değil, o nedenle de zaten herkes Mevlânâ’yı kendi anlayışına ve sezişine göre anlamış ve anlatmış, kendi aynasında gördüklerini söylemiştir. Büyük veliler çok büyük bir deniz gibidir, bizler onların yanında küçük bir su damlası gibiyiz. Küçük su damlası nasıl büyük bir denizi doğru bir şekilde görüp anlayabilir ki, doğru olarak da anlatsın. Yüzyıllar öncesinden bunları görüp bilen Mevlânâ da kendini bir rubaisinde şöyle tarif etmiştir: “Yaşadığım müddetçe ben, Kur’an’ın kuluyum, Hz. Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi benim sözlerimden bu görüşlere aykırı mânâlar çıkarır, beni başka türlü tanırsa, ben bu sözleri çıkaranlardan da, bu sözlerden de bıkmışım usanmışım.” Bu rubai, Hz. Mevlânâ’nın mânevi yoluyla ilgili herkesin anlayacağı çok açık bir belgedir. Onu aşıklar sultanı diye yâd ediyoruz. Çünkü o, “Şu dünyada herkesin bir nasibi vardır benim nasibim ise aşktır, aşk dağıtılırken onda dokuzu bana biri tüm kainata dağıtıldı, ben aşk çocuğuyum beni aşk doğurdu, anam da babamda aşktır.” diyor. Onun tevazuunu, alçak gönüllülüğünü anlata anlata yüzyıllardır bitiremedik, bitmesi de mümkün değil. Mevlânâ’nın yolundayız diyenlere bir şey söylemeye hakkımız yok ama insanlık örneği olan o büyük insanın söylediklerine bakınız: “Sarığıma, cübbeme, başıma, her üçüne birden kıymet biçtiler. Bir dirhemden daha az değer verdiler. Sen benim adımı hiç duymadın mı? Ben bir hiçim, ben bir hiçim, ben bir hiçim.” İşte bu da Hz. Mevlânâ gibi büyük bir velinin alçakgönüllülüğü. Hiç olmak, hiçliğinin farkına varıp o meşrepte yürümek kolay değil. Hz. Mevlânâ, ‘Ben insanı kıyamete kadar anlatsam bitiremem’ diyor. İnsanlık örneği olan, Hz. Mevlânâ’yı bendeniz nasıl kısaca anlatabilirim ki. O büyük veliyi, en güzel şekilde yine büyük bir veli anlatmıştır. Abdurrahman Câmi Hazretleri; “O mânâ cihanının eşsiz padişahının zâtının değerini isbatlamak için Mesnevi kafidir. O büyük varlığın vasfı ve üstünlüğü hakkında ben ne söyleyebilirim. O Peygamber değildir, fakat kitabı vardır.” demiştir.



Sizin, 1960’larda, Selman Tüzün’le birlikte birkaç defa Şeb-i Arus’ta Konya’da posta çıktığınızı biliyoruz. Neden daha sonra posttan çekildiniz, bu göreve devam etmediniz?



Bendeniz daha sonraları, Cenab-ı Allah’ın bir lutf u ihsanı olarak Konya’da posta çıkmadım. Eğer bu vazifeye devam etseydim tören şeyhi olarak yaşar giderdim. Böylecede kendime göre yıllarımı vererek, Mevlânâ’yı sevenlere sadece hizmet etmek için hazırlamaya çalıştığım, Mevlânâ’nın eserleri üzerine yapmış olduğum çalışmaları yapamazdım. Hayatım boyunca her zaman kitaplar, hayatımın en önemli parçası olmuştur. Onun içindir ki, Hz. Pirimiz lutuf göstererek kendi eserleri üzerine çalışmama müsaade etti, bendenizin başka şeylerle oyalanarak zaman geçirmeme fırsat vermedi. Bu yolda kendi eserleriyle hizmet etmeyi nasip etti. Bu ilahi lutfun büyüklüğü karşısında, ne kadar şükretsem azdır.


En büyük endişem semanın folklora dönüşmesi



Sakarya Üniv. İlahiyat Fak. Tasavvuf Anabilim Dalı Bşk. Yard. Doç. Dr. Sezai Küçük’e Mevleviliğin tarihinde kadın şeyh olup olmadığını sordum.



Şefik Can’ın destarını verdiği Nur Artıran’ın bu açıdan bir ilk olup olmadığını anlamak istiyordum. Evet, 16. ve 17’nci yüzyılda bu görevi yüklenen kadınlar yaşamış. Kimse “kadından şeyh mi olur?” dememiş. Aradaki 4-5 yüzyılda bu gelenek gerçekten devam ettirilememiş mi, yoksa değişik bölgelerde devam etmiş de kayıtlara mı geçmemiş bilinmez; ama Nur Artıran’ın 21’inci yüzyıl dünyası için çok önemli bir sembol olduğu açık. Yalnız dikkat: “Kadın şeyhin” temsil ettiği öğretinin doğası, onun kadınlığının altını çizmiyor. Destar, kadın olduğu için verilmiyor ona. Maddi hatta manevi bir çıkar beklemeksizin Yaradana duyduğu aşkı, yaradılmışla en güzel şekilde paylaştığı için veriliyor. Zaten O’nda eridiğinde ne kadınlık kalıyor geriye ne erkeklik...



Hz. Mevlânânın Mesnevi’deki “Kadın yaratılmış değil, sanki yaratandır.” sözünü nasıl anlamalıyız?



Efendim, Mesnevi’deki bu beyitleri çoğu kimseler kadın çocuk doğurduğu için, sanki yaratılmış değil yaratandır diye söylendiğini zannediyor. Böyle düşünmemek lazım. Çünkü bütün dişi varlıklar yiyor, içiyor, doğuruyor. Burada Hz. Mevlânâ’nın kadını yaratılmış mahluk değil de, sanki yaratıcı, hâlik olarak göstermesi, kadının duygu bakımından erkekten daha hassas, gönlü daha çok aşkla dolu, daha duygulu, daha merhametli, daha sabırlı, daha şefkatli, olduğu içindir. Çünkü kadının yaratılışındaki, Hakk’ın tecellisi olan bazı duygular erkeğe göre daha büyük; onun için, kadını böyle rastgele bir mahluk olarak değil, üstün bir varlık olarak görmüştür. Cenab-ı Hakk’ın güzelliklerini kendinde toplamış bir varlık olarak, kadına karşı duyduğu hayranlığın, saygının ifadesidir. Erkek, maddi olarak kadınlara karşı daha güçlü olabilir; fakat tartışmasız kadın ruh olarak, mânâ olarak, erkekten daha güçlüdür. Peygamberimiz de “Cennet anaların ayağının altındadır.” derken sadece doğurduğu ana olduğu için bunu söylememiştir. Kadın erkekten farklı tecellilere mahzar olduğu için bu itibarı görmüştür. Kadının bu yüceliği yanında elbette beşeri tarafları da, nefsani zaafları da vardır. Bunu da Hz. Mevlânâ Mesnevi’deki bazı beyitlerde çekinmeden anlatmıştır. Maalesef birçok kadın da, erkek de, kadındaki bu İlahi değerlerin farkında değil; erkekler kadını hep cinsellikleriyle tanıyorlar, kadınlar da çoğu kez hep cinselliklerini ön planda tutuyorlar, çok yazık...



Kadın-erkek bir arada sema edilmesini nasıl karşılıyorsunuz?



Bilindiği gibi semâ, kökü Arapça olan ‘sem-i’den gelir, manası işitmektir. Birçok kişinin zannettiği gibi, sema sadece dönmek değildir. İşittiği İlahi seslerin coşkusuyla vecde gelerek dönmektir. Kadın da insandır. Onun da güzel sesler duyması, mûsiki ile ilgilenmesi, sema etmesi tabiidir. Ayrıca kadın, erkekten daha duygulu, daha hassastır. Bineanaleyh biz kadına, ‘Sen güzel sesleri işitme, vecde gelip sema etme’ diyemeyiz. Eski zamanda kadınlar hiçbir yerde erkeklerle birlikte değildiler, böyle zamanımızdaki gibi bir yaşam hayal bile edilemezdi. Bugün, kadınlar, her hususta erkeklerle beraber yarışıyorlar.



Kadınlardan avukat var, doktor var, öğretmen var; artık her meslekte her yerde erkeklerle yarışıyorlar. Her yerde erkeklerle birlikte hayat mücadelesi veren kadın niye semâzen olmasın? Efendim ‘bu kadınlara yasaktır’ demek, kadınların zevkine, duygularına bir târizdir, kadınlığa karşı büyük bir hakarettir yani. Semâ, erkeği olduğu gibi, kadını da ilgilendiriyor. Kadın, erkekten daha duyarlı ve hassas olduğu için, bu ibadetin ruhundaki güzelliği daha çok hisseder.



Özden uzaklaşmadan, temel olan her türlü şeye sadık kalarak, manevî inancımızı aksatmayacak şekilde günümüz şartlarına uygun bazı düzenlemeler yapmayı inkar saymamalıyız. Mevleviliğin olduğu dünyanın her yerinde kadınlar zaten semâ yapıyor. İnancım odur ki, bunu yok saymakla yok edemezsiniz. Yapılacak tek şey, ‘Kadından semâzen olur mu, olmaz mı?’yı tartışmak yerine, onun için günümüz şartları içerisinde bu ibadetin özünden kopmadan dejenere olmadan devam etmesini, maddeyi manadan üstün görenlerin, edep erkân tanımayanların hanımları ve erkekleri bir bütün olarak semânın ticaret maksadıyla, kullanmasına engel olmak için ne yapmalı, nasıl bir çare bulmalı, bunu tartışmak konuşmak lazım. Kadınlar semâ etmeli derken elbette bendenizin de bazı endişelerim var. Sanırım benim gibi karşı gelenlerin de tüm korkusu semânın bir dans gösterisi gibi her yerde her türlü ortamda yapılarak ibadetten ziyade bir folklara dönüşmesi, bu konuda bilinçsiz olan kadınların ticari amaçla kullanılması... Çok haklı bir endişe, bendeniz de aynı endişelerden muzdaribim. Fakat buna, ‘kadınlar semâ yapamaz’ diyerek engel olamazsınız.



Bu konuda sizin bir öneriniz var mı?



Bir öneri değil; ama bu konuda çok büyük bir arzum var. Bendenizin arzusu, sadece kadınlardan kurulu, ehil ellerde hizmet verecek bir semâ grubu... Bu semâ grubunun posta çıkacak şeyhi kadın olsun istiyorum. Semâzen başı, tüm semâzenler, tüm mutrib... Kısaca bir semâ ayininde hizmet verecek herkesin kadın olduğu, konunun ciddiyetine vâkıf, yaptıkları hizmeti sadece Allah için yapacak, kadınların kullanılmasına engel olacak güzellikte ve ciddiyette, hanımlardan kurulu bir semâzen grubu... Bu, bendenizin görmek istediği en büyük arzum. Bu hususta bir vasiyetim de vardır. Bunu da size ilk defa açıklamak isterim. Ben vefat ettikten sonra, benim için Galata Mevlevihanesi’nde bir semâ ayini yapmak isterlerse, burada şeyh postuna benim evladım, Nur Artıran Hanımefendi’nin oturmasını, semâzenbaşı ve bütün semâzenlerin, mutribin hanımlardan olmasını, hiçbir erkeğin bu ayinde vazife almamasını, vazife alanların hepsinin hanım olmalarını rica ediyorum. Bunu vasiyet ediyorum. Dinleyenlerin kadın, erkek olmasına karışmıyorum, karışık olabilir. Kim gelirse gelsin. Beni sevenler gelsinler, arzu edenler gelsinler. Fakat kadın ile erkeğin farklı olmadığını, fakire ait olan bir inancımın, vasiyetimde de yer almasını istirham ediyorum. Yaşarken böyle bir ayini görmeyi çok istedim; ama göremedim, hiç değilse bendeniz göçüp gittikten sonra ruhum rahat etsin, huzurlu olsun.



Sizin ‘yaşayan en son Mesnevihan’ olduğunuz kabul ediliyor. Allah uzun ömürler versin, fakat sizden sonra ne olacak? Tahirü’l- Mevlevi Hazretleri sizi yetiştirdi, siz bu konuda kimseyi yetiştirmediniz mi?



Efendim, bendeniz 16 sene, Tahirü’l-Mevlevi Hazretleri’nden feyz aldım, onun ilminden irfanından yararlandım. Çok değerli bir Mesnevihan olan Tahirü’l-Mevlevi hocam, “Artık Mesnevi okutabilirsin, ileride bu görevi sen yapacaksın.” dedi. Hocamın emriyle başladık bu hizmete. Bendeniz de fakirden sonra bu işi yürütecek kimseler aradım. Yaşlı olduğum için çok talebe gördüm, çok insan tanıdım, kadın-erkek... Nihayet bu işte en liyakatli, kabiliyetli olarak Nur Hanım’ı tanıdım. Mesnevi’nin birinci cildinin başında, Hz. Mevlâlâ’nın yazdığı 18 beyit içinde bir beyit vardır ki, bu beyit Nur Hanım’da bulduğum vasıfları belirtmektedir. Ne diyordu o beyitte: “Beni dinleyen her insan, benim neler dediğimi anlayamaz. Benim feryadımı duyamaz. Beni anlamak, beni duymak için ayrılık acısı çekmiş, gönlü yaralanmış, içli bir insan isterim ki acılarımı, dertlerimi ona anlatayım.” Neyin ağzından söylenen bu beyitin vasıflarını aynen, Nur Hanım’da gördüğümdendir ki, benim için manevi değeri çok büyük ve önemli olan, “destarımı” da, benden sonra Mesnevihanlık görevini de gönül rahatlığıyla Nur Hanım’a teslim ettim. Bu işe layık olduğu için, vicdanımın sesine uyarak, Nur Hanım’ın bu vazifeleri kabul etmesini rica ettim.



Neden destarınızı teslim etmek için erkek değil de, bir kadını tercih ettiniz?



Efendim, yakında doksan altı yaşına gireceğim, uzun senelerden beri haddim olmayarak acizane elimden geldiğince insanlara faydalı olmaya çalışıyorum. En büyük arzum da bu âlemden göçmeden Tahirü’l Mevlevi Hazretleri’nden aldığım manevi emanetleri, ehline teslim ederek bu âlemden göçmekti. İleri yaşlara kadar yaşamak nasip olduğundan, çok fazla insan tanıdım. Erkeklerden de talebelerim oldu. Onlarla senelerce meşgul oldum. O zaman gereği gibi görüyor, kulaklarım çok iyi işitiyordu. Ve emek verdiğim evlatlarım arasında Nur Hanım kadar duygulu, onun kadar anlayışlı kimse bulamadığım için ben o bakımdan bu emaneti ona verdim. Devrimizde, erkek ve kadın eşit haklara sahiptir ve bendeniz de, eski devirlerde de kadınlardan Mesnevihan yetiştiğini tespit etmiştir. İlk defa bir hanıma ben destar vermiş değilim. Daha evvel de bu şekilde Mesnevihanların yetiştiğini Sezai Küçük Bey’in kitabında okudum. Erkek talebelerimden birine bu emanetleri teslim etmek niyetiyle uzun yıllar çok emek vererek yetiştirmeye çalıştım. Nur Hanımefendi’yi daha sonraları tanıdım. Çok uzun seneler emek vererek yetiştirmeye çalıştığım bu erkek evladımdan ziyade yeni tanımış olduğum, Nur Hanımefendi’nin bu emanetlere daha ehil olduğunu gördüm. Hiç tereddüt etmeden gönül huzuruyla bir hanımefendiye bu manevi emanetleri teslim etmeye karar verdim. Kararımın doğruluğuna inanıyorum. Vicdanım çok rahat. Tarihler örneklerle dolu; kırk yıl bir dergâha hizmet ettiğini düşünür, bir şeyler beklersin, son dakikada neyin nereye gideceğini ancak sahibi bilir, buna kimsenin müdahale etmeye gücü yetmez. Daha evvel de söylemiştim kadın veya erkek olması önemli değil, gönül sahibi olması önemli... Ne diyor Hz. Mevlânâ: “Erkek ve kadın vahdette bir olunca, o bir olan sensin. Adetleri meydana getiren binler yok olunca, kalan bir, yine sensin.” İşte bu beyitleri hissedebilmek, idrak edebilmek; bütün mesele burada. Bu işler ne gelenek görenek, âdet, töre işi, ne de kadın-erkek işi, sadece aşk işi, gönül işi, ben bunu böyle bilir, böyle söylerim.



Sizin iki kızınızın olduğunu biliyoruz, böyle bir görevi neden onlara vermediniz?



Yüce Mevlânâ “Benim akrabam eşim dostum âşıklardır, âşıklardan başka akrabam da soyum sopum da yok” diyor. Bunu derken, duyanlar ve hissedenler için, bir şeylere de işaret ediyor. Bütün bunların cevabını zaten yukarıda uzun uzun verdim. Bu gibi işlerin, manevi sorumlulukların akrabalıkla bir ilgisi olamaz.



Sezai Küçük: Mevleviliğin tarihinde müride ve semâzen kadınlar hep var olmuştur



Mevlânâ dönemi ile ilgili bilgiler aktaran kaynaklar (Risale-i Sipahsalar ve Menakıbu’l-Arifin başta olmak üzere) Mevlânâ döneminde kadınların, düzenlenen sema törenlerinde semaya iştirak etmeksizin hazır bulunduklarını aktarmaktadır. Yine bu kaynaklara göre; özellikle de dönemin yöneticilerinin hanımları Mevlana’nın da iştirak ettiği sema törenleri organize etmişler, hatta sema esnasında Mevlânâ ve sema eden semazenler üzerine gül yaprakları serpmişlerdir. Yani Mevlânâ döneminde her ne kadar kadınların semaya iştirak ettiklerine dair bir rivayet yoksa da kadınların Mevlânâ’nın meclislerinde bulunmaları, Mevlânâ’nın kadınların davetlerine icabet etmesi gibi rivayetler, diğer tarikatlara göre Mevleviliğin içinde kadınların özel bir yerinin olduğunu göstermektedir. Mevlânâ’dan sonra da kadınlar -semaya iştirak etmeksizin- Mevlevi tarikatı içinde varlıklarını devam ettirmişlerdir. İlginç gelişme 16. ve 17. yüzyılda Afyon ve Kütahya Mevlevihanelerinde yaşanmıştır. Mevlevilikte bu tarihlerden önce başlayan dergah şeyhliğinin babadan oğula geçmesi geleneği sebebiyle; 1560 yılında Afyonkarahisar Mevlevihanesi’nde dergahın şeyhlerinden meşhur Mevlevi Divane Mehmet Çelebi’nin kızı Destina Hatun’un şeyhlik yaptığı kayıtları yer almaktadır. Aynı dergahta 1683 yılında da Güneş Hatun şeyhlik makamında bulunmuştur.



Kütahya Mevlevihanesi’nde ise; 1650 yılından sonra yine aynı dergahın şeyhlerinden Küçük Arif Çelebi’nin kızı Mesnevihan Kamile Hanım, vefat eden dergâh şeyhi Mehmed Dede’nin yerine Mevleviliğin yönetimini elinde bulunduran Konya Mevlânâ Dergâhı tarafından şeyhlik makamına atanmıştır. Yine bu dergâhta Kamile Hanım’ın kızı Fatma Hanım (ö. 1710), annesi gibi Mesnevihanlık ve şeyhlik yapmıştır.



Fakat daha önce de belirttiğim gibi kadınlar gerek sema meşk ederek gerekse müride olarak hep var olmuş, zengin ve varlıklı olanlar dergâhların ihtiyaçlarına katkıda bulunmuşlardır. Bunların arasında padişahların hanımları ve kızları da vardır.



Meşhur şairlerden Leyla Hanım (ö. 1848), Şeref Hanım (ö. 1861), Mü’mine Hanım (ö. 1903), Hatice Nakiye Hanım (ö. 1899) vs. de 19. asırda yaşamış Mevlevi hanımlarındandır. Leyla Hanım’ın, erkekler gibi sema edememesi sebebiyle Galata Mevlevihanesi semahane kapısında ağladığı rivayet edilir.



‘Mevlevi hanımlar niçin semaya iştirak etmemişlerdir?’ sorusunun cevabı aslında Osmanlı toplumsal düzeninde ve sosyal anlayışında yatmaktadır. Buna bir de semanın bir vecd hali olduğu ve sema esnasında kendinden geçen semazenlerin durumu da eklenirse kadın ve erkeğin birlikte sema etmemesinin sebebi daha rahat anlaşılır kanaatindeyim. Ama kadınlar Mevlevilik tarihi boyunca kendi aralarında sema yapmışlardır.



Allah size lutfetmiş, 96 yaşına geldiniz. Yaşlılık sizden ne aldı götürdü, yerine ne getirdi?



Efendim, bu yaşa kadar geleceğimi aklımın ucundan bile geçirmezdim. Çocukken kırk yaş, bana en uzun bir yaş gibi gelirdi. Kırk yaşına kadar yaşayacağımı düşünemezdim. Kırkı geçtik, elliyi geçtik, atmışı geçtik, yetmiş, seksen, doksan derken bu yaşa gelinceye kadar çok hadiseler gördüm yaşadım. Çünkü ben Birinci Cihan Savaşı’nda bile, beş-altı yaşında bir çocuktum. Nice seneler gelip geçti, bu yaşa geldim, şöyle geriye baktığım zaman, şaşırıp kalıyorum. Cenab-ı Hak benden birçok şeyler aldı. Fakat aldıklarının yanında lutfedip verdikleri şeyler daha çok. Onun için her zaman Allah’a şükrediyorum. Mesela kör değilim; ama gereği gibi göremiyorum. Sağır değilim, fakat konuşmaları yeterince duyamıyorum. Dışarı çıkıp kendi kendime bir yere gidemiyorum. Bir kat merdiveni bile, kendi kendime inemiyorum. Sonra, Cenab-ı Hak gözlerimin görmesini alınca, kitaplarla arama perde indi. Okuyamıyorum. Buna rağmen hiç şikayetçi değilim, hayatımdan. İhtiyarlıktan çok memnunum. Bütün bu memnuniyetime rağmen, Ferit Kam’ın bir beytini de hep hatırlarım. Tahirü’l-Mevlevi’nin mütevazı evinde birinci kattan yukarı çıkmakta zorlanan Ferit Kam, merdivenleri çıkmaya çalışırken bendenize güzel bir beyit söylemişti:



Çekilmez bir beladır, ihtiyarlık.
Hele mulzam olursa bir de darlık.
Ser-i izzetinde kalsın,
Senin olsun İlahi böyle varlık.



Bugün bende misafir olan ihtiyarlıktan şikayetçi değilim; çünkü ihtiyarlıkta gördüğüm itibarı gençlikte görmedim. Layık olmadığım halde beni sevenler çok. Layık olmadığım halde sayanlar çok. Allah’ın lütfu ile hafızam yerinde, okuduğum kitaplardan hafızamda kalan kırıntılara dokunmadığı gibi, kitabın şekli bile gözümün önüne geliyor. Onun için şikayetçi değilim ve bu kırık dökük bilgilerle 15 günde bir gidiyorum, Kazım Karabekir Paşa Kültür Merkezi’nde, Nur Hanım’ın yardımıyla konuşmalar yapıyorum. Ayrıca Nur Hanım daima yanımda, benim gözüm kulağım oluyor. Hâlâ çalışıyoruz, kitaplar hazırlıyoruz. Refikam bir baba şefkatiyle bendenize bakıyor. Doksan beş yıllık hayatım, bir rüya gibi geldi, geçti. Dünyanın neşesi de kederi de, hayal gibi, rüya gibi, değil midir zaten? Ne kadar yaşlı da olsam, yine yaşamak istiyorum. Yaşama zevki var içimde. Bunu da kurban olduğum Allah’ım, insanın gönlüne koyuyor. En buhranlı zamanlarımda dahi, yaşamak, biraz daha yaşamak istiyorum. Ben kendim, Cenab-ı Hak’tan ‘bana biraz daha mühlet ver’ diye dua isteyemiyorum da, dostlara diyorum ki, “Benim yerime siz isteyin, çünkü, yüzüm yok, Cenab-ı Hakk’a karşı, 96 sene ömür vermiş. ‘Daha ne istiyorsun, kulum, ne kadar yüzsüzsün’ diyecek, bana.” Yani insan ne kadar sıkıntıda da olsa, ne kadar yaşlı da olsa, sonuçta yine yaşamaktan vazgeçmiyor. Şimdi, üzüldüğüm bir tek nokta var. İnsan ileri yaşlara gelince, ibadetini gereği gibi yapamıyor. Hak dostları her zaman, ‘Ey insan, gençliğinde, çocukluğunda, ibadetini yap. Vazifeni yap. Ben gencim, sonra yaparım diye düşünme. Çünkü gençlik geçip de, ihtiyarlık gelince, bu iş çok zorlaşır’ diye gençleri uyarmıştır. Hakikaten bu iş çok zorlaştığı için üzüntü duyduğum zamanlar oluyor. Ama yine, içimde sönmez bir çalışma, faydalı olma aşkı var. Hani yarın öleceğimi bilsem, bugün de konuşacak bir halde olsam, ‘Ey kardeşlerim, şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın’ diye ricada bulunacağım.



Hz. Mevlânâ’nın hayali resimleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Kaynaklarda fiziksel özelliğine dair farklı bilgiler var mı?



Hz. Mevlânâ’nın bilinen resimleri, İran’da basılmış kitaplarda ve Avrupa’da basılmış bazı kitaplarda da bulunmaktadır. Bunlar, hayalî resimlerdir; ama yine de Mevlânâ’nın hüviyetini mümkün olduğu kadar, dış, fizikî şeylerini gösteren resimlerdir. Bendeniz kaynaklarda çok önemli farklı bir fiziksel açıklama getiren güvenilir bir şey görmedim. Mesela, bu elinde tesbihi olan resim en eski resim sayılır. O resmi tanınmış bir ressamın yaptığı da söylenir. Fakat, bütün bunların hepsi, Mevlânâ’nın hayalî resimleridir. Hz. Ali efendimiz dahil birçok velinin böyle hayalî resimleri vardır. Fakat asıl resim o velinin siretini gösterecek resimdir. Yani ruhunu, mânâsını yansıtacak. Hz. Mevlânâ kendisi de, bu konuya Mesnevi’de temas etmiştir. Göreceksiniz ki, Mevlânâ da kendisini tanımak istiyor, kendinin gerçek yüzünü görmek istiyor, o da kendisinin nasıl olduğunu, kim olduğunu merak ediyor. Mesnevi’de bu durumu şöyle anlatır: “Acaba kendi yüzümü nasıl görebilirim? Ben ne renkteyim? Gündüz gibi miyim, yoksa gece gibi mi? Kendi ruhumun nakşını, resmini, bir hayli zamandır aradım, durdum. Fakat, o nakşı, o resmi hiç kimsede göremedim. Sonunda kendi kendime dedim ki, ayna ne içindir? Ayna neye yarar? İnsan kendini görsün, bilsin diye icat edilmemiş midir? Demiri cilalayarak yaptıkları aynalar, görünen yüzleri görmek içindir. Ama can yüzünü gösteren aynanın değeri ise çok pahalıdır. Bizim can aynamız ise ancak sevgilimizin yüzüdür.” Anlaşıldığı gibi, Mevlânâ bu Mesnevi beyitleriyle kendinin dış görünüşünü değil, kendi içinin asıl gerçek Mevlânâ’nın görünmesini bilinmesini istiyor. Bendeniz, Mevlânâ’yı kendi anlayışıma göre, kendi hayal ettiğim şekilde gönül hanemde görürüm. Siz de onu kendi hayal ettiğiniz şekilde görürsünüz. Demek ki insanların olduğu gibi, velilerin de gerçek tasvirlerini kendi gönlümüzde bulacağız.



Biliyoruz ki, Mesnevi’yi Hz. Mevlânâ yazmadı, başkaları yazdı. Yazarken hata yapmış olabilir mi, yanlış şeyler yazmış olabilir mi?



Bilindiği gibi Mevlânâ altı ciltlik Mesnevi’nin başta bulunan 18 beyitini, kendi eliyle yazmıştır. Diğer bütün beyitleri hep söylemiş, müridi Hüsamettin Çelebi Hazretleri yazmıştır. Mevlânâ, her akşam, Hüsamettin Çelebi ile bir odaya çekiliyor, beyitleri söylüyordu. Hüsamettin Çelebi Hazretleri de onu yazıyordu. O beyitler yazıldıktan sonra, ertesi gün, Hazreti Mevlânâ yazdırdığı beyitleri Hüsamettin Çelebi’ye okutuyordu. Okutunca, bazı yerlerini tashih ediyor, Hüsamettin Çelebi de defterin kenarına onları düzeltiyordu. Böylece Mesnevi devam etti. Hatta, zaman zaman çeşitli sebeplerden dolayı Mesnevi’nin hazırlanması gecikti. Sonra, tekrar başladı. Aynı minval üzerine, her gün, her gece yazılıyor, bazen sabahlara kadar bu sürüyordu. Bu şekilde Mesnevi senelerce sürdü. Altı ciltlik Mesneviler böylece tamamlanmış oldu. Hüsamettin Çelebi’nin kendiliğinden bir şeyler ekleyeceği düşünülemez. Zaten vezinli kafiyeli çok akıcı bir üslup. Bana sorarsanız Hüsamettin Çelebi oraya kendiliğinden bir şey eklememiştir, bir yanlışlık yoktur. Fakat ilave etseydi bile bu Hz. Mevlânâ’nın görüş ve düşüncesinin dışında Mevlânâ’yı yansıtmayan bir şey de olmazdı.



Hz. Mevlânâ söyledi, Hüsamettin Çelebi yazdı. Mesnevi’ye daha sonraları başkalarının satırları veya düşünceleri karışmış olabilir mi?



Efendim, Mesnevii şerifin bilindiği gibi ilk 18 beyitini Mevlana kendi elleriyle yazdı. Diğer bütün beyitleri, Mevlânâ söyledi, Hüsamettin Çelebi yazdı. Ve bu yazılan nüsha sonradan başkaları tarafından da kopya edildi ve yaygın olarak İslam âleminde birçok yazma Mesneviler meydana geldi. Bunların içinde bazı nüsha farkları oluyor. O nüsha farkları doğrudan doğruya onu yazan bir kişinin, heyecana gelerek aynı vezinde, failatün, failatün, failün vezninde herhangi bir beyiti çok az da olsa karıştırmış olabilir. Fakat bunlar özü etkileyecek şeyler değil. Bunların hiçbirisi bizi şaşırtmamalı ve endişelendirmemelidir. Fakat, işin garip tarafı şu ki, Mevlânâ’yı herkes sevdiği için, insanları kendi fikirleri doğrultusunda yönlendirmek için, Mevlânâ’nın namına, Mevlânâ’ya ait olmayan, bir de yedinci cilt yazılmıştır. Bu yedinci cildi, Nahifi merhum, nazmen tercüme etmiş, aslı ile beraber Mısır’da bastırmıştır. Naifi’nin tercümesini ve metnini de gördüm. Sözü edilen yedinci cilt uydurma. Mevlânâ’ya ait olmayan bu yedinci cilt, aynı vezin. Failatün, failatün, failün. Fakat, üslup itibarıyla, Mevlânâ’nın üslubuna benzemiyor. Sonra, oradaki fikirlerde, bazı İslami olmayan fikirler var. Bundan da anlaşılıyor ki, Mevlânâ sevgisinden yararlanıp gerçek Mevlânâ’ya gönül verenleri sapık yollara göndermek istiyorlar. Bütün Mesnevilerde, Hüsamettin Çelebi, Mesnevi’yi bitirdikten sonra, Hz. Mevlânâ, kendisi elyazısıyla Arapça bir önsöz yazıyordu. Bu önsözlerde, Mevlânâ kitabı takdim ediyordu. Beşinci cilt Mesnevi’nin önsözünde, şeriat, hakikati bulmak için bir ışıktır. Bir meşaledir. İnsan dervişlik yoluna tarikata düşüp hakikate doğru giderken, bu şeriattan yararlanır. Ama hakikate ulaştıktan sonra, artık şeriatı kaldırır, bir tarafa atar. Öyle bir fikir var. Bu fikir, bu önsöz Mevlânâ’nın değil. Çünkü, Mevlânâ ve Peygamber Efendimiz, hakikatin hakikatine ulaştığı halde, her gece, sabahlara kadar namaz kılıyorlardı. Her türlü şer’î hükümlere uyuyorlardı, hiçbir ibadetlerini bıraktıkları görülmemiştir. Peygamberimiz ve Mevlânâ, hakikatin hakikatine ulaştıkları halde hangi şer-i hükmü bırakmışlardı? Kendilerinden geçerek, sabahlara kadar ibadet ediyorlardı. Hiçbir veli hakikate ulaştım diye şeriattan ayrılmamıştır. Sonra nazar-ı dikkati celp etti, beşinci cildin önsözündeki çarpıklık, ilk yazılan önsözler gibi değil. Başka birisi tarafından yazıldığı belli. Konu araştırıldığında birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, altıncı cilt Mesnevilerin önsözünde, kenarlarında, Selçuklu devrinin tezhipleri süsleri varken, bu beşinci cildinde yok. Yazı itibarıyla da ayrı olduğu ve başka bir hattat tarafından, Mevlânâ’dan sonraki asırlarda yazıldığı çok açıkça görülmektedir. Anlaşılıyor ki, bu beşinci cildin önsözünü atmışlar, oraya uydurma Mevlânâ’nın olmayan bir önsöz yazmışlardır. Nitekim, Abdülbaki Gölpınarlı da, bu konunun üzerinde durmuştur. Ben de aynı kanaatteyim, beşinci cildin önsözü insanların ayağını kaydırmak, şeriatten uzaklaştırmak için sonradan yazılmıştır.



Anlaşılıyor ki, Mesnevi’ye, istedikleri halde, Hz. Mevlânâ’nın olmayan bazı bölümleri katmak istemişler; ama bunu başaramamışlar. Fakat bu, Divan-ı Kebir için de geçerli mi?



Divan-ı Kebirlere birçok yerlerdeki basımlarında başkalarının şiirleri karışmıştır. Bilhassa Hindistan’da basılmış bir Divan-ı Kebir vardır. O Divan-ı Kebir’e, Şemsi Tabasi diye bir zatın, birçok uydurma şiirleri katılmıştır. Nitekim İran’da Hidayet Han da, Şemsi Tebrizi divanı diye seçmeler yapmış. O seçmelere Mevlânâ’nın şiirlerinden parçalar aldığı gibi, Şemsi Tabasi’den de almıştır. Mevlânâ’ya ait olmayan birçok şiir vardır. Bu divan, Hasan Âli Yücel zamanında ‘Divanı Kebirden Seçmeler’ diye Eğitim Bakanlığı tarafından üç cilt halinde, Mithat Bahari Hazretleri tarafindan Türkçeye çevrilerek neşredildi. O seçmelerde, Hz. Ali’yi Allahlaştıran şiirler var. Mevlânâ’ya ait olmayan şiirler var. İran müderrislerinden, profesörlerinden, Firuzenfer merhum, Divan-ı Kebir’i en güzel şekilde büyük bir ebatta bastırdı ve insanlığa, Mevlânâ severlere, ilme büyük bir hizmette bulundu. Onun seçtiği şiirler üzerinde hiçbir şüphe yoktur. Onun hazırladığı Divan-ı Kebir en güvenilir Divan’dır. Buna çok dikkat etmek lazım. Çünkü, herkes Mevlânâ’yı sevdiği için, kendi sapık inancını halka aşılamak istiyor. Mevlânâ bütün bunların üstündedir. Mevlânâ, tam Muhammedi yolda, Abdülkadir-i Geylani gibi, Ahmedi Rifai, Şah-ı Nakşibendi gibi büyük bir velidir. Hz. Peygamber Efendimiz’in bir varisidir. Peygamber Efendimiz’e ve yoluna uygun olmayan bir düşünceyi, Hz. Mevlânâ’nın benimsemiş olması düşünülemez.

Ziyaret -> Toplam : 125,04 M - Bugn : 60100

ulkucudunya@ulkucudunya.com