EROL GÜNGÖRE GÖRE MİLLET-MİLLÎ KÜLTÜR-MİLLİYETÇİLİK
Ahmet Haldun Terzioğlu 01 Ocak 1970
GİRİŞ
Türk Milleti bugün, çok değişik bir zaman diliminde yaşama ve var olma savaşı vermektedir. Vatan olarak elinde kalan zorlu Anadolu topraklarının ve Avrupa’daki küçük bir parçanın, jeopolitik önemi bu savaşın ana sebebidir. Dünya; dengeleri değişmiş, güç merkezleri alt üst olmuş bir durumda, beklentilere gebe olan bir siyasi kırık çizgi eğrisi çizerken; savaşlara yakın problemli bir coğrafyada; yeni siyasi çizgisini oluşturma çabasındadır Türkiye. Bir yandan enerji merkezlerine- petrole, yakınlığı, öte yandan kıtalar ve medeniyetler arasındaki zorunlu köprü görevi, Karadeniz ile Akdeniz’i birbirine bağlayan boğazları ile bir başka yönden de tarihinin ona yüklediği yükümlülükleri nedeniyle, ayrıca halkı Müslüman olan bir demokrasi olarak etkinliğini korumaya çalışmaktadır.
Baskın ve güçlü devletler için hedef haline gelen kalkınmakta olan ülkeler; korunma kalkanlarını zamanında hazırlamamanın telaşı içindedirler. Saldırı, bir yandan ekonomik ve silahlı, öte yandan bundan daha kötüsü, kültüreldir. Köklü, geçmişi ve tarihi olan kültürler, içi boş, dışı süslü, sonradan oluşmuş kültürlerin saldırısı altındadır. Hemen her modern teknoloji silahını bütün iletişim araçlarını etkin kullanarak sürmektedir bu saldırı. Kapıları, pencereleri kapatmanın anlamı yoktur. Sınırlara duvarlar örmenin anlamsızlığı ortadadır. Artık birey olarak cebimizde bile büyük bir tehlike taşımaktayız. Yararlı bir teknolojinin kültürel açıdan çöküntülere sebep olacak, hatta Türk aile hayatını tehdit edecek etkisi gün geçtikçe daha fazla hissedilmektedir. Türk kültürü dolayısıyla Türk milleti büyük bir kültürel tehdit altındadır. Siyasi ve ekonomik tehditler kadar hatta ondan çok daha fazla önemlidir bu tehdit.
Böyle başlamamıştık. Bu çağın başlangıcında durum Türk milleti için bu kadar vahim değildi. Birbirini takip eden hatalar zinciri bizi bu hale getirdi.
Anadolu’ya gelene, artık bizim olan bu toprakları fethedene kadar; geçtiğimiz her yeri, her kademeyi, her medeniyet aşamasını hak etmiştir Türk milleti. Güçlü kültürüyle ve medeniyetiyle gelmiştir. İnanarak ve bu inanç için savaşarak gelmiştir. Bir daha gitmemek üzere gelmiştir.
Şimdi saldırının ana merkezinde, dilimizle, inancımızla topyekûn kültürümüzle sadece savunma durumundadır Türk milleti ama bunu da tam becerememektedir. Geçmişte büyük tarihi hatalar yaparak savunma hatlarının gerisine düşmanın sızmasına izin vermiştir. Değişim, gelişme ve batılılaşma adına tavizler vermiştir. Hatta gönüllü, davet etmiştir onları. Sınırlar delinmiştir artık. Bu sınır, maneviyat kaleleridir. Türk’ü Türk yapan, Türk yapmaya devam edecek özel, değerlerdir. Bu değerlerin korunması, gelişirken ve modernleşirken de savunulması gerekiyordu. Öyle olmadı. Aydınlar değişik tutkularla, belki iyi niyetli ama beceriksiz bir şekilde kapıları sonuna dek açtılar.
Birileri, gerçekten münevver, milliyetçi birileri çok önceden farkına vardı bu yanlış tavrın. Uyardı, tavsiyelerde bulundu. Batı hayranlarının, değişim hastalarının, teslimiyet düşkünlerinin; karşısına çıkıp bağıra, bağıra seslendi onlara. Bir kısmı duydu, kulak verdi bu sese. Bir kısmı farkına bile varmadı. Bir kısmı ise karşı çıktı. Savaş açtı bütün cephelerde yada açılan savaşa piyon olarak dahil oldu. Yanlış saflarda yer aldığının farkına bile varmadı. İçerden yapılan bu müdahaleler değişimi, dolayısıyla yıkımı; bir rüzgâr olmaktan çıkarıp fırtına, tayfun haline getirdi.
Prof. Dr. Erol Güngör… Türk milletinin, Türk milli kültürünün karı karşıya olduğu tehlikelerin farkına varanlardan ve bunu önlemek için kalemiyle, beyniyle, yüreğiyle savaşan kahramanlardan biridir. Sosyoloji biliminin Türkiye’de gelişmesinin öncülerinden, gerçek bir bilim adamıdır. Geçmişi inceleyerek, olanları yaşayarak ve bu gün olacakları, o yanlış gidişten dolayı fark ederek; yazdığı eserlerinde uyarıcılık görevini hakkıyla yapmıştır. Söyledikleri, onun o gün yaşadıkları ve gördükleri ile ilgili değildir sadece. Bugünlerle ilgilidir. Geçmişte başlayan kötü gidişin önlenmesi aşaması başarısızlıkla sonuçlandı.
Sonunda Erol Güngör’ün işaret ettiği, üzülerek beklediği ve bizi uyardığı bugünlere geldik. Olanların farkına vararak, yarının da çok yakın olduğunu, bu gidişle bugünü bile arayacağımızı bilerek… Çünkü dünü arıyoruz. Kayıplarımızın ardı arkası kesilmiyor. Yiten değerler geri gelmiyor.
Ne yapacağız?
Tarihte; zamanının en önemli ve etkin ulaşım aracı olan atı ehlileştiren, onunla dost olan, sırtında kıtaları aşarak; kıtalar üzerine, büyük bir medeniyet kuran Türk Milleti’nin kültürünü, millet ve medeniyet anlayışını, diğer, ona hiç benzemeyen milletlerle karşılaştırmak; aynı kategorilerde ve benzer yöntemlerle tanımlamak mümkün değildir. Bir kısmı hep olduğu yerde kalmış, kilitlenmiş ve sadece içine kapanarak varlığını sürdürebilmiş milletlerle olduğu gibi, sonradan teknik gelişme ile gücünü yükseltip bunu emperyalist sömürgeci anlayışları için kullanan milletlerle de ilişkisi olmuştur Türk Milleti’nin. Büyük devletler, imparatorluklar kurmak, alışkanlığı; âleme nizam vermek ülküsü ile onurlanmıştır. Esaret nedir bilmeden, devletsiz kalmadan yaşamıştır hep. Kendine has ve özeldir. İslam ile bütünleşen, güzelleşen, zenginleşen milli kültür anlayışı doruk noktasında taçlanmıştır.
Prof. Dr. Erol Güngör; Milletini seven, ona taşıdığı değerlere ve milli gücüne inanan, sevdiği ve inandığı kadar iyi tanıyan bir bilim adamıdır. Sadece kendine benzeyen hususiyetleri olan Türk Milleti’nin bir ferdi olarak, millet yapısını, millet ve milli Kültür anlayışını değişik bakış açıları ile yorumlamıştır. Bu bakış açılarının tamamı millidir. Geçmişte yaşananlarla, bugünü karşılaştırırken sosyoloji biliminin ufuklarında değerli sonuçlar elde etmiş, bugün yaşananların sebeplerini, meselelerin çözüm noktalarını tespit etmiştir.
Erol Güngör Türk Milliyetçisidir. Türk Milliyetçiliğinin ve Türk Milliyetçilerinin diğer milletlerin milliyetçilerinden apayrı vasıflar taşıması gerektiğini özellikle vurgularken; Milli Kültür anlayışını, medeniyet fikri ile harmanlama gereğini işaret etmiştir. Tarih boyunca, milli kültür değişimimizin bir gelişme içerisinde yürüdüğünü, İslam inancı ile yüceldiğini ve İslam’dan ayrılmaz hale geldiğini, Türk Milleti’nin İslam Medeniyetini oluşturan, yücelten ana unsur olduğunu özellikle belirterek; Türk Kültür ve Medeniyetinin ulaştığı en üst noktanın, altı yüz yıl süren bir dünya imparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğu olduğunu özellikle işaret etmiştir.
Erol Güngör, millet, kültür, milli kültür, medeniyet kavramlarını karşılaştırır. Onları bir bütünlük içinde yorumlar. Çıkardığı sonuçlarla gerçekçi bir millet, milli kültür ve milliyetçilik tanımı sunar bize.
Bu makalede Erol Güngör’ün Millet- milli Kültür ve milliyetçilik anlayışını; önce batılılaşma ve Avrupa hayranlığı,sonra da son yıllarda ortaya çıkan Küreselleşme tehlikesini işaret eden yönleri ile inceleyeceğiz.
Erol Güngör’ün, açıklamaya ve etkilerini anlatmaya çalıştığı “Batılılaşma” arzusunun ve işaret ettiği “Batıcı münevverlerin” bugün kullanılan moda karşılığı “Küreselleşme ve küresel kültür” çizgisinde “Küreselci aydınlar” ile ayrıca “Avrupa Birliği yanlıları” arasında bir bağlantı kurmak mümkündür.
Erol Güngör; bu yaklaşımların Türk Kültürü üzerindeki olumsuz etkilerini çok önceden tahmin eden ve bu tehlikeleri bertaraf etmek için çözüm reçeteleri sunan bir bilim adamıdır.
MİLLET KAVRAMI VE TÜRK MİLLETİ
Tarihe sığmayan, binlerce yıllık geçmişe sahip bir milletin; Orta Asya bozkırlarına sığacağı, orası ile yetineceği ve orada kalacağı düşünülemezdi. Batıya doğru yönlenen büyük ve ardı ardına süren göç dalgaları ile Asya’dan yola çıkan Türk Milleti’ne Allah İslam’ı müjdelemişti zaten. Türk Milletinin İslam’la karşılaşması yeni ve ortak bir kültürün doğmasına bunun da medeniyet haline gelmesine yol açtı. Türk kültürü İslam Medeniyeti ile tanışınca yeni hedefler edinen bir medeniyeti ortaya çıkardı. Birbiri peşi sıra büyük devletler kuran Türk Milleti, İslam’ın da bayraktarlığını yaparak büyük bir İslam Medeniyetinin doğmasına da dayanak oldu. Sonunda bu medeniyetin en üst noktası olarak üç kıta üzerine kurulan Osmanlı İmparatorluğu ortaya çıktı.
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ile yeni bir hareketlilik başladı Türk kültüründe. Bunları temsil eden aydınların seçimi, hedefleri yeni kültür tanımlarını ve yönelmelerini ortaya çıkardı. Bir büyük imparatorluk yıkılmış, onu kuran milletin aydınları hayal kırıklığına uğramışlardı. Bir arayış olması normaldi ama bu arayışın merkezi dışarıda olmamalıydı. Belirgin ve milli bir amacı, hedefi, köklü dayanakları olmalıydı. Bu aydınlardan eski kültüre dönmeyi, Türk kültürünün başlangıcında çözüm aramayı bir amaç haline getirenler de çıkmıştı.
Büyük bir imparatorluğun geniş coğrafyasını yitiren, bütün heybetine ve yüksek ruhuna rağmen küçük Anadolu yarımadasına sığınmak zorunda kalan bir milleti; geçmişe, daha da geçmişe bağlayarak ona yeni bir kimlik çıkarma anlayışı; Anayurt Orta Asya’yı ve oradan dünyaya göçü gündeme getirmiştir. Göç etmenin gerekçesini açıklama çabası içinde, bir dönem, anlamsız teoriler üretilmiş, var olan tarih yeni baştan, yeni bir anlayışla yazılmaya çalışılmıştır. Bir dönem de, kurulan büyük Türk Medeniyetini ve onun Osmanlı adını unutturma çabası içinde yersiz ve yanlış bir milliyetçilik anlayışı ile hareket edilmiştir.
Göç; belki zamanın bir gerçeğiydi ve olması gerektiği için oldu. Türk Milleti “Göçebe, kimliksiz” bir toplum değildi. Yurt edinme ülküsünü Orta Asya Bozkırlarını sahiplenerek gösteriyordu. Sayıca çok olan düşmanlarına karşı “Göç” aynı zamanda bir savunma yöntemiydi. Nedeni bugün de tartışılan, hakkında bir sürü gerekçeler öne sürülen göç’ün Türk Milleti’ni Asya’dan Avrupa’ya taşıyan bir amaç olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Küçük alanlarda oradan oraya göçerek yaptığı talim, onu Asya’dan Avrupa’ya taşıyacak olan büyük göç öncesi bir antrenman sayılsa gerek.
Gittiği yere kültürünü ve medeniyetini götüren Türk Milleti, kalıcı olmasını yine bu kültüre ve sağlam milli dayanaklarına borçludur. Yoksa başka bir milletin bu kadar saldırıya, geri atılmak, Orta Asya Bozkırlarına sürülmek için düzenlenen ve hala devam eden Haçlı seferlerine dayanması mümkün değildir. Bu güç yalnız Türk Milletine ve onun inancına has bir davranıştır. Bazılarının bugün yanlış adlandırdıkları gibi “Türk milleti tarih yazmayı” değil yapmayı sever. Tarihi, tarihini küçümseyen bir anlayışla, yeşil sahalarda, yuvarlak topun peşinde alınan galibiyetleri bile “Tarih yazmak” olarak adlandıran zihniyetin tarihten haberi bile yoktur. Türk Milleti tarih yazmayı sevmez. Çünkü tarih onun tabii mesleğidir. Tabii yaşantısıdır. O tarihi İmal eder, inşa eder. Tarih oluşturmak gibi özel bir tutkusu da yoktur. Tarih onun gerçeğidir. O hayatı ile tarih yapar. Yazsınlar diye de başka milletlerin önüne koyar. İşte bu yüzden; Türk tarihini bile, onunla karşılaşan, hâkimiyetine giren, komşusu olan, savaşan, hatta düşman olan milletler yazmıştır. Tabii kendilerince değiştirerek… Ama yazanlar ne kadar değiştirmeye çalışsalar, ne kadar küçültmeye ve gerçeklerin üzerini örtmeye çalışsalar, başarılı olamamışlardır. Belki tarih yazma konusunda biraz geri durmuştur Türk milleti ama eserleriyle, medeniyeti ile bu tarihe mührünü vurmasını bilmiş, hiçbir devirde de bunu ihmal etmemiştir.
Tekrar edelim: Türk Milleti tarih yazmak için yaşamaz. Onun yaşadıkları tarih olur.
Türk Milleti tarihe kaydolduktan sonra hep var olmuştur. Etkinliği süreklidir. İlk elden yazamadığımız, hatta okuyamadığımız, aktarma bilgilerle öğrenerek yetindiğimiz tarihimiz gösteriyor ki Türk milleti hep bir gereklilik olarak, yaşamıştır. Sadece kendisi millet ve devlet olmakla kalmamış, başka milletlere ve devletlere de kimlik bulmalarında yardım etmiş, öğretmen olmuştur. Mesela bugün Avrupa’da var olan birçok millet var olma gerekçelerini Batı Hun Hakanı; Avrupa Hun İmparatorluğu’nun Başbuğu Atilla’ya borçludurlar. Atilla, Asya’dan başlayan yürüyüşü Avrupa’da, kavimleri önüne katarak; Roma kapılarına kadar sürdürmüştür.
Türk milleti hedefine ulaşmak için; öylesine uğrayıp geçtiği yerlerde bile yüzlerce yıl sonra etkisi, şuuru ve medeniyet kokusu ile var olmuştur. Üstat Neci Fazıl’ın ünlü “Sakarya” şiirindeki deyişiyle “…ardına çil çil kubbeler serpen ordu” Türk ordusudur.
Şimdi millet kavramını Erol Güngör’ün bakış açısı ile incelemeye başlayalım:
Millet nedir?
Bu sorunun cevabını bugün; Türk milliyetçileri; kısa ve öz olarak “Millet Türk Milletidir” şeklinde verebilirler. Bu, en doğru millet tanımıdır. Ne Alman’ın ari ırk anlatımlı millet tanımına, ne İngiliz’in sömürgeci millet anlayışına, ne Fransız’ın kan dökücü millet görüşüne ne İtalyan’ın tantanacı, işbirlikçiliğine ne de Amerika’nın bugün etkisini çok yakınımızda, kan ve barut kokusu karışık iç bulandırıcı anlayışına benzemez bu tanım. Tarih bu tanımın en doğru millet tanımı olduğuna şahittir. Bilimsel bir tanım değildir belki ama gerçektir.
Bilimsel bir tanım yapmak gerektiğinde milleti, büyük sosyolog Ziya Gökalp’ın anlatımındaki millet tanımından başlamalıyız: Ziya Gökalp kısaca “Dili ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış kültürel bir birlik” olarak tanımlamıştır. Burada ön plana ne ırk kavramı, ne yaşanılan coğrafya ne de maddi başka bir şey çıkarılmıştır.
“Aynı dili konuşmak, aynı kültürel birliğe sahip olmak…” Bazı bilim adamları konuyu daha da genişletip; millet tanımı yaparken iki kıstasa göre hareket ederler. Bunlardan ilki Objektif Millet anlayışıdır ki; objektif yani elle tutulur gözle görülür nitelikteki bağları ifade eder. Bunlar ırk birliği, dil birliği, din birliği gibi maddi unsurlardır. İkinci tanımlama şekli ise sübjektiftir. Bu da manevi niteliklerle belirlenen unsurları ihtiva eder. İlk kez Ernest Renan tarafından 1882 yılında yayınlanan Qu’est-ce qu’une nation (Millet nedir?) isimli eserinde bu tanımı ortaya atılmıştır. Bu fikre göre milleti oluşturan sübjektif unsurlar; ortak mazi, hatıra, amaç, ülkü birliği gibi unsurlardır. Yaşayan bir organizmanın, yaşarken edindikleri, kazandıkları değerleri, birlik olmaları; millet olarak anılmaları için yeterli gören bir görüşle duygu ağırlıklı bir millet tanımı ortaya çıkar.
Erol Güngör bu tanım arayışlarını, bire bir tanımlar ve sınırlamalar yerine iki kaynağa dayanarak izah etmeyii tercih etmiştir: Bu kaynaklardan birincisi ve en önemlisi halk, diğeri ise milli kültürdür.
Millet yaşayan ve gelişen bir bütünlüktür. Sahip olduğu ortak değerlerle şahsiyetini ve varlığını muhafaza eder. Bu ortak değerlerin kaynağı ise halktır.
Prof. dr. Erol Güngör “Bir milletin yaşama gücü, onun kültüründe çok sağlam dayanakların bulunması ile mümkündür” diye bunun yönünü gösterir (Güngör, 1995). Bu söz Türk Milletini çok iyi anlatmakta onun gücünün kaynağını açıkça ifade etmektedir.
“Çok sağlam dayanaklar…”
Bu dayanaklar tarihi birikim ile olgunlaşmış, karşılaşılan medeniyetlerle zenginleşmiş, tabii korunma tavrı ile yıkılmaz olmuştur. Aynı şekilde “…insanlığın ortak kıymetleri sayılmaya layık beşeri hasletleri Türk Kültürü kadar geliştirmiş ve yaymış başka bir kültür de yoktur. Batı ile bizim kadar uzun ve çetin mücadelelere girdiği halde bizim kadar ona mukavemet etmiş olan ve bu mukavemeti devam ettiren bir başka millet gösterilemez. Bu direnmenin sebebi Türk milletinin intibak kabiliyetindeki eksiklik yerine Türk kültürünün çok sağlam ve köklü oluşu, hatta beşeri ve ahlaki kıymetler bakımından batı medeniyetine üstün oluşu ile izah etmek daha doğru olur” (Güngör, 1995).
Türk kültürünün yabancı kültürler karşısındaki dayanma gücü bilim adamları tarafından sürekli incelenmiş ve tartışılmıştır. Mukavemet etme özelliği ile milli Türk kültürünün muhafazası sağlanmıştır. Bunca yer dolaşıp da, bunca değişi kültürle karşılaşıp da, bunca milletle doğrudan alışveriş halinde olup da kendini muhafaza etmek, millet olarak var olmak hiç kolay değildir. Bunu intibak kabiliyetinin eksikliği ile açıklamak; eğer bunu söyleyen dışarıdansa kıskançlığın; içeridense belli bir kompleksin etkisi olsa gerektir. Erol Güngör bu tanıyı koymuş ve Türk milletinin bu hasletini “sağlam ve köklü kültüre” bağlamıştır.
Tarih sahnesinde yer aldıktan sonra silinip yok olmuş binlerce kavim vardır. Hatta bugün üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarının bir “Medeniyetler mezarlığı” “Milletler mezarlığı” hüviyeti taşıdığı tartışılmaz bir gerçektir. Yapılan en küçük kazıda elde edilen, ortaya çıkarılan kalıntılar, bilinen ya da bilinmeyip, hala sırrı çözülememiş kültürlerin delilleridir. Bazı bilim adamlarının işaret ettiği gibi “Müzeler” bu medeniyetlerin unutulmama çabası ile geride bıraktığı eserlerle doludur. Tarih kitapları; kaybolan, yok olan medeniyetleri yazar durmadan. Artık sadece isim olarak kalan milletlerden, hatta kalıntılar ve eserler bırakan ama adı bilinmeyen kavimlerden söz eder. Tarihi başlatan, yazının bulunması ile başlayan zaman diliminden sonra bile birçok medeniyet izler bırakarak yok olmuştur. Kalıntılarda, bıraktıkları eserlerde kullandıkları yazı henüz okunamayan medeniyetlerin varlığı da bir gerçektir. Yani var olmak, kalmak, kalıcı olmak çok zordur. Hele buralara kadar gelmek ve dünyanın en zor coğrafyasında hükmetmek… İşte bunu sağlayan gücün sebebi “Millet”tir.
Millet tanımı içinde tarih sahibi olmak; bilinen bir geçmişe dayanmak gerçeği çok az millete nasip olmuş bir özelliktir.
Millet tanımı yapılırken; bu tanımı oluşturan hemen her unsurun sonunda “Birlik” kelimesi kullanılır. “Birlik” kelimesi bir araya getirici ve bağlayıcı bir ruh taşır. Ayrışmaktan çok birlik olmak için bahaneler üretmek, farklılıkları değil de ortak yönleri ortaya çıkarmak millet vasıflarını oluşturmanın yardımcısıdır. Birlik; birlikte olmak için ürettiği her bahaneye sahip çıkar.
“Dil birliği, inanç birliği, vatan birliği, bayrak birliği, tarih birliği, kader birliği, ülkü birliği vs…”
Millet adını alan topluluğun fertlerinin “Birlikte” taşıdığı değerler ne kadar fazlaysa o milleti birbirine bağlayan bağlar o kadar sağlam ve güçlüdür. Sadece bir veya birkaç ortak değerle millet olduğunu düşünen topluluklar dikkate alındığında, Türk Milleti’nin güçlü bağlarının daha çok farkına varılacaktır. Çağımızın emperyalizm anlayışı, bölmeyi ve parçalamayı hedeflerine ulaşmakta en önemli yöntem olarak belirlemiştir. Ayrımcılık hastalığını en uç örneklerine kadar kullanarak, büyüğü küçültmek, sonra da yok etmek bir hedef haline gelmiştir. Emperyalistler, gerek Avrupa’da, gerekse Orta Doğu’da bu yöntemini kolayca uygulayarak bugün başarılar kazanmışlardır. On yıllardır Türkiye üzerinde de benzer bir ayrıştırma çabası sürmektedir.
Birliği yok etme çabası…
Bu emperyalist yönteme karşılık verecek güç birlik olmaktır. Birlik olmanın tek yolu millet olmak, millet olmayı sağlayan ortak yönleri vurgulamak, öne çıkarmaktır. Emperyalistler ayrıştırma gerekçeleri üretirken; inadına; birlik yönlerini, satranç hamleleri gibi birbiri ardına ileri sürmektir. Ne kadar çok ortak yön varsa ortaya çıkarmak, vurgulamak gerekmektedir. Milli kültür bu ortaklığın halka yansıyan en güçlü yanıdır.
Emperyalizm geleceğe ait düşler kurarken milletlerin geçmişle olan bağlarını zayıflatmayı ve yok etmeyi de hedefler. Halkın ortak kültürünü oluşturan ortak geçmişle bağı koparıldıkça, kendine yabancılaşması o kadar kolay olacaktır. “Kültür bir inançlar, bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür; yani maddi değildir. Bu manevi bütün, uygulama halinde maddi formlara bürünür” (Güngör, 2006).
İşte bu noktadan itibaren milli kültürün yapıştırıcı, bağlayıcı gücü Türk Milleti’nin manevi gücü olarak kendini gösterir. Milli kültür Türk Milleti’nin millet olma gerekçesidir. Erol Güngör; milli kültürün manevi dayanaklarını ortaya koyarak millet anlayışını kültür, inançlar, bilgiler ve ortak heyecanlar üzerine inşa etmiştir. Bu manevi sistem uygulamaya geçtiğinde millet kavramı ile birlikte maddi formlara dönüşür. Uygulamalar ve hayat bu formları kullanma sahası olarak ortaya çıkar.
KÜLTÜR VE MEDENİYET
“Sosyal bilimlerde kültür denince bir topluluğun kendi hayati problemlerini çözmek üzere denediği ve uzun yıllar içinde standart hale getirdiği usuller ve vasıtalar anlaşılır. Şu halde bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsemiş bulunduğu hayat tarzı bütün maddi ve manevi unsurlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir” (Güngör, 1995).
Peki, medeniyet nedir? Erol Güngör bu konuda şunları söylüyor: “Medeniyetin tarifi üzerinde ilim adamları arasında kültür tarifinde olduğu kadar bir anlaşmaya ve kesinliğe rastlayamıyoruz” (Güngör, 1995).
Çünkü medeniyet milletler arası bir kavramdır. Milletlerin aynı olan taraflarını ya da birlikte kullandıklarını temsil eder. Milli bir kültürden söz ederken milli bir medeniyetten söz edemeyiz. Ama bir kültür aynı zamanda kendi medeniyetini kurabilir ve o isimle anılır. Mesela tarih boyunca var olmuş bir Türk medeniyetinden söz edebiliriz. Ya da İslam’dan sonra yine Türklerin elinde yükselmiş bir İslam medeniyetinden… Hatta Osmanlı İmparatorluğunun yükselen çağını dikkate alarak, yaşadıkları ve bıraktıkları ile bir Osmanlı medeniyetinden de… Ama bunların tamamı Türk kültürünün desteği ile kurulan medeniyetlerdir.
Sosyologların kültür söz konusu olduğunda üzerinde durdukları diğer mesele medeniyet meselesidir. Kültür ve medeniyeti ayrı görenler ile onları birlikte ve birbirinin tamamlayıcısı olarak izah edenlerin tartışmaları sürmektedir.
Kültür, özellikle milli kültür söz konusu olduğunda medeniyet kavramı da gündeme gelmektedir. Kültür ve medeniyetin ayrımı ya da birlikteliği bilim adamlarının tartışma konusu ise şu soru sorulmak zorundadır: Nereye kadar milli kültür? Nereden sonra ve ne kadarı ile medeniyet?
Bu konuda en güzel cevabı Erol Güngör’de bulabiliriz.
Türk kültürü ve medeniyet kavramı konusunda Erol Güngör “Ziya Gökalp zamanında çıkan tartışma o günden beri şiddetinden hiçbir şey kaybetmeksizin devam ediyor. Bazıları bunu Gökalp’ın icat ettiğini ve miras bıraktığı suni bir ayırım diye vasıflandırırken bazıları Gökalp’ın konuyu eksik bıraktığını, kültür medeniyet farkının daha iyi ve daha keskin bir şekilde belirtilmesi gerektiğini söylüyorlar” demektedir (Güngör, 2006).
Milli kültürü ile büyük bir medeniyet kurmuş Türk Milleti için, özellikle Osmanlı İmparatorluğu dikkate alındığında; bu ayrımı net, kesin çizgilerle yapmak, sınırlamak mümkün görülmemektedir. Erol Güngör bu ayırımın gereksizliğini vurgularken “Fakat kültür, medeniyet ayırımı bizler, Türkler için sadece sosyolojik kavram meselesi değildir; millet hayatına nasıl bir yön vereceğimiz konusundaki isteklerimize objektif veya ilmi destek bulma gayretidir” demektedir (Güngör, 2006).
Aslında kültür medeniyet ayrımında ısrar edenlerin büyük bir endişesi vardı. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni kurulan Cumhuriyet ulaşılması gereken hedef olarak hemen yanı başındaki Avrupa medeniyetini seçmişti. Bu seçim yeni olmasa da devletin yönetim şekli ile ve yapılan inkılâplar ile bu medeniyetin pek çok unsuru uygulamaya konulmuştu. Hızlı bir değişim söz konusuydu ve bu değişim önü alınmayacak yanlışlara sebep olabilir Türk kültürü vesayet altına girebilirdi. O halde kültür ve medeniyet ayırımı yapmak bunu kesin hatlarla vurgulamak gerekiyordu.
Erol Güngör bu noktaya gelindiğinde şu soruya cevap arandığını söylemektedir: “Bütün devlet gücünü, aydınların bütün gayretini seferber ederek yöneldiğimiz Batı dünyasının medeni gelişmelerini taklit ederken, onların sosyal ve kültürel özelliklerini de benimseyecek miydik?” (Güngör, 2006) Bu durum bizi medeniyet olarak Avrupalılaştırırken, kültür olarak da Avrupalı mı yapacaktı? Bir başka deyişle milli kültürümüz tehlikeye mi girecekti?
Erol Güngör bu korkuyu daha da öteye taşımaktadır: “Başka bir ifade ile eski teknolojimizle birlikte eski adet ve geleneklerimizi, inancımızı da bırakacak mıydık? Kılık kıyafetimizden tutun da, dinimize kadar Avrupalı gibi mi olacaktık?” (Güngör, 2006) Belki bugün için böylesi sorular anlamsız gelecektir. Ama o zamanı düşününüz. Büyük savaşın sonunda kurulan ve var olmaya çalışan yeni bir devlet…
Erol Güngör, bu endişenin o zaman için ne büyük bir önem taşıdığını şimdiki neslin tasavvur etmesinin ne kadar güç hatta imkânsız olduğuna işaret eder. Çünkü bu korkuyu yaşayan nesil uzak, eski, köklü bir geçmişin mirasçısıdır. Bir yandan değişim ve yeni bir medeniyete geçme arzusu; geri kalmışlıktan kurtulmak için batının tekniğini, teknolojisini kullanma gereği; öte yandan bizi millet yapan unsurlardan kopma korkusu… Bu korku ile pek çok aydın batı dünyasına karşı çıkmayı hatta batı medeniyetine karşı olmayı seçmiştir. Hâlbuki gelişme diye bir gerçek vardır ve teknikten geri durulamaz. Durulursa kaybedilecek olan hürriyettir. Belki de koca imparatorluktan kalan ve sığındığımız son vatan parçası tehlikeye girer.
Erol Güngör; Ziya Gökalp’ın bu konudaki görüşlerine değinir:
“Gökalp bizim ilk sosyologumuz olmak itibariyle, bu konuda başkalarının bilmediği tahlil vasıtalarına sahip bulunuyordu. Milliyetçilikle- yani Türk milli kültürünü koruma ve geliştirme iddiası ile- Batı medeniyetçiliği arasında uzlaşmaz bir halin bulunmadığını, her ikisinin de bir arada, hatta bir bütün halinde yaşayabileceğini göstermeye çalıştı. İşte kültür ve medeniyet kavramları burada çok işe yarayacaktı” (Güngör, 2006).
Erol Güngör bunu işaret ederken şu soruları sormaktadır:
“Medeniyet nedir? Batı medeniyeti nelerden ibarettir? Eski medeniyetimizin bizim hayatımızdaki yeri nedir? Milli hayatın yarattığı değerler-kültür- nelerdir? Medeniyetle kültür arasında nasıl bir münasebet vardır? Doğu medeniyetinden çıkıp Batı medeniyetine girdiğimiz takdirde kazançlarımız ve kayıplarımız neler olacaktır?” (Güngör, 2006).
Bu ve benzeri soruların cevabı kültür ile medeniyet ayırımında yatmaktadır. Kültür medeniyet ayırımını yapanlar medeniyet denince ilim, teknik, teknoloji, siyasi ve sosyal organizasyonları almaktadırlar. Kültür ise yine bu görüşte olanlar için sanatı, dil ve edebiyatı içine almaktadır.
Kültür ile ilgili şu tanım Ziya Gökalp’a aittir: “Hars, halkın ananelerinden, teamüllerinden örflerinden, şifahi ve yazılı edebiyatından, lisanından, musikisinden, dininden, ahlakından, bedii ve iktisadi mahsullerinden ibarettir” (Güngör, 2006). Erol Güngör bu görüşün “ Medeniyete gelince, o zaten bizim öz malımız değildir; şimdiki medeniyetimizi nasıl başkalarından aldıysak, yine başkalarından bu defa daha faydalı bir medeniyeti alabiliriz” fikrine açılım yapacağını vurgulamaktadır (Güngör, 2006). Bu anlayışın yanlış olduğunu ifade ederken örnekler vermektedir. “Mesela din bir yerde medeniyet, bir başka yerde kültür unsuru olarak gösterilmiştir. Din Türklerin icadı olmadığı için medeniyete dâhildir ama Türk halkı onu kendine göre benimsediği için kültüre girmiştir. O halde Türkler eski dinlerinden çıkıp niçin İslamiyet’e girdiler diye sorulabilir. Gökalp buna şöyle cevap verecektir: Çünkü Türkler İslam veya doğu medeniyetine girdiler ve medeniyet de bir bütün olarak benimsenir. O zaman akla şu soru geliyor: Biz Batı medeniyetini de bir bütün olarak benimseyeceksek bunun için de Hıristiyanlık yok mudur?” (Güngör, 2006)
Erol Güngör kültürün bir inançlar, bilgiler, his ve heyecanlar bütünü olduğunu belirtir. Yani kültür maddi değildir. Manevi yapılanma, uygulama sırasında maddi formlara bürünmektedir. Maddi davranışların çoğu da herhangi bir açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açık ve sadedir. Medeniyetler arası olduğu gibi kültürler arası da bir alışveriş söz konusudur. Ama kültür alışverişi seçici bir olaydır. “Yani bir kültür, başka bir kültürden bir şeyler alırken, bunları otomatik bir sıraya bağlı olarak değil, seçerek alır. Bu unsurlardan bazıları alınmak üzere seçilir, başkaları da ilgi sahası dışında kalır” (Güngör, 2006). Bu açıklamadan sonra Erol Güngör kültürle medeniyet arasında, başka bir ifade ile hayatın manevi nizamı ile maddi nizamı arasında kesin bir ayırım yapılamayacağını ifade etmektedir. Çünkü bu olayların tamamı birbirleri ile etkileşim halindedir. Bu durumda “Bir ülke bir başka ülkenin sadece teknolojisini veya sadece manevi kültürünü benimsemek istese bile bunu istediği şekilde gerçekleştiremez. Bir takım teknolojik değişmeler manevi kültürde de değişmelere yol açacak uygun bir zemin yaratır. Aynı şekilde inanç ve tutumlardaki değişmeler teknolojik değişmeleri hazırlar. Burada etkileşmenin tek yönlü teknolojiden kültüre veya kültürden teknolojiye olduğu ve belli bir teknolojik veya kültürel değişmenin mutlaka belli bir kültürel veya teknolojik değişmeyi doğuracağı yanlıştır” (Güngör, 2006)
Teknoloji mutlaka uyulması, ayak uydurulması gereken bir yapılanmadır. Dur durak bilmeyen gelişmelere seyirci kalmak, geri kalmak anlamına gelir. Geri kalmak ise milli kültürün korunması konusunda da yeni sıkıntılar doğuracaktır. Yenilikler birbiri ardına yeni gelişmelere doğru yelken açarken eski teknolojide ve eski teknikte direnmenin anlamsızlığı ortadadır. Ama teknoloji gelirken beraberinde başka kültürlerin ve doğdukları kültürün etkisini de taşımaktadır. Bu durumda milli kültür nasıl korunacaktır? Ya da milli kültürün mutlaka korunması gerekli midir?
Erol Güngör bu meselenin yalnızca Türkiye’nin değil, kalkınmakta olan bütün ülkelerin meselesi olduğunu belirtmektedir. Güngör’e göre modern teknolojinin sahibi olmanın, onu kullanmanın gerektirdiği değişmeler vardır ve bunlar gerçekten bazı manevi sosyal ve kültürel unsur ve unsur komplekslerinin atılıp yerlerine yenilerinin alınması şeklinde tecelli etmektedirler (Güngör, 2006).
Bu noktadan sonra “Avrupa’dan bilgi ve teknik almak” şeklindeki klasik iddianın sosyolojik bakımdan yanlış olduğu konusu ortaya çıkmaktadır. “Fakat bu tezin büsbütün esassız olduğunu söylemek de doğru değildir” (Güngör, 2006) Çünkü medeniyet kavramı, kültür kavramı ile milliyete bağlı ortaklıklar ihtiva etmektedir.
Artık kültür ve medeniyetin birbirinden kesinkes ayrı olduğu iddiası çürütülmüştür. Türk kültürü ve medeniyeti birbirine bağlı kavramlardır. “Kültür ve medeniyet bir bütün meydana getirdiği zaman, bu bütünün parçaları mesela başka bir bütünün içine girdiği takdirde, evvelkinden farklı bir mana kazanır. Modern teknoloji de Avrupa ve Amerika dışında bir kültür bölgesine yerleştiği zaman, artık orada Avrupa’dakinin aynı olamaz; nitekim olmamaktadır” (Güngör, 2006). Çünkü artık özümseme denen olay söz konusudur. Kültür o teknolojiyi alıp özümseyecek ve kendine uyduracaktır. Erol Güngör buna “değiştirerek bünyeye alma” adını vermektedir (Güngör, 2006).
Değiştirerek bünyeye alma, bir nevi millileştirmek anlamı taşımaktadır. Teknolojik yeniliklerin en azından kullanımında, kullanma şeklinde bir milli yaklaşım söz konusudur.
Milli kültürü oluşturan unsurları muhafaza ederek alınan teknoloji bünyeye uyduğu takdirde artık medeniyet söz konusudur. Bazılarının iddia ettiği gibi Avrupalılaşmak için mutlaka Avrupalı gibi olmak gerekmemektedir. Çünkü Avrupalı gibi olmakla modernleşmek aynı şey demek değildir.
“Eğer medeniyet Batıda görülen kültür malzemesinden ibaret değilse, medeniyetsizlik denince zıddını anlamayacaksak, o halde bir Türk medeniyeti de vardır ve başlı başına bir kıymet ifade eder. Üstelik bu medeniyet bizim sosyal karakterimizin eseridir ve onu aksettirir. O zaman Batı medeniyetini red mi edeceğiz diye sorulabilir. Batı medeniyetinin ne reddi ne kabulü söz konusudur. Bizim onunla, ayrı bir medeniyet olarak alışverişimiz olabilir ve bu alışverişten büyük faydalar sağlamayı bekleyebiliriz” (Güngör, 1984).
Bir milletin başka bir millete ait kültürü benimsemesi, olduğu gibi alması imkânsızdır. Benzediği ya da aynı olduğunu söylemek bile yozlaşma örneğidir. Hiçbir taklit, taklit ettiğinin aynı olamayacağı gibi daha fazla benzeme hevesi ile yozlaşma ortaya çıkacaktır. “Bu, tıpkı bir millete ait tarihin bir başka millet tarafından aynen yaşanması gibi olur. Tarih bir milletin hayatıdır; yani hayat içinde karşılaşılan ve büyük ölçüde başkalarınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin hikâyesidir; kültür ise bu tepkilerden doğan inanç, norm ve davranış özellikleridir. Avrupalılaşmayı imkânsız kılan şey işte budur” (Güngör, 2006).
Erol Güngör burada milli kültürün tarih bağını bir kez daha vurguluyor. Uzun bir tarihi geçmişin kısa sürede aşılmaya çalışmanın imkânsızlığını ve gereksizliğini gözler önüne seriyor.
Modernleşmek bir gerekliliktir. Esas olan modernleşirken, tekniği ve teknolojiyi kullanırken taklitçi olmamak, o tekniği bulan ve ilk uygulayanlarla aynı olmaya çalışmamak gerekir. Milli kültür teknoloji kullanımında bile seçici ve ayırt edici özelliği ile vardır.
Erol Güngör; medeniyet ile ilgili olarak şunları söyleyerek son noktayı koymuştur:
“Türkler artık kendi medeniyetlerine yüzlerini dönüp onu bütün teferruatıyla incelemelidir. Ama bu inceleme yakın zamana kadar hep yapıldığı gibi, Batı medeniyetinin değer hükümleri açısından olmamalıdır” (Güngör, 1984).
Çünkü bizim medeniyetimizin kendi iç dinamikleri vardır. Şahsiyetli ve sağlam dayanaklıdır. Köklü ve etkindir.
MİLLİ KÜLTÜR VE DİL
Topluluk halinde yaşamayı seçen insanoğlu; oluşturduğu en küçük topluluktan başlayarak; bu toplulukları geliştirirken; bir takım ortak değerleri bağlayıcı unsur olarak kullanmıştır. Bireyin oluşmasında, aktif bir şahsiyet olmasında var olması kaçınılmaz olan ve onu insan yapan manevi unsurların bir kısmı yaratılışla kendisine bahşedilirken; buna bağlı olarak yetenek adı verilen özellik de yine yaratılışla birlikte hediye edilip, ancak sonradan geliştirilerek birey tarafından farkına varılırken; diğer manevi eklentiler yaşadığı toplumun katkısı olarak ortaya çıkar. Aile, en küçük sosyal birim yetkisi ile ilk kültürel katkı organıdır. Sonra yakın ve uzak çevre, daha sonra da gerekli yaşı bulma sonucu, eğitim, tamamlayıcı unsurları sunar.
Aile içinde, sadece “çocuk” unvanı ile kabul gören insan, ilk taklit örneğini sütünü emdiği annesinde arar. Onu dünyaya getiren varlığın doğrularını doğru olarak benimser. Daha sonra, cinsiyetin de etkisi ile bu örnek aile reisi sıfatındaki baba ile tamamlanır. Anne ve baba çocukları üzerindeki etki alanlarını zamana, yere ve aile yapısına göre değiştirirler. Eski büyük aile yapısında; evin büyükleri olan büyük anne, büyük baba ve diğerleri; bu etki alanı içinde söz sahibi olabilirlerdi. Sonuçta, dil öğrenerek ve buna anadili adı verilerek başlayan süreç insanı geliştirir. Anadili, belki doğumdan itibaren duyulan ilk sesin hatırına böyle adlandırılmıştır. Belki de çocuğu taşıyan, onu kutlu bir yük edinen varlığın kutsallığına ödül olsun diye…
Dil… Anadili çocuğun ait olduğu sosyal bütün ile ilk bağlantı unsurudur. Kendisini anlaması ve içinde yaşadığı toplumu anlaması bu sayede mümkün olacaktır. Anlamlı seslerle kendini tanıyacak ve tanıtacaktır. Sonra da içinde yaşadığı toplumun kültürünü yine dil sayesinde öğrenecektir.
İnsanlar konuşurlar. Dil ya da lisan; konuşmanın, anlaşmanın yoludur. Dil, kelimelerle veya işaretlerle oluşmuş bir araçtır. Dil, yazılı hale gelince de edebi dil söz konusu olmaya başlar. Tabii bunun için az çok belirli bir eğitimin olması kaçınılmazdır.
İnsanların; konuşmayı öğrenmeleri ve konuşmaya başlaması ile ilgili bilimsel bazı tarihler ortaya atılmıştır. Çok eski geçmişi ifade eder bu tarihler. Dayanağı yoktur. Sadece tahminler üzerine kurulu bir yöntemdir.
Genelde materyalist anlayış; pek çok konuyu olduğu gibi lisanın oluşumunu da yine tesadüflere, tesadüfen taklit etmelere bağlar. Onlara göre dil yani lisan ilk insanların çevrelerinde oluşan sesleri taklit etmesi ile ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk ilkel diller böylece oluşmuştur. Sonra da bu ilkel sesler kümeler ve kelimeler haline gelmiş, bir arada yaşayan insanlar bu kümeleri kendilerine uygun hale getirmişler böylece diller doğmuştur. Materyalist tasarıma uygun bir tanımlama… Ama insan söz konusu olduğunda böylesi tesadüfleri kabul etmek kadar abes bir şey olamaz.
İnsan gibi mükemmel bir varlığın anlaşma yönteminin taklide ve tesadüflere bağlanması kabul edilemez. Dünya üzerinde var olan lisan çeşitliliği böylesi bir tesadüfü desteklemeyecek kadar zengindir. Yarattığı muhteşem organizmanın ihtiyaçlarını bilen Yaratıcı, herhalde onun konuşmasını tesadüflere bağlayacak değildir. Dil, insanla birlikte var olmuştur.
İlk, en küçük sosyal birim olan aile çevresinde anadili ile başlayacak olan ortak yapılanma, daha büyük sosyal birimlerle genişleyecek; çevrenin ve eğitiminde katkısı ile olgunlaşarak kültür çizgisine ulaşacaktır.
Kültür, millete has unsurlarla sınırlandığında “Milli Kültür” adını alır. Artık birey bu kültürün ayrılmaz parçasıdır. “Millet” bireyin yaşadıkça taşıyacağı en önemli kimliğidir. Bu kimliğin yapı taşları “Milli kültür” olarak şekillenir Dil, kültürü yaşatan unsurdur.
Türk kültürünün ana dayanağı olan Türk dili yüzlerce yıllık bir geçmişin süzgecinde gelişmiş ve zenginleşmiştir. Bu dille yazılan eserler Türk kültürünün hazineleridir. Medeniyeti yanlış algılayanlar, Türk dili üzerinde anlaşılmaz ve akıl almaz bir tasfiyecilik hareketine girişmişlerdir. Amaç olarak “Dili Türkçeleştirmek ve yabancı sözcüklerden kurtarmak” olarak ileri sürülen bu tasfiye hareketi Türk dilinin bozulmasına ve zenginliğinin kaybolmasına yol açan bir zaman diliminin önünü açmıştır. Yerleşmiş kelimeleri, edebi eserler üreten bir dilden ayıklamak, tasfiye değil dil cinayetidir.
Bir milletin, geçmişi ile bağının ancak kullanılan dil ile mümkün olacağını belirten Erol Güngör dil sadeleştirme hareketine şiddetle karşı çıkar. Türk dilini normal gelişme yolundan çekip alan, kendi geçmişine, kültürüne yabancılaştıran bu hareketi destekleyenleri “Tasfiyeciler” olarak isimlendirir. Dilde yapılan zoraki tasfiye hareketi beraberinde kültür kusurlarını da gündeme getirmiş, milli kültürde yanlışların önünü açmıştır. Dil kaybolunca ya da bozulunca milli kültürdeki tahribat önüne geçilemez bir hal almaktadır. Türk dili “tasfiyecilik sevdası” yüzünden bunu yaşamıştır. Her geçen yıl geçmişinden uzaklaşan, neredeyse on yıl ön yazılanları bile lügat yardımı olmadan okunamayan bir kültürün acınası hali ortadadır. Dildeki tasfiyecilik, milli kültür üzerinde onarılamayacak kadar önemli kusurlara sebebiyet vermiştir.
Erol Güngör bu konuda şunları söylemektedir: “Benim kanaatimce burada karşılaştığımız kusurlar uydurma dil hareketinin umumi kusurlarıdır: amatörlük, başıboşluk, ırkçı bir milliyetçilik, yeniliğe tapma, köksüzlük. Bütün bu kusurlar bize bir terminoloji kurma bakımından en az otuz yıl kaybettirmiştir ve şimdi dilimizin yabancı terimlerle dolu olmasının başlıca sebeplerinden biri Türkçe arayan insanın karşısına hep böyle ruhsuz, köksüz tatsız yanlış uygulamalarla çıkılmış olmasıdır” (Güngör, 1984).
Yanlış uygulamalar sonu gelmez uydurmacılık çalışmaları ile Türk dili yozlaştırılmaya çalışılmıştır. Türk dilinden çıkarılıp atılan birçok kelimenin yerine bir tek kelime uydurularak dilin zenginliği yok edilmiştir. Bunun sonucu geçmişten kopmaktır. Belki kısa bir tarihi geçmişi olan milletler için kolay atlatılacak bir meseledir bu ama Türk milleti için tam bir felaket olmuştur. Çünkü Tasfiyecilik Türkçeyi katletmiş, onu aslından ve tarihi gelişiminden uzaklaştırmıştır. Çıkarıp atılan her kelime yanında uzun bir tarihi dönemi ve kültür birikimini de birlikte götürmektedir. Asırlara hükmeden Türkçe yerine sanki yeni bir dil kullanılmaktadır artık. Çünkü yakın geçmişe ait eserler bile bu yeni dille anlaşılamamaktadır. Milli kültürün dayanağı olan eserler okunmaz, okunamaz olmuştur. Erol Güngör tasfiyecilik hakkında şunu söylemektedir:
“ Dili tasfiye edenler henüz rejimi de sımsıkı ellerinde tutmadıkları bir zamanda uydurmacılık yerine mesela mevcut Batı dillerinden birini resmi dil olarak kabul etseler, bütün yeni nesilleri o dille yetiştirmeye çalışsalardı belki bu kadar vahim bir kültür buhranı içinde olmazdık” (Güngör, 1984). Yani dil üzerinde yenileşme ve yabancı dillerden arındırma gibi saçma bir anlayışla uğraşılacağına batı’dan bir dil, mesela bugün yoz kültürün hayranı olduğu İngilizce resmi dil kabul edilseydi… Erol Güngör, dilde yapılan tahribatın ortaya çıkardığı zararları, ancak bu kadar vahim bir şekilde anlatabilmektedir.
Dildeki tahribat bu kadar büyük ve acımasızdır. Bu tahribat uzun yıllar sürmüş hala da devam etmektedir. Sonuçları ise geçmişten kopuş olmuştur. Bugün, Türk halkının kitap okumadığı, kitap okuma düzeyinin gelişmiş toplumların çok altında olduğu gerçeğinin altında biraz da bu konuyu aramak gerekebilir.
Kullanılan dil hep en yakın geçmişe dönüktür. Nesiller arası anlaşılamama sıklığı on yıllarla ifade edilir hale gelmiştir. Erol Güngör bu tahribatı şu sözleri ile açıklar: “Bu dile bakılırsa Türk milletinin mazisi Cumhuriyete bile dayanmaz; Türk milleti her on yılda bir hafızasını kaybeden bir hasta durumuna düşürülmüştür (Güngör, 1984).
Üstelik artık küresel Dünyada; ana dili öğrenmenin kaynakları da değişmiştir. Teknoloji gelişimi, iletişim araçlarındaki farklılık ve çeşitlilik karşımıza milli kültür düşmanı birçok cihaz çıkarmıştır. Ailenin katkısını azaltan neredeyse sıfırlayan en önemli iletişim cihazını Erol Güngör şu sözlerle işaret eder: “Artık aydınların da kitlelerin de dili öğrendikleri yer kitle haberleşme vasıtalarıdır; herkes televizyon dilini konuşur hale gelmiştir, çünkü haberin de bilginin de esas kaynağı televizyondur. Gazete bile televizyon karşısında herkesi ilgilendirmeyen bir ihtisas organı haline gelmiştir” (Güngör, 1984).
Peki, televizyona kim hâkimdir? Televizyon bulunduktan ve kullanıma hazır hale geldikten yıllarca sonra Türkiye’ye gelmiştir. Gelişinin hiçbir ön hazırlığı olmadığı gibi Amerikan ve Batı kökenli kullanım şekli, programları ile birlikte olduğu gibi yansıtılmış, milli yapılanmadan uzak bir halde evlere sokulmuştur. En çok korunması gereken kesim olan ve toplumun geleceği olan çocuklar ve gençler hiçbir önlem alınmadan bu oyalayıcı ve eğlendirici aletin karşısına oturtulmuştur. Çocuk neredeyse anadilini öğrenemeden televizyon dilini öğrenmeye başlamış, bu dilin esiri olmuştur. Tabii ki zamanının çoğunu birlikte geçirdiği bu alet onun gelecekteki kültür hayatının şekillenmesinde en önemli rolü oynayacaktır. İşte bugün geldiğimiz nokta: Türkçeden başka her şeye benzeyen, saçma sapan uzatmalarla, ağızlara yapışan eğilmelerle gençlerimizin kullandığı anlaşılmaz ve itici bir dil. Erol Güngör bu tehlikeye yıllar önce dikkat çekmiş ve dilin sadeleştirmesinin, uydurmacılığın karşısında olmuştur. Haklılığı her geçen gün daha da ortaya çıkmaktadır. Üstelik bunu yapanlar, dilde tasfiyeciliğe gidenler bunu “Türkçeye sahip çıkmak ve milliyetçilik” adına yapmışlardır. Belki bir tanım değişikliği ile “Ulusalcılık” adına…
Bugün sömürgeci İngiliz kültürü hala İngiliz dilinin etkisi ile hâkimiyetini sürdürmekte, Amerikan yoz kültürünün yayılmasına da yardımcı olmaktadır. İngiltere sömürgelerini terk etmiş ama ayrılırken dilini orada bırakmayı ihmal etmemiştir. Bugün hala eski sömürgelerinden çoğunda resmi dil İngilizce olarak devam etmektedir. Hatta bazı ülkelerde yerli diller tamamen unutulmuş, İngilizce ana dili haline gelmiştir. Benzer sömürgeci tavır Fransızlar için de geçerlidir. Bir dönem bizde de etkili olmuştur Fransızca. Hatta Fransızca bilmek, Fransızca konuşmak kültürlü olmanın aracı olarak görülmüştür. Aydınlar, Türkçe konuşurken bile aralara Fransızca kelimeler ekleyerek bu dile hakim olduklarını ispata çalışmışlardır.
Sömürgeci zihniyetler, sömürgeleştiremedikleri ülkelerde kültürel çalışmalarını kendi dilleri ile eğitim veren okullar aracılığı ile yapmayı sürdürmüşlerdir. Bugün misyoner faaliyetleri ile ve okulları ile Türkiye dâhil pek çok kalkınmakta olan ülkede eğitim dilinde İngilizce hâkimiyeti sürmektedir. Dil ve beraberinde başlayan misyonerlik faaliyetleri dilden sonra din etkisini de taşımak içindir.
Ülkemizde yabancı dille eğitim hayranlığı Türkçeyi ikincil dil haline getirmiştir. Aileler çocuklarının İngilizce öğrenmesi için seferberdirler. Batı, kendi içinde dillerini korumak için elinden gelen çabayı gösterirken bizim yabancı dil hayranlığımız bir çılgınlık şeklindedir. Zamanında iş bulmak amacı ile göç verdiğimiz, bugün milyonlarca Türk’ün yaşadığı Almanya, sahiplenmeye ve eritmeye çalıştığı Türklere Almanca öğrenmeyi zorunluluk haline getirmiştir.
Yabancı dil öğrenmek mutlaka iyi bir şeydir ama bunu tutku haline getirmek, neredeyse eğitim dilinin tamamını yabancı dille sürdürme çabası milli kültür için büyük bir tehlike oluşturur. Çünkü yabancı dil, beraberinde yabancı kültürleri de taşır. Üstelik bilimsel açıdan, yabancı dil, İngilizce zorunluluğu; Türkçe eserler verilmesine engel olur.
Neden biz bu haldeyiz? Neden dilimize karşı böyle yaygın bir tavır içindeyiz?
Buna sebep olanda aydınlardır. Batı hayranlığının değişik dönemlerinde bir dönem Fransızca, bir dönem Almanca ve sonunda da İngilizce etkisi hissedilmiştir üzerimizde. Bu etkideki değişimlerin sebebi yine hayranlık duyulan ve karşılarında kompleks beslenen milletlerin etkisiyledir. Bir millet diliyle başka bir millete hâkim olmaya başlarsa, kültürünü de etkin kültür yapması kaçınılmazdır. Yabancı kültür, yabancı dille birlikte girer bünyeye. Ondan sonrası milli kültür için tam bir problem olur.
MİLLİ KÜLTÜR VE TARİH
Kültür’ün milli olması başka kültürlerin de var olduğunu kabul etmek anlamını taşır. Eğer bir milli kültür tanımı varsa bunun karşılığında yabancı kültürler tanımı da olmalıdır. Peki, milli kültürü savunurken, onun muhafazasını konuşurken, yabancı kültürlere karşı tavrımız nasıl olmalıdır?
Türk Kültürünün bir özelliği de diğer kültürlere olan hoş görüsüdür. Erol Güngör, bu konudaki görüşünü şu sözleri ile açıklar: “Milli kültür ve yabancı kültür diye birbirinden tamamen ayrı, bağımsız mevcudiyetlerden bahsetmek doğru değildir. Hiçbir kültür, özellikle Türk Kültürü, başkalarıyla temastan ve onların etkisinde değişmekten müstağni sayılamaz. Kısacası, tarihin herhangi bir anında milli kültürü ve yabancı kültürleri birbirlerini ilk tanıyan şahıslar gibi karşı-karşıya getiremeyiz” (Güngör, 1984). Bu biraz da Erol Güngör’ün kendi kültürüne, Türk kültürüne olan güvenin ifadesi olsa gerektir. Çünkü kültür insana bağlıdır. O kültürü yaşayan insanlardır. Taşıyanlar da etkileşenler de… Asya’dan Avrupa’ya uzanan bir yolculukta başka kültürlerle karşılaşmamak, alışverişte bulunmamak mümkün müdür? İmparatorluk kurup, bu imparatorluk içinde yüzlerce kültürü barındırıp bunlarla alışverişte bulunmamak mümkün müdür? Ama etkin ve güçlü bir kültür sahibiyseniz bu alışverişten, bu etkileşimden korkmazsınız. İşte Erol Güngör, kendi kültürüne güvenerek, yabancı kültür düşmanlığını gereksizliğini işaret etmektedir.
Bu noktada tarihin, kültür üzerindeki etkisine değinmek gerekir. Milleti millet yapan unsurlardan biri olan “Tarih birliği” milli kültürü oluşturan geçmiş olarak, zamanı ifade eder. Erol Güngör’ e göre “Tarih bir milletin hayatıdır; yani hayat içinde karşılaşılan ve büyük ölçüde başkalarınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin hikâyesidir; kültür ise bu tepkilerden doğan inanç, norm ve davranış özellikleridir” (Güngör, 2006). Kültür ve tarihin bağı ancak bu kadar güzel anlatılabilir.
Türk milletinin tarihi geçmişi milli kültürünü oluşturan en önemli etmendir. Önce var olma noktası olan Asya bozkırlarında, sonra da Asya’dan Avrupa’ya uzanan o uzun yolu göze almakla oluşmuştur Türk tarihi. Türk kültürü, kat ettiği bu uzun yol boyunca hem etkilemiş hem de etkilenmiş, eserler bırakarak, silinmez izlerle çağlar aşılmıştır. Milli kültür, Türk milletinin, milli devlet geleneğini de oluşturmuştur.
Türk kültür ve medeniyetinin en önemli özelliklerinden biri de devlet olmaktır. Millet-devlet şartını oluşturan, zaman zaman ikisini aynı anlamda kullanan bir özellik, bir ayrıcalık kendini açıkça göstermektedir. Türk Milleti’nin millet- devlet anlayışının başlangıç tarihi; Türk milletinin tarih sahnesine çıkış tarihi ile aynıdır. Türk Milleti tarihe şanlı bir giriş yapmış ve devamında devletini kurmuştur. Kurduğu devlet de sıradan kabile devletine benzemez. Bütün teşkilatı ve işlevleri ile bugünkü modern devlet anlayışına yakın bir devlet anlayışı, bilinen ilk Türk devletinden itibaren varlığını sürdürmüştür.
Hâkim olma, sahiplenme ve yönetme geleneği Türk Milleti’nin ruhuna has bir kültür unsurudur. Uzun süren ve tamamı, tarihin tamamını kucaklayan tarih yolculuğu boyunca; birbirinin devamı olan devletler Türk Milletinin büyüklüğünün göstergesidir. Sonuçta ulaştığı zirve ise hem Türk medeniyetinin hem de Dünya medeniyetinin hala parlayan zirvesidir. Erol Güngör bu zirvenin Osmanlı İmparatorluğu olduğunu işaret ederken şunları söyler:
“Türk milleti bu uzun tarihi boyunca kazandığı bütün gücünü ve tecrübesini birleştirerek Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Bizim tarihimizin bütün evvelki safhaları bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova gibidir. Kurduğumuz bütün devletler Beethoven’in ilk sekiz senfonisi gibi hepsi birbirinden güzel eserler olmuştur; fakat Dokuzuncu senfoniyi dinleyen bir insan nasıl bütün diğerlerinin müzik tarihindeki en büyük eser için hazırlık gibi olduğu intibaını alırsa, Osmanlı İmparatorluğunu anlayan bir insan da bizim bütün devletlerimizin bu imparatorluk istikametinde birer ön çalışma gibi olduğunu görecektir” (Güngör, 1995).
Erol Güngör Osmanlı İmparatorluğunu böyle tanımlarken “Türk Milleti’nin teşkilatçılık, idarecilik, hâkimiyet duygusu, adalet ve şefkat, yiğitlik, fedakârlık ve feragat, manevi derinlik gibi” kültür hazinelerine dikkat çeker (Güngör, 1995).
Bu hasletlere gerçekten dikkat edilmelidir. Bunlar ve daha birçoğu Türk Milleti’nin sahibi bulunduğu manevi hazinesidir. Hepsi duygu ve manevi unsurlardır. Hiç birinde maddi bir varlık söz konusu değildir. Başka hangi millet için söylenebilir böylesi manevi değerler? Başka hangi millet bu insani değerlerin oluşumuna ve yayılmasına, kabul görmesine Türk milleti kadar ortaktır? Bu soruların cevabı yoktur. Belki; yapılan bütün yanlışlara rağmen hala var olmamızın sebebi bu hasetlerdir.
İşte Türk milletini diğer milletlerden ayıran ve kendine has “Millet yapan özellik!
Bu özellikler gerek millet tanımını gerekse milli kültür ve milliyetçilik tanımlarını Türk Milleti için özel hale getirir. Türk’ün millet tanımında “Irk, renk, tip, kafatası…” gibi ilkel ve şahsiyetsiz unsurlar bulunmaz. İnanç yönünü İslam ile yıldızlaştırmış bir milletin, “Yaratandan ötürü yaratılana saygısı” bu tip maddi unsurları kullanmasını engeller. Sonunda İslam’ın bayraktarlığını alan, burada “Alan” kelimesine dikkat ediniz, çünkü bu görev Türk milletine verilmemiş, kendisi gidip almıştır. Hazreti peygamberin müjdesine ve övgüsüne bu tavrı ile mazhar olmuştur; evet! İslam’ın bayraktarlığını alan Türk milleti kendisini bulmuş ve tamamlanmıştır. Artık inancı milli kültürünün değişmez şartıdır. Hem de koruyucu kalkanıdır.
Türk medeniyeti açısından tarih, diğer medeniyetlere göre apayrı bir değer taşır. Erol Güngör sosyologların tarihe bakış açısını anlatırken “Onların bütün gayreti geçmiş olayları inceleyerek bu olaylar arasında genelleme yapmaya müsait bir sebep- netice bağlantısı bulmaktır” demektedir (Güngör, 2006) Fakat insanların tarihe ilgi göstermeleri ile bu ilmi endişenin alakası yoktur. Erol Güngör’e göre özellikle sosyal değişmenin önemli sıkıntılara yol açtığı zamanlarda tarih yeni bir cemiyet tipinin kaynağı haline gelir; insanlar o günkü buhrandan çıkış yolunu tarih içinde ararlar. Tarihte bulunacak bir modele göre şimdilik çarpık sosyal gidişten kurtulmayı ümit ederler (Güngör, 2006). Bu oldukça yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü bu zamana ait sosyal ve psikolojik sıkıntıların çözüm yeri tarih değildir.
Bu gerçeğe rağmen; Türk Milleti için tarih, sürekli hasret ifadesidir. Yaşanan şaşalı devirleri tekrar yaşamanın hasreti, dünyaya hükmetmenin özlemidir tarih. Bugün yaşananlara bakıldığında bu yaklaşım haksız sayılmaz. Dün hâkim ve etkin olduğu coğrafyada sözü dikkate alınmayan, hak ettiği yerde konumda bir millet olmanın sıkıntısı, Türk milletini ister istemez tarihin şeref sayfalarına sürüklemektedir. Bugün bulamadığını o günlerde aramak belki rahatlatıcı bir davranıştır. Bu davranışın geniş bir kitlenin alışkanlığı olduğu, adeta milli bir kimlik kazandığı ortadadır.
Tarihte hep güzel şeyler özlenir. İnsan da birey olarak geçmişinde yaşadığı güzelliklere özlem duymaz mı?
Burada tarihin özlenen güzelliklerinden çok Türk kültürüne katkılarını ve medeniyet olma yolunda etkilerini dikkate almalıyız.
Erol Güngör tarihimizin büyüklüğünün bizim için hem kuvvet hem de zaaf kaynağı olduğunu ifade eder. “Derme çatma bir millet olmadığımız için, bazı aydın çevrelerin bütün yürek karartıcı sefaletine rağmen, gururumuz ayakta kalıyor ve gelecek için büyük ümitler besleyebiliyoruz. Dün büyük olduğumuz gibi yarın da büyük olabileceğimizi düşünüyoruz. Karşılaştığımız bütün buhranı sükûnetle ve ağır başlılıkla ele almayı biliyoruz; çünkü geçmişte bu durumlarla karşılaştığımızı ve hepsinin de aynı ağırbaşlılıkla üstesinden geldiğimizi biliyoruz” (Güngör, 2006).
Umutsuz kalma hakkı yoktur Türk milletinin. En umutsuz olduğu anlarda bile içinden çıkan birilerinin öne geçeceğini, onu alıp bulunduğu dertten çıkaracağını bilir. Erol Güngör Türk milletinin en sıkıntılı zamanlarda bile kendine yol gösterecek liderlere sahip olduğunu ifade eder. “Bu tarih şuuru sayesinde arkamızda sonsuz bir geleceğin bulunabileceğini düşünüyor, bu düşüncenin verdiği azim ve metanet içinde hareket ediyoruz. Kısacası, büyük bir tarih, büyük bir milli şahsiyet anlamına gelmektedir” (Güngör, 2006).
Tarih milli kültürün oluşturan bir zaman dilimidir. Başlangıcı ve bugünü arasında geçen zaman kültürün gelişmesine katkı sağlayacak etmenlerle doludur. Güzel ve zengin, şanlı bir geçmiş aynı zamanda zengin bir kültürün garantisidir. Bu günü unutmaya çalışarak tarihi özlemek elbette yanlıştır ama tarihi öğrenmek ve çocuklarımıza öğretmek de görevimizdir.
Erol Güngör; “İnsan nasıl aile kökünü bulduğu zaman kendini belli ve bağımsız bir hüviyete sahip olarak görürse, milletler de milli tarihlerinin eseri olarak kendilerinin bağımsız, milli özelliklere sahip varlık bütünleri olduklarını idrak etmektedir” diyor.(Güngör, 2006).
Türk tarihi; Türk’ün millet karakterini ortaya koyan en önemli göstergedir. Millet olma anlayışını geniş bir perspektif içinde tutmayı, muhteva alanını genişletmeyi, dar bir çerçeve yerine geniş bir kabul çizgisi içindeki millet anlayışını Türk tarihi sağlamıştır. Dolayısıyla bu tarihi gerçeğe bağlı Türk milliyetçiliği anlayışı da “…sömürgecilerin işgalinden kurtulmak ve devlet kurmak için yapılan siyasi istiklal mücadelelerine yahut sıfırdan başlayarak milli kültür yaratma hareketlerine benzemez” (Güngör, 1995). Bu konuya işaret eden Erol Güngör, Türk milletini diğer milletlerden ayıran en önemli konulardan birini ortaya koymaktadır.
Türk tarihi bir bütündür. Belirli yerlerini kesip alarak, beğenilmeyen kısımları söküp atarak oluşturulan yapma tarihlerin içi boşalır. Tarih, tarih olmaktan çıkar. Uydurma bir masal haline gelir.
Bir dönemden öncesini veya sonrasını saymamak da mümkün değildir. Dönem dönem bunu deneyenler ve uygulamaya koymak isteyenler çıkmıştır. Gelecekte de çıkacaktır. Ama yapmaya çalıştıklarının başarılı olması mümkün değildir. Sonuçta tarihin bir bütün olarak ele alınması gerekmiştir.
Erol Güngör, kültürün en büyük meselesinin kendini devam ettirmek olduğunu belirtmektedir. Kültür, yaşamak için, milli olmak için onu taşıyan ve geliştiren insanlara sahip olmalıdır. Bu açıdan Türk milli kültürü eksiksiz ve kesiksiz bir devamlılığa sahiptir. Gelişmesini de buna borçludur.
MİLLİ KÜLTÜR ve MİLLİYETÇİLİK
Millet denilen topluluğun varlığı ortaya konulunca, onun tarihi gelişimi ve bu gelişim içinde kazandığı milli kültür ve medeniyet çizgisi kabul edilince artık milliyetçilikten ve milliyetçilerden söz etmenin zamanı gelmiştir.
Nedir milliyetçilik? Milliyetçi kimdir?
Bu tanımları yapmak çok önemlidir. Sıradan bir anlatımla Türk milliyetçiliğini açıklamaya kalkmak onu diğer anlamsız milliyetçilik tanımları ile özdeşleştirmek, yapılacak en büyük haksızlıktır. Yok edici, hakir ve küçük görücü, başka milletlere tahakküm amaçlı milliyetçilikler Türk milliyetçiliğinin yanından bile geçemezler. Hele; inanç ve maneviyat desteği ile yüceltilmiş bir anlayışın, ırkçılık kokan anlamlandırmalarla işi olamaz. Türk milliyetçiliği bütün bu anlamlardan uzaktır. Zaten etkin ve gerçekçi olmasını bu özelliklerine borçludur. Türk milletinin milliyetçilik anlayışı; kendi insanına özgü bir anlayışın gerçekçi ifadesidir. İnsanın tabiatında var olan milliyet duygusu, zamanla olgunlaşan bir çizgi gösterir. Bu çizgi var olan kültürel yapının tarihsel gelişim ile desteklenmesi ile vücut bulur.
Bu görüşün yıldızlarından olan Erol Güngör milliyetçiliği, tamamen milli kültüre dayandırır. Milli kültürün ışığında ve bize özgüdür milliyetçiliğimiz. Dayanağı da halktır. Erol Güngör milliyetçiliği halkçılıkla paralel açıklar. Çünkü halk pek çok değeri içinde barındırır. Korur, gücü yettiğince besler, geliştirir. Milletin temel yapı unsuru, milli kültürün bir nevi koruyucusudur halk.
Erol Güngör’e göre; değişik görüşteki milliyetçiler farklı tanımlar yaptıkları gibi dayanak olarak da değişik unsurları ileri sürmektedirler. Bugün materyalizmin ve sosyalizmin en uç noktasındaki fikir sahipleri dahi milliyetçi olduklarını iddia ederler. Hatta diğer milliyetçilerden farklı olan milliyetçilik fikirlerini ifade ederken değişik bir kullanımla kendilerini “Ulusalcı” olarak adlandırırlar. “Ulusalcılık” son yılların en moda tanımlamalarından biri haline gelmiştir.
Bu konuya değinen Erol Güngör “Milliyetçilik sözü, Türkiye’de müspet bir kıymet taşıdığı için diğer cereyanlar da milliyetçilik iddiasını büsbütün bırakmış değillerdir. İnkılâpçılar da milliyetçi olduklarını söylüyorlar, ama onların modernleşme teşebbüsleri Fransızlaşmaktan başlamak üzere uzun bir mesafe alarak Marksizm’e kadar geldi” diyerek kendince milliyetçilik iddiasında bulunan ama aslında taklitçi ve beynelmilelci fikirleri savunanları işaret etmektedir. Başka birilerine, başka milletlere hayranlık duyarak Türk milliyetçiliği yapılamaz. Erol Güngör’ün tespiti; “İnkılâpçılara göre milliyetçilik imparatorluktan- Osmanlı imparatorluğundan- kurtuluş hareketi demektir” (Güngör, 1995). Bu hayret verici tanım Osmanlı tebaası olup imparatorluktan koparak bağımsız devlet kurma çabası içindeki milletler için geçerli olabilir. Ama Türk milleti mensuplarının böylesi bir milliyetçilik tanımı kabul edilemez. Çünkü bugün devlet sahibi olan eski Osmanlı tebaası bile Osmanlı İmparatorluğu’nun huzurlu adaletini aramakta, her fırsatta aydınları ve yöneticileri ağzından bunu ifade etmektedirler.
Bağlantıları inkâr edilse ve başka temel kaynaklar gösterilse bile bütün milliyetçilik anlayışları halk kaynaklı olmak zorundadır. Erol Güngör bu konuda ısrarlıdır:
“Bütün milliyetçilik hareketlerinin ortak özelliklerinden biri ve belki en belirgin olanı halkçılıktır. Milliyetçiliğin dayandığı temel prensipler ve bu cereyanın tarih içinde geçirdiği macera göz önünde tutulursa halkçılık ve milliyetçiliğin niçin birbirinden ayrılamayacağı açıkça görülür. Hakikatte milliyetçiliğin asıl hedefi geniş kitlenin iradesine dayanan bağımsız bir siyasi idare (self-government) ve bu siyasi birlik içinde milli bir kültür meydana getirmek olmuştur” (Güngör, 1995).
Erol Güngör, Türk milliyetçiliğini, halkçılıkla birlikte düşünürken Türk halkının inancına, kültürüne ve yapısına güvenmektedir. Buna bağlı olarak kendi halk tanımını yapar: “Halk bir iktisadi sınıf değildir, yani Marksistlerin ‘sınıf kavgası’ dedikleri menfaat çatışmalarında kendi başına bir taraf teşkil etmez. Halk bir sosyolojik kategori değildir; sosyal tekâmülü aile, kılan, aşiret ilh... şeklinde tespit edilen safhalarından herhangi birine tekabül etmez. Halk bir sosyal tabaka da değildir…” (Güngör, 1995).
Erol Güngör, bütün sosyal bilim mensuplarının “halk” terimini bir memleketin bütün insanlarını ifade edecek şekilde “milli” terimiyle eşdeğer kullandıklarını ifade etmektedir.
Halk içinde kültür ve anlayış farklılıkları mutlaka vardır. Özelikle aydın- münevver olarak adlandırılan ama bugün münevverlikleri tartışılır aydınlar halktan farklı bir kültür anlayışını benimserler. Bu farkın ana nedeni eğitim ve aydın için değişen ve halktan farklı olan çevre şartları olarak görülmektedir. Bu durumda kültürü, halk ve münevver kültürü olarak iki sınıfa ayırmak gerekebilir. “Halk ve münevver kültürlerinin mütecanis bir milli kültür içinde kaynaşması bu türlü farkların kaldırılması demek olduğuna göre, halkçı politikanın hedefi de bu olmak gerekir” (Güngör, 1995). Çünkü milliyetçilik tek bir milli kültürü işaret eder. Bunun da kaynağı halktır. “… milliyetçiliğin ana hedefi Türkiye’de milli kültür bütünlüğünü ve onunla birlikte siyasi bütünlüğü kurmaktır. Hakikatte münevver kültürü ile halk kültürü arasındaki köklü farklar siyasi bütünlüğü de sarsacak mahiyettedir” (Güngör, 1995).
İşte tehlike bu noktadan itibaren başlar. Münevverler, bugün anlamı ile aydınlar halktan uzak kalmayı bir üstünlük olarak görmeye başladıklarında artık milli kültüre katkıdan çok ayırımcı halleriyle, zarar vermeye başlarlar. Tarihimizin değişik safhalarında özellikle Tanzimattan sonra bu kopuş kendisini daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Batı’ya dönme hareketi ile Batı medeniyetine olan hayranlık aydınların kendi halkından yabancılaşmasına sebep olmuştur. Milli kültürün tamamını ya da bir bölümünü, tarihi ile birlikte reddetme çabası ile yeni ve yoz bir kültürün temelleri atılmaya çalışılmıştır.
“Bir cemiyetin kültürü, bir arada yaşayan insanların hayatın muhtelif problemlerine karşı denedikleri çözüm yollarından meydana gelmiştir. Bu çözüm tarzlarının bir kısmı zamanla sabit hale gelerek cemiyetin bütününe mal olur ve onun kültürünü teşkil eder. Mamafih, sosyal ilimlerde kültürden bahsedilirken bu müşahhas alet ve usullerden ziyade onların arkasında mevcut bulunduğu farz edilen manevi unsurlar (inançlar, norm ve kıymet sistemleri) anlaşılır” (Güngör, 1995).
Kültür, milletin harcıdır. Bu harcın ana materyali maneviyattır, inançtır. İnanç yapıcı ve şekillendirici olarak millete şekil verir. Varlığını milli kültüre borçlu olan millet bu kültürü korumakla mükelleftir. Bunu da aydınları ile Erol Güngör’ün tanımı ile münevverleri ile sağlar. Münevverler başka kültürlerin esiri olup tanıtımcılığına soyunursa ve yeni bir kültürü halka dayatmaya kalkarsa ikilik ortaya çıkar. Halk aydınlarına güvenmez olur. Bugün yaşananlar böyle bir gelişmenin sonucudur.
Münevverler, halkın izlediği insanlar olmalıdır. İçinden çıktıkları halkı küçümsemeyen, seven, onun inançlarına, kültürüne sahip çıkan münevverler halkın ve milli kültürün en önemli desteğidir. Erol Güngör bu münevverlerin milliyetçi olması gerektiğini vurgular. Milliyetçi ve halkçı… Böyle bir münevver tanımı ile milli kültürün normal rayında ilerlemesi ve gelişmesi mümkündür.
Bu noktaya ulaştıktan sonra, zamanımızın Türk aydınlarına bir göz atmamız gerekmektedir: Öncelikle bugünkü aydın kavramının, Erol Güngör’ün münevver diye tanımladığı kimselerle uzaktan yakından alakası olmadığını ifade etmeliyiz. Bugünün aydını aykırı düşünmeyi, aykırı davranmayı, aykırı yaşamayı ve halkın hayatını küçümsemeyi görev edinmiştir. Batı kültürünü olduğu gibi alma arzusuyla yanlış üzerine yanlış inşa etmektedirler. Aykırı düşünmek ve aykırı hareket etmek, hatta aykırı yaşamak aydın tanımının karşılığı olma çabasına girince halkla birliktelik nasıl sağlanacaktır? Halk kendinden farklı olan bu aydın tanımına nasıl güvenecek onu nasıl öncü belleyecektir?
Bugün, artık halkın değerleri ile ilgilenmemek, hatta onlarla alay etmek aydın olmanın kuralı gibidir. Bugünün aydını, uç yaşantı tipini benimsemiştir. Aydın; toplumun temeli olan aileye, evliliğe karşıdır. “Birlikte yaşamak” diye yeni ve anlamsız, karaktersiz bir ikili hayatı Batı’dan olduğu gibi almış, benimsemiştir. Kitle araçlarını elinde tuttuğu, etkin kullandığı için bu kültürünü halka dayatmaya başlamıştır.
Bugün Aydın denilen kesimin dinle de, inançla da alakası yoktur. Aksine halkın dini inançlarını küçümseyerek, her fırsatta alaya alarak yüceldiğini farz etmektedir. Öncü olması gereken konularda itici olmakta ve sevilmemektedir. Yemesi, içmesi, oturup kalkması, kılığı kıyafeti hatta konuşması halktan farklıdır. Etkisinde kaldığı yabancı kültürlerin, ideolojilerin peşinde köle olmayı, yozlaşmayı ilericilik saymaktadır. Yok ettiğini fark etmeden ürettiğini düşünmekte, bozduğunu anlamadan yıkmayı tercih etmektedir. Aydın, artık halk tarafından benimsenmemektedir.
Erol Güngör’ün özlediği milliyetçi münevver, bu saydığımız özellikteki aydından çok farklı bir çizgidedir.
Erol Güngör’ün milliyetçi münevveri okumuştur, hem de en iyi okullarda okumuştur. Başarılıdır. Başarısını ispatlarken, anlatırken büyük tevazu içindedir. Halkın inancını paylaşır ve bu inancın odağında yaşar. Halkla birlikte paylaşır her şeyi. Tarih bilgisi mükemmeldir. Tarih bilinci tamdır. Geçmişte yaşanan şanlı sayfaları özler. Onların ışığında geleceğe umutla bakar. Bu mükemmellik ve bilinç bir bütünlük arz eder. Tarihin bir bölümünü alıp, diğer bölümünü yok saymak gibi yanlışlara düşmez. Acıyı, sevinci, mutluluğu paylaşmasını bilir. Milliyetçi münevver bayramları dini gereği içinde kutlar, tatil günü olduğu ve tatlı veya et yediği için değil! Kendine güveni de tamdır. Başka kültürlerin baskıcı etkisi altında ezilmez, küçüklük duygusuna kapılmaz. Güçlüdür. Bu güç içinden gelen, geçmişe dayanan; milli kültürle desteklenen güçtür.
Erol Güngör Türkiye’deki münevver tipinin tarihi gelişimini yakından incelemiştir. Onun var olmak ve kaybolmamak için sarıldığı umutları, umutlar boş çıksa da, direnmesini, saygı ile anlatır. Ama yanlışları vurgulamaktan da geri durmaz. Onun tanımı ile münevverler içinde; İnkılâpçılar, Türkçüler ve en sonunda da milliyetçiler vardır. Bütün bu münevverler Türk milleti için çözüm yolu aramakla geçirmişlerdir ömürlerini. Bazıları çözümü yıkımda, tamamen yok edip yeniden kurmakta aramıştır. Bazıları ise arada geçen yüzlerce asırlık zamanı yok sayıp eskilere, çok eskilere, tarih sayfasına giriş günlerindeki yapıya dönmeyi, o dönemin ilkel kimliğini benimsemeyi tavsiye etmişlerdir.
Bir kısım münevver, her şeyin çözümünü batıda ve Avrupa’da aramıştır. Ama her şeyiyle batı, her şeyiyle Avrupa… Çözümü Avrupa’da Avrupalılaşmakta arayanların en büyük meselesi ise karşılarına onları reddedici bir yapı ile çıkan yine Avrupa ve Avrupalılar olmuştur. Büyük bocalama yaşatmıştır bu karşı duruş münevverlere.
En büyük kargaşa kültür ve milliyet ikileminde ortaya çıkmıştır. Kültürün milli olması şartı medeniyetle kültürün zaman zaman birbiri içine giren vasıtaları bu kargaşayı artırmıştır. Medeniyetten vazgeçilemez. Medeniyet bir gerekliliktir. Peki, medeniyetin milli kültürü değiştiren, etkileyen, yıpratan, bozan etkileri ne olacaktır?
Erol Güngör’ün çözümü yukarıda da belirttiğimiz gibi hazırdır: halkçılık!
Çünkü halk kültürün sahibidir. Halk kültürü besleyen ana kaynaktır.
Milliyetçi münevverler çözümü halk ile birlikte bulmak zorunda olduklarının farkına vardıklarında, halkın yanında yer aldıklarında sonuca ulaşacaklardır.
Devletin idari yapılanması açısından geçmişi yaşamak, geri dönmek artık mümkün değildir. Bunu kimse istemez ve özlemez. Demokrasi Türk milleti için vazgeçilmezdir. Çok partili hayata geçerek yönetime katılan Türk halkı bu bilincin sahibidir. Erol Güngör halkın demokrasi anlayışına ışık tutar: “Her şeyden önce demokrasi, halkın devleti yönetmesi değildir. Halk idareye ait kararları kendisi vermez, ancak bu kararları kimlerin vereceği hakkında bir tercih yapar” (Güngör, 1995).
Ama hala halkın seçmeyi bilmediğini iddia edenler vardır. Günümüzde bütün hızıyla sürmektedir bu tartışma. Ortaya çıkıp “Dağdaki çobanla benim verdiğim oy nasıl aynı kategoride, aynı maddi değerde tutulur?” diyenler vardır. Demokrasi konusunda, oy verme konusunda bile, aydın geçinenler, içinden çıktıkları halkın kabiliyetini küçümsemektedirler. Onlara göre halk demokrasiyi bilmez. Hatta diktatörlük heveslisi bazıları daha da aşırıya gidip bu halkın sürekli dipçik altında kalması ve yönlendirilmesi gerektiği görüşündedir. Geliştirmek, eğitmek, anlatmak ve yaşatmak yerine, tenkidi tercih ederler.
Erol Güngör’ün çözümü hazırdır: “Milliyetçiler bu kavgada elbette ki demokrasiyi, yani halkı tutacaklardır. Kendisinin halk ile birlik olduğunu iddia eden bir grubun azınlık idaresine taraftar olması mantığa da aykırı düşer” (Güngör, 1995). Bu büyük görev milletçilerin omuzlarındadır. “Esasen milliyetçiliğin asıl gayesi memlekette halka dayanan bir rejim kurarak Türkiye’yi modern bir milli devlet haline getirmektir. Milliyetçi bir siyasi hareket halka dayanarak, milli birlik ve kaynaşmaya mani olan her türlü zümre ve azınlık sultasına son vermek üzere faaliyet göstermelidir” (Güngör, 1995).
MİLLİYETÇİLİĞİN DÜNÜ, BUGUNÜ, GELECEĞİ
Nereden nereye? Nasıl?
On yıllardır süren arayışın sonu nereye varacak?
Şimdi durumumuz ne?
Bu konulara Erol Güngör’ün gözüyle bakacağız.
Gittikçe hızlanan ve artık ayak uydurulamayan bir değişim içindeyiz. Biz ve üzerinde yaşadığımız Dünya… Ne biz artık eski biziz. Ne de artık Dünya eski Dünya… Bunu söylerken çok eski bir geçmişi bugün ile karşılaştırmak değil amacımız. Elli sene, otuz sene, on sene hatta beş sene öncesi bile bugünden çok farklıdır. Teknik gelişmenin ayak uydurulamaz hızı ile medeniyet sürekli ufuk değiştirirken kültüler de bu değişimin etkisindedir. Küreselleşme etkisi…
Dünyanın, teknolojik manada küçülmesi sonucu kalkınmaya çabalayan ülkelerin kültürleri büyük tehlike altındadır. Türkiye ise Avrupa Birliğine girme gayretleri içinde var olan değerlerini tehlikeye atmaktadır. Bir yandan Avrupa ile bütünleşmeye çabalarken diğer yandan NATO müttefiki Amerika’nın kültürel baskılarına maruz kalmaktadır. İşin ilginç yanı Avrupa’ya dahil olmak için olmadık çaba gösteren ve tavizler veren Türkiye, gerekli kabulü görmemektedir. Avrupa’nın, bu bağlamda Türkiye’den korktuğu en önemli konu ise: Nüfusu; dolayısıyla Türk halkıdır.
Avrupa, işçi olarak kabul ettiği Türklerin kültürel direnmesini biliyor. Bütün eritme çabalarına rağmen var olmayı sürdüren, onca saldırıya direnen ve yıkılmayan Türkler Avrupa için korku kaynağı. Erol Güngör bu konuda da haklı çıktı. Türk halkının kültürel dayanma gücünün büyüklüğünü belirtmişti.
Yine de büyük bir kültürel yıkım vardır. Büyük bir bozulma söz konusudur. Çünkü aydınlarımız halk kadar direnmemektedirler. Halk kadar dikkatli ve seçici değildirler.
Erol Güngör, o üstün anlatım tarzıyla, yıllar önce bu değişimin yıkıcı etkisini şu cümlelerle izah etmiştir: “ Gençlerimiz vekar[1] kelimesinin manasını bilmezler. Kendilerine Türkçe diye öğretilen uydurma dilde yazılmış lügat kitaplarında da bu kelimenin karşılığını bulacaklarını sanmıyorum, çünkü vekarın Türk münevver hayatı içinde karşılığı kalmadı” (Güngör, 1995).
“Vekar”
Doğrusu Erol Güngör’ün ifade ettiği bu kelimenin karşılığı; “Onur, saygınlık, gurur saygı…” kelimeleri ile açıklanabilir. Belki “Vekar”ı tam anlatamayan, tam karşılığı olmayan kelimelerdir bunlar.
Erol Güngör’ün ne demek istediği ortadadır.
Etkin Amerikan kültürü etkisi altında kalan, popüler kültürle tanışıp, arkadaş olan, Amerikalı gibi yaşayarak, onu taklit ederek Türk olmaya çalışanlar… Bu etkiler altında Türk olarak kalmanın zorluğu ortadadır.
Alt yapısı olmayan, geçmişi bulunmayan, derme, çatma, toplama, kotarılmış bir kültürdür Amerikan kültürü. Aslında ona kültür demek bile zordur. Geçmişi olmayan davranışlar toplamı nasıl kültür olabilir? Belki de bu nedenle Amerikalılar, köklü, kökenli kültürleri yok etmek için yoz bir planın peşinden maceradan maceraya sürüklüyorlar Dünya’yı. Varlarını, yoklarını bozmak ve yok etmek için harcıyorlar. Dünyayı kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Korkarım bu teslimiyetçi anlayışla Dünya, kültürel açıdan tam bir Amerika benzeri olacak… Sanki Hollywood korku filmi gibi…
Bu etki ile Dünya’nın kalkınmaya çalışan ülkelerinin vatandaşları “Yeşil kart” elde etme peşindedirler. Amerikan vatandaşı olmanın ilk adımı olan yeşil kat başvuruları her geçen yol çığ gibi büyüyor. Maalesef her yıl Türkiye’den de on binlerce başvuru var yeşil kart için.
“Vekar”
Köklü bir kültürün sahibi, koskoca şanlı bir tarihin sahibi Türk çocukları, yeşil kart peşinde…
Amerika üretiyor. Amerika ihraç ediyor. Amerika satıyor. Amerika Dünya ekonomisine hâkim. Amerika sömürüyor.
Soğuk savaş sonrası tek kutuplu hale gelen Dünya artık Amerika’nın tarlası gibidir. Amerika Dünya’yı istediği gibi kullanmakta, istediğini ekip istediğini biçmektedir. Ektiği ise genelde ayırımcılık ve bölücülük tohumlarıdır. Çünkü Amerika küçük devletleri daha iyi ve kolay sömürgeleştirebileceğinin farkındadır.
Başta enerji merkezleri olmak üzere istediği yere, bir bahane üreterek girmek artık Amerika’nın sıradan bir görevidir. Bütün dünyayı kendi propaganda yöntemi ile ikna etmekte ve sonunda da her şeye rağmen inanılmaz bir şekilde kendini haklı çıkarmaktadır.
Hem ezen, hem sömüren hem de haklı çıkan Amerika…
Bu arada durmadan kültürünü de ihraç ediyor Amerika. Hem sömürüyor, hem de Dünya’yı Amerikan tipi hayata alıştırıyor. Bu işte yalnız değildir. Yardımcıları da kendilerini her ne kadar kültürel olarak Amerika’dan üstün görseler de onun büyük gücü karşısında suskun kalan Avrupa’dır. Çaresiz ortalıklar kurarak bu sömürüden bir parça kapmaya çalışmayı görev edinmişlerdir.
Bu ne yapıyoruz bu sonu gelmez saldırı karşısında? Hangi sosyal silahlarımızla koruyoruz kendimizi?
Maalesef bu konuda hiç de olumlu şeyler söyleyecek durumda görünmüyoruz. Savunmasız çocuklarımızı, gençlerimizi Amerikan emperyalist kültürünün etkisine teslim etmiş durumdayız. Aydınlarımızın çoğu hala kurtuluşu Batı’da ararken Milli kültürümüz, etkin küresel kültürün tehdidi altında ezilmemek ve yok olmamak için kendi iç dinamikleriyle ayakta durmaya çalışmaktadır.
Bugün durum böyle olduğuna göre bizi bu günlere getiren dün nasıldı? Dün yapılan hatalar olmasaydı bugüne gelinir miydi? “Vekar” nerede kaybolmaya başladı?
Erol Güngör diyor ki: “ Yüz yıl öncesine kadar Türkiye’yi ziyaret eden yabancı yazarlar halkımızda ve münevverlerimizde küçüklük duygusundan, basit ve laubali davranışlardan eser bile görmediklerini belirtmekte ve bu bakımdan Türklerin Avrupalılardan ne kadar üstün olduklarını bildirmektedirler. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu üstünlüğün halkımızda devam ettiği fakat münevverlerimizde kaybolduğu görülüyor” (Güngör, 1995).
Aydınlar, bilgi ve eğitim bakımından daha donanımlı olduğunu düşündüğümüz kesim; etkin kültüre teslim olmuştu hemen ama halk direniyordu. Öncü olması gereken ve asıl direnmesi gerekenler aydınlardı. Ama daha önce de belirttiğimiz gibi Türkiye’de aydın kültürü ve halk kültürü farklıydı.
Aydınların bu halde olmasının bir sebebi vardır. Bir başlangıç noktası… Avrupalı olmak istemek hastalığı ile başlamıştır her şey. Batı hayranlığının başlangıcı ise Osmanlı İmparatorluğunun gerileme devirlerine denk gelir.
Büyük bir Balkan faciası yaşadık. Balkanlardaki topraklarımızda birçok yeni devlet doğdu. Bu dönemden sonra aydınlar çözüm yolları ararken tek seçenek olarak yüzlerini Avrupa’ya döndüler. Erol Güngör bu konunun önemini vurgularken şöyle demektedir.
“Balkan Harbi’nden sonra Türk Münevverlerinin zihnini en çok meşgul eden soru şu olmuştur: Nasıl olup da kendimizi Avrupa’ya tanıtacağız, bizim de onlar gibi artık medeni(!) olduğumuzu ispat edeceğiz? Bu bozgun psikolojisi çeşitli derecelerde olmak üzere bütün grupları sarmıştır” (Güngör, 1995).
Büyük bir bozgunun ortaya çıkardığı moral çöküntüsü sonucu bu bozgunun sebeplerini ortaya koyarak önlemler almak yerine galiplere karşı tam bir teslimiyet duygusu hissetmek! Bu teslimiyetle ortaya çıkan aşağılık duygusu ile çözüm olarak düşünülen ise kültürel yönden teslimiyeti getirecek olan kendilerini Avrupa’dan saydırma arzusu ortaya çıkmıştır. Avrupalı sayılmak aydınımızın kurtuluş reçetesidir.
“Vekar”
Bu noktadan sonra artık vekardan söz edilebilir mi?
Garpçılar türemişti. Kurtuluşu batılı gibi olmak, Avrupalı gibi yaşamakta gören Garpçılar… Medeniyetiyle birlikte Avrupa’nın kültürünü kayıtsız şartsız kabul etmek ve böylece Avrupalı olmak çözüm olarak tartışılmaya başlamıştır. Köklü bir geçmişi toptan yok varsayarak yeni bir kültür ve medeniyet çizgisi üzerinde yürümek tek çıkar yol gibi düşünülmüştür.
Sonradan küçük bir değişimle bu Garpçılar İnkılâpçı olmuştur. Yıkımı kendi elleri ile yapan bir gecekondu sahibi gibi; sığındıkları yuvayı yıkmayı göze alarak, kendi kültürünün yok olmasına karar verdiklerinin farkına varmamışlardır.
“Vekar”
“Kendini aşağı görme kompleksi Avrupacı münevvere ait bir hastalık olduğu için; bu kompleksi yenecek bütün telafi mekanizmaları da onlar tarafından icad edildi. İmparatorluğun Balkan topraklarını Yunanlılara ve Bulgarlara verenler İttihatçı münevverlerdi; bunlar Balkan kavimlerine bir kurşun atmadan yenilecek kadar yüreksiz çıktılar” (Güngör, 1995).
O çöküş günlerinden bugünlere gelindi. Çareyi yanlış yerede aramak bu çöküşü durduracağına hızlandırdı.
“Hala bozgun psikolojisi içinde yaşayan münevverler başlarını biraz çevirip de kendi halklarına bakarlarsa ondan daha büyük bir manevi güç kaynağı olmadığını anlayabilirler. Yeryüzünde tarihin en büyük en yüce devletini kurmuş bir milletin kendisinden daha başka örnekler aramaya ihtiyacı yoktur” (Güngör, 1995).
Erol Güngör böyle söylüyordu ama o münevverlerden bazıları halka dönüp hakkı bulacakları yerde, kendi özlerinden güç alacakları yerde anlamsız bir batı hayranlığı ile dışarıya, batıya bakmaya devam ettiler. Hatta bakmakla da kalmadılar. Kollarını açarak, savunmasız bir şekilde koştular o yana doğru. Kolları açık olduğu için yürekleri savunmasız kalmıştı. Yüreklerini de verdiler. Zaten boştu yürekleri. Bu boşluğu Avrupa kültürü ile doldurdular. Avrupalı olamadılar belki ama Avrupalıya benzeyen bir şeyler olmayı becerdiler. Ancak bunu becerebildiler.
“Vekar”
Bu sözü bilerek çok kullandım. Akılda kalsın diye. Çünkü gidiş kötüye doğru devam ediyor. Gidiş tam teslimiyete doğru ve teslimiyetin sonu olmadığı ortadadır. Vekar ise artık lügatlerde kullanılmayan bir kelime olarak, unutulmaya devam etmektedir.
Değişim ve ne yapacağımızı bilememek…
Erol Güngör şunları söylemektedir:
“Türkiye geçirdiği değişmenin aleyhinde bir sonuca vardığının farkındadır, bu sonuçtan şikayetçidir ve tarihte bunun sebeplerini bularak kendini yerle gök arasında kararsız dolaşmaktan kurtarmak istemektedir” (Güngör, 1984).
SONUÇ
Erol Güngör; “Milliyetçiliğin dayanağı halkçılıktır” diyor ve ilave ediyor. “Halkçılığın hedefi milli kültüre ve milli kültürün sahiplerine dayanan bir milli devletin kurulmasıdır” (Güngör, 1995).
Milli devlet ideali sahipleri için temel, sağlam temel, milli kültürdür. Milli kültürün sahibi de halktır. Bu nedenle her milliyetçi aynı zamanda halkçı olmak zorundadır.
Erol Güngör için bir tehlike karşısında da dayanak halkçılık ve Türk halkıdır. Çünkü münevverler ne kadar başka dillerin hayranı, hastası ve taşıyıcısı olsa da halk dilini kolay kolay terk etmez. Batılılaşma hastalığı ile teslim alınan tasfiyeciler elinde yaralanan; Türk dilini yaşatan, koruyan yine Türk halkı olmuştur. Zaman gelmiş aydınla halk başka dilde konuşmuştur. İnkılâpçı kafa ile yapılan sadeleştirme cinayetine Türk halkı araç olmamış, dilinde direnmiştir.
“Türk milliyetçileri kendilerine eski sorumsuz münevverlerden intikal eden bu kötü geleneği tamamen ortadan kaldırmak için çalışmalı ve bağımsız bir Türk kültürünün sağlam bir siyasi organizasyon olmadan gelişemeyeceğini gözden uzak tutmamalıdırlar” (Güngör, 1995).
Erol Güngör bunu söylerken kültür izolasyonunu yani kapalı bir kültürü tarif etmiyor. Çünkü kültürün de gelişmeye ve alışverişe ihtiyacı vardır. Zaten bir uçtan bir uca üç kıtayı dolaşan bir milletin saf kültür düşkünü olduğunu söylemek saçmalık olur. Çok yakın bir tarihte imparatorluk kuran, çok kültürlü yapıyı yöneten Türk milleti tebaası olan kültürlerle alışveriş içinde bulunmuştur. Böylece zengin ve köklü bir kültürün sahibi olmuştur.
Erol Güngör bu konuda saf kültür tezini ileri sürenlerin ilmi bakımdan hata içinde olduğunu söylerken “Milliyetçi bir görüş açısına sahip olan bu gruplar hiçbir kültürün saf olamayacağını, üstelik saf kültür üzerinde ısrar etmenin Türk milletini hiç değilse yerinde saydıracağını kabul etmelidirler. Kültür unsurları veya terkipleri bir milletin ekseriyeti tarafından ne şekilde benimsenmiş ve geliştirilmişse o haliyle saf ve millidir” demektedir (Güngör, 1995).
Kültür bir tarihi gelişimin ürünüdür. Kültürün eskisi ve yenisi olmaz. Bir yerden başlamış ve gelişerek bir yere gelmiştir. Kültür teknik değildir. Teknoloji değildir. Teknolojinin yenilenmesi sonucu demode olan bir eşyanın çöpe atılması gibi yerleşmiş kültür unsurlarını bir kenara ayıramaz ve atamazsınız.
“Medeniyet insanlık tarihi boyunca daima tek istikametli ve ileriye doğru bir gelişme göstermiştir. Bu yüzden medeni veya teknolojik eserlerde yenilik her zaman mükemmellik manasına gelir” (Güngör, 1995).
Erol Güngör medeniyet için teknoloji için bunu söyleyerek yeniyi eskiye tercih edeceğimizi ifade eder ama “kültür sahasında eski ve yeni tabirlerinin objektif manası yoktur, bu tabirler sadece iki şey arasındaki zaman farkını işaret eder” diyerek kültürün yerini belirler(Güngör, 1995).
Kültürde geri dönüş olmaz. Çünkü bugünkü kültür eskisinin gelişmiş halidir. Erol Güngör “eski bir kültür bugünkü kültürümüzün daha önceki zamanlarda kullanılan formlarını ifade eder. Bu eski unsurlar bize gelinceye kadar bir çok değişikliğe uğramıştır” diyerek gelişen bir kültürün gerekliliğini savunur (Güngör, 1995).
Son yüzyılda iki büyük dünya savaşı olmuştur. Milyonlarca insan bu savaşlarda ölmüş, medeniyetler zarar görmüştür. Savaşların ana amacı çıkar çatışması olduğu halde bunun asıl nedeninin farklılık olduğu ortadadır. Savaşlar farklılıklar yüzünden çıkar. Farklı medeniyetler; birbirine denk güçte ise üstünlük savaşıdır bu. Eğer kuvvetler denk değilse sömürme savaşıdır. Güçlünün, güçsüzü alt etme mücadelesidir. Kültürlerin ve medeniyetlerin başka bir alışveriş yöntemidir savaşlar. Kültür geçişlerine tahmin edildiğinden daha fazla etki ederler. Erol Güngör kültür savaşlarının diğer savaşlar kadar hatta ondan daha etkin olduğunu ifade eder. Bu savaşta kültür ne kadar canlı ve güçlü ise o kadar dayanıklıdır. Dolayısıyla kültürün kaynağı yani halk çok önemlidir.
“Bir kültür kendi kaynağında ne kadar canlı ve güçlü olursa olsun, kaynağından uzaklaştıkça orijinalliğini kaybeder ve çok defa basit bir taklit konusu haline gelir” (Güngör, 1995). Bu kaynak çok değerlidir. Bu kaynak, bir milletin manevi hazinelerini muhafaza eder. Manevi hazineler milleti millet yapan kültürel değerlerdir. Bu değerlerden uzak durma çabası kültürü güçsüz kılar.
Başka kültürlerin özlemi ile hareket edenler, başka kültürlerin esiri olanlar, taklitçi zihniyetler kendi kültürlerine ihanet ederken, taklit ettikleri kültürler içinde de komik gözükürler.
İşte milliyetçiler bu noktada devreye girerler. Onların görevi sahip çıkmaktır. Milli kültürlerinin yok olmasını engellemektir. Taklitçi zihniyetin hâkimiyetine, milli kültürün yozlaşmasına sebep olabilecek her türlü davranışa tavır koymaktır. Bu noktada destek alacakları tek kaynak halktır. Erol Güngör bu konuda şunları ifade eder:
“Milliyetçilerin milli kültür davası işte bu soysuzlaşmayı önlemeyi hedef tutmaktadır. Milliyetçilik, milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık Pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh, milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet davasıdır” (Güngör, 1995).
Türk milliyetçileri aynı zamanda Türk medeniyetinin de savunucusudurlar. Çünkü Erol Güngör “Milli kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyetini soysuzlaşmaktan korumakla kalmaz, aynı zamanda onun gelişmesi için de en büyük dayanağı teşkil eder” diyerek dünya medeniyetine de sahip çıkmaktadır. (Güngör, 1995).
Erol Güngör’ün işaret ettiği konu bugün bir gerçek olarak karşımızdadır. Teknoloji ve sermaye destekli Amerikan kültürü, milli kültürler üzerinde korkunç bir saldırı düzenlemiştir. Bu saldırıya korumasız ve savunmasız yakalanan milli kültürler, karma karışık yoz bir kültürün etkisindedirler. Artık dünya medeniyeti tehlikededir.
Ülkemizde en etkin şeklini gördüğümüz bu yoz kültür ile zarar görmeyen ve saldırıya uğramayan hiçbir kültür unsurumuz kalmamıştır. Hızlı beslenme alışkanlığı ile yemek kültürümüz, pop müzik taklitleri ile musikimiz, folklorumuz, giyimimiz, dilimiz bu yozlaşmanın etkisi altındadır. Bir komedi gibi, sürekli izledikleri Amerikan dizilerinin etkisi ile dublaj sanatçısı dili ile konuşan gençlerimizi hemen her yerde görebiliriz.
Medeniyetin ve kültürün kaynağı insandır. Hedefi ve sebebi de… Gelişen medeniyet çizgisi insan refahını artırırken yozlaşma zararları yine insanları vurmuştur. Sonunda “Batı medeniyetinin geliştirdiği insan ve cemiyet tipi, bizzat Batıda ciddi bir huzursuzluk kaynağı olmaya başlamıştır” (Güngör, 1995). Bu huzursuz insan tipi bulaşıcı hastalık gibi yayılmaktadır. Çünkü etkileşim en üst noktadadır. Milliyetçilerin başka bir görevi olarak insanlık görevi bu etkileşimi engelleyecek çözümler üretmeyi gerektirmektedir.
“Milliyetçiliği bir hevesten ibaret görerek onun karşısına hümanizm iddiasıyla çıkanlar her şeyden önce bu gerçekleri hesaba katmak zorundadırlar. İnsanları sevmek onlara hizmet etmeyi gerektirir; bu hizmetin de medeniyetçi olan bir milliyetçilikten daha başka bir yolda yapılabileceği şüphelidir” (Güngör, 1995).
KAYNAKÇA
Güngör, E. 1995. Türk Kültürü ve Milliyetçilik. ISBN: 975-437-035-4, Yayın Nu: 108, Kültür Serisi: 14, 11. Baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
Güngör, E. 2006. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik. ISBN: 97-5437-0249, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
Güngör, E. 1984. Dünden Bugünden: Tarih-Kültür-Milliyetçilik. Mayaş Yayınları: 4, Kültür Dizisi: 1, Mayaş Matbaacılık Yayın ve Ticaret A.Ş., Ankara.
________________________________________
[1] “Vekar” kelimesi “Vakar” olarak alınmalıydı. Erol Güngör kitaplarında “Vekar” şeklinde kullandığı için bu şekil muhafaza edilmiştir.