İSTANBUL’UN FETHİ
01 Ocak 1970
Yüce Rasülümüzün müjdesi olarak gerçekleşmiş, İstanbul'un Fethi'nin yıldönümünü her yıl aşk ve heyecanla yaşıyoruz. Bu büyük olayı sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için, Hicreti, Peygamber Efendimiziin konu ile ilgili müjdesini ve İslam Tarihi'ni çok iyi bilmek gereklidir.
Güzel İstanbul'umuz Fetihten önce 22 kere kuşatılmış, bu kuşatmanın 11'i Müslümanlar, 11'i ise, diğer kavimler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu büyük müjdeden 1453'e nasıl gelinmiştir? Önce bunu değerlendirmeye çalışalım:
Mekke'den Medine'ye Hicret'i sırasında, tüm Medineli Müslümanlar Yüce Rasülümüze kucak açmışlar, bir yandan "Ay doğdu üzerimize Veda Tepesi'nden..." diye ilahiler okurken, bir yandan da, herbiri kendi evlerinde misafir etmek istemişlerdi. Peygamber Efendimiz de hiç kimseyi kırmamak için "devesinin çöktüğü yerde" misafir olmak istediğini belirtmişti. Devesi "Ebu Eyyub el-Ensarî" (Halid bin Zeyd) isimli fakir bir sahabenin evinin önünde çökmüş ve bu büyük sahabe, Efendimizi 7 ay evinde misafir etme şerefini elde etmişti.
Başta Ebu Eyyub el-Ensarî olmak üzere, Müslüman toplumlar Peygamber Efendimiz'in şu müjdesi ile heyecanlanmışlar ve bu müjdenin muhatabı olmak için harekete geç-mişlerdi: "İstanbul mutlak fethedilecektir. O'nu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir." Sahabe ve Müslümanların içine, şehirler dilberi "İstanbul sevdası" düşmesinin asıl sebebi işte bu müjdedir.
İlk sefer, Hazreti Osman zamanında yapıldı. Hz. Osman, bir komutanı başkanlığında bir donanmayı Bizans'a gönderdi. Bu sefer ile, hem Bizans donanmasına büyük kayıplar verdirdi, hem de bu sefer İstanbul deniz yollarının Müslümanlara açılmasını sağladı.
İkinci sefer, 668'de Emevi Halifesi Muaviye zamanında gerçekleşti. Bu seferde, Peygamber Efendimiz'i misafir etme şerefini elde etmiş Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de bulunuyordu. 96 yaşına rağmen Medine'den İstanbul üzerine sefere çıkmakta kararlıydı. Evlatları, torunları, hatta evlatlarının torunları bile vardı. Her biri: "Babacığım, dedeciğim! Sen gitme! Senin yerine biz sefere çıkalım." demelerine rağmen, O şunları söylüyordu:
- "Hayır! Ben Kur'an-ı Kerim'i okudum. Oradaki cihat ayetlerini ve Fetih Süresi'ni müteala ettim. Peygamber Efendimizin İstanbul hakkındaki müjdesine şahit oldum. Bu sefere mutlaka çıkacağım."
Bu sefere, Ebü Eyyüb el-Ensari yanında pek çok sahabe de katılmıştı. Bu ikinci kuşatmadan da sonuç alınamadı. Fakat bazı sahabeler ve Ebü Eyyüb el-Ensarî hazretleri İstanbul önlerinde şehit düşmüştü. O günün şartlarında şehitleri Medine'ye götürmek mümkün olmadığından, şehitleri gizli bir yere gömdüler. Ayrıca "Ebü Eyyub"un tanınması için bir mermer üzerine "Kabri Eyyüb" yazısını işlemişlerdi.
Emevîler, Abbasîler, Yıldırım Beyazıt, Musa Çelebi ve II. Murad'ın yaptığı seferler sonuçsuz kalmış ve sıra 22. ve son kuşatmaya gelmişti. Murat oğlu II. Mehmed'e...
II. Mehmet daha çocuk yaştan itibaren devrinin en seçkin hocalarının elinde yetişmişti. Kalbine "İstanbul Sevdası" daha küçük yaşta düşmüştü. Hatta çocukluk oyunları bile, İstanbul üzerine kurulmuştu.
Devrinin, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Vezir Sinan, Ahmet Paşa, Akşemsettin gibi pekçok alimi, II. Mehmet'e dünyevî ve uhrevî ilimleri talim ettiriyordu. Sekiz yabancı dil öğreniyor, gün geçtikçe ufku açılıyordu.
1451'de babasının ölümü üzerine Padişah oluyor, ilk iş olarak İstanbul'un Fethi'ni
programına alıyordu. Çünkü baştan beri Fetih ruhu ile yoğrulmuştu. Bu anlayışla devrinin teknolojisinden faydalanıyor, askerini bu disiplin içinde eğitiyordu.
Bizans'ın geçit vermez surlarını yıkabilecek, 1,5 kilometre uzağa fırlatılabilen 2 ton ağırlığında toplar döktürdü. Ayrıca "Havan topu"nu icad etti.
Bu sırada Bizans'ın durumu hiç de iç açıcı değildi. Halk ahlakî ve ekonomik çöküntüden bıkmış, Konstatin'in zulmünden yılmıştı. O kadar ki halk "Hristiyan külahı görmektense, Müslüman sarığı görmek daha iyidir." diyecek duruma gelmişti. Çünkü o dönemde Osmanlı "Adil bir dünya düzeni" kurmayı başarmış, dünyanın hayranlığını kazanmışta.
İstanbul'u fethetmekte kararlı olan II. Mehmet tarihin ilk ağır toplarını döktürdü. Karadan ve denizden kuşatılması gereken bu şehir için her türlü tedbiri aldı. "Ya ben İstanbul'u alırım, ya da İstanbul beni." diyordu. Ölümü göze alacak kadar kararlı alan bir insanın elinden hiçbir şey kurtulamazdı. Öyle de oldu.
Fatih, düşmanların hayallerinin bile ulaşamayacağı şeyleri "gerçek" haline getirmişti. Donanmayı bir gecede Dolmabahçe'den Haliç'e indirmeyi başardı. Gemileri gemiden yürüttü.
Hocası Akşemsettin Hazretlerinin izni ve duası ile kuşatmayı başlattı. 53 gün durmadan surlar doğuldu. Geçit vermez surlar delik-deşik oluyordu. Bütün tedbirlere rağmen İstanbul düşmüyordu. Son gece Fatih hocasının yanına geliyor:
- "Hocam, ne olur, artık himmet buyurun da İstanbul'u fethedelim." diye ağlıyordu.
Akşemsettin Hazretleri kısa bir uykuya dalıyor, rüyasında "Ebu Eyyüb el-Ensarî'nin kabri gösteriliyordu. Bu fethin müjdecisiydi. Gece yarısı "Talebesini yeniden çağırıyor, 29 Mayıs sabahı için son hücum emrini veriyordu. Gerçekten bu son hücuma surlar dayanmıyor, İstanbul Osmanlıya teslim oluyordu. Surlara Tevhid Bayrağı'nı dikme şerefi ise ulubatlı Hasan'ın... Genç ulubatlı, bir ok yağmuruna maruz kalmasına rağmen, azim ve kararlılığından hiç bir şey kaybetmiyor, bayrağı burçlara diktikten sonra şehitlik rütbesine yükseliyordu.
Ulubatlı bir sembol şahsiyetti. Fatih'in ordusunda, Ulubatlı Hasan misali Peygamber müjdesine ulaşmanın aşk ve iştiyakiyle yanıp tutuşan, Anadolu'nun binlerce bağrı yanık delikanlısı bulunuyordu. Her biri genç neslin ideal örneği olması gereken yiğitler...
Fatih, önde hocası Akşemsettin Hazretleri olduğu halde, çoşkulu bir törenle İstanbul'a giriyordu. Bizans halkı ve kadınlar yollara dökülmüş, genç Fatih'i selamlıyor, üzerine çiçekler atarak tebrik ediyorlardı. Başka bir ülkenin tarihinde böyle göz yaşartıcı bir sahneye şahit olabilmek mümkün mü? Çünkü Bizanslılar, Osmanlı'nın zulmetmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Öyle de oldu. Fatih, Bizanslıları dinlerinde serbest bıraktı ve mabedlerine dokunmadı.
Fatih İstanbul'a girerken, yeryer halkı öndeki "Akşemsettin"i padişah zannediyor, Akşemsettin "hükümdar arkada" işaretini yapınca, Fatih'teki edep, terbiye ve inceliğe bakın ki, şöyle karşılık veriyordu:
"- Evet, hükümdar benim, lakin o da benim Hocam'dır!"
Fetih'ten sonra, başkent, Edirne'den İstanbul'a taşınıyordu. Daha önce Trakya bölgesi fethedildiği için, İstanbul ortada kalmış, fetihle birlikte Trakya ile Anadolu arasındaki köprü de kurulmuş oluyordu.
İstanbul'un Fethi, yıkılmaz sanılan Bizans surlarının yıkılabileceğini, "sağlam İmanın tekeden bile süt çıkarabileceği" gerçeğini ortaya çıkarmıştı.
Fetih, bir işgal olayı değildir. Tüm insanlığı sevgi ve özgürlük ülkesine taşıma arzusudur. Mutluluğa kanat açmaktır. Kilitli gönüllerin açılması, fetih ile gerçekleşir. Zaten fetih de "açma", "başlatma" anlamlarına geliyor. Fedai olmadan fetih olmaz. Can feda etmeden İslam yayılmaz. Uğrunda ölünebilen davalar ebedî olarak yaşar.
Kaos, huzursuzluk ve madde saltanatının hüküm sürdüğü bir dünyada fetih ruhuna o kadar muhtacız ki... Fetih anlayışı, insanımıza hız ve hamle gücü kazandıracak, azim ve fedakarlık duygularını canlı tutacaktır.
Millet olarak, genç nesle zafer ve başarılarımızı yeteri kadar anlatabildiğimiz söylenemez. Eğer, Çanakkale, İstanbul, Preveze, Mohaç, Varna gibi zaferlerin birini Batılılar gerçekleştirmiş olsaydı, sırf onun için yüzlerce film yapar, bu başarısını yeni nesle anlata anlata bitiremezdi. Nitekim tarihlerindeki basit direniş örnekleri için bunu uyguluyorlar. Bize düşen ise "Fatih ruhu"nu genç nesle taşımak ve yaşanmaya değer hayatın ne olduğunu göstermek.
Zaferlerimizi tanıtalım ki, "gençlerimiz inançları uğrunda fedakarlık yapabilme" zevkini tatsınlar. Kahramanlarımızı tanıtalım ki, her gencimiz "Fatih, Ulubatlı Hasan, Yıldırım, Yavuz, Seyyid Çavuş" olmaya özensin. Fetih bereketiyle, bütün insanlığın yüzü gülsün.