« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

13 May

2013

SAİT FAİK ABASIYANIK VE ANDRÉ GIDE’DE

Ali GÜLTEKİN-Lale ÇAKLI 01 Ocak 1970

ÖZET
Yüksek öğrenimini Fransa’da edebiyat alanında tamamlamış olan Türk yazar Sait
Faik Abasıyanık, Fransa’da yaşadığı yıllarda bu ülkenin önde gelen birçok yazarın eserlerini
okuma olanağı elde etmiştir. Bunlardan biri de, Abasıyanık’ı her yönüyle etkileyen André
Gide’dir. Sait Faik Abasıyanık ve André Gide eserlerinde, yaşamın çarpıcı örneklerinden
detayları dile getirmektedirler. Bunları yaparken de, insanı, insan sevgisini, doğayı ve doğa
sevgisini kendine eksen alarak okuyucuyu bu yönde etkilemeye çalışmaktadırlar. Bu
bakımdan biz de bu çalışmamızda, insan ve doğa sevgisini temel alarak her iki yazardaki
“sevgi” anlayışını metne dayalı olarak irdelemeye çalışacağız.

1.GİRİŞ
Bu çalışmada, Türk Edebiyatının önde gelen yazarlarından Sait Faik
Abasıyanık ile Fransız Edebiyatında önemli bir yeri olan André Gide’in
öykülerindeki “sevgi” anlayışı irdelenerek karşılaştırılmaya çalışılacaktır.
Metne Dayalı İnceleme Yönteminden yararlanılarak yapılan bu
araştırmada, her iki yazarın yaşamında “sevgi” sözcüğünün ne anlama geldiği, bu
sözcüğün her iki yazarın öykülerinde ne denli önemli bir yer tuttuğu, her iki yazarın
bu konuyla okurlarına ne gibi mesajlar vermek istedikleri ve bunu öykülerine nasıl
yansıttıkları, öykülerinde “sevgi” sözcüğünü konu edindiklerinde ne gibi benzerlik
ve farklılıklar gösterdikleri ve bu yazarların birbirlerinden etkilenip etkilenmedikleri
ortaya konmaya çalışılacaktır.
23 Kasım 1906 yılında Adapazarı’nda doğan Sait Faik Abasıyanık, bir süre
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne devam ettikten sonra babasının isteği
üzerine iktisat öğrenimi için İsviçre’nin Lausanne kentine gider, fakat çok kısa bir
süre sonra Fransa’ya geçer ve orada, Grenoble şehrinde yüksek öğrenimini yapmak
için üç yıl kalır. Uyguner’in de yazdığı gibi, bu yıllar onun sanatçı kişiliği üzerinde
derin etkiler bırakır (Uyguner, 2002, 12). Avrupa’ya okumak için değil, gezmek,
eğlenmek için gittiğini söyleyen Abasıyanık, İstanbul’a dönünce bir süre Türkçe
Öğretmenliği yapar, daha sonra ticaretle uğraşır. Ama hiç birinde aradığını bulamaz.
Sonunda kendini yalnızca yazmaya verir ve yazın yaşamına şiirle başlar.
Çağdaş Türk öykücülüğüne yepyeni bir ivme kazandıran Sait Faik, ayrıca
Fransızca’dan ve özellikle André Gide’den Türkçe’ye öyküler çevirmiştir (Uyguner,
1996, 26). A. Çehov ve Kafka gibi Rus ve Avusturya’lı yazarları severek okuyan
Abasıyanık (Öner, 2001, 60), Aylık Kitap-lık Dergisinde İlhan Berk’in de belirttiği
üzere, André Gide, Lautréamont, Jean Genet ve Guy de Maupassant gibi Fransız
yazarlar ile Cemal Kaygılı, Kenan Hulusi, Sabahattin Ali ve Yaşar Kemal gibi Türk
yazarları da severek okur (Bkz. Sönmez, 2003, 84 ve Öner, 2001, 60). Ancak, 1954
yılında Orhan Özmez ile bir konuşma gerçekleştiren Sait Faik, “hiç sistemli
okumadım. Birçok yazıcı okudum. Hepsinin tesirinde kaldım galiba. Ama beni
kendime alıştıran André Gide olmuştur. Onun gibi hiç yazmadan, Kafka’yı severim.
Lautréamont en büyük dostumdur” (Özmez, 1996, 59) der. Bu da bize, Sait Faik’in
çeşitli ülke yazarlarından eserler okur, ancak en fazla André Gide’in etkisi altında
kalır. Bu etki en çok, dünya görüşü, insan ve doğaya bakış gibi konularda kendini
gösterir.
“Atatürk’ten sonra Mark Twain Derneği’nce Sait’e verilen onur üyeliği onu
evrenselleştirdi.” diyen Ergun, “Modern Edebiyata yaptığı hizmetlerinden dolayı”,
Sait Faik’in çağdaş Türk edebiyatı ve çağdaş dünya edebiyatı için ne denli önemli
bir yazar olduğunu vurgular (Ergun, 1996, 9). Bu üyeliği elde ettikten bir yıl sonra,
11 Mayıs 1954 yılında siroz hastalığından yaşama veda eder. Edebiyat dünyasına
benzersiz edebi ürünler kazandıran, Türk edebiyatının gereksinim duyduğu bir
dönemde ortaya çıkan ve kısa sürede herkesi etkilemiş, etkilemeye de devam eden
Sait Faik’in (Mutluay, 1996, 219), Türk hikayeciliğinin gelişmesinde büyük payı
vardır.
André Gide ise, 1869 yılında Paris’te dünyaya gelir. Babası tarafından
Protestan, babasının ölümünden sonra ise annesi tarafından Katolik olarak
yetiştirilen Gide, zengin ve aristokrat bir aileye mensup olmanın verdiği avantaj
sayesinde yaşamı boyunca maddi sıkıntı çekmez (Özmen, 2003, 5). Gide, yazın
yaşamına 1891’de yayınladığı André Walter’in Defterleri ve Narsis Üstüne İnceleme
ile adım atar. Büyük bir yazar olarak kabul edilen, birçok roman ve hikaye yazan,
çağının aydınları üzerinde büyük etkisi olan usta yazar André Gide, eserlerinde açık
ve duru bir üslup kullanır ve en ağır konuları işlemekten çekinmez (Yücel, 2000, 5).
Ertem’in de belirttiği gibi, XX. Yüzyıl Fransız yazınının öncüleri arasında
yer alan André Gide, özellikle düşünsel ve kuramsal yönleriyle Fransa’da,
kendisinden en çok söz ettiren yazarlardan biridir. Hem Fransa’da hem de pek çok
ülkede Gide üzerine pek çok yazılar yazılır, çeşitli incelemeler yapılır. Gide’in
yapıtlarının pek çoğu Türkçe’ye de çevrilmiş ve eseri çeşitli araştırmalara konusu
olmuştur (Ertem, 1991, 9). Yaşamı boyunca, içtenlik ve kendini tanımayı toplumsal
ve bireysel ahlakın en önemli ölçütü olarak kabul eden, toplumsal ve bireysel tüm
farklılıklara hoşgörü ile yaklaşan ve geleneksel ahlakın karşısında bireysel
özgürlüğü savunmasıyla dikkat çeken Gide bu gözde temalarını yoğun olarak
1926’da yayınladığı tek romanı “Kalpazanlar”da ele almasına karşın (Ertem, 2001,
10), bu temaları Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler, Dar Kapı, Töre Düşmanı ve
daha nice roman ve tiyatrosunda da ele almaktadır. 1947 yılında Nobel Edebiyat
Ödülü’nü alan Gide, birkaç yıl sonra, 1951 yılında vefat eder.
Bu çalışmanın konusu olarak Sait Faik Abasıyanık ve André Gide’i
seçmemizin amacını şu şekilde açıklayabiliriz: Sait Faik’in şiirlerinde, hikayelerinde
ve romanında belki kesin çizgileriyle belirlenmiş siyasal bir seçim yoktur, ancak,
Ataol Behramoğlu’nun da altını çizdiği gibi, “bütün yapıtları emekçi insana ve
emekle yaratılmış basit bir hayata sevgiyle” dolup taşmaktadır (Behramoğlu, 1996,
194). Sait Faik ayrıca, insana duyduğu sevgiyi her eserinde ve sık sık dile
getirmektedir. André Gide ise o dönemin Sovyetler Birliği’nde arzu ettiği sistemin
yerleştiğini, sınıf, din, ve ırk ayrımının ortadan kalktığını, bunun yaratılışa en uygun
sistem olduğunu savunmaktadır. Ancak Rusya’ya yaptığı seyahatte hayal kırıklığına
uğramış ve Stalin döneminin gerçekleriyle yüz yüze gelmiştir (Özmen, 2003, 6).
Gerek Sait Faik ve gerekse Gide hiçbir zaman ekonomik sorun yaşamaz. Zira her
ikisinin de aileleri zengindir. Diğer taraftan, her ikisi de yaşamları boyunca yazmak
dışında başka hiçbir şeyden zevk almaz ve kendilerini yalnızca yazmaya verir (Bkz.
Oktay, 1993, 156).
Sait Faik ve André Gide’in, hayata ve insana bakış açıları, sosyal ve
ekonomik durumları gibi konularda benzerlik göstermeleri, çalışmamızın hem
dayanak hem de hareket noktasını oluşturmaktadır.
2. SAİT FAİK VE ANDRE GİDE’DE İNSAN VE DOĞA SEVGİ
İnsanoğlunun, mutlu olabilmesinin en önde gelen koşularından biri, hiç
şüphesiz, yaşamı süresince çevresindeki insanlardan sevgi alabilmesi ve onlara bunu
verebilmesidir, başka bir ifadeyle sevgiyi yaşamasıdır. İnsan yaşamında önemli bir
yere sahip olan sevginin, insanın davranışlarına ve onun ürettiklerine yansıması da
doğaldır. Genel anlamda “İnsanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve
bağlılık göstermeye yönelten duygu” (Türk Dil Kurumu Sözlüğü, 1988, 1289)
anlamına gelen, antropolojik, psikolojik, teolojik, etik, felsefi ve politik boyutları da
bulunan “sevgi” öğesine, gerek Sait Faik’in gerekse André Gide’in öykülerinde
yoğun şekilde rastlanmaktadır, bu da, bu çalışmanın ağırlık noktasını
oluşturmaktadır.
André Gide ve Sait Faik Abasıyanık, ailelerinin zenginliklerine karşın, her
tabakadan, özellikle de ezilen, sömürülen, yaşlı, açlık çeken, toplumdan dışlanmış
insanı; sanayileşme sonucu kirlenmesine karşın doğayı; doğadaki diğer tüm
canlıları; kısacası her şeyi ile dünyayı severler ve bu sevgilerini de öykülerinde
okuyucularına açık bir şekilde hissettirirler.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, her iki yazarın öykülerinde sevgi sözcüğünü
yoğun olarak nasıl kullandıkları, bunu da okuyucularına her şeye karşın nasıl
vermeye çalıştıkları her iki yazarın öykülerinden yapılacak alıntılarla kanıtlanmaya
çalışılacaktır.
2.1. Sait Faik’te İnsan Sevgisi
Sait Faik’in ilk dönem hikayeleri insan sevgisiyle, insanların iyilikleriyle
doludur; Sait Faik, ilgi duyar insanlara, sevgi duyar. Bunlar, o hikayelere neredeyse
bir lirizm katar. “İnsanları sevmek arzusuyla sokağa çıkar” (Naci, 2003, s.21). Sait
Faik’in insan sevgisinin, günlük yaşam içinde, somut ayrıntılar biçiminde en çok
ortaya çıktığı hikayeler, ilk dönem hikayeleridir. Fethi Naci’nin, Sait Faik’in bir
hikayesinden aldığı şu sözler onun insan, doğa ve hatta dünya sevgisinin nereden
kaynaklandığını bize göstermektedir: Bu konuda: “Kitaplar, bir zamanlar bana,
insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın
sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmişler” der (Naci, 2003, 19).
Yazar burada, edebi türleri ayırt etmeksizin, genel anlamda okuduğu bütün
kitaplardan söz etmektedir. Ayrıca Sait Faik, Alemdağda Var Bir Yılan adlı
öyküsünde “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.” (Abasıyanık, 2001, 32)
derken, sevme olgusunun insanda, insanı sevmekle başladığını vurgular. Diğer
taraftan Ormanda Uyku adlı öyküsünde ise “İnsanları sevmek, hayatı sevmek ne iyi
şey. Ancak insanları sevebiliriz.” (Abasıyanık, 2001, 197) şeklinde düşüncelerini
ifade ederken, insanı sevmenin yaşamı sevmekle aynı anlama geldiğini, özellikle de
hasta olan, işsiz olan, ezilen, sömürülen, yaşlı, toplumdan soyutlanmış, açlık çeken,
kendini satmak zorunda kalan insanlardan yana tavır takınır. Bu konuyla ilgili olarak
Şükran Kurdakul şöyle yazar: “Hastalar, işsizler, işinden olmuşlar, işçiler, balıkçı
teknelerinde süngü ucunda yaşayanlar, yalnız kalmışlar, insandan sayılmayanlar,
vücudunu satan kadınlar” (Kurdakul, 1996, 198) Sait Faik duyarlığı ile öykülerde
yerini bulur . Tüneldeki Çocuk öyküsünde “Şu insanlara hiçbir şey çok değildir.”
(Abasıyanık, 2001, 9) ifadesini kullanırken, aslında onun anlatmak istediği şey,
Vedat Günyol’un da 1954 yılında Yeni Ufuklar dergisindeki “Yalnızlığın Yarattığı
Adam” adlı makalesinde altını çizdiği gibi, Sait Faik’in bizlere kendini “içimize
insan sevgisi salan esrarlı bir kuvvet” (Günyol, 1996, 166) olarak hissettirdiğini
söylemeye çalışır. Abasıyanık, Kendi Kendime öyküsünde “İnsansız hiçbir şeyin
güzelliği yok. Her şey onun sayesinde güzel.” (Abasıyanık, 2002, 28) şeklinde
duygularını kaleme alırken, yaşamın ve yaşamda olan her şeyin insan ile, o insanın
sevgisiyle bütünleştiğini ve anlam kazandığını vurgular. Cevdet Kudret kaleme
aldığı ve Sait Faik’i öykülerinden çıkararak anlatan Sait Faik adlı makalesinde,
“insan sevgisinin yok olduğunu, insanın horlandığını, aşağılandığını görmesi, onun
hikaye yazmasının nedenlerinden biri.” (Kudret, 1999, 91) olduğuna dikkati çeker.
“Hüzünlü, ılık, insan sevgisi dolu hikayelerini Sait yazmaz, yaşar, (Kemal, 1996, 51)
diyen Yaşar Kemal’in de belirttiği gibi, Sait Faik’in “yaşamaktan zevk alan, küçük
insanları sevmiş” olması onun insanları ne denli sevmiş olduğunun bir kanıtı olsa
gerek. Sait Faik’in Kendi Kendime öyküsündeki, “... birer cıgara içelim...”
(Abasıyanık, 2002, 29) ifadesi, bir sigara içimlik zamanında bile onun insanlarla
beraber olma isteğinin ne denli güçlü olduğunu göstermektedir.
Diğer taraftan, Alemdağda Var Bir Yılan öyküsündeki “Evler güneşe sırtını
çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayıttır. Yaldızlı
karyolalarda çift yatanlar bile tek. Yalnızlık dünyayı doldurmuş.” (Abasıyanık,
2001, 31) ifadesi, Sait Faik’in “sevgisiz, acımasız bir topluluk içinde kendini çoğu
zaman yapa yalnız” bulduğuna dikkati çekerken, Cevdet Kudret, onun
“üzüntülerinin başlıca kaynağının sevgisizlik olduğunu” (Kudret, 1999, 92)
vurgular.
2.2. André Gide’de İnsan Sevgisi
Bencilliğin her bakımdan nefret edilecek bir şey olduğunu dile getiren
André Gide, Günlük adlı eserinde “Bırakın bizi, sevgilerimiz, mümkün
olduğu kadar çok yaşayalım!” (Gide, 1989, 28) derken insanoğlunun
sevgiye muhtaç olduğunu vurgular. Babasını erken kaybetmesi ve annesi
tarafından katı bir şekilde yetiştirilmiş olması, Gide’in ailesinden yeterince
sevgi görememesi, onun sevgiye daha çok gereksinim duymasına ve ona
sıkı sıkıya bağlanmasına neden olmuştur. Bununla birlikte, yine
yetiştirilme tarzından olsa gerek, Ertem’in de belirttiği gibi “Gide yaşamı
boyunca İncil’e karşı yoğun bir düşünsel ilgi sürdürmüştür” (Ertem, 1991,
25).
Goethe’nin şiirlerini, Prometheus’unu, Faust’unu; Banville’in bazı
parçalarını ve Adolphe’unu okuyan, “Öyle hissediyorum ki kısa zamanda, kendimi
yeniden dolu dizgin tasavvufa vereceğim ” (Gide, 1989, 24) diyen André Gide,
“Hristiyanlık her şeyden önce insanı teselli eden bir dindir.” (Gide, 1989, 35)
ifadesiyle de Tanrı sevgisini yoğun olarak içinde yaşar. Bu da bize, Gide’in insan
sevgisinin Sait Faik’e göre daha teolojik olduğunu gösteriyor.
“Pastoral Senfoni” adlı eserinde “... bu dünyadaki tek amacı” nın (Gide,
1989, 75) sevmek olduğunu belirten Gide, “Sevginin bittiği yerde zırhlarımızda
çatlaklar beliriyor...” (Gide, 1989, 71) diyerek sevginin kendisi için ne denli önemli
olduğunu anlatır. Ona göre sevginin sınırları yoktur (Gide, 1989, 83). Bu ifadesiyle
Gide, her şeyi sevmemiz ve sevgiden yola çıkmamız gerektiğini belirtir. Ona göre
insan mutlu olmak üzere doğmuştur. “Mutluluğum başkalarının mutluluğunu
arttırmak. Mutlu olmak için başkalarının mutluluğuna gereksinimim var” (Gide,
2000, 158) ifadesiyle yazar, insanları sevmenin kendisini de mutlu ettiğini söyler.
Bu bize Gide’in ütilitarist olduğunu da göstermektedir.
İnsanın hayvanlardan farklı olduğunu dile getiren; insanı yoldan çıkaran,
üzen, zayıflatan, gerileten ve alay edenlerin, kişisel düşmanları olduğunu söyleyen
Gide, “İnsanı azaltan her şeye kızıyorum; onu daha az güvenli, daha az bilge, daha
az çevik yapmaya çalışan her şeye kızıyorum” (Gide, 2000, 186-187) sözüyle de
insanı küçülten, güçsüzleştiren, zayıflatan her şeye kızar, onun sevilmesi ve ona
saygı duyulmasını ister.
2.3. Sait Faik’te Doğa Sevgisi
İnsanı seven birisinin doğayı sevmemesi diye bir şey söz konusu olabilir
mi? Bu bağlamda, Sait Faik de bir doğa tutkunudur. Doğayı, çiçeği, böceği, kurdu,
kuşuyla; denizi, balığı, balıkçısıyla; gökyüzünü ayıyla, yıldızıyla sever. Haldun
Taner’in, 12 Mayıs 1974 yılında Milliyet Gazetesinde yayınlanan köşe yazısına
atıfta bulunan Muzaffer Uyguner, Sait Faik’in insan ve doğa sevgisi odaklı öyküler
yazdığını belirtirken, onun “... doğa sevgisi dolu yüreği vardı. Neye baksa bu sevgi
ile ısınıyor, ışıklanıyordu.” der (Uyguner, 1996, 209).
Sait Faik, “Son Kuşlar” adlı kitabında yer alan “Yaşayacak” adlı
öyküsünde: “Ben denizi, balığı, balık tutanı, ekmeğini denizden çıkaranı çok
severim” (Abasıyanık, 2002, 22) derken, onun doğayı, doğayla haşır neşir olan
insanı ne denli sevdiğini vurgular.
“Haritada Bir Nokta” öyküsü Abasıyanık’ın doğa anlayışı, sevgisi ve
tutkunluğu hakkında bize çok somut görünümler sunmaktadır. Şöyle der bu
öyküsünde Sait Faik:
“Haritada bir nokta görmeyeyim. İçimde dostluklar. İçimdeki
dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir. Hemen
gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen, az konuşan,
hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı, yırtık
bir muşamba kokusuyla beraber küpeşte tahtaları kararmış,
boyası atmış ağır ve kaba bir sandal, sandalın peşini
bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, sahilde harikulade güzel
çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülger balığı
haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere,
ufukları dar ve ıssız bir deniz...” (Abasıyanık, 2002, 55).
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere Sait Faik, doğayı ve doğanın
birer parçası olan her şeyi sevmekte ve bu sevgi onu heyecanlandırmaktadır. O,
çevresindeki denizle yaşamını adeta özdeşleştirmiştir. Ada demek, onun için deniz
demektir. Deniz ise, denizci ve balık anlamına gelir. Ekmeğini denizden çıkaran
işçiler çağrışım yapar onda. Yine, “Haritada Bir Nokta” öyküsünde kendisinin de
vurguladığı gibi,
“Tabiat; çoğunca dosttur. Düşman gibi gözüktüğü zaman bile
insanoğluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkanları veren, yüz
vermez bir babadır; fırtınasından kayığını batırdığı zaman
yüzmesini, rüzgarında kulübenin damını uçurduğu zaman daha
sağlamı, daha hünerliyi bulmayı öğretiyor; canavarıyla karşı
karşıya bıraktığı zaman adale kuvvetini sınıyordur... “
(Abasıyanık, 2002, 55)
Tabiat, Sait Faik için bir babadır; gücün, kuvvetin simgesidir ve aynı
zamanda insanoğluna içine düştüğü sıkıntılardan kurtulmanın yollarını öğreten bir
bilgedir. Doğanın bir parçası olan deniz ise, onun için “yüz veren bir anne gibidir.”
(Abasıyanık, 2001, 57) Anne imgesiyle yazar Abasıyanık, denizin sevecenliğine,
şefkatine, her şeye karşın hoşgörülü oluşuna ve onun vefakarlılığına dikkati çeker.
Bu yüzden “Yaşayacak” adlı öyküsünde yazar, “Ben denizi ... çok severim”
(Abasıyanık, 2002, 22) derken, onun ne denli doğa tutkunu olduğunu anlarız.
Ancak, diğer taraftan yazar Abasıyanık, gelecek adına, özellikle çocukların
geleceği adına karamsardır. Bu düşüncesini de “Son Kuşlar” adlı öyküsünde
okuyucusuna şu sözcüklerle ifade eder:
“Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde
kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde,
güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün
birinde yol kenarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da
göremeyeceksiniz. Bizim için değil, ama, çocuklar sizin için
kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için
kötü olacak. Benden hikayesi.” (Abasıyanık, 2002, 13)
Uyguner bu konuda, “Son Kuşlar” adlı öyküsünde “doğanın nasıl yok
edilmekte olduğuna ve doğanın yok olması konusuna ilk olarak o yer vermiştir
öyküsünde” derken, Sait Faik’in hem doğa konusunda hem de geleceğimizi emanet
edeceğimiz çocukların nelerden yoksun kalacağına parmak basar ve buna son derece
üzülür (Uyguner, 1996, 209). Toprak ana imgesiyle yazar Abasıyanık, dünyanın
değişmesiyle birlikte doğanın insanoğlu tarafından katledildiğini, doğadaki
hayvanların birer birer çeşitli nedenlerle öldürüldüğünü, bunun ise geleceği teslim
edeceğimiz çocukların öldürülmesi anlamına geldiğini önemle dile getirir. Çünkü
kendisi doğanın her türlü güzelliğini yaşamıştır. Onun kaygısı çocuklar adınadır.
Yine “Hişt hişt!” adlı öyküsünde,
“Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden,
insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de
nereden gelirse gelsin!.. Bir “hişt hişt!”gelmedi mi fena.
Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...
“Hişt hişt!”
“Hişt hişt!”
“Hişt hişt!” (Abasıyanık, 2001, 75).
diyerek doğadaki her türlü yaratığın, bitkinin, insanoğlunun bir parçası olduğunu,
insanoğlunun onlarsız bir hiç olduğunu dile getirmektedir. “Dülger Balığının
Ölümü” öyküsünde ise, dülger balığının ölmesiyle, insanoğlunun, canlıları ve
çevresini nasıl tahrip ettiğini dolaylı olarak anlatmaktadır. Anlık duygulanımları ve
izlenimleri, şiirsel anlatımı ile bu öyküsünde Uyguner’in de dediği gibi yazar, doğainsan,
toplum-insan dengesini ustaca sağlamaktadır (Uyguner, 1996, 210).
Zamanla doğadaki ve toplumdaki değişimleri Sait Faik’in, bundan 50-55
sene önce fark ettiğini ve bu değişimi bazen örtük, bazen de açık bir şekilde dile
getirdiğini görüyoruz. Onun Stelyanos Hrisopulos Gemisi adlı öyküsünden alınan
aşağıdaki alıntıdan da bunu anlamaktayız:
“Vaktiyle bu adaya (Burgazada) bu zamanlar kuşlar uğrardı.
Cıvıl cıvıl öterlerdi. Küme küme bir ağaçtan ötekine konarlardı.”
Şara Sayın’ın ise 01 Mayıs 1991 tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki
yazısında, Istanbul’un, içinde yaşayan insanlar tarafından zorunlu değişime tabi
tutulduğunu söylemektedir. Ayrıca Sait Faik’in “sonbaharda sakaları, isketeleri,
floryaları sırf zevk ya da 200 gramı aşmayan etleri için ökse kurmak suretiyle
yakalayanların, çimleri sökenlerin doğanın bütünlüğünü nasıl zedelediğini ve bunun
ileride, sonraki kuşlar için ne büyük tehlikeler oluşturacağını” gördüğünü
söylemektedir (Bkz. Cumhuriyet Gazetesi 1 Mayıs 1991 ve Sayın, 1996, 227).
2.4. André Gide’de Doğa Sevgisi
Bir bakıma Sait Faik’in de ustası sayılan ve her türlü sevgiyi yüreğinde
barındıran Gide’in, doğaya karşı duyduğu sevgi bir başkadır. “Edebiyatçı olmadan
önce ‘tabiatçı’ idim ve tabiat serüvenleri, bana romandakilerden daha fazla şey
öğretti” diye doğa hakkındaki görüşlerini günlüğünde (Gide, 1989, 193) belirten
André Gide, kendini o denli doğayla iç içe görür ki, Dünya Nimetleri ve Yeni
Nimetler adlı eserindeki “iyi mi, kötü mü olduğuna bakmadan sevmeli bir şeyi”
(Gide, 2000, 17) ifadesinden, genel anlamda onun her şeye sevgiyle yaklaştığını
görüyoruz. Burada ise Gide’in, Sait Faik kadar doğaya tutkun olduğunu ve bu
konuda belki de ondan daha az rasyonel olduğunu görüyoruz.
Bir bahar günü gezintiye çıkan Gide “Baharı, toprağın kokusunu, tarlalarda
otların çiçeklenişini, ırmak üstünde sabah sislerini, sonra çayırlar üstünde akşam
buğusunu” (Gide, 2000, 52) içinde hissederek şöyle der: “Sabah gezintilerinde, sık
sık, bir yeni varlık duygusunun, sezgimin sevgisinin tadına varıyordum (Gide, 2000,
53).
Bu da bize gösteriyor ki, yazar doğa ile başbaşa olduğu anlarda, Günlük’te
de yazdığı gibi, doğaya karşı duygularının oldukça yoğunluk kazandığını ve bunun
sonucu olarak da doğaya hayran olduğunu dile getirir (Gide, 1989, 39). Gide, işte bu
nedenden dolayı her şeyi doğa diye adlandırdığını (Gide, 1989, 39) söyler ve bu
duygusunu da “Tanrı’nın varlığını O’na duyulan aşkla kanıtlayanlar vardır. İşte ben
de bunun için her sevdiğimi Tanrı diye adlandırdım” (Gide, 2000, 35) şeklinde ifade
eder. Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere Gide, Tanrı’ya ulaşmak için doğayı araç
olarak görür. Diğer bir ifadeyle Tanrı ile doğanın iç içe olduğunu vurgular ve onları
bir bütün olarak görür. Nitekim Gide üzerine yazılan ya da Gide’in kendi yazdığı
kitaplarda, onun ne kadar yoğun bir tanrı sevgisi içinde olduğunu anlamaktayız.
Tanrının yarattığı doğaya sıkı sıkı bağlı oluşu ise bu yoğun tanrı sevgisi ile
açıklanabilir. Başka bir ifadeyle, Gide’in doğaya duyduğu sevgi teolojik köke
dayanmaktadır.
Diğer yandan Gide, Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler adlı eserinde “Sert
toprak; iyilikten, tatlılıktan uzak toprak; tutku, coşku toprağı peygamberler sevgilisi
toprak-ah! Acılı çöl, şan, şeref çölü, tutkuyla sevdim ben seni” (Gide, 2000, 120)
diyerek, görünürde doğanın kendisine olumlu imgeler sunmamasına karşın, yine de
onu sevdiğini açıkça belirtir.

3. SONUÇ
• Sait Faik’in Fransa’daki öğrenim yıllarında, Fransız yazınının önde gelen ustası
André Gide’den önemli derecede etkilendiği, bu etkilenmenin her hangi bir
ideolojik görüş benzerliğinden kaynaklanmadığı, yalnızca dünya görüşü, insan
ve doğaya bakış açılarının benzerliği nedeniyle olduğu,
• her iki yazarın eserlerinin genelde, gerek konu, gerekse motif bakımından
büyük paralellikler gösterdikleri,
• doğa, insan sevgisi gibi bazı ortak konuları işledikleri,
• ancak Tanrı sevgisi yani, dini inanç konusunda farklı tutum içinde oldukları,
• hem Fransız hem de Türk toplumlarında sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal
nedenlerden dolayı yozlaşan ya da kaybolan değerleri okuyucularına sevgi
kavramıyla yeniden kazandırmayı amaçladıkları ve
• her iki yazarın sevgi sözcüğünü, okurlarına farklı yaşam kesitlerinden aldıkları
insan ve doğa figürleri yardımıyla aktardıkları,
• Abasıyanık ve Gide’in doğa ve insan sevgisi benzerlik gösterse de her
ikisindeki “sevgi” kavramının farklı kaynaklarının olduğu, eserlerinde benzer
temalar olsa da bu benzerliklerin de birbirinden ayrıldığı noktalar olduğu tespit
edilmiştir.

KAYNAKÇA
Behramoğlu, A. (1996). Sait Faik ve Azınlıklar. Sait Abasıyanık 90 Yaşında,
Ankara: Bilgi Yayınevi.
Ergun, P. (1996). Önsöz. Sait Abasıyanık 90 Yaşında, Ankara: Bilgi Yayınevi.
Ertem, T. (2001). Çağdaş Fransız Edebiyatı Eleştiri Seçkisi, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları.
Ertem, C. (1991). André Gide ve Tiyatro, Ankara: Karşı Yayınları.
Faik, S. (2001). Alemdağda Var Bir Yılan, Ankara: Bilgi Yayınevi.
Faik, S. (2001) Sarnıç, Ankara: Bilgi Yayınevi.
Faik, S. (2002). Son Kuşlar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Faik, S. (2001) Tüneldeki Çocuk, Ankara: Bilgi Yayınevi.
Gide, A. (2000) (Çev. Tahsin Yücel) Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler, İstanbul:
Can Yayınları.
Gide, A. (1989) (Çev. Fuat Pekin) Günlük, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı
YayıD___@nları.
Gide, A. (1989) (Çev. Sevim Raşa) Pastoral Senfoni, İstanbul: Oda Yayınları.
Günyol, V. (1996) Yalnızlığın Yarattığı Adam, Sait Abasıyanık 90 Yaşında.
Ankara: Bilgi Yayınevi.
Kemal, Y. (1996) İstanbul’dan Bir Sait Faik Geçti, Sait Abasıyanık 90 Yaşında.
Ankara: Bilgi Yayınevi.
Kudret, C. (1999) Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman 3, İstanbul: İnkılap
Yayınevi.
Kurdakul, Ş. (1996) Sait Faik Duyarlığı. Sait Abasıyanık 90 Yaşında. Ankara:
Bilgi Yayınevi.
Mutluay, R. (1996) Sait Faik’in Hikayeciliği. Sait Abasıyanık 90 Yaşında. Ankara:
Bilgi Yayınevi.
Naci, F. (2003) Sait Faik’in Hikayeciliği, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Oktay, A. (1993) Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, 1923-1950, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları.
Öner, S. (2001) Türk Dili ve Edebiyatı, Edebiyat 3, İstanbul: Devlet Kitapları.
Özmen, Ç. (2003) Dar Kapı. İstanbul: Timaş Yayınları.
Özmez, O. (1996) Sait Faik’le Bir Konuşma. Sait Abasıyanık 90 Yaşında, Ankara:
Bilgi Yayınevi.
Sayın, Ş. (1996) Sait Faik’in İstanbul’u. Sait Faik Abasıyanık 90 Yaşında,
Ankara: Bilgi Yayınevi.
Sönmez, S.(2003) Gün Işığı, Sait Faik Abasıyanık, Kitap-lık Dergisi (57), 80-91.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü, (1988), 1289.
Uyguner, M. (1996) Yaşamı. Sait Abasıyanık 90 Yaşında, Ankara: Bilgi Yayınevi.
Yücel, T. (2000) Önsöz, Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler, İstanbul: Can
Yayınları.

Ziyaret -> Toplam : 125,25 M - Bugn : 8213

ulkucudunya@ulkucudunya.com