« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

29 May

2007

“Osmanlı’nın sarığını görmek, latin serpuşunu görmekten evlâdır!”

Mustafa ÖZŞİMŞEKLER 01 Ocak 1970

Bizans defalarca kuşatılmış; fakat Bizans'ın fethi 29. muhasarada Fatih Sultan Muhammed Han'a nasip olmuştur. Burada ibretli bir tevafuka da dikkat çekecek olursak; "Fetih sûresi" 29 âyettir. Hikmet–i İlâhî, İstanbul'un fethi de 29. muhasarada gerçekleşmiştir.

ÇAĞ AÇIP ÇAĞ KAPATAN BİR HUNKAR
İstanbul'umuzun fethedilmesinin sene–i devriyesini bir kere daha idrak edeceğiz. 552. yıldönümü münasebetiyle bu büyük fetihten ve çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Muhammed Han'dan kısa da olsa bahsederek, kendisini saygı ve rahmetle analım.
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki; İstanbul'un Fethi bizim için iki yönden önem arz etmektedir. Bir tanesi, dedemiz Sultan Fatih, bu şanlı zaferle birlikte bin küsur yıllık Bizans İmparatorluğu'nu tarihe gömmüş, Orta Çağ'ı kapatarak Yeni Çağ'ı açmış, böylece Müslüman Türk milletinin kahramanlığını dünya tarihine altın harflerle yazdırmıştır.
Bir diğeri de; Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm'ın, İstanbul'un Müslümanlar tarafından fethedileceğini asırlar öncesinden müjdelemesidir ki, bu yönü ile de bütün dünya Müslümanlarını ilgilendirmektedir. Peygamber Efendimiz bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Kostantiniyye (İstanbul) elbette fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir."
İşte Müslümanların daha o tarihlerden itibaren seferler düzenleyip Bizans'ı muhasara etmeleri, Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bu meşhur hadis–i şerifinin sırrına mazhar olabilmekte gizlidir. Başta Ebû Eyyûb el–Ensârî Radıyallahu Anh olmak üzere, İstanbul'umuzda medfun bulunan birçok sahabe–i kiram, Resûlullah'ın bu övgüsüne mahzar olabilmek sevdasıyla buralara kadar gelmiş ve bu uğurda şehit olmuşlardır.
O asırlardan itibaren Bizans defalarca kuşatılmış; fakat Bizans'ın fethi 29. muhasarada Fatih Sultan Muhammed Han'a nasip olmuştur. Burada ibretli bir tevafuka da dikkat çekecek olursak; "Fetih sûresi" 29 âyettir. Hikmet–i İlâhî, İstanbul'un fethi de 29. muhasarada gerçekleşmiştir.

TELEVOLE KAFASI FATİH'İ ANLAYAMAZ
Dünyanın gidişatını değiştiren, devirlerin kapanmasına ve yeni devirlere yelken açılmasına sebep olan bu fethi anlayabilmek için önce Fatih'i anlamak, onu tanımak ve bilmek gerekir. Sultan Fatih bilinsin ki, böylesine zaferler kazanmak, tarihin akışına yön vermek nasıl mümkün oluyor, daha iyi anlaşılsın. Yoksa magazin kültürüyle yoğrulan, yabancı hayranlığıyla yetişen, aklı ve fikri ulvî düşüncelerle değil de, midesiyle ve mideden aşağısıyla meşgul olan bir televole gençliğiyle, böylesi zaferlerin rüyada bile görülemeyeceği herkesçe âşikârdır.
Sultan Fatih'i belli başlı bazı önemli başlıklar altında kısaca anlatalım:
O fevkalade dehası sayesinde yaşadığı devrin birçok ilmini hızla öğrenmiş, birçok ilim dalında da âlim olmuş, hatta deha eseri göstermiştir. Sultan Fatih bütün şehzadelere öğretilen Çağatay lehçesi ile Farsça ve Arapça'nın dışında, Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca ve İbranice de tahsil etmiştir. Yani o devrin en geçerli dillerini öğrenmiştir. Fatih ilimde öylesine ilerlemiştir ki, onun derecesinde, çeşitli âlim ve sanatkârlardan ders gören başka bir şehzade göstermek de mümkün değildir. Hatta padişah olduktan sonra bile çok ciddi şekilde hocalarından ilim tahsil etmeye devam etmiştir.

ALİM PADİŞAH
Onun baş hocası Molla Gürânî'dir. Fatih padişah olduktan sonra dahi hocası Molla Gürânî'yle karşılaştıklarında elini öpmüştür. Sultan Fatih'in:
"Bu zamanın İmam–ı Azamı" dediği "Mir'atü'l–Usûl" kitabının müellifi olan Molla Hüsrev Hazretlerine, velev ki camide rast gelsin, ayağa kalkıp hürmet göstermiştir. Sizlerin de malûmunuz olduğu üzere, Türk ananesinde hocaya hürmet etmek, âdeta bir ibadet gibi telakki edilen geleneklerdendir. İşte bu geleneğe Fatih Sultan Muhammed Han en güzel şekilde uymuş, hocalarına gösterdiği hürmet, itaat ve inkıyad, tarihte hoca–hükümdar münasebetlerinde rastlanan misallerin en şahane örneklerini dahi gölgede bırakacak kadar muhteşem olmuştur.
Sultan Fatih, ilim ve fikir adamları ile âdeta hayatını paylaşır, çok defa onlarla oturur, onlarla yer içerdi, hatta kıyafetinde bile onların giyimlerine uyarak, ulema kisvesini hükümdar kıyafetine tercih etmek kendisinde vaki olmuştu. Son derece âdil, vakur, cesur ve gayretliydi.
O, vasıfları ve meziyetleri anlatmakla bitirilemeyecek kadar çok özellikli olan, büyük bir şahsiyet ve büyük bir kahramandı. Osmanlı sultanları içinde hem en büyük asker, hem en büyük devlet ve siyaset adamı, hem de en çok âlim olanıdır. Denilir ki: Askerlikte; Yavuz Sultan Selim Han; siyasette, Kanuni Sultan Süleyman Han; ilimde ise, Yıldırım Beyazıt Han, ona yaklaşmışlar fakat yetişememişlerdir. Hatta bazı tarihçiler, onu dünya tarihinin en büyük şahsiyeti olarak ileri sürmüşlerdir. Yani onun, Resûlullah'ın övgüsüne mazhar olması hiç de boşuna değildir.

DOĞUMUNDA FETHİN İŞARETLERİ VARDI
Sultan Fatih daha doğarken evde "Fetih" sûresi okunuyordu. Evde veliler ve âlimler bulunuyordu. Sultan Murat orada misafir olan Hacı Bayram Veli Hazretlerine sordu:
"Efendi Hazretleri, acaba İstanbul'un fethi bana nasip olacak mı?!" Görüyor musunuz? Demek öteden beri hepsinin gönlünde Resûlullah'ın övgüsüne mazhar olabilme sevgisi ve muhabbeti yatıyordu ki, bunu soruyordu. Hacı Bayram Veli Hazretleri ise:
"İstanbul'un fethi, şu beşikteki yavru ile (Akşemseddin'i işaret ederek) şu bizim köseye nasip olacak." buyurdu. Böylece Fatih henüz beşikte iken o fetih müjdesini vererek açık bir keramet gösteriyordu.
Fatih, bir taraftan Molla Gürânî'den, diğer taraftan Akşemseddin Hazretleri'nden ders görerek hem mânen, hem madden çok iyi bir eğitim ve terbiye ile büyüyor, bu fethe lâyık olacak bir ciddiyetle yetişiyordu. Öyle ki daha sekiz yaşında iken yastığına İstanbul haritasını çizmiş, her akşam bu haritaya bakıp planlar kurarak, onu fethetme hayaliyle uyuyordu.
Evet, hayatı şan, şeref ve başarı dolu olan bir dedemizden Fatih Sultan Muhammed Han'dan bahsediyoruz. İstanbul'u fethettiğinde henüz 21 yaşında bir delikanlıydı. Genç kardeşlerimizin kulakları çınlasın. Bu genç yaşında kadın, kız peşinde koşmuyor da, o bar senin bu pavyon benim gezmiyor da, birçok irili ufaklı devletleri ve bazı imparatorlukları ülkesine katmakla meşgul oluyordu. Bir devir kapatıyor, bir devir açıyordu. Bu genç yaşında her türlü şehevî arzularını gemlemiş, nefsanî isteklerini bir kenara bırakmış, Resûlullah'ın "Onu fetheden asker ne güzel asker" hitabına muhatap olan ordusunun başında, onlara lâyık bir komutan olarak köhne Bizansı muhasara ediyor. Peki derdi nedir? Bizans semalarında çan sesi yerine "Allahu Ekber" nidalarını yükseltmek ve Resûlullah'ın övgüsüne mazhar olabilmek… İşte bu ulvî gayelerle hayatının ilkbaharında böylesine çetin bir muharebeye ve böylesine zor bir mücadeleye giriyordu.
Fatih, her gecenin fecir vaktinde, alnı secdede Rabbisine zafer için yalvarıp yakararak, gözyaşları secdegâhını ıslatıyordu. Şair bu durumu şöyle beyitleştirmiştir:

Titrerdi secdegâhın oldukça sen cebin say,
Hâlâ gelir zeminden tekbir–ü zâr–ı zârın

Fatih mânen kuvvetli olduğu gibi madden de kuvvetliydi tabiî. Bir ara atını denize sürerek kükredi: "Ya Bizans beni alır, ya da ben Bizans'ı alırım..!"
Ve nihayet fetih müyesser oldu. Fatih ordusu ile Topkapı'dan şehre girdi. Bizans halkının tezahüratı, gazilerimiz tekbir ve ezan sesleri arasında ilerlerken, Rum kızları ellerinde çiçek buketlerini Fatih zannederek Akşemseddin Hazretlerine götürdüler. Tabi-î o atını dizginleyip hafifçe geri çekiyor ve gözleriyle Sultan Fatih'i işaret ederek, "Fatih odur, çiçekleri ona götürün!" diyordu. Bu sefer Rum kızları Fatih'e yönelip çiçekleri ona takdim ettiklerinde, o da hocasını işaret edip diyor ki:
"Bu çiçekleri bana değil, hocama verin. Her ne kadar sultan ben isem de, İstanbul'un mânevî Fatih'i hocamdır. Çiçekleri ona götürün!"

İSTANBUL'UN MÂNEVÎ FATİH'İ HOCAMDIR
Şu saygıyı, şu İslâm terbiyesini görüyor musunuz? Bin küsur senelik Bizans'ı çökertmiş, arkasında nice kahramanlarla dolu bir ordunun başında muzaffer bir komutan olarak törenle şehre giriyor. Etrafı ise ellerindeki çiçekleri kendisine takdim etmek isteyen kızlarla dolu… Böyle bir ortam ve atmosfer onu ne şımartıyor, ne de başını döndürüyor. Gurura ve kibre kapılmadan, tevazuyla bu başarıdaki büyük payı hocasına ayırıyor ve "İstanbul'un mânevî Fatih'i hocamdır! Çiçekleri ona götürün!" diyordu. İşte İslâm'ın verdiği saygı ve sevgi, edep ve ahlâk… Bunun neticesinde de, dünya böyle bir zafere şahit oluyordu.
Fakat İslâm terbiyesi olmazsa, âlime, hocaya hürmet kalmazsa, babaya "moruk", anaya "kocakarı" denir ve hiçe sayılırsa, o zaman böyle devirleri değiştirme, tarihin akışına yön verme istidadında olmak mümkün değildir.
Ve Fatih, Ayasofya'ya ilerliyor. O sırada Ayasofya kadın–erkek, çoluk–çocuk, genç–ihtiyar, her yaştan Rum ve Ermeniler tarafından doldurulmuş. Tabi-î Fatih'i görünce korku ve gözyaşlarıyla yerlere kapandılar. Fatih de kendisini Resûlullah'ın övgüsüne mazhar kıldığı için Allah'a şükür secdesine kapandı. Herkes yerlere kapanmış vaziyette, amma biri izzetle, diğerleri zilletle yerlerde... Fatih, şükür secdesinden kalktıktan sonra o muazzam kalabalığı sükûnete davet ederek, korkudan gözleri fal taşı gibi açılmış olan bu insanlara şu sözleri söylüyor:
"Kalkınız! Hepinize söylüyorum ki, şu andan itibaren artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz hususunda gazab–ı şahanemden korkmayınız!"
O devir insanının bilmediği duymadığı, hatta hayal bile edemediği bu sözler, onları çok etkilemiş ve:
"Osmanlı'nın sarığını görmek, Latin serpuşunu görmekten evlâdır." demişlerdir.
İşte o büyük ecdat... Gittikleri her yere hakkı, hukuku, adaleti götürmüşler, herkese hakikî mânada hürriyet vermişlerdir. Fethettiği yerlerdeki Rum'a, Ermeni'ye dokunmamış ve ibadet hakkı tanımışlar, "İsteyen camiye gitsin, isteyen kiliseye veya havraya." demişlerdir. Bir tane çocuk, kadın katledilmemiş, bir tane tecavüz hâdisesi cereyan etmemiştir.
Son olarak şunu belirtmek istiyorum ki :
Bizim tarihimizde böyle bir sürü zaferler bulunmaktadır. Ve destanlar yazan pek çok da kahramanımız vardır. Hele bir düşünün bakalım, Amerika'nın veya Rusya'nın böyle kahramanları ve zaferleri var mıdır?! Çok kısa bir zaman önce bir avuç Çeçenistan, Rusya'yı ne hâle getirdi. Amerika ise, Vietnam acısını hâlâ unutmuş değil. Kore'de ise, Türk askeri olmadan yapamadı, çemberi yaran yine şanlı Türk askeri oldu. ABD'nin Irak'taki durumu ise, herkesçe malûm. Onların savaş meydanlarında çıkardıkları gerçek kahramanları olmadığı için, birtakım hayalî kahramanlar üretiyorlar. Terminatörler–Rambolar, Örümcek Adamlar–Matrixler derken bu milleti kendi kültürleriyle kuşatmaya çalışıyorlar.
Onların hayalî kahramanları ve kültürleri bize lâzım değil. Bizim kültürümüz, tarihimiz ve kahramanlarımız bize yeter. Bizlerin tarihinde Fatih'ler, Kanuni'ler, Sultan Selim'ler, Ulubatlı Hasan'lar, Efe'ler, Dadaş'lar daha neler neler var. Çocuklarımıza kendi kahramanlarımızı anlatıp öğretelim ve kendi kültürümüzle yetiştirelim ki, yeni yetişen nesil "yabancı hayranlığı" hastalığına tutulup, aşağılık kompleksine kapılmasın ve kendi geçmişiyle gurur duysun.
Tarihimizi ve tarihî düşmanlarımızı unutmamak temennisiyle, fethin bu yıldönümünde başta Sultan Fatih olmak üzere, bütün fetih şehitlerini rahmetle anıyorum. Fî Emanillah!

Ziyaret -> Toplam : 125,32 M - Bugn : 75544

ulkucudunya@ulkucudunya.com