IRKÇILIK
H. NİHAL ATSIZ 01 Ocak 1970
Irk, aynı kökten gelen insan veya hayvan topluluğu demektir. Arapça olan bu kelimenin Türkçe’si Doğu Türklerinde “uruk”, Batı Türklerinde “soy”dur. “Soy” dilimizde asalet ifade eder. “Soylu” demek asil, necip demektir. “Soysuz” bunun zıddıdır. Bir şeyin bozulması “soysuzlaşma”dır. Demek ki soyun varlığı ve iyi manâ ifade etmesi, milletin şuurundan taht-üş şuuruna kadar, yahut taht-üş şuurundan şuuruna kadar geçmiş ve dilde temellenmiştir. Nitekim soy ve ırk hayvanların bile asillerinde, değerlilerinde aranır, yarış atlarında olduğu gibi.
Savcı Kâzım, iddianâmesinin ikinci sahifesinde “20’nci asra gelinceye kadar dünya yüzünde en müfrit milliyetçi memleketlerde bile kan esasına dayanarak ırk tasfiyelerine rastlanmamıştır” diyor ve bunu yalnız son zamanların Alman ırkçılığı ile başlamış bir hareket diye gösteriyor. Halbuki tarihte ırkçılık vardır. Uzak ve yakın zamanlarda vardır. Yabancılar bile Türk ırkına övünç verecek şekilde Türk ırkçılığı yapmıştır: Arap devleti olan Abbasî İmparatorluğu’nun hükümdârları Türk ırkının üstünlüğünü anlamışlar, ordularını bu üstün ırkın askerleriyle kurarak kuvvetlenmişler, Türkler başka milletlerle karışarak soyları bozulmasın diye Türkistan’dan Türk kızları getirip Türk askerlerinin bunlarla evlenmesini kanun haline sokmuşlar, hatta Türkler ahlâkça da başka milletlerin tesirinde kalmasınlar diye yeni bir şehir kurarak Türk askerlerini zevceleriyle birlikte o şehre yerleştirmişlerdi. Tarihteki türlü Türk hanedanlarında hükümdârın Türk zevcesinden doğan şehzade veliaht olurdu.
Osmanlı Padişahı İkinci Selim, cinsî hayatta kadın rolü oynayarak, Türk halkının ahlâkını bozuyorlar diye Arnavutların Anadolu’ya geçmelerini yasak etmişti. İkinci Mahmut, yeni kurduğu Türk ordusunda, zekâlarının azlığından dolayı Çerkezlerin miralaylıktan daha yukarı terfi etmemeleri için ferman çıkarmıştı. Vaktiyle Yeniçeri Ocağı’nın kurulmuş olması da ırkçılığın aleyhinde bir hareket değil, onu tamamlayıcıdır. Çünkü Osmanlı ordusunun 400.000 kişi olduğu heybetli günlerde devşirmeler en çok 20.000 kişiyi geçmiyordu. Evlenmeleri yasak olan bu devşirmeler kapıkulu, yani padişahın köleleri idi. Çünkü Türk devletinde Türk’ten köle olmazdı.
Tarihte siyasî vakalar olarak görülen ırkçılık ilmî bir mevzudur. On dokuzuncu asırdan beri işlene işlene kanunları bulunmuş, tam bir bilim olmuştur. Kendi tarihini bile bilmeyen Kâzım’ın bir ihtisas şubesi olan ırkçılıktan habersiz olması mazur görülebilir. Fakat savcı Kâzım’ın aklı ermiyor diye ilim inkâr olunamaz. Delilik, sara, boy, renk gibi hususîyetler irsen intikal ettiği gibi manevî hasletlerin, hatta şairlik, musikişinaslık gibi şeylerin geçtiği de ilmî hakikattir. Musikişinas aileler, cani aileler olduğunu savcı Kâzım belki gazetelerde veya dergilerde görmüş, hiç olmazsa bazı filmlerde seyretmiştir.
Ailelerde irsî hususîyetler olduğu gibi ırklarda da irsî hususîyetler vardır. Yüksek ırklarda bu hususîyetler müspet hususîyetlerdir. Bu müspet hususîyetler ancak aşağı ırklarla karışma neticesinde bozulur. Yüksek ırk pek çabuk bozulur. İki müsavi ırk olan Norveçliler ile İtalyanlardan yüzer çift evlense doğacak çocukların aşağı yukarı yarısı Norveçliye yarısı İtalyan’a benzer. Fakat yüz Türk’le yüz zenci evlense doğacak çocukların hepsi zenciye benzer. Çünkü zenci aşağı ırktır. Tesâlüpte onun hususîyetleri üstün bir yer tutacaktır. Zenciden daha üstün, Türk’ten daha aşağı olan öteki ırklarla yapılan karışmalarda da Türk ırkı üstün hasletlerinden yine kaybeder. Sayı ile bir örnek vermek gerekirse, şunu söyleyebilirim ki; yüz Türk’ün yüz zenci ile evlenmesinden doğacak çocukların hepsi zenci olursa; yüz Türk’ün yüz Yahudi yahut yüz Arap veya Kürt; yahut yüz Arnavut, Boşnak, Gürcü veya Rus’la evlenmesinden doğacak çocukların yüzde yetmişi, sekseni Türk’e benzemez. Bu benzemeyiş hem gövde yapısında, hem de karakterdedir.
Temiz ve üstün olan şeylerin çabuk bozulması tabii bir kanundur. Bir bardak saf suyu bozmak için deniz suyundan bir kaşık yeterse, çirkeften bir damla yeter de artar bile.
İşte ırkçılık budur. Yani Türk’lerin maddî ve manevî hasletlerinin bozulmaması için onun yabancı kanlarla karışmamasını isteyen millî bir düşüncedir. Gerçi Anadolu’yu açan atalarımız büyük şehirlerde yabancılarla biraz karışmışlardır. Fakat ırk bilgisinin verilerine göre bir topluluk yalnız belli bir zamanda karışır da sonra bu karışma devam etmezse, kendi kendisini tasfiye ederek bir müddet sonra eski hâline döner. “Üç göbekten beri Türk olanlara Türk derler” diyen Kâzım Alöç’ün bana isnat ettiği söz buradan çıkıyor. Duruşma sıralarında da söylediğim gibi su katılmamış Türk olmak için üç göbekten beri Türk olmak lâzımdır. Bunu söyleyen de ben değilim, ilimdir. Almanlar Yahudi’lere, Amerikalılar da zencilere karşı ilmin bu kanununu tatbik ederek üç göbek ilerisine kadar kanında Yahudilik veya zencilik bulunan insanları kendi milletlerinden saymamaktadırlar.
Demek ki Türk milleti dışarıdan gelen yabancılarla aralıksız olarak uzun zaman karışırsa, sonunda bir daha eski haline gelemeyecek şekilde bozulur, maddî ve manevî üstün vasıflarını kaybeder, neticede de tarihte büyük rol oynayan kahraman Türk olmaktan çıkarak Türkçe konuşmasına, kendisini Türk saymasına rağmen tarihte hiçbir rolü olmayan geri ve kaba ırklar derecesine iner. Bunun sonu yıkılıştır.
Hiç şüphesiz her millet kendi arasındaki yabancılardan bir takımını eritip kendisine benzetebilir ve benzetmiştir. Türkler de Türkiye’deki dokuz asırlık hayatlarında kendi yapılarının kaldırabildiği kadar yabancıyı eritip kendilerine benzetmişlerdir. Bu kadarı Türk kanını ve Türk içtimaî yapısını bozmaz. Fakat yabancılar sonu gelmeyerek Türklükle karışacak olursa nihayet Türk kanını, bunun neticesinde de Türk seciyesini ve ahlâkını bozar. Bunu, fizyolojik bir uzviyetin yabancı maddeleri sindirip eritmesine benzetebiliriz. Bir vücut nasıl yabancı maddelerin ancak kendisine yarayacak olanını hazmedip, fazlasını kendisinden atıyorsa içtimaî birer uzviyet olan milletler de aynı şekilde harekete mecburdurlar. Fizyolojik bir uzviyet hazmedemediği ve çıkarmaya mecbur olduğu maddeleri çıkaramadığı taktirde nasıl zehirlenirse içtimaî uzviyet olan milletler de temsili kabil olmayan unsurları çıkaramadığı taktirde zehirlenmeye mahkûmdur. Fizyolojik uzviyetin hazmedemediği maddeler nasıl o uzviyetten sayılmazsa ve uzviyet tartılırken nasıl bu gibi temsil olunamamış maddeler hesaba katılmazsa, bir milletin tartısı demek olan nüfus sayımında da temsil olunmamış tortular, o milletten sayılamaz. Temsil olunmamış yabancıları o milletten saymak hazm olunmamış gıdaları insan vücudundan saymaya benzer.
Yabancı unsur kendisini o vatana kan bağı ile bağlı görmediği için; kendisini asıl milliyetinden vazgeçmeye mecbur eden millete karşı içinden kin duyduğu için, o milletin içinde yalnız kendi hususî menfaatlerini güder. Fırsat bulduğu zaman ihanetten çekinmez. Tarihteki en büyük imparatorluklar olan Roma, Abbasî ve Osmanlı İmparatorlukları, içlerindeki yabancıların fesadından ve bunların yüksek mevkilere geçmelerinden dolayı yıkılmışlardır. Bir devlet kuvvetli iken ona hizmet eden yabancılar daima görülmüştür. On altıncı asır’da Osmanlı Sadrazamı olan Hırvat dönmesi Sokullu Mehmet Paşa Turancılık yapmış, On dokuzuncu asır’da İngiliz Başvekili olan Yahudi Lord Bikonsfild İngiltere’de Yahudi aleyhtarı kanunları çıkarmışlardır. Fakat bunlar arızîdir. Türk tarihi, yabancıların birkaç hizmetine karşılık binlerce ihaneti ile dolup taşan bir ibret tarihidir. Çin’e sefere çıkan Türk hakanını zehirleyen Çinli prensesten Şerif Hüseyin’e, Çerkez Ethem’e ve Kürt Şeyh Sait’e kadar binlerce vakası olan bir ihanetler tarihidir. Memleketin öz çocukları ise hizmet etmek için yüksek mevkilere geçmeyi beklememişlerdir. Her yerde, her zaman, her şart içinde sessizce, gösteriş yapmadan hizmet etmişler, kan ve can vergisi vermişlerdir.
Türk milletinin gözünü açmak için ileride büyük ciltler halinde neşredeceğimiz bu ihanet silsilelerini burada saymaya imkân yoktur. Yalnız, eğer açılabilirse, savcının gözünü açmak için burada birkaç tarihî vakayı anmakla iktifa edeceğim:
1- Namık Kemal’in büyük dedesi olan gazi ve şehit Topal Osman Paşa, Nadir Şah’la savaşırken Osmanlı ordusunda bulunan Araplar ve Kürtler topyekûn ihanet ederek, ordumuzun bozulmasına sebep olmuşlardır.
2- Balkan harbinde, Sırplarla yapılan Kumanova meydan savaşında Osmanlı ordusundaki Arnavutlar yine topyekûn ihanet ettikleri için ordumuz savaşı kaybetmiştir.
3- Yine Balkan harbinde Selanik’i müdafaa edecek olan 40.000 mevcutlu kolordunun kumandanı Arnavut Tahsin Paşa, tek fişek atmadan şehri ve kolorduyu Yunanlılara teslim etmiştir.
4- Birinci Cihan Harbi’nde Araplar İngiliz’lerle, Ermeni’ler Rus’larla birleşerek ordularımızı arkadan vurmuşlar, Türk esirlerini kesip doğrayarak örneksiz vahşetler yapmışlardır.
5- Türk milletinin idam fermanı olan Sevr barışını ancak Ermeni aslından Damat Ferit, Arap Hâdi ve Arnavut Rızâ Tevfik imzalamıştır. Rızâ Tevfik imzada kullandığı kalemi Amerikan Koleji’ne hediye etmiştir.
6- Mütareke yıllarında “Nemrut Mustafa” diye anılan Kürt Mustafa Divân-ı Harbi sırf ırkî bir taassupla Türk vatanperverlerini idam etmiş, Ermeni tehcirlerini bahane göstermiştir. Ermeni tehcirini yapan Türk’leri idam etmekle İstiklâl Harbine iştirak eden Türk’leri idam etmek arasında mahiyet farkı olmasa gerektir.
7- Kurtuluş savaşında Çerkez Ethem ve yardakçıları Düzce ve Bolu havalisindeki Çerkez ve Abazalar topyekûn millî davaya ihanet etmişlerdir. Bunların bir kısmı Balıkesir havalisinde bir Çerkez Devleti kurmaya kalkışmışlardır.
8- Kurtuluş savaşından sonra Doğu Anadolu’daki Kürt ve Zazalar topyekûn isyan ederek, ayrı devlet kurmak sevdasına kapılmışlardır.
9- Daha sonra Türk ordusunda bir yüzbaşı olan Kürt İhsan Nuri, Ağrı Dağı’ndaki Kürt’lerle birleşerek ve yabancılardan yardım görerek, bir isyan hareketi yapmıştır. Dikkate değer ki İhsan Nuri, kumanda ettiği bölüğü de bu isyana sürüklemek istediği hâlde Kürt efrat kendisine uymuşlar, fakat Türk erat bunu kabul etmemişlerdir.
Asırlardan beri içimizdeki yabancılardan gördüğümüz ihanetler Türk halkında aks-ül amel ve öfke doğurmuş, Aydın illerinde bir millet kahramanı gibi hâlâ anılan ve adına kitaplar çıkarılan Çakırcalı Efe, bu kahraman dağ şövalyesi Arnavut ve Çerkez mezarlığı yapmaya and içmiş ve andını yerine getirmişti.
Türk milleti içimizdeki yabancıları, gerek bize yaptıkları fenalıkları, gerek ahlâksızlıkları yüzünden daima aşağı görmüş, tehzil etmiştir. Halkın içinde ve kitaplarda yaşayan tabirler, darb-ı meseller ve fıkralar yabancılara karşı Türk ırkının tiksintisini, gururunu, telâkkisini, inancını göstermektedir.
Savcının anayasaya aykırıdır diye bize yapıştırmak istediği ırkçılığı devlet bilfiil tatbik etmektedir: Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü ile askerî okullar ve Hemşire Okulu’na ancak Türk ırkından olan öğrencilerin alınması; 2510 sayılı iskan kanunun 7, 9, 10, 11, 13’ncü maddeleriyle iskan muafiyetleri nizamnâmesinin üçüncü, dördüncü maddeleri; Millet Meclisi tarafından kanunla kabul edilen İstiklâl Marşı’nın ve Harp Okulu Marşı’nın Türk ırkını terennüm etmesi, hep ırkî görüşün mahsûlleridir.
Benim ırkçılıktan dolayı hesap verdiğim şu dakikada, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün birinci şubesinde, birinci kısmın bir masasında oturan bir memur bazı genç öğrencilerin Türk ırkından olup olmadığını incelemekle meşguldür.
Bundan birkaç yıl önce Atatürk’e suikastla itham olunarak Ankara’da muhakemesi yapılan Ali Saip’in dâvâsında, Savcı Baha Arıkan Ali Saip’i Kürt olmakla itham etmiş ve Kürtlüğü bir suç gibi yüzüne çarparak, Kürt olduğu için devlet başkanına suikast yapabileceğini ileri sürmüştü. Yani o zaman bir savcı ırkçılık yapmıştı. Bugün ise başka bir savcı ırkçılığı yurda ihanet gibi göstererek, ırkçıları itham etmektedir. Devletin kanunları savcıların keyfine göre ayrı ayrı manâlar alamaz. Millet fertleri de savcılar, kanunları başka başka anlıyor diye oyuncak yerine konulamaz. Ya odur, ya da budur. Ceza kanunumuzun birinci maddesi “kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilmez” demesine, devletin orduda bilfiil ırkçılık yapmasına göre demek ki ırkçılık suç değildir. Suçsa asırlardan beri ayrı cemaat teşkilâtları, yalnız kendi aralarında evlenmeleri, dinî törenleri ve ayrı mezarlıkları ile bilfiil ırkçılık, hem de Yahudi ırkçılığı yayan Selânik Dönmeleri niçin cezalandırılmıyor da, bu vatanın hakîkî sahipleri ve bekçileri olan biz Türkler, fikir ve nazariyat sahasında kalmış olan ırkçılığımız için takibata uğruyoruz?
Başvekil Sarâçoğlu Şükrü, 5 Ağustos 1942’de Millet Meclisinde verdiği nutukta: “Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâ-akal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir” diyerek kan, yani ırk esasını kabul etmişti.
26 Birinci Teşrîn 1941 Pazartesi günü çıkan gazetelerde İstanbul halkına bir veda demeci neşreden eski Örfî İdare Kumandanı Ali Rızâ Artunkal Türk Milleti’ne değil, asil ve temiz Türk ırkına hitap etmişti.
Görülüyor ki eski Örfi İdare Kumandanı “asil ve temiz Türk ırkı”ndan bahsederken yenisi ırkı inkâr ederek ırkçılığı vatan ve millet ihaneti sayıyor. Bunların hangisi doğrudur? İkincisi doğru ise niçin Ali Rızâ Artunkal, Sarâçoğlu Şükrü ve orduya bilfiil ırkçılığı koyan Çakmakoğlu Müşir Fevzi Paşa hazretleri de bizim aramızda değildir? Adaletin eşit olması için, aynı suçu işleyen bütün insanların aynı takibata uğraması icap eder. Aksi taktirde adalet yerine getirilmiş olmaz.
Irkçılık resmî neşriyatla da teyid edilmiş, maarif vekâleti neşriyatında, bilhassa inkılap derslerinde son haddine varmıştır. Mahmut Esat Bozkurt’un İnkılâp Tarihi Kürsüsünden verip bastırdığı takrirler Türk gençlerinin kalbindeki yankısını hâlâ kaybetmemiştir. Eski bir adliye vekilinin, resmî bir hükûmet organı olan kürsüden devletin bugüne ve yarına muzaf düşüncelerini gösteren bu takrirleri vermesi dikkate değerdir.
Irkçılığı; kabul ettiği iskan kanunuyla sade Millet Meclisi, askerî okullarda tatbik ettiği usulle ordu, 5 Ağustos 1942 nutkuyla başvekil, neşrettiği kitaplarla maarif vekâleti ve üniversite yapmış değildir. Şimdiye kadar ikisi de benim tarafımdan olmak üzere çıkarılan Türkçü dergilerde de ırkçı neşriyat yapıldığı, bunda benim geniş bir payım olduğu halde ne Örfi İdare, ne Müdde-i Umûmîlik, ne Emniyet takibat yapmamıştır. 1931’den 1941’e kadar suç olmayan bir fiilin, ceza kanununda değişiklik olmadığı halde 1944’te birden bire suç diye vasıflandırılmasının hesabını vermeye mecbur olan ben değilim, Savcı Kâzım’dır.
Irkçılık Türkiye’de yabancı ırkların tesanütüne karşı bir aks-ül amel olarak doğmuştur. Azınlıklar hususî cemaat teşkilâtları, Türk’lerle karışmamak hususundaki gelenekleri, birbirlerini koruyan tesanütleri, ayrı mezarlıkları, ayrı dilleri ve dinleri, ayrı mektepleri ve soyadlarıyla kendi ırkî hüviyetlerini inatla sakladıkları, yani memlekette Türklükten başka ayrı millî hüviyetler yaşatarak millî birliğe engel oldukları, Türkiye’yi yirmi parçaya ayırdıkları halde bunun suç sayılmayıp da onların bu ayırımcı ve bozguncu hareketine karşı millî bir reaksiyon gösteren, memlekette tek ve rakipsiz bir Türk ırkından başka hiçbir ırk kalmamasını isteyen, yani Türkiye’nin manevî birliğini özleyen Türklerin, bu memleketi bin bir parçaya ayırmakla itham edilmesi gibi bir düşünceye tarihin hiçbir çağında, hiçbir yerde, hiçbir millette rastlanamadığı gibi bugünkü hukuk telâkkileri de buna müsaade etmez. Kâzım Alöç’ün inatla müdafîliğini yaptığı başka ırklar, her vesîle ile kendilerini Türk’ten ayrı saymakta devam ettiklerini gazetelere verdikleri ilânlarla da göstermektedirler. Mahkemenize sunduğum iki gazetedeki ölüm ilânları sözlerimin delilidir. Birinde (4 Kânun-ı evvel 1944 tarihli Akşam’da) Ümerâ-yı Çerâkese’den Murat Bey’in kerimesi İsmet Hanım’ın, öbüründe de (30 İkinci Teşrîn 1944 tarihli Cumhuriyet’te de ) maruf Tüccar Sabri Süleymanoviç’in acı ölümlerinden bahs olunuyor. Irkçılığı millî tefrikacılık sayanlar ve hele bu hususta isterik bir hassasiyet gösteren Kâzım Alöç bu ilânları görmeli, Çerkezlik ve Boşnaklık iddiasının gösterili şekilleri olan bu ilânları verenler hakkında takibat yapmalıydı.
Burada kendiliğinden bir sual vaki oluyor: Madem ki ırkçılık Kâzım Alöç’e göre yanlış, sakat bir zihniyetti, o halde niçin kendisi bizim ırkımızı aramak sevdasına kapıldı? Niçin Barıman’ın, Rehâ’nın, benim ve zevcemin ırklarımızı aramaya kalkıştı? Burada dördüncü göbek babam hakkında savurduğu Rumluk iftirasını da ret etmeye mecburum. Belki bunun yeri burası değil gibi gözükür. Doğrudur. Fakat o duruşmam sırasında buna matuf sözlerim durdurularak bunları müdafaama bırakmam mahkemece bana ihtar olunduğu için ben de bu ihtara uyarak bu meseleyi şimdi ele alıyorum:
21 Temmuz 1944 Cuma günü ilk sorgum yapılırken Kâzım Alöç vasiyetnâmemdeki şeceremi mevzu-ı bahis ederek: “siz dördüncü göbek babanızı bilmiyorsunuz ama biz tahkik edip öğrendik” demiş ve “kimmiş?” diye vaki olan sualime de “tabii bir Türk köylüsü” diye cevap vermişti. 22 Temmuz 1944 Cumartesi günü yapılan ikinci sorgumda dördüncü göbek babamın Rum olduğunu, çünkü Pontus’tan göçerek Midi köyüne geldiğini söylemiş, bu malûmatın nereden elde edildiği hakkındaki sualime de “mütehassıslara yaptırılan inceleme ile” diye cevap vermiş, fakat bu hayâlî mütehassısların kimler olduğunu bildirmemişti. Aynı gün zevcemin yine vasiyetnâmede bulunan şeceresini mevzu-ı bahis ederek onun da tahkik edildiğini ve doğru çıktığını, Rehâ hakkında yapılan incelemede de Rehâ’nın Berberî ırkından olduğunu tespit ettiklerini ve bu Berberî’liğin uzak değil, ikinci atadan geldiğini söylemişti. 7 Eylül 1944’te okuduğu son tahkikat kararında ise Rumluğu biraz daha yaklaştırarak dördüncü göbek babamdan üçüncü göbeğe indiriyor ve dedemin babası için “dönme olduğu mervî Ahmet” diyor. Bu kadar mühim ve tarihi bir davada bir savcının rivayetlerle değil, riyazî katiyetlerle söz söylemesi icap ederdi. Duruşma sırasında, Midi köyünde yaşayan doksan yaşındaki bir ihtiyârın (ki Kâzım’ın mütehassıs dediği adam herhâlde bu olacak) sözlerine atfen bu rivayetin çıktığını itiraf eden savcının biraz içtimaîyat bilgisi olsaydı bir soyadının ancak uzun bir zamanda teşkil edeceğini, bir dönmenin veyâ oğlunun “Çiftçioğlu” diye bir soyadı alamayacağını kestirirdi. Biraz Türkiye coğrafyası bilseydi başka yerlerden Gümüşhane Vilâyetine bir muhaceret değil, toprağı verimsiz ve taşlık olan Gümüşhane vilâyetinden dışarıya doğru bir göç olduğunu bilirdi. Biraz istatistik yıllıklarını karıştırmış, eski ihsâî malûmata bakmış olsaydı Türkiye’nin 63 vilâyeti arasında yüzde hesabiyle Türk’lerin en kalabalık olduğu vilâyetin Gümüşhane olduğunu görürdü. Tarih ve etnolojiye biraz vukufu olsaydı Gümüşhane vilâyetinin Bayındır Türkleriyle dolduğunu, Fatih Sultan Mehmet’in de buraya Amasya’dan bir yığın Türk getirdiğini hatırlardı. Hepsinden sarf-ı nazar biraz mantıkî düşünebilseydi Karadeniz kıyılarında balıkçılık eden Rum’ların Zıgana Dağları’nı aşarak Dorul’a gelip çiftçilik yapamayacaklarını, sahil ahâlisinin daima sahillere hicret ettiğini düşünebilirdi. Bütün bunlardan sonra beni bütün psikolojimle tanımak iddiasında bulunan Kâzım beni cidden tanısaydı, eserlerimi okusaydı bende bir dönme torununun psikolojisi bulunmadığını idrak ederdi. Dönme psikolojisinin nasıl olduğunu Kâzım Alöç çok iyi bilir. Nihayet şunu da hatırlatmak isterim ki bugün Midi köyünde yaşadığı iddia olunan doksan yaşındaki ihtiyâr, hakikaten mevcutsa, benim ne dördüncü ve ne de üçüncü göbek babamı görüp tanımış olamaz. Babamın ve dedemin malûm olan doğum yıllarına göre bu, imkânsız bir fantezidir. Mahkemeyi bir de karışık rakamlarla yormamak için bu hesapları göstermekten vazgeçiyorum. Çünkü diğer delillerim her yerde olduğu gibi burada da bir iftiraya uğramış olduğumu kafi miktarda ispat etmektedir.
Şimdi: Eski atamın ilk önce “Türk”, ikinci seferde “Rum”, üçüncü seferde “rivayete göre dönme” olduğunu söyleyen, yani bir meseleyi üç seferde üç ayrı şekilde ortaya atan Kâzım’ın sözlerinden hangisi doğrudur? Ve biz onun sözlerinden hangisine inanıp hangisine inanmayacağımızı nasıl kestiririz. Belli ki bu iftira benim ırkçılık prensibimi çürütmek için ortaya atılmıştır. Fakat çürütülemez. Farz-ı muhâl benim, ana ve baba tarafından bütün ecdadım gayr-ı Türk olsa bile yine bununla ırkçılık ülküsü çürütülemez. Çünkü ilmî hakikatler ve tarihi zarûretler, şahısların hususî durumuna bağlı değildir. Eğer ben hâlis Türk değilsem ırkçılık davasını gütmem hem samimi olduğumu, hem de bu davanın haklı ve kuvvetli olduğunu gösterir. Çünkü ırkçılık ülküsünün zaferinde şahsî hiçbir kazancım yoktur.
Savcının ırkçılıktan dolayı bana yakıştırdığı 142’nci maddenin ırkçılıkla ilgisi olamaz. Ceza kanununu iyi karıştırsın. Irkçılığı suç sayan başka bir madde bulabilirse onu ileri sürsün. Çünkü 142’nci maddede zikr olunan içtimaî ve iktisadî zümreler değil; millî, ırkî veyâ kavmî zümrelerdir. 142’nci madde memleketin iktisadî nizâmını bozmak ve içtimaî bir zümre olan amele sınıfının diğerleri üzerine tahakkümünü mümkün kılmak için faaliyete geçen komünistlere karşı konulmuştur. Komünistler için kullanılan madde, komünist düşmanları için de kullanılamaz. Irkçılığı reddetmek günün birinde bu devletin başında Yahudi bir devlet başkanı, yahut Ermeni bir başvekil, zenci ordu kumandanları, Çingene profesörler görmeye razı olmak demektir. Irkçılığı inkâr etmekle savcının böyle bir duruma razı olduğu anlaşılıyor. Fakat ben asla kabul etmeyeceğim.
(Atsız Hoca’nın 1944 Irkçılık-Turancılık Davasındaki savunmasından alınmıştır!)