« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

27 May

2013

SULTAN ABDÜLAZİZ

01 Ocak 1970

(1830-1876) Osmanlı padişahı (1861-1876). II. Mahmud'un oğlu ve Abdülmecid'in kardeşi olup annesi Pertevniyal Valide Sultan'dır. 7/8 Şubat 1830 gecesi doğ¬du. Kardeşi Abdülmecid'in saltanatı süresince oldukça serbest bir hayat ya¬şadı ve İtinalı bir eğitim gördü. Akşehir¬li Hasan Fehmi Efendi'den Arap dili ve edebiyatı ile şer'î ilimleri tahsil etti. Neyzen ve bestekâr Yûsuf Paşadan mûsiki dersleri aldı. Aynı zamanda sporla da ilgilendi ve Kurbağalıdere'de-ki köşkünde ava gitmek, güreşmek, yüzmek ve cirit atmak gibi faaliyetlerle meşgul oldu. Kardeşinin aksine içki ve sefahatten hoşlanmayan ve sade bir hayat yaşayan Abdülaziz, veliahtlığındaki bu mazbut haliyle halkın sevgisini kazandı. Güçlü, sağlıklı ve gösterişli ya¬pısı, halkın kendisine duyduğu güveni arttırıyordu. Abdülmecid'in taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden hu¬zursuz olanlar, onu müstakbel bir Yavuz gibi görmekte ve saltanata geçme-sini beklemekte idiler. Abdülmecid'in son yıllardaki sefahatinden ve israfın¬dan memnun olmayan yenilik taraftar-ları bile Abdülaziz'in. kardeşinin ölümü üzerine 25 Haziran 1861'de tahta çıkı¬şını memnuniyetle karşıladılar. Avrupa âdetlerinden hoşlanmayan Abdülaziz'e, Avrupa taklitçiliğinden uzak duracak ve imparatorluğu kurtaracak yegâne kişi gözüyle bakılıyordu.
Abdülaziz'in tahta çıktığı günlerde Osmanlı Devleti'nin durumu son derece karışıktı. Malî buhran son haddine var-mış, Karadağ isyanı savaşa dönüşecek bir hal almıştı. Hersek eyaleti de büyük bir karışıklık içindeydi. Avrupa devletle¬ri bunları bahane ederek müdahaleleri¬ni arttırıyor ve aracılık teklifinde bulu¬nuyorlardı. Abdülaziz'in Tanzimat'tan vazgeçmesinden endişe eden büyük devletler daha da ileri gitmek eğilimin¬de idiler. Abdülaziz, tahta çıktıktan bir¬kaç gün sonra bu endişeleri gidermek için bir ferman neşretti. Sadrazama hi¬taben yazılan bu ferman Babıâli'de törenle okundu. Padişah, fermanında, Tanzimat'a devam etmek istediğini ve buna bir delil olmak üzere eski hükü¬meti aynen iş başında bıraktığını bildi¬riyor, bilhassa devletin malî itibarının iadesi, ırk ve mezhep farkı gözetilmek¬sizin bütün tebaanın adlî eşitlikten fay¬dalanması gereğini dile getiriyordu. Bu ferman, Batılı büyük devletlerin Tanzi¬mat konusundaki endişelerini kısmen de olsa ortadan kaldırdı.
Karşılaşılan en büyük güçlük malî sı¬kıntı olduğu için. Abdülaziz hükümet¬ten, önce bu konunun ele alınmasını istedi. Kendisi de aynı gaye ile ilk zaman¬larında tahsisatının ve saray masrafla¬rının azaltılmasına razı oldu. Tek ha¬nımla yetineceğini, harem kurmayaca¬ğını da vaad etti. Bu vaadlerine uyarak sarayda bol maaş alan gereksiz me¬murları uzaklaştırdı. Altın, gümüş ve di¬ğer kıymetli eşyanın sarayda kullanıl¬masını yasakladı. Hassa hazinesinin ge¬lirinden üçte birini devlet hazinesine bı¬rakacağını ilân etti. Siyasî mahkûmlar için genel af çıkardı. Rüşvet ve irtikâp işine karışanları cezalandırdı. Nezâret¬lerde ve özellikle Serasker Kapısı'ndaki memurlarda da azaltmaya gitti. Alınan bu tedbirlerle devletin malî durumu bi¬raz düzeldi.
Abdülaziz, Fuad Paşa'nın yerine sad¬razamlığa getirdiği Yûsuf Kâmil Paşa'nın teşvikiyle 3 Nisan 1863 tarihinde Mısır'a bir seyahat yaptı. Burada büyük bir tezahüratla karşılandı. Padişah, Ka-valalı Mehmed Ali Paşa isyanından beri âdeta ayrı bir devlet halini almaya baş¬layan bu Osmanlı vilâyetine gitmekle Mısırlılar'ın Osmanlı Devleti'ne bağlılık¬larını kuvvetlendirmeyi amaçlıyordu. Mı¬sır Valisi İsmail Paşa, tertiplediği muh¬teşem eğlence âlemleriyle padişahın gözüne girmeyi başardı. Daha sonraki tarihlerde Mısır'ın Osmanlı Devleti'nden ayrılmasını kolaylaştıracak imtiyazları koparmak için uygun ortamı sağlamış oldu. Diğer taraftan. Abdülaziz'in sefa¬hat ve israfa düşmesinde Mısır'daki bu eğlence âlemlerinin de büyük rolü oldu¬ğu ileri sürülmektedir. 28 Mayıs 1866'-da Mısır veraset usulünün değişmesini sağlayan İsmail Paşa, 2 Haziran 1866’da padişahtan “Hidiv” unvanını aldı ve hidivliğin babadan oğula geçmesi esası¬nı da kabul ettirdi. Hatta daha da ileri giderek padişahtan izin almadan dışarı¬dan borç para temin etme, harp gemi¬si satın alma ve Süveyş Kanalı'nın açılı¬şına kendi adına yabancı devlet adam¬larını davet etme gibi bağımsız davra¬nışlara kalkıştı ise de Âlî Paşa'nın gay¬retleriyle buna engel olundu.
Bu sırada karşılaşılan ikinci önem¬li mesele, dış müdahalelerin artması¬na yol açan iç ayaklanmalardı. Tanzi¬mat ve Islahat fermanları ile kendileri¬ne tanınan haklardan memnun olma¬yan gayri müslim tebaanın ayrılıkçı faaliyetleri gittikçe artmakta idi. Büyük devletler, Osmanlı İmparatorluğu üze¬rindeki emellerine ulaşmak için bunları vesile sayıyor ve Babıâli'ye karşı müda¬halelerini arttınyorlardı. Rusya'nın Balkanlar'da yaşayan Slavlar'ı kışkırtması sonucu çıkan olaylar giderek diğer dev¬letlerin müdahalesine de yol açtı. Batılı
devletlerin tahrikiyle Lübnan'da Dürzîler'le Maruniler arasında yeniden kan¬lı mücadeleler başladı. Bütün bu olay-larla sarsılmış olan devlet otoritesini kuvvetlendirmek için yoğun çaba har¬candı. Bağımsızlık için 1862'de Kara-dağ'da çıkan ayaklanma bastırıldı. Fa¬kat benzer olayları önlemek için alınan tedbirlere Rusya ve Fransa karşı çıktı¬ğından 1864'te bunlardan vazgeçildi. Bu durum, kısa süre sonra Sırbistan, Ro¬manya ve Girit'te de yeni olayların çık¬masına sebep oldu. Fransa ve Rusya ta¬rafından da olaylar desteklenmekte idi.
Fransa İmparatoru III. Napolyon, Mil¬letlerarası Paris Sanayi Sergisİ'nin açı¬lışı münasebetiyle Sultan Abdülaziz'i Fransa'ya davet etti. Bu vesile ile genel barışı kuvvetlendirecek fikir alışverişin¬de bulunulabileceğini de İstanbul'daki elçisi vasıtasıyla bildirdi. Bu sırada İngi¬liz Kraliçesi Viktorya da padişahı Lond¬ra'ya davet edince Abdülaziz her iki da¬veti de kabul ederek 21 Haziran 1867 tarihinde Avrupa seyahatine çıktı. Böy¬lece Osmanlı tarihinde yabancı ülkele¬re seyahate çıkan yegâne padişah ve hıristiyan dünyasına dost olarak giden ilk halife Abdülaziz oldu. Fransa ve İngiltere'yi ziyaret eden. bu arada Belçi¬ka, Prusya ve Avusturya'ya da uğrayan padişah 7 Ağustos 1867 günü İstanbul'a döndü.
Abdülaziz'in bu gezisi genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avru¬pa ile olan ilişkiler iyi bir duruma girdi. Ancak Batılı devletlerin destek ve hi¬mayesine güvenen isyancılarla yapılan uzun mücadele ve müzakereler sonun-da Romanya'da Karol'un prensliği ta¬nındı; Sırbistan kalelerinden Türk ordu¬sunun çekilmesi de kabul edildi (18671. Girifin Yunanistan'a ilhakı ise reddedil-
di. Âlî Paşa'nın gayretleriyle Girit'i Özel bir yönetime kavuşturan nizamname neşredildi (1867). Ruslar'ın tesiriyle Rum Ortodoks kilisesinden ayrılmak iste¬yen Bulgarlar'ın arzusu kabul edilerek 1870'te bağımsız Bulgar kilisesinin ku¬rulmasına izin verildi. Böylece Bulgar-lar'ın muhtariyet yönünde bir adım da¬ha atmalarına zemin hazırlanmış oldu.
Avrupa'da meydana gelen siyasi ge¬lişmeler, bilhassa Fransa'nın Almanya karşısında yenilgiye uğraması Osmanlı Devleti'ni de etkiledi. Bu şekilde Babıâli, reform programının uygulanışında en büyük destekçisi olan Fransa'yı kaybet¬tiği gibi, Rusya da 1856 tarihli Paris Muahedesi'nin kendisini bağlayan hü¬kümlerini tanımadığını İlân etti (1871) Böylece Osmanlı Devleti için Rus tehli¬kesi yeniden kendini gösterdi; Rusya Balkan milletleri üzerindeki tahrikleri¬ni yoğunlaştırdı. Muhtariyet ve istiklâl yönünde ilk hareket 1875'te önce Hersek'te başladı, sonra Bosna'ya yayıldı. İsyancıları Rusya. Sırbistan ve Karadağ destekliyordu. Rusya'nın Balkanları ele geçirmesini istemeyen Avusturya Baş¬vekili Kont Andraşi'nin hazırladığı ısla¬hat projesi, isyanın 1876'da Bulgaris¬tan'a da sıçramasına engel olamadı. Bu sırada Selanik'te çıkan bir olayda iki konsolosun öldürülmesi Batılı devletleri harekete geçirdi. Batılı devletler “Berlin Memorandumu” denilen muhtırayı Ba¬bıâli'ye vermeyi kararlaştırdılar. Ancak muhtıra verilmeden Abdülaziz tahttan indirildi.
Abdülaziz'in, böylesine yoğun dış me¬selelerle geçen saltanatı döneminde iç meselelerin halledilmesinde de pek ba-şarılı olduğu söylenemez. Islahat ve kal¬kınma alanlarında yapılan işler, daha çok sadrazamlığa getirdiği kişilere gö-re değerlendirilmelidir. Bu bakımdan Abdülaziz devri iki döneme ayrılabilir. Tahta çıkmasından 1871de Âlî Paşa¬nın ölümüne kadar olan birinci dönem¬de yönetim Âlî ve Fuad paşaların elinde kaldı. Birinci dönem, Tanzimat ve Is-lahatın devamı, yeni bazı müessese¬ler kurulması ve oldukça başarılı bir dış politika uygulanmasıyla geçti. Âlî Paşa-nın vefatından padişahın tahttan indi¬rildiği 1876'ya kadar devam eden ikinci dönemde idarede daha çok Mahmud Nedim ve Midhat paşalar söz sahibi ol¬dular.
Abdülaziz Osmanlı Devleti'nin deva¬mını, Rusya'ya karşı kuvvetli bir askerî güce sahip olmakta görüyordu. Bu sebeple saltanatı süresince kendi tahsisa¬tından ve borçlanmalarla düzenlenen devlet bütçesinden milyonlarca lirayı bu uğurda harcadı. Avrupa'dan pek çok yeni model silâh satın aldı. Satın alınan büyük çaplı toplarla Boğazlar ve sınır boylarındaki kaleler tahkim edildi, top¬hane modernleştirildi. Prusya'dan uz¬man subaylar getirtilerek Mekteb-İ Har¬biye yeniden düzenlendi (1866). Aske¬rî kanunlar günün şartlarına göre ye¬niden ele alındı (1869). Askerî rüşdiye-ler açıldı. Taşkışla, Gümüşsüyü Kışlası, Taksim Kışlası gibi yeni kışlalar inşa edildi. Bugün İstanbul Üniversitesi ola-rak kullanılan bina da Harbiye Nezâreti olarak Abdülaziz tarafından yaptırıldı. Abdülaziz denizciliğe de büyük önem verdi. İngiltere ve Fransa ayarında bir donanmaya sahip olabilmek İçin bütçe gücünün üstünde paralar harcadı. Ter¬saneler ıslah edildi. Yerli tersanelerde yapılması mümkün olmayan zırhlı ge¬miler dışarıdan satın alındı. Deniz suba¬yı yetiştirmek üzere İngiliz Hubart Paşa Mekteb-i Bahriye'ye tayin edildi. Bahri¬ye Nezâreti kuruldu. Böylece padişahın merak ve hevesiyle meydana gelen Türk deniz kuvveti dünyada üçüncü sı¬rayı aldı. Abdülaziz'in saltanatı sonunda deniz gücü yirmi zırhlı, dört kalyon, beş firkateyn, yedi korvet ve kırk üç nakliye gemisinden oluşmaktaydı.
Abdülaziz döneminde ulaşım ve ha¬berleşme alanında da önemli ilerleme¬ler kaydedildi. Toplam 452 kilometre olan demiryolu şebekesi onun zamanın¬da 1344 kilometreye çıktı. İstanbul'u Paris'e bağlayacak olan 2000 kilomet¬relik demiryolu imtiyazı Avusturyalı Ba¬ron Hirsch'e verildi. Bu hattın saray bahçesinden geçmesi çeşitli itirazlara sebep olduysa da Abdülaziz, “Demiryolu geçsin de isterse sırtımdan geçsin” di¬yerek konuya verdiği önemi gösterdi. Bu yolun Sofya'ya kadar olan kısmı 1874te işletmeye açıldı. Diğer taraftan bütçenin elverdiği oranda devlet eliyle de demiryolu inşasına başlandı. Bunlar¬dan ilki olan 99 kilometrelik Haydarpa-şa-İzmit hattı 1873'te açıldı. Anado-lu'da yabancıların yaptıklarıyla birlikte demiryolu uzunluğu bu dönemde 329 kilometreye çıktı. 1862'de de mevcut karayollarının tamiriyle yenilerinin ya¬pılması işi ele alındı. 1863'te Niş, Bosna ve Vİdin'de yeni yollar açıldı. Anadolu'da da Amasya, Samsun ve Kastamonu'da yeni yollar yapıldı. Fakat yabancı ser¬mayenin kara yoluna ilgi göstermemesi ve bütçe imkânlarının da kısıtlı oluşu, bu işin planlı ve süratli bir şekilde ete alınmasını engelledi. Diğer yönden, üze¬rinde en çok durulan ve başarılan bir başka iş de telgraf şebekesinin bütün vilâyetlere yaygınlaştırılması çalışma¬larıdır. Abdülmecid zamanında başla¬mış olan telgrafçılık gittikçe gelişerek 1864'te 76 merkez faaliyete geçirilmiş¬tir. Abdülaziz'in saltanatı sonunda ise kazalara varıncaya kadar bütün impa¬ratorluk telgraf şebekesi ile birbirine bağlanmıştı. Tuna ve Dicle'de gemi işle¬tilmesi teşebbüsüne de Sultan Aziz za¬manında başlanmıştır. Tine bu dönem¬de İstanbul, Köstence, Varna limanlarıy¬la İzmir rıhtımının inşası yabancı şirket¬lere ihale edildi. İdâre-i Azîziyye adı ile bir “Seyr-i sefâin idaresi” kurulduğu gi¬bi, Boğaziçi'nde gemi çalıştırmak üzere Sirket-i Hayriyye'ye imtiyaz verildi. Bir yabancı şirkete ihale edilen Galata Tüneli 1874'te işletmeye açıldı. Aynı yıl bir Macar uzmana İstanbul'da itfaiye teşkilâtı kurduruldu.
Abdülaziz'in saltanatı süresince millî eğitim alanında da önemli gelişmeler oldu. 1862'de, devlet dairelerine kâtip yetiştirmek üzere, rüşdiyeyi bitirenlerin gidebileceği Mekteb-i Mahrec-i Aklâm kuruldu; bu mektep 1874'e kadar faa-liyetini sürdürdü. 1864'te bir dil okulu açıldı. 1858'de kurulan İnâs Rüşdiyesi 1861de faaliyete geçti. 1867den itiba-ren hıristiyan çocukları da Türkçe imti¬hanını vermek şartıyla rüşdiyelere alın¬maya başlandı. Fransa'nın 1867'de ver¬diği bir nota ve sürekli ısrarları sonucu 1868de, tamamen Fransız eğitim sis¬temine göre öğretim yapan Mekteb-i Sultânı (Galatasaray Lisesi) açıldı. Bu okulda müslüman ve gayri müslim ço¬cukları karışık olarak okuyacaklar, eği-tim Fransızca, yönetim de Fransızlar'ın elinde olacaktı. 1869'da Maârif-i Umümiyye Nizâmnâmesi neşredilerek maa¬rif teşkilâtı yeniden düzenlendi. İlk öğretim mecburiyeti getirildi. Millî eği¬tim hizmetlerinin bir devlet görevi ol-duğu kabul edildi. Dinî eğitim yapan müesseselerin dışında çeşitli tahsil ka¬demeleri teşkilâtını kurmak ve yürüt¬mek üzere, maarif nazırının başkanlı¬ğında bir Meclis-i Kebîr-i Maârif kurul¬du. 1870'te bu nizamnamenin bütün vi-lâyetlerde uygulanması için yönetmelik hazırlandı. Aynı yıl telif ve tercüme ni¬zamnamesi neşredildi. 1870'te Dârül-muallimât adıyla ilk kız öğretmen okulu açıldı. 1867'deki Fransız notasında açıl¬ması tavsiye edilen darülfünun, bu ta¬rihten iki yıl sonra neşredilen Maârif-i Umûmiyye Nİzamnâmesi'nde yer almış¬tır. Uzunca süren çalışmalardan sonra ilk üniversite olan Dârülfünûn-ı Osmânî. Çemberiitaş'ta yeni inşa ettirilen bina¬da (bugünkü Basın Müzesi) 8 Şubat 1870'te resmen açıldı. Fakat 1871 yılı sonuna doğru yine Abdülaziz tarafın¬dan kapatıldı. Cevdet Paşa'nın maarif nazırlığı zamanında 1874'te Mekteb-i
Sultanî binasında darülfünun tekrar fa¬aliyete başladı.
Abdülaziz devrinde teknik ve meslekî eğitimde de ileri adımlar atıldı. Midhat Paşa Niş valisi iken 1860'ta orada ilk defa bir sanat okulu kurdu. Kimsesiz ve yetim çocukların alındığı bu okula “Islahhane” adı verildi. 1864'te Sofya ve Rusçuk'ta da ıslahhaneler açıldı. Aynı yıl İstanbul'da Maarif Nezâreti'nin idare¬sinde bir sanayi sergisi tertiplendi ve bu vesileyle bir de sanayi ıslah komis¬yonu kuruldu. Yerli malların Avrupa mallarıyla rekabet edebilmesi için ye-terli bilgiye sahip eleman yetiştirmek amacıyla Sultanahmet'te bir sanayi mektebi açılmasına karar verildi. Bura¬da çeşitli meslekler öğretildi. 1869'da kız sanayi mektebi, ertesi yıl Heybelia-da'daki Mekteb-i Bahriye içinde sivil kaptan mektebi açıldı. 1865'te Yûsuf Ziya Paşa, Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve Tevfik Paşa tarafından kurulan ve Ka-palıçarşı esnafının çıraklarına serbest dersler vermeye başlayan Cem'iyyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye'nin fazla rağbet görmesi üzerine, cemiyet üyeleri yalnız yetim müslüman çocukların okutulması için Dârüşşafaka'nın kurulmasına karar verdiler. Başta Abdülaziz olmak üzere devlet büyükleri, Mısır hidivi ve bazı ku¬ruluşların verdiği otuz beş bin altın ile mektebin inşasına başlandı. 1873'te li¬se derecesinde eğitime başlayan bu müessese de böylece memlekete ka¬zandırılmış oldu. Damad Ahmed Fethi Paşa'nın gayretleriyle 1847'de kurul¬muş olan ilk müze, 1869'da Müze-i Hü¬mâyun adıyla geliştirildi. Osmanlı ülke¬sinde eski eser araştırmaları Maarif Ne¬zâreti'nin iznine bağlandı. Yapılacak ka¬zılardan çıkacak eşyanın üçte biri mem¬lekete ait olacaktı. 1866'da Mekteb-i Tıbbiyye-i Şahane adı ile ilk sivil tıp oku¬lu açıldı ve Askerî Tıbbiye binasında ayrı bir dershanede öğretime başladı. 1867’de de eczacılık mektebi açıldı.
Abdülaziz zamanında idarî ve hukukî alanda da önemli adımlar atıldı. Mad¬delerinin çoğu Fransız sisteminden alı-nan idarî teşkilât kanunu, önce Midhat Paşa tarafından Tuna vilâyetinde uy¬gulandı. Aksayan yanları düzeltilerek 1864'te ilk vilâyet kanunu çıkarıldı. Bu tarihe kadar Osmanlılar'da uygulanan eyalet teşkilâtı terkediterek vilâyet sis¬temine geçildi. Bu mülkî taksimatın her bir derecesinde, üyelerinin çoğu seçim¬le tayin edilen bir meclis ve şer'iye mah¬kemelerinin yanı sıra görev yapacak ye¬ni mahkemeler kuruldu. [1][471]
Kanunun esas hüküm¬lerine göre halk, vilâyetlerdeki meclisle¬re üye seçmek suretiyle vasıtalı da olsa yönetime katıldı. 1868’de Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye, Şûrâ-yı Devlet ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye olmak üzere ikiye ayrıldı. Böylece bu meclis bünye¬sindeki idarî ve adlî işler birbirinden ta¬mamen ayrılmış oldu. Bu arada padişa¬hın bazı yetkileri de daraltıldı. Bu, Os¬manlı İmparatorluğu'nda meşrutiyete doğru atılmış Önemli bir adımdı. Vilâyet meclislerinden gelen üyelerle âdeta bir temsilciler meclisi hüviyeti verilmek is¬tenen Şûrâ-yı Devlete eski Meclis-i Vâlâ azaları da katılacaktı. Şûrâ-yı Devlet, yasama yetkisinin yanı sıra bütçenin hazırlanması ile de görevli idi. Meclis. 10 Mayıs 1868 günü padişahın yaptığı bir konuşma ile açıldı. Abdülaziz konuş¬masında, hangi milletten olursa olsun söz sahibi olanların bu meclise katılma¬larını ve devlet yöneticilerine yardımcı olmalarını arzu ettiğini belirterek, yeni teşkilâtın yürütme kuvvetiyle yargı kuv¬vetini birbirinden ayırma esasına da¬yandığını söyledi. Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliy¬ye İse bir yüksek mahkeme niteliği ta¬şıyordu. Müslüman ve gayri müslim üyelerden oluşuyor ve teşkilât yönün¬den iki kısma ayrılıyordu. Bunlardan il¬ki, şer'î mahkemelerin dışında kurulan nizamiye mahkemelerinin ceza ve hu¬kuk davaları ilâmlarını temyizle görevli Mahkeme-i Temyiz, diğeri ise Mahkeme-i İstînâf idi. Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliy¬ye kararlarına hiçbir suretle müdahale edilemez ve mahkeme kararı olmadan üyeleri değiştirilemezdi. Bu suretle yü¬rütme kuvveti karşısında yargı kuvveti¬nin bağımsızlığı güçlendirilmiş oluyordu. [2][472]
Öte yandan Tanzimat'tan beri yürü¬tülen Batı usulünde kanunlaştırma faa¬liyetleri bu dönemde de devam etti. Osmanlı Medenî Kanunu'na hazırlık olmak üzere, Fransız elçisinin tavsiyesiyle ku¬rulan bir komisyon Fransız Medenî Ka-nunu'nun (Code civil) tercümesine baş¬ladı. Buna karşı çıkan Cevdet Paşa'nın teklifi üzerine, fıkıh kitaplarından fay¬dalanmak suretiyle muamelâta dair ve zamanın icaplarına uygun bir kanun ha¬zırlamak için Mecelle Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyetin on yıl süren çalışmaları sonunda medenî kanun vazifesi görecek olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye hazırlan¬dı. [3][473]
Abdülaziz devrinde yapılan diğer bir yenilik de yabancılara mülk edinme hakkının tanınmış olmasıdır. 1856 ta-
rihli Islahat Fermanı'nda temas edilen bu mesele. Batılı devletlerin uzun süren baskıları sonunda. 10 Haziran 1868'de beş maddelik bir kanunla halledildi. Bu¬na göre yabancılar, Hicaz bölgesi hariç, Osmanlı ülkesinde mülk edinme hakkı¬nı elde ediyorlardı. Yine Batılı sermaye¬darların en çok şikâyet ettikleri “Evka¬fın mülke tahvili” konusu da 1873'te çı¬kan bir irade ile çözüme kavuşturuldu. Böylece vakıf mallarının yabancılara sa¬tılmasını engelleyen eski kanun orta¬dan kaldırılmış oldu.
Abdülaziz döneminde bankacılık ala¬nında da önemli adımlar atıldı. Midhat Paşanın ziraî kredileri teşkilâtlandır-mak ve çiftçiyi desteklemek amacıyla 1863'te Niş'te başlattığı çalışmalar so¬nunda, 1867'de "memleket sandıklan", yine onun gayretleriyle 1868'de Emni¬yet Sandığı kuruldu. Ayrıca, Fransız ve İngiliz ortak grubuna 1863'te Bank-i Osmânî-i Şâhâne (Osmanlı Bankası) adıy¬la bir banka kurulmasına izin verildi. Bir ticaret bankası olarak kurulan bu ya¬bancı sermayeli bankaya daha sonra banknot çıkarma yetkisi de verildi. 1930 yılına kadar Türkiye'de Merkez Bankası'nın görevini bu banka yaptı.
Sultan Abdülaziz zamanında birbiri arkasına yapılan bu yeniliklerin birço¬ğu Batılı devletlerin baskıları sonucu gerçekleştirilmiştir. Ancak bunları ye¬tersiz gören bazı Türk aydınları bir mu¬halefet cephesi oluşturdu. Bu cephenin hükümetin icraatına karşı başlattığı tenkitler, bu sırada oldukça gelişen ba¬sına da yansıdığı için, ilk sansür nizam-namesi sayılan Kararnâme-i Âlî neşre¬dildi [4][474] Bunun üzerine başta Ziya Paşa, Nâmık Kemal ve Ali Suavi olmak üzere devrin bazı aydınları Avru¬pa'ya kaçarak faaliyetlerini orada sür¬dürdüler. Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa'nın desteklediği bu aydınlar Yeni Osmanlı¬lar adı ile tanındı.
Abdülaziz devrinde pek çok önemli yapı inşa edildi. Bunların başında Çıra-ğan Sarayı gelmektedir. Avrupa'daki emsallerinden üstün olan bu saray dört milyon Osmanlı altınına mal olmuştur. Beylerbeyi Sarayı da yine bu devirde ya¬pılmıştır. Bunlardan başka Kâğıthane Kasrı tamir edildiği gibi, Çekmece ve İzmit av köşkleri de yine bu dönemde inşa ettirilmiştir. Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Valide Sultan tarafından yaptırılan Aksaray'daki Valide Camii 1871'de tamamlandı. Kasımpaşa'da bir yangın sonucu harap olan Câmi-i Kebîr de yine Abdülaziz tarafından iki mina¬reli olarak yeniden yaptırıldı.
Abdülaziz zamanında borçlar 200 milyon altına ulaşmıştı. Bir yılda borç ve faiz olarak ödenen miktar ise on dört milyon altına çıktı. O sıralarda Os¬manlı Devleti'nin takip ettiği malî politi¬ka, borcu borçla ödemek ve bütçe açığı¬nı yeni borçlarla kapatmaktı. Dışarıdan borç alma imkânı olmadığı durumlarda da Galata sarraflarından yüksek faiz¬lerle borç alma yoluna gidiliyordu. Bu malî politika, sonunda devleti İflâsın eşiğine getirdi.
1875 yılı bütçesinde beş milyon altın lira açık vardı ve artık iç ve dış borçlan¬ma imkânı da kalmamıştı. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa. Rus elçisi Gene¬ral Ignatiyefin tavsiyesine uyarak, bü¬tün Avrupa'nın hışmını Osmanlı Dev¬leti üzerine çeken bir tedbire başvurdu. 6 Ekim 1875 tarihli bir kararla, devletin borç taksidi ve faiz olarak Ödediği yıllık on dört milyon liranın yarısının beş yıl için kesileceği, buna karşılık yüzde beş faizli "esham" verileceği ilân edildi. Bu eshama gümrük, tuz, tütün gelirleriy¬le Mısır vergisi karşılık gösterilmişti. Hükümet bu yedi milyonun beş milyonu ile bütçe açığını kapatacak, iki milyonu ile de Rumeli'deki askerî harekât mas¬raflarını karşılayacaktı.
Karar İçte ve dışta büyük yankı uyan¬dırdı. Avrupa'da, ellerinde Osmanlı tah¬vili bulunanlar Türk elçilikleri önünde gösterilere başladılar. Avrupa gazetele¬rinde Türkler aleyhine ağır yazılar çıktı. Bu durum devletin itibarını düşürdüğü gibi, İngiliz ve Fransız halkını da Osmanlılar'a düşman yaptı. Esasen Rus elçisinin amacı da buydu. Diğer taraf¬tan Hersek'te gelişen olaylar Avrupa devletlerini yeni kararlara itti. Devlet adamları arasındaki mücadele de gün¬den güne artmaktaydı.
Midhat ve Hüseyin Avni paşalar Abdülaziz'i hem devlet için, hem de ken¬dileri için zararlı gördüklerinden düşmanca bir tavır içinde idiler. Bu arada İstanbul medreselerindeki talebeleri de el altından kışkırtıyorlardı. 10 Mayıs 1876 günü Fatih. Bayezid ve Süleymaniye medreseleri talebeleri dersleri boy¬kot ederek gösterilere başladılar. Bun¬lara Şirvânîzâde Ahmed Hulusi ve Gürcü Şerif Efendi gibi üst rütbede ba¬zı âlimler de katıldı. Harekât planı, bu sırada görevinden azledilmiş bulunan Midhat Paşa'nın Topkapı dışındaki ko¬nağında yapılmıştı. Midhat Paşa. tale¬belere verilmek üzere para da gönder¬mişti. Nümayişçiler Yıldız Sarayı'nın önüne kadar gelerek şeyhülislâm ile sadrazamın azledilmesini istediler. Ab¬dülaziz 12 Mayıs cuma günü. sadrazam¬lığa Mütercim Rüşdü Paşa'yı. şeyhülis¬lâmlığa Hasan Hayrullah Efendi'yi. ser¬askerliğe de Hüseyin Avni Paşa'yı tayin ettiğini, Midhat Paşa'nın da Meclis-i Vü¬kelâ üyeliğine memur edildiğini ilân etti. Böylece talebenin gösterisi son buldu.
Mütercim Rüşdü, Midhat ve Hüseyin Avni paşalarla Hasan Hayrullah Efendi ekibi iş başına geldikten sonra planları¬nın ikinci safhasını, yani Abdülaziz'in hal'ini ele aldılar. İşe devrin anlayışına göre şeriata uygun bir şekil vermek ge¬rekiyordu. Bunun için Fetva Emini Kara Halil Efendi, şeyhülislâm vasıtasıyla Midhat Paşa'nın konağına davet edildi. Midhat Paşa kendisine, “Padişah mülk ve milleti tahrip ve müslüman beytül-mâlini israf etti. Halkın halini ıslah için tahttan indirilmesi düşünülüyor. Buna şer'an cevaz var mıdır?” diye sordu. Ka¬ra Halil Efendi de, “Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm” dedi. Bunun üzeri¬ne Hüseyin Avni Paşa'nın, Dolmabahçe Sarayı'nı askerle sarıp veliaht Murad Efendi'yi alarak Serasker Kapısı'na ge¬tirmesine ve orada Murad'a biat edilip Abdülaziz'in hal'edilmesine karar veril¬di. Olayların yatıştığını zanneden Ab¬dülaziz ise bütün bu olup bitenlerden habersizdi.
Hal' kararının uygulanması, Hüseyin Avni Paşa'nın Paşalimanı'ndaki yalısın¬da toplanan kumandanlar arasında 26 Mayıs 1876 günü tekrar gözden geçiril¬di. Tarih olarak 31 Mayıs kararlaştırıldı; fakat beklenmedik bazı olaylar yüzün¬den 30 Mayısa alındı. Sultan Abdülaziz önce Dolmabahçe Sarayı'ndan Topkapı Sarayı'na getirildi. Burada kendisine III. Selim'in dairesinin ayrılmış olduğunu görünce müteessir oldu. “Beni de am¬cam Sultan Selim gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Üstelik dairede otura¬cak yer yoktu. Kendisinin ve çocukları¬nın o sırada yağan yağmurdan sırılsık¬lam olmuş bir halde ortada kalması, es¬ki hükümdarı büsbütün incitmişti. Bir müddet sonra hazırlanan odaya geçin¬ce de Sultan Murad'a bir mektup yazdı ve kendi isteğiyle Fer'iye Sarayı'na nak¬ledildi. [5][475] Fakat 4 Haziran 1876 günü odasında bilek damarları kesilmiş bir vaziyette bulundu.
Devlet ricalinden olay yerine ilk önce serasker Hüseyin Avni Paşa geldi ve ilk işi hâlâ bağırışarak ağlamakta olan sa-ray halkını susturmak oldu. Yine onun emriyle Abdülaziz'in naaşı Fer'iye Karakolu'nun kahve ocağına taşındı, bir ot yatağın üzerine yatırılıp üzerine bir per¬de örtüldü. Haberi daha sonra öğrenen diğer devlet ricali de Fer'iye Sarayı'na gelmeğe başladılar.
Elçilik hekimlerinin de katıldığı on dokuz kişiden kurulu bir doktorlar he¬yetinin Abdülaziz'i muayene ederek bir rapor hazırlaması kararlaştırıldı. Ancak Marko Paşa başta olmak üzere bazı doktorlar, eski hükümdarın naaşının karakolda bulunduğu durumdan müte¬essir olarak, muayeneye fiilen katılma¬dılar. Ayrıca, Hüseyin Avni Paşa, doktor¬ların naaşı etraflı şekilde muayene et¬melerine mâni oldu.
Doktorlar heyeti bunun üzerine sathî bir muayeneden sonra, kendilerine gös¬terilen makasın bu yaralan vücuda ge-tirebileceği kaydıyla iktifa ederek müp¬hem ifadeler bulunan bir rapor hazır¬ladı. Raporun tanziminden sonra, eski padişahın naaşı Topkapı Sarayı'na nak¬ledilerek, burada yıkandı ve II. Mahmud Türbesi'ne defnedildi. Vefat haberi 6 Haziran 1878 tarihli Ceride-i Havadis gazetesinde intihar olarak ilân edildi. Diğer gazeteler de hemen aynı mealde yazılar yazdılar.
Abdülaziz karakter itibariyle istibda¬da ve israfa meyyaldi. Saltanatının ilk döneminde Alî ve Fuad paşalar onun bu eğilimlerini mümkün olduğu kadar dizginlemişlerdi. Fakat bu iki devlet ada¬mının ölümünden sonra Mahmud Ne¬dim Paşanın sadrazamlığa gelmesi, Abdülaziz'de büyük değişiklikler yapmış ve gerçek eğiliminin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Saltanatının ilk yılların¬da başlattığı tasarruf tedbirlerini daha sonra terkederek israfa başlamıştır. Abdülaziz'in Batılı yanı hiç yoktur. Fran¬sızca öğrenmemiş, Avrupa ilim ve kül¬türü ile temas etmemişti. Türk mûsiki-sini çok iyi bilir, mükemmel ney ve lav¬ta çalardı. Yalnızca iyi bir icracı olmakla kalmayan Abdülaziz, Osmanlı padişah¬ları arasında bestekâr olarak da yerini almıştır. Hicazkâr ve şehnaz makamla¬rını çok sevdiği için, zamanındaki birçok şarkı ve marşın bu makamlarda beste¬lendiği bilinmektedir. Eserlerinden bir hicaz sirto ile iki şarkısı günümüze ulaş¬mıştır. Padişah olduktan sonra. Abdülmecid'in kurdurduğu saray orkestra ve bandolarını kaldırarak yerine Türk mû¬sikisi saz takımını koydurması, pek çok Türk bestekâr ve hanendeyi koruması, opera ve tiyatro yerine orta oyunu sey¬retmesi, millî kültürü ihya edeceği konusundaki ümitleri kuvvetlendirmişti. Fakat Avrupa'ya gidip geldikten sonra onun bu yönünün de değiştiği görül¬mektedir. Avrupa'da gördüğü servet ve refahın nasıl elde edildiğine bakmaksı¬zın sadece dış görünüşünün cazibesine kapılan Abdülaziz, onları taklide özen¬di. Bir yandan Avrupa'daki emsallerini aratmayacak saraylar ve köşkler yaptı¬rırken diğer yandan da sarayda tekrar orkestra ve bando takımı.kurdurdu, or¬du bandolarını çoğalttı.
Zeki bir insan olan Abdülaziz, memle¬ketin tam bir dikta rejimiyle yönetile-meyeceğini biliyordu. Kanun hâkimiye-tinin esas kılınması, hükümet işlerinin hükümet adamlarına bırakılması ge¬rektiğine inandığı halde, hükümdarların düşünce ve kararlarında serbest ve ba¬ğımsız olmasının saltanat icabından ol¬duğu fikrinden de kendisini alamıyor-du. Devlet işleriyle kafa yormak isteme¬yen, her güçlüğe devlet adamlarının ça¬re bulması gerektiğine İnanan Abdüla¬ziz, boş zamanlarında resim de yapar¬dı. Topkapı Sarayı Müzesi, Kahire Menyel Sarayı Müzesi ve Aksaray Valide Camii'nde bulunan yazılarına bakarak celî-sülüste iyi bir hattat olduğu söylene¬bilir.
Alafrangalığı dinsizlik sayan Abdüla¬ziz iyi niyetli, dindar, her sabah Kur'ân-ı Kerim okuyan, son derece vakar sahibi bir kimse İdi. Ara sıra devrin âlimlerini huzurunda münakaşa ettirir ve kendisi de bu ilmî tartışmalara katılırdı. [6][476]

Ziyaret -> Toplam : 125,23 M - Bugn : 118472

ulkucudunya@ulkucudunya.com