HZ. MUHAMMED
01 Ocak 1970
(ö. 11/632) Son peygamber.
Hayatı
Hz. Muhammed, Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'e nisbetle İsmâilîler diye de anılan ve iki büyük Arap topluluğundan birini teşkil eden Adnânîler'e mensuptur. Soy kütüğünün yirmi birinci göbekten atası olan Adnan'a kadar uza¬nan kısmı güvenilir bulunarak zikredil¬miş, ondan sonrası Hz. Peygamber'in de işaretiyle yaygınlık kazanmamıştır. Bizzat kendisi tarafından kabul edilip bütün İslâm kaynaklanınca zikredilen soy kütüğü şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ'b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnan.
A) Nübüvvet Öncesi.
Hz. Muhammed, farklı rivayetler arasında genel kabul gö¬ren kanaate göre Fil Vak'ası'ndan elli veya elli beş gün sonra Rebîülevvel ayının 12'sinde Pazartesi günü Adnânîler'in ana yurdu ka¬bul edilen Mekke'de dünyaya geldi. Astro¬nomi âlimi Mahmûd Paşa el-Felekî, Hz. Peygamber'in oğlu İbrahim'in vefatı es¬nasında vuku bulan güneş tutulmasından Safâ-Merve arasında sa'yyapılan yerin karşısında, Hz. Muhammed'ln doğduğu evin yerine yapılan ve bugün kü¬tüphane olarak kullanılan bina hareketle bu tarihi Fil Vak'ası'nın meyda¬na geldiği yılın 9 Rebîülevvel'i olarak tesbit etmiş. Muhammed Hamîdullah ise Câhiliye dönemi Araplarında carî oian nesf uygulamasını göz önüne alarak yaptığı hesaplamada doğum tarihini hicretten önce 53. yılın 12 Rebîülevvel'i şeklinde belirlemiştir. Hz. Muhammed'in babası Ab¬dullah akranları arasında çok beğenilen bir gençti. Dedesi Abdülrnuttalib, Zem¬zem Kuyusu'nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş'in bir kısım eşrafı tarafından rencide edilince on oğlu oldu¬ğu takdirde birini kurban etmeyi adamış, daha sonra çocukları arasında çektiği ku¬ra o esnada en küçük oğlu Abdullah'a çı¬kınca onu kurban etmeye karar vermişti. Buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse karşı çıkmış, Abdülmuttalib de oğ¬lunun yerine 100 deve kurban etmişti. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem bu olayı hem de büyük ceddi Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'i kastederek. "Ben iki kurban¬lığın çocuğuyum" demiştir. Abdullah on sekiz yaşlarında iken Âmine ile evlenmiştir. Yaygın olan rivayete göre ticaret için git¬tiği Suriye'den dönerken Yesrib'e (Medi¬ne) uğramış ve orada hastalanarak vefat etmiştir.
Annesi Âmine, Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenâf'ın kızıdır. İslâm kaynaklarında, Hz. Muhammed'in ana rahmine intikalinden doğumuna kadar geçen zaman içinde ba¬zı fevkalâde olayların meydana geldiğine dair rivayetler yer almaktadır. Kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğunu ifa¬de ettiği bir konuşmasında annesinin bir rüya gördüğünden bahsetmekte ve bun¬dan önemli bir kişiye hamile olduğu so¬nucunu çıkardığını, doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed adını vermesinin telkin edildiğini belirtmektedir. Doğum esnasında diğer anne¬lerin çektiği sancıları çekmeyen Âmine, kayınpederi Abdülmuttalib'e haber gön¬dererek bir torunu olduğunu müjdele¬miştir. Abdülmuttalib torununun doğu¬mu şerefine verdiği ziyafette ona Muhammed adını vermiştir. Bazı rivayetlerde bu ziyafet sırasında Muhammed'in dedesi tarafından sünnet ettirildiği nakledilirse de kendisinin sünnetli olarak doğduğu rivayeti daha meşhurdur.
Âmine'nin çocuğunu fazla emziremediği anlaşılmaktadır. Hz. Muhammed'i bir süre Ebû Leheb'in cariyesi Süveybe emzirdi; daha sonra, Mekkeli ailelerin ço¬cuklarını çölün sağlıklı havasında büyüyüp fasih Arapça öğrenmeleri için bedevî ka¬bilelerinden bir sütanneye teslim etme¬leri geleneğine uyularak Hevâzin kabile¬sinin Sa'd b. Bekir koluna mensup Halîme bint Ebû Züeyb'e verildi. Hz. Muhammed çocukluğunun ilk iki yılını sütannesiyle ve sütbabası Haris, sütkardeşleri Ab¬dullah, Üneyse ve Şeymâ ile geçirdi. Halîme iki yıl sonunda çocuğu ailesine teslim etmek üzere Mekke'ye götürdü. Ancak Âmine çöl havasının oğluna yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sıra¬da Mekke'de veba salgını bulunduğu için O’nun bir müddet daha Halîme'nin yanında kalmasını uygun bul¬du. Hz. Muhammed dört veya beş yaşı¬na kadar sütannesinin yanında kaldı. Kay¬naklar, Halîme ve ailesinin Muhammed'i yanlarına aldıktan sonra bolluğa kavuş¬tuktan başka olağan üstü nitelikte ba¬zı olaylarla karşılaştıklarını kaydeder.
Altı yaşına gelen Muhammed'i cariyesi Ümmü Eymen'le birlikte yanına alan Âmi¬ne. Abdülmuttalib'in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Benî Neccâr men¬suplarını ve Abdullah'ın kabrini ziyaret etmek amacıyla Yesrib'e gitti. Yesrib'de bir ay kadar kaldıktan sonra dönüşte Me¬dine'ye yaklaşık 190 km. mesafede bulu¬nan Ebvâ'da hastalanıp vefat etti. Ümmü Eymen, Muhammed'i Mekke'ye götürüp dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti.
Abdülmuttalib, Muhammed'e gereken ihtimamı gösterdi. Dârünnedve'deki top¬lantılara başkanlık ederken yanına aldı, ona baba şefkatini ve sevgisini hissettir¬di. Abdülmuttalib ölümünden önce, se¬kiz yaşında olan Muhammed'in bakımını Abdullah ile anne-baba bir kardeş olan Ebû Tâlib'e vasiyet etti. Ebû Tâlib. Mu¬hammed'i çocuklarından daha fazla sev¬di, O’nun uğurlu olduğuna inandı ve iyi ye¬tişmesi için gayret sarf etti. Hz. Peygamber'in ikinci annem dediği hanımı Fâtıma bint Esed de ona kendi çocuklarından da¬ha çok ihtimam gösterdi. Ebû Tâlib nü¬büvvetten sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve kendisini korumak için elinden ge¬leni yaptı. Hz. Muhammed, dokuz (veya on iki) yaşında İken ticaret amacıyla Suri¬ye'ye giden amcasına katıldı. Kervan Su¬riye topraklarındaki Busrâ'da konakladı. Hz. Muhammed'in burada rahip Bahîrâ ile görüşüp görüşmediği ve bu esnada aralarında nelerin konuşulduğu hususu tartışmalı bir konudur.
Hz. Muhammed'in. kalabalık bir aileye sahip olan Ebû Tâlib'e yardım için on yaş¬larında iken onun veya başkalarının ko¬yunlarını güttüğü bilinmektedir. Nübüv¬vetten sonra kendisine sorulan bir soru üzerine her peygamberin koyun güttü¬ğünü ifade etmiştir. Hz. Muhammed'in Ficâr savaşlarının ilk grubunun dördüncüsüne amcalarıyla birlikte katıldığı, fakat fiilen savaşmadığı bu konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir görüştür. Onun bu dönemdeki yaşının on dört, on beş, on yedi veya yirmi olduğu zikredilmektedir. Bu savaşın hemen ardından da Hilfü'l-fudûl toplantısına iştirak etti. Bu hareket için¬de yer alanlar haksızlığa uğrayanları ko-ruyacaklarına dair yemin etmişlerdi. Hz. Peygamber nübüvvetten sonra bu itti¬faktan övgüyle bahsetmiş, böyle bir fazi¬let antlaşmasına tekrar çağrıldığı takdir¬de tereddüt göstermeden katılabilece¬ğini söylemiştir.
Mekke'deki Kureyş kabilesi mensupla¬rının ticaretle uğraştığı bilinmektedir. Ku¬maş ve tahıl ticareti yapan Ebû Tâlib'e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlayan Hz. Muhammed amcasının yaş¬landığı yıllarda kendisi ticarete devam et¬ti ve Mekkeli bir zatla ticarî ortaklık kur¬du. Bu dönemde çeşit¬li yerlere ticaret amacıyla seyahat etti. Ergenlik çağında Hubâşe panayırına, bir veya iki defa Yemen'e, ayrıca Doğu Ara¬bistan'daki Muşakkar ve Debâ panayırla¬rına, hatta Habeşistan'a gittiği bilinmek¬tedir. Böylece bir taraftan ticareti öğre¬nirken diğer taraftan Arabistan'ın çeşitli yerlerinde yaşayan insanları yakından ta¬nıma, onların dil ve lehçelerini, dinî, siya¬sî ve içtimaî durumlarını öğrenme imkâ¬nını elde ediyordu. Kaynakların ittifak¬la belirttiğine göre Câhiliye devrinin yay¬gın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmadan temiz bir hayat yaşayan Hz. Muhammed çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hak severliğinin yanı sıra ticaret hayatında güvenilirliği sebebiyle"Muhammedü'l-emîn" (el-emîn) unvanıyla temayüz etti.
Hz. Muhammed yirmi yaşını geçtiği sı¬rada ticarî seyahatlere çıkma teklifleri alıyordu. Hastalandığı için bizzat gideme¬yen bir tüccarın mallarını götürüp başa¬rılı bir sonuç elde edince yeni teklifler al¬dı. Onun Hatice bint Huveylid ile evlenme¬si de bu ticarî gelişmelerden sonra ger¬çekleşti. Nesebi önceki kuşaklarda Hz. Muhammed'in nesebiyle birleşen, iki ko¬cadan dul kalmış olup zengin ve soylu bir hanım olan Hatice tavsiye üzerine Hz. Muhammed'e ortaklık teklifinde bulun¬du. Yapı¬lan anlaşmadan sonra Hz. Muhammed, Hatice'nin yardımcısı Meysere ile birlikte Suriye'ye gitti ve kârlı bir yolculuğun ar¬dından Mekke'ye döndü. Neticeden mem¬nun kalan Hatice'nin Hz. Muhammed'e güveni arttı ve ona karşı olan takdir his¬leri güçlendi. Hatice bizzat kendisi veya Nefise bint Ümeyye (Münye) adlı bir kadın aracı¬lığıyla Hz. Muhammed'e evlilik teklifinde bulundu, Hz. Muhammed de bu teklifi kabul etti. Amcaları Hatice'yi onun am¬cası Amr b. Esed'den istediler; evlilik gerçekleşince Hz. Muhammed Ebû Tâlib'in evinden Hatice'nin evine taşındı. Bu evli¬lik sırasında kendisinin yirmi beş, Hati¬ce'nin kırk yaşında olduğu söylenmekle birlikte Hatice'nin daha küçük yaşlarda bulunduğu da rivayet edilmektedir. İbn Abbas'tan nakledilen, Hatice'nin yirmi se¬kiz yaşında olduğu yolundaki rivayet, bu evlilikten yedi (veya altı) çocuğun dünyaya gelmiş olması göz önüne alındığında da¬ha isabetli görünmektedir.
Hz. Muhammed'in evliliğinden kırk ya¬şına kadar geçen hayatı hakkında kay¬naklarda hemen hiç bilgi bulunmamaktadır. Bunun tek istisnası otuz beş yaşla¬rında iken üstlendiği önemli görevdir. Mi¬lâdî 605 yılında Kabe Kureyşliler tarafın¬dan yeniden inşa edilirken Hacerüles-ved'İn yerine konulması hususunda an¬laşmazlık çıkmış ve bu yüzden savaşı bile göze alanlar olmuştu. Kureyş ileri gelen¬lerinden Ebû Ümeyye b. Muglre'nin. Be¬nî Şeybe kapısından Kabe'ye ilk girecek kimsenin vereceği karara uyulması yolun¬daki teklifi benimsendi. Benî Şeybe kapı-sından Kabe'ye giren Hz. Muhammed, Hacerülesved'i bir örtü içine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldır¬dı ve taşı kendi eliyle yerine yerleştirdi.
B) Nübüvvetten Sonra.
Mekke Dönemi.
Kabe'nin tamirinden sonra Hz. Muhammed'in Allah'a nasıl iba¬det edileceğini araştırmaya daha fazla yö¬neldiği farkedilmekteydi. Mekkeliler'in ve diğer Arap kabilelerinin putlarına hiç ilgi göstermeyen Hz. Muhammed aklı ve his¬leriyle putlara tapmanın faydasızlığını an¬lamıştı. Muhtemelen o da tek tanrı inan¬cına dayalı Hz. İbrahim'in dini üzere olma¬ya çalışan az sayıdaki Hanîfier gibi düşü¬nüyordu. Ancak ne yapacağını bilememe¬nin ıstırabıyla inzivaya çekildi ve risâletinin birkaç yıl öncesinden itibaren rama¬zan aylarında dedesi Abdülmuttalib ile diğer bazı Kureyşliler'in yaptığı gibi Hira dağındaki mağarada münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Yiyeceği tükenince şehre iniyor, fakirlere yardımda bulunu¬yor, Kabe'yi tavaf ediyor ve yiyecek alarak mağaraya dönüyordu. Zaman zaman Ha¬tice'yi de yanına alıyordu. Hz. Âişe, Resûlullah'a gelen vahyin sâdık rüyalarla baş¬ladığını, Hira mağarasına da ondan sonra gittiğini nakleder.
Hz. Muhammed'in Hira'da bulunduğu 610 yılı Ramazan ayının son on günü için¬de bir gece, bazı rivayetlere göre pazar¬tesi günü sabaha karşı Cebrail aslî sure¬tiyle geldi, okumasını istedi, onun Allah'ın elçisi, kendisinin de Cebrail olduğunu söy¬ledi. Ardından, "Yaratan rabbinin adıy¬la oku!" mânasındaki cümle ile başlayan Alak sûresinin lk beş âyetini O’na tebliğ etti. Bu olay üzerine heyecanlanıp korku¬ya kapılan Hz. Muhammed oradan ayrıla¬rak evine gitti, yatağa girerek Hatice'den üstünü örtmesini istedi ve uyandıktan sonra başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Hatice, Allah'ın kendisini utandır¬mayacağını, çünkü onun akrabasını gö¬zettiğini, doğru konuştuğunu, âcizlerin elinden tuttuğunu, yoksullara yardım et¬tiğini, misafirleri ağırladığını söyleyerek tesellide bulundu ve kendisine inandığını belirtti. Ardından Hz. Peygamber’i kendi amcasının oğlu Varaka b. Nevfel'e götür¬dü. Varaka onu dinledikten sonra kendi¬sine gelen meleğin bütün peygamberle¬re vahiy getiren melek olduğunu söyledi. Siyer âlimleri, Cebrail'in ilk vahyi getirişi sırasında Resûlullah'a abdesti ve namazı öğrettiği hususunda ittifak etmişlerdir.
Hz. Peygamber, ilk vahyin tedirginli¬ğinden sonra Cebrail'in yeniden görün¬mesini arzulamaya başladı. Bu amaçla sık sık Hira mağarasına gidiyor, fakat gün¬ler geçtiği halde melek gelmiyordu. Bu dönemde Rabbinin kendisini terkettiği zannına kapılarak endişeli günler geçirdi. Kaynaklarda "fetretü'1-vahy" denilen bu devrenin müddeti hakkında birkaç aydan üç yıla kadar varan süreler zikredilmiştir. Resûlullah bir gün Hira mağarasından dö¬nerken Cebrail'i tekrar gördü, yine korku ve heyecanla evine gidip yatağına girdi. Cebrail evinde karşısına çıkarak Müddessir sûresinin ilk âyetlerini okudu (74/1-5). Bu âyetlerde artık ilâhî tebliğleri insanla¬ra ulaştırma zamanının geldiği belirtil¬mekte, bu görevi ifa ederken yüce Rabbine güvenmesi istenmekte, ayrıca maddî ve manevî kirlerden uzak durması talima¬tı verilmekteydi. Hz. Peygamber o andan itibaren çevresindeki insanları İslâm'a da¬vet etmeye başladı. Bu davet üç yıl kadar gizlice sürdü. Önce eşi Hatice, ardından yakın dostu Ebû Bekir, Ali b. Ebû Tâlib ve Zeyd b. Harise, kızları Zeyneb, Rukıyyeve Ümmü Külsûm muslüman oldu. Üç yıllık gizli davet sırasında Hz. Ebû Bekir'in ya¬kın dostları olan Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebû Vakkâs, Osman b. Maz'ûn, Saîd b. Zeyd, Ayyaş b. Ebû Rebîa ve hanımı Esma bint Selâme, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Erkam b. Ebü'l-Erkam, Ebû Seleme, Ca'fer b. Ebû Tâlib ve Ubey¬de b. Haris de Hz. Peygamber'e gelip İs-lâmiyet'i kabul ettiler. Bu dönemde Resûl-i Ekrem evinde, ıssız dağ eteklerinde, öğle tenhalığı sırasında Harem'de na¬maz kılıyor, bazan da ibadetlerini müslümanlarla birlikte yapabiliyordu. Bu arada nazil olan Kur'an âyetlerini onlara oku¬yor, tevhid İnancı, âhiret günü ve güzel ahlâk üzerine sohbetlerine devam edi¬yordu. Müşriklerin olduğu yerlerde bir arada bulunmamaya özen gösteriyordu. Gizlilik devresinde Hz. Peygamber ile müslümanlar, genç yaşta İslâmiyet'i be¬nimseyen Erkam b. Ebü'l-Erkam'ın Safa tepesinin eteklerindeki evinde toplanı¬yorlardı. Hac ve umre amacıyla Mekke'ye gelenlerle rahatça görüşülebilecek bir yer olması yanında müslümanlann Resûl-i Ekrem'le bir arada bulunmalarını sağ¬layan bu evdeki faaliyetler Ömer b. Hattâb'ın muslüman olmasına kadar devam etti. Dârülerkam kaynaklarda sahâbîlerin İslâmiyet'i benimseyişini tarihlendirmek için kullanılmış, İslâm'ın yayılması hususunda oynadığı rolle İslâm tarihin¬deki yerini almıştır.
Mekke'de nübüvvetin 4. yılından itiba¬ren İslâm daveti açıktan yapılmaya baş¬lanınca Hz. Peygamber'in ilk muhatabı Kureyşliler oldu. Putlarını Kabe'nin içine ve çevresine yerleştiren Kureyşliler, Hz. İbrahim ve İsmail'den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini de idare ediyor ve bundan dolayı diğer kabileler arasında mümtaz bir yere sahip bulunuyordu. Ku¬reyşliler, Kabe'yi ziyarete gelenlerden âza¬mi derecede faydalanmak amacıyla çeşitli kabilelerin putlarını da Kabe'ye ve çevresine dikmişlerdi. Bu sırada Resûlullah'tan, vahyedilen gerçekleri müşriklerden çekinmeden açıkça tebliğ etmesi isten¬miş ve en yakınlarından başlamak üzere uyarıda bulunması em¬redilmişti. Resûl-i Ek¬rem, Mekke'nin fethine kadar yaklaşık yirmi yıl sürecek olan bu çetin mücade¬leye yakın akrabalarını bir ziyafete davet etmekle başladı. Kureyş'in Hâşim ve Muttaliboğulları'ndan yaklaşık kırk beş kişi bu davete katıldı. Ancak yemekten sonra amcası Ebû Leheb onun konuşmasına fır¬sat vermeden söze başlayıp, "Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü şey getiren bi¬rini görmedim" deyince davetliler dağıl¬dı. Resûlullah birkaç gün sonra bir top¬lantı daha tertip etti. Burada yaptığı ko¬nuşmada Allah'ın bir olduğunu, O'nun eşi ve benzerinin bulunmadığını, O'na inanıp güvendiğini belirterek davetlilere asla ya¬lan söylemeyeceğini açıkladıktan sonra konuşmasına şöyle devam etti: "Ben özel¬likle size ve bütün insanlara gönderilmiş olan Allah elçisiyim. Allah'a yemin ede¬rim ki uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi diriltileceksiniz. Yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz; iyilikleriniz karşılığında iyilik, kötülükleri¬niz karşılığında ceza göreceksiniz. Cennet de cehennem de ebedîdir. İik uyardığım da sizlersiniz. Ebû Tâlib, Hz. Peygamber'in sözlerini güzel bulduğunu ve kendisini destekleyeceği¬ni, ancak atalarının dininden ayrılmaya¬cağını bildirdi. Diğer amcası Ebû Leheb ise akrabalarının ona engel olmasını, da¬vetini kabul ettikleri takdirde zillete dü¬şeceklerini, kendisini himaye ederlerse öldürüleceklerini bildirdi. Bunun üzerine Ebû Tâlib sağ olduğu sürece yeğenini hi¬maye edeceğini ilân etti. Ebû Leheb ka¬rısıyla birlikte Resûl-i Ekrem'e daima mu¬halefet etmiş, bilhassa Mekke'ye dışarı¬dan gelenlerle konuşmasını engellemeye çalışmış, onun bir sihirbaz olduğunu ve kabilesini birbirine düşürdüğünü söyle¬miştir. Bu sebeple Kur'an'da adının geç¬tiği bir sûre nazil olmuş ve karısıyla birlik¬te cehennemlik olduğu ifade edilmiştir.
Resûl-i Ekrem bir gün Safa tepesine çı¬karak bütün Mekkeiiler'e İslâmiyet'i teb¬liğ etmeye karar verdi ve orada toplanan¬lara şunları söyledi:" Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?"; "Evet, senin ya¬lan söylediğini hiç görmedik" cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: "Öyleyse ben büyük bir azaba uğrayaca¬ğınızı size haber veriyorum. Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. Allah'tan başka ilâh yoktur demediğiniz sü¬rece size ne bu dünyada ne de âhirette bir faydam dokunur.
Kureyş ileri gelenleri Resûlullah'ın İs¬lâm'a davetine önceleri pek karşı çıkma¬mışlardı. Ancak puta tapıcılığı eleştiren âyetleri okumaya, puta tapanların cehenneme gireceğini söylemeye başlayınca tebliğini büyük bir tehlike olarak görüp davetini engellemek için ellerinden geleni yaptı¬lar. Ayrıca tevhid ilkesinin hâkim olması, dolayısıyla putperestliğin ortadan kalk¬ması halinde Arap kabileleri nezdindeki itibarlarının ve ticari menfaatlerinin kay-bolacağından endişe ediyorlardı. Diğer taraftan Kureyşliler ata¬larından intikal eden geleneklere çok de¬ğer veriyor, bu sebeple atalarının yolun¬dan ayrılmayacaklarını söylüyorlardı. Kureyşliler'in ahlâkî durumları da Peygamber'in davetini kabul edebilecek bir sevi¬yede değildi. Zira Mekke toplumunda iç¬ki, kumar, zina ve yalancılık yanında mad¬dî güç ve kabile asabiyetine dayanan üs¬tünlük anlayışının beslediği haksız ka¬zanç, insanları sömürme ve baskı altın¬da tutma zihniyeti hâkim durumdaydı. Kur'ân-ı Kerîm bu davranışları eleştiriyor, insanlar arasında üstünlüğün ancak yara¬tana saygı, yaratılmışlara şefkatle elde edileceğini bildiriyor buna uymayanların âhirette cezaya çarp¬tırılacağını haber veriyordu.
Hz. Peygamber'in gittikçe taraftar top¬ladığını, inanç ve davranışlarını eleştirdiğini gören Kureyşliler onu küçümsemeye ve ona hakaret etmeye başladılar, gide¬rek şiddete başvurdular. Mekkî sûreler incelendiğinde bu tepkilerin yansımala¬rını görmek mümkündür. Kureyşliler'in Resûlullah'a karşı düşmanca faaliyetle¬rinde aktif bir şekilde yer alan ve putpe¬restlerin fikir babalığını yapan Velîd b. Mugîre'ye dair 100 kadar âyet nazil ol¬muştur. Resûl-i Ekrem'in Kabe'de namaz kılmasını ve Mekke'ye dı¬şarıdan gelenlerle görüşmesini engelle¬yen, Yâsir ailesine yaptığı zulüm ve işken¬celerle tarihe geçen Ebû Cehil hakkında da âyetler inmiştir. Kur'an'ın etkileyiciliği karşısında Kureyş¬liler, Hz. Muhammed'in onu bir hıristiyandan öğrendiğini kendisinin kâhin, mecnun veya şair olduğunu getirdiği Kur'an'ın bir büyü veya eskilerin masalı sayıldığını ileri sürdüler. Fakat ilâhî be¬yanlar sürekli olarak bu iddiaları çürüt¬müştür.
Kureyşliler, Hz. Muhammed'in İslâm'a davet faaliyetlerine engel olması için am¬cası Ebû Tâlib ile üç defa görüştüler. Ebû Tâlib birinci müracaatı gönül alıcı bazı sözlerle savuşturdu. İkincisinde Kureyşli¬ler tehdit edici ifadeler kullanınca Resûlullah'ı çağırdı ve kabilesine karşı daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcası¬nın kendisini artık himaye etmeyeceğini düşünen Hz. Peygamber şöyle dedi: "Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler hiçbir şey değiş¬mez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim. Bunun üzerine Ebû Tâlib de şunları söyledi: "Git istediğini söyle. Allah'a andolsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim". Kureyşliler üçüncü defa gelince Ebû Tâlib'e şöyle bir teklifte bulundular: "Yeğenini bize teslim et, onun yerine Velîd b. Mugire'nin oğlu Umâre'yi sana evlât olarak verelim". Ebû Tâlib bu teklifi de reddetti. Bu arada bazı Ku¬reyşliler'in bizzat Hz. Peygamber'le görü¬şüp onu davasından vazgeçirmeye çalış¬tıkları, kendisine para ve mevki teklifinde bulundukları da kaydedilmektedir.
Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri sırasında iki kişinin müslüman olmasının ayrı bir önemi vardır. Nübüvvetin 6. yılın¬da (616) Ebû Cehil ve adamlarının Resû¬lullah'a hakaret ettiğini gören bir câriye durumu Kabe'yi tavaf etmeye gelen Hamza'ya anlattı. Öfkeye kapılan Hamza elindeki yay ile Ebû Cehil'in başına vurdu, arkasından, "İşte ben de Muhammed'in dinini benimsiyorum, cesareti o!an varsa gelsin dövüşelim" diyerek Müslümanlığı¬nı ilân etti. O esnada Dârülerkam'da bu¬lunan Hz. Peygamber amcasının müslüman oluşuna çok sevindi. Tebliğ faaliyet-lerini yürütürken büyük sıkıntılar çeken Resûl-i Ekrem. İslâm'ın zaferi için nüfuz sahibi bazı kimselere hidayet nasip etme¬si için rabbine niyazda bulunmuştu. Bun¬lardan biri de Ömer'di. Ömer bir gün Hz. Muhammed'i öldürmek için harekete geçmiş, yolda kız kardeşi Fâtıma'nın İs¬lâmiyet'i benimsediğini öğrenince onun evine gitmiş, Tâhâ sûresinin ilk âyetleri¬ni okuyan eniştesini ve kız kardeşini döv¬müştü. Ardından pişmanlık duyarak oku¬dukları sayfaları istemiş. Tâhâ ve Abese sûrelerinin ilk âyetlerinin etkisinde kala¬rak Resûl-i Ekrem'in huzuruna çıkıp müslüman olmuştu. Bunun üzerine Hz. Pey¬gamber yanında bulunanlarla birlikte Ka¬be'ye gitti. Bu arada Ebû Zer el-Gıfârî, Tufeyl b. Amr ed-Devsî, Dimâd b. Sa'lebe gi¬bi kişiler de İslâm'ı kabul etti.
İslâmiyet Mekke'de yayıldıkça müşrik¬lerin müslümanlara karşı tavrı da sertleşiyordu. Onların hakaretlerine fiilî müda¬haleleri de eklenmişti. Ashabının mâruz kaldığı zulüm ve işkenceleri engellemeye gücü yetmeyen Resûlullah, bazı müslü¬manlara hıristiyan olan Necâşî Ashame'nin ülkesi Habeşistan'a hicret etmeye İzin verdi. Aralarında Hz. Osman ve eşi Resûlullah'ın kızı Rukıyye'nin de bulunduğu on bir erkekle dört kadından oluşan kafile 61S yılında Habeşistan'a gitti. İslâm'da ilk hicret olarak önem taşıyan bu gelişme Hz. Peygamber'in Afrika ile temasa geç¬mesini de sağlamıştı. Bir yıl sonra Mek¬ke'ye dönen Hz. Osman'ın anlattıkların¬dan müslümanların orada iyi karşılandığı sonucuna varılmış olmalıdır ki 108 kişiden oluşan ikinci bir kafile de Ca'fer b. Ebû Tâ¬lib başkanlığında Habeşistan'a göç etti. Kureyşliler hicret edenlerin iadesi için Habeşistan'a bir he¬yet gönderdilerse de sonuç alamadılar. Habeş muhacirlerinden otuz üç kişi, Ebû Tâlib mahallesindeki boykotun sona ermesinin ardından Mek¬ke'ye döndü (620). Ashame, Bedir Gazvesi'nden sonra yeni bir heyet yollayan Kureyşliler'in iade talebini de reddetti. Kalan Habeş muhacirlerinin bir kısmı hicretten sonra, diğerleri 7 (628) yılında Medine'ye döndü.
Kureyşliler, Hamza ile Ömer'in islâmi¬yet'i benimsemesiyle güç kazanan Resûl-i Ekrem'i etkisiz hale getirmeye karar ver¬diler; Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları bu iş gerçekleşinceye kadar mevcut akra¬balığa ve hukuka riayet etmeyeceklerini söyleyip bu iki zümreyi düşman ilân etti¬ler; kendileriyle konuşmamaya ve alışve¬riş yapmamaya karar verdiler; boykotun şartlarını bir kâğıda yazıp Kabe'nin du¬varına astılar. Bunun üzerine Ebû Tâlib, yeğenini ve mensuplarını kendi mahal¬lesinde topladı. Müşriklerin safında yer alan Ebû Leheb ve oğulları hariç bütün Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları orada yaşamak zorunda kaldılar (616-619). Hz. Hatice ile Ebû Tâlib'in servetleri bu sıkın¬tılı günlerde tükendi. Ticarî faaliyette bu¬lunmak ve hac mevsimi dışında alışveriş yapmak mümkün değildi. Nihayet arala¬rında Ebû Tâlib'in kız kardeşinin oğlu Züheyr b. Ümeyye ve Hişâm b. Amr'ın da bu¬lunduğu bazı kimseler Kureyş ileri gelen¬lerinden Mut'im b. Adî ve ZerrTa b. Esved ile anlaşıp boykota son verdiler.
Nübüvvetin 10. yılında Ebû Tâlib ile Hz. Hatice'nin üç gün arayla vefat etmesi Resûl-i Ekrem'i çok üzmüş ve bu yıia "hüzün yılı denilmiştir. Ebû Tâlib'in ölümü üzerine Hâşimoğulları'nın reisi olan Ebû Leheb. kız kardeşlerinin ısrarıyla Resûlullah'ın himayesini üzerine almaya rıza gösterdi. Ancak bir müddet sonra Ukbe b. Ebû Muayt ve Ebû Cehil'in tahrikleriyle bu kararından vazgeçti.
Kureyşliler'İn Hz. Peygamber'e karşı ta¬vırları giderek sertleşiyordu. Bunun üze¬rine Resûl-i Ekrem davetine devam et-mek için Mekke dışına yöneldi. Yanına Zeyd b. Hârise'yi alarak Sakif kabilesinin yaşadığı Taife gitti. Kabilenin İleri gelen¬lerinden Amr b. Umeyr'in üç oğlunu, Abdüyâlîl'i, Mes'ûd ve Habîb'i ve kabilenin diğer bazı önemli kişilerini İslâm'a davet etti. Kureyşliler'le akrabalık ve ticaret bağları bulunan Sakîfliler'den hiçbiri onun çağrısını dinlemediği gibi kendisini ve Zeyd b. Hârise'yi şehrin ayak takımına taşlattılar. Atılan taşlarla ayakları kana¬yan Resûlullah'ı korumaya çalışırken Zeyd de başından yaralandı. Bu zor anlarında Resûl-i Ekrem'in rabbine sığınmasını, teslimiyetini ve rızâsını talep edişini dile getiren niyazı meşhurdur. Tâif'ten ayrılan Hz. Peygamber'in Mekke'ye girebilmesi için himayesine sı¬ğınacağı bir Kureyşli bulması gerekiyor¬du. Ancak başvurduğu pek çok kimse talebini kabul etmedi. Nihayet Kureyş'in kollarından Nevfeloğulları'nın reisi Mut'im b. Adî'nin himayesiyle Mekke'ys gire-bildi. Hz. Âişe sonraları, hayatında Uhud Gazvesi'nden daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını Resûlullah'a sorunca o şöyle demişti: "Tâif dönüşünde bir ara başımı yukarı kaldırdım, beni göl¬gelendiren bir bulutun içinde Cebrail'i gördüm. Cebrail istediğim takdirde Mekkeliler'i helak edecek meleğin emrime ve¬rileceğini söyledi, melek de yanıma geldi. Bunun üzerine ben hayır dedim. Ben, Al¬lah'ın bu müşriklerin soyundan yalnız O'na kulluk eden ve kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler meydana getirmesini arzu ederim.
Öte yandan Cenâb-ı Hak son peygam¬berine, yakınlarının vefatı ve Tâİfliler'in eziyetlerinin ardından manevî âlemlere seyahat etme mazhariyetini lütfetmiş, böylece İslâm'ın on yıîdan beri mahsur kaldığı Mekke şehrinden çıkıp uzak me¬kânlara yayılacağının işareti verilmişti. Çünkü o bu manevî yolculuğunda diğer semavî dinlerin peygamberlerine imam¬lık yapmıştı.
Hz. Peygamber, hac ve umre için dışarı¬dan Mekke'ye ve ticaret için panayırlara gelenlere İslâm davetini ulaştırmak ama¬cıyla risâletinin ilk yıllarından itibaren gay¬ret gösteriyordu. Bunlar arasında en ve¬rimli olanı Yesrib halkıyla kurduğu te¬maslardı. Nübüvvetin 11. yılı (620) hac mevsiminde Yesrib'den gelen Hazrec ka¬bilesine mensup altı kişilik bir gruba İs¬lâmiyet'i tebliğ etti, onlar da Müslüman¬lığı benimsediler. İçlerinden Es'ad b. Zü-râre. Yesrib'e dönerek bu yeni dini anla¬tıp bir yıl sonra tekrar Akabe'de Resûl-i Ekrem'le buluşma sözü verdi. Ensar züm¬resinin çekirdeğini oluşturan bu altı kişi¬nin faaliyetleri neticesinde birçok Yesribli müslüman oldu. Ertesi yıl onu Hazredi, ikisi Evsli olmak üzere on iki kişi Resûlullah'la gizlice Akabe'de buluştu. Birinci Akabe Biati adıyla anılan buluşmada Yesribliler Allah'a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuk¬larını öldürmeyeceklerine, birbirlerine if¬tirada bulunmayacaklarına, Resûlullah'ın emirlerine uyacaklarına dair söz verip kendisine biat ettiler. Hz. Peygamber Yesrib halkına Kur'an'ı ve İslâm'ı öğret¬mesi ve namaz kıldırması için Mus'ab b. Umeyr'i onlarla birlikte gönderdi. Mus'ab'ın bir yıl içindeki faaliyetleri Yesrib ileri gelenlerinin müslüman olmasını sağladı. Nübüvvetin 13. yılı (622) hac mevsiminde ikisi kadın yetmiş beş Yesribli Müslüman Mekke'ye geldi ve hacdan sonra yine Aka¬be'de Resûlullah'la gizlice buluştu. Yesribliler'in kendisini şehirlerine davet et¬mesi üzerine, Resûl-i Ekrem İkinci Akabe Biatı'nın şartlarını sıraladı. Hicret ettiği takdirde kendisini ve Mekkeli müslümanları kendi canlarını, çocuklarını, kadınları¬nı ve mallarını korudukları gibi koruyacak¬larına, her şartta kendisine itaat edecek¬lerine, malî yardımda bulunacaklarına, İyiliği emredip kötülüğü önlemeye çalışacaklarına, kimseden çekinmeden hak üzere bulunacaklarına dair söz verme¬lerini istedi. Yesribliler şartları kabul ettiler.
Resûlullah'ın İkinci Akabe Biatı'ndan sonra hicrete izin vermesi üzerine ilk de¬fa Âmir b. Rebîa ile hanımı Leylâ bint Ebû Hasme Yesrib'e göç etti, ardından diğer sahâbîler kafileler halinde Mekke'den ay¬rılmaya başladı. Kureyşli müşrikler hicreti engellemeye çalışıyor, hatta bazı müslümanları hapsediyordu. Kısa bir süre için¬de ashabın büyük kısmı Yesrib'e hicret etti; geride yalnız Hz. Peygamber ile Ebû Bekir ve ailesi, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicret etmeye gücü yetmeyenlerle gidiş¬leri engellenmiş olanlar kaldı.
Müşrikler, müslümanlann Yesrib'e göç etmesi üzerine Hz. Muhammed'in de ora¬ya giderek kendilerine karşı tehlike oluş¬turacağından endişe duymaya başladılar ve Dârünnedve'de toplanıp Ebû Cehil'in teklifiyle Resûlullah'ı öldürmeye karar verdiler. Suikast niyetinden vahiy yoluyla haberdar olan Hz. Peygamber, Ebû Bekir'le birlikte hicret hazırlığına başladı. Bir gece Mekke'den ayrılıp Sevr dağındaki mağaraya saklandılar. Üç gün sonra kıla¬vuzlarının getirdiği develere binerek Yes¬rib'e doğru yola çıktılar. Kureyşliler, Hz. Muhammed'i yakalayana 100 deve ödül vaad et¬tilerse de hiçbir sonuç elde edemediler. Sürâka b. Mâlik gibi bazılarının teşebbü¬sü de neticesiz kaldı. Hz. Peygam-berle Ebû Bekir, sekiz günlük bir yolcu¬luktan sonra Yesrib'e bir saatlik mesa¬fedeki Küba'ya ulaştılar. Resûl-i Ekrem, Mekke'den gelecek Hz. Ali'yi ve diğer muhacirleri beklemek üzere birkaç gün kal¬dığı kasabada bir mescid yaptırdı. 12 Rebîülevvel 1 Cuma günü Yesrib'e hareket ettiler. Hz. Peygamber. Rânûnâ vadisinde ilk cuma hutbesini okudu ve cuma namazını kıldırdı. Yesrib'e ula¬şınca şehir halkı kendisini büyük bir coş¬ku ile karşıladı. Resûlullah. devesinin çök¬tüğü yerin en yakınında bulunan Ebû Ey-yûb el-Ensârî'nin evine misafir oldu. Onun hicreti sebebiyle Yesrib şehri Medine Medînetü'r-resûl adını aldı.
Medine Dönemi.
Hicret, Hz. Peygamber'in risâlet görevini daha iyi şartlarda yerine getirmesini ve İslâmiyet'in yayıl¬masını sağlayan çok önemli bir olaydır. Resûlullah'ın en büyük hedefi Kur'an âyetlerini tebliğ etmek, dini yaşayarak öğretmek, dinin gelecek nesillere değiş¬tirilmeden intikalini sağlayacak mümin¬lerin sayısını arttırmaktı. Resûlullah bu amaçla bazı düzenlemeler yapmaya ka¬rar verdi. Mekke döneminde müslümanların bir araya gelip ibadet etme ve Resûlullah'ı dinleme imkânları çok kısıtlıy¬dı. Medine'de özellikle Birinci Akabe Biatı'nın ardından müslümanlann sayısı ar¬tınca Es'ad b. Zürâre, daha sonra Mescid-i Nebevî'nin inşa edileceği arazideki hurma kurutma yerinin etrafını çevire¬rek kıblesi Kudüs'e doğru olan bir mes¬cid yaptırmıştı. 0 sıralarda Mekke'deki müslümanlar henüz cuma namazı kı-lamazken Medineliler burada cemaatle namaz kılıyordu. Resûl-i Ekrem, Medine'ye ilk defa girerken de¬vesinin çöktüğü yeri mescid yaptırmak üzere sahiplerinden satın aldı. Yedi ay ka¬dar süren mescidin inşası esnasında Hz. Peygamber, Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evinde misafir kaldı ve burada Medineli müslüman erkeklerden, bir başka evde de kadınlardan biat aldı. Risâlet vazifesi¬nin bütün gereklerini mescidle ona bitişik olan evinde yerine getiriyor ve yeni nazil olan Kur'an âyetlerini burada tebliğ edi¬yordu. Kimsesiz müslümanlarla ilim tah¬sil etmek isteyen sahâbîlerin barınması için Mescid-i Nebevî'nin arka kısmında Suffe inşa edilmişti. Resûlullah, Medine dışına gönderilecek heyetleri oluşturur¬ken ehl-i Suffe'den faydalanıyordu.
Hz. Peygamber, hicretten hemen son¬ra muhacirlerin her birini Evs veya Hazrec kabilesinden bir müslümanla kardeş ilân etti. Böylece bütün varlıklarını Mek¬ke'de bırakıp gelen muhacirlerin maddî ve manevî ihtiyaçlarının karşılanması için büyük bir destek sağlanmış oldu. Medi¬neli müslümanlar muhacirleri öz kardeş¬leri gibi kabul edip ellerindeki İmkânları onlarla paylaştılar. Resûl-i Ekrem, böyle bir kardeşlik bağı kurmak suretiyle yalnızca zor durumda olan mu¬hacirlerin ihtiyaçlarını karşılamakla kal¬mamış, kabile esasına bağlı kardeşlik an¬layışının yerine din kardeşliği anlayışının geçmesini de sağlamıştır. Resûlullah, Me¬dine döneminin ilk yıllarında gerek Mek¬ke'den gerek Medine çevresinden biat etmek üzere huzuruna gelen herkesin Medine'ye hicret etmesini biat şartı ola¬rak ileri sürüyordu. Ayrıca Medine'ye hic¬ret edenlerin daha sonra oradan ayrılma¬sını da hoş karşılamıyor, hicretin kararlı ve semereli olması için Allah'a dua edi¬yordu.
Resûl-i Ekrem'in Medine'ye hicret et¬tiği dönemde bütün Hicaz bölgesinde ol¬duğu gibi burada da teşkilâtlanmış bir devlet yoktu, her kabile kendi reisinin ida¬resinde yaşıyordu. Medine'de Evs ve Hazrec kabilelerinin yanı sıra Benî Kaynukâ', Benî Nadîr ve Benî Kurayza adlı üç yahudi kabilesi bulunuyordu. Evs ve Hazrec kabilelerinin sürekli bir çatışma İçinde oldu¬ğu bilinmektedir. Hz. Peygamber, muâhât ile müslümanlar arasında birlik sağladıktan sonra yahudi kabileleriyle henüz müslüman olmamış Araplar'ın ve müs¬lümanlann barış ve güven içinde yaşa¬ması için bir şehir devleti halinde teşki¬lâtlanmanın şartlarını bir metinle belirle¬di. Kaynaklarda "kitab" ve "sahîfe" gibi ad¬larla anılan, günümüzde bazı ilim adam¬larınca yazılı ilk anayasa diye nitelendiri¬len bu antlaşmada şehrin iç huzurunun sağlanması, dıştan gelebilecek tehlikele¬rin önlenmesi, fertler arasındaki hukukî anlaşmazlıkların çözülmesi ve bazı eko¬nomik yükümlülüklerin tesbiti gibi hu¬suslar yer alıyordu. Özellikle Medine'ye yönelik dış tehlikeler karşısında yahudilerden müslümanlarla iş birliği içinde ol¬maları ve Kureyşliler'le İttifak kurmama¬ları istenmiştir. Savaş masrafları, fidye ve diyet gibi malî hususlann her grubun kendi imkânlarıyla karşılanması, yargı gö¬revini kendi içinde bağımsız olarak yürüt¬mesi, farklı gruplara mensup kişilerin an¬laşmazlıklarında ise son yargı merciinin Hz. Peygamber olması karar altına alın¬mıştır. Yahudilerle müslümanların din ve vicdan hürriyetine sahip bulundukları da açıkça belirtilmiştir. Bu arada Resûl-i Ekrem Medine'¬nin sınırlarını tesbit ettirmiş ve bundan sonraki siyasî ve askerî faaliyetler bu sı¬nırlara göre yürütülmüştür. Ayrıca Me¬dine'de müslümanlar için bir pazaryeri yaptırmış. Baki" mevkiini de me¬zarlık olarak kararlaştırmıştır.
Mekke döneminde Resûlullah kendisi¬ne ve müslümanlara karşı düşmanlık ya¬pan Kureyşliler'e mukabelede bulunma¬mış, bu dönemde nazil olan âyetlerde de sabır tavsiye edilmiştir. Medine'de baş¬layan yeni dönemin ilk yıllarında bazı sı¬kıntılar mevcuttu. Şehirdeki yerli halkın çoğunluğu müslüman olmuşsa da içlerin¬de münafıklar da vardı. Şehrin etrafında yaşayan yahudi kabileleri görünüşte ant¬laşmaya katılmışlardı, fakat her fırsatta problem çıkarıp ihanete varan davranış¬larda bulunuyorlardı.
Hicretten kısa bir süre sonra Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Süfyân ile Übey b. Halef. Medineliler'e gönderdikleri mek¬tupta Hz. Muhammed'e yardım etmenin utanılacak bir şey olduğunu, bundan vaz¬geçmedikleri takdirde aralarında savaş çıkabileceğini bildirdi. Bu arada Medine'ye karşı bazı ikti¬sadî tedbirler almaya başladılar. Diğer taraftan hicret haberi Arap yarımada¬sının hemen her yerine ulaşmıştı. Birçok kabile yeni peygamberi takip ediyor, hic¬ret etme imkânı bulamayanlar da geliş¬meleri bekliyordu. Bu arada zulme mâruz kalan müminlerin silâhla mukabelede bu¬lunmasına izin veren âyet nazil olmuştu. Resûl-i Ekrem hicret¬ten yedi ay sonra başlamak üzere bir yıla yaklaşan süre içinde müslümanlann da bir güç olduğunu göstermek amacıyla sekiz kadar askerî harekât gerçekleş¬tirdi. Çoğuna kendisinin kumanda et¬tiği bu müfrezeler Kureyş kervanlarının güzergâhları civarında dolaştıysa da her¬hangi bir baskın düzenlenmedi. Bu hare¬kâtlarla birlikte Medine ile Mekke ara¬sında savaş hükümlerinin yürürlükte ol¬duğu bir dönem başladı ve bu durum Hudeybiye Antlaşması’na kadar devam etti. Hicretten on yedi ay sonra Batn-ı Nahle'ye gönderilen seriyye Yemen'den dönen bir Kureyş kervanına baskın yap¬tı. Bazı rivayetlere göre asıl hedefi istih¬barat olan bu seriyye ile Hz. Peygamber Kureyşli müşriklere gözdağı vermek isti¬yordu.
Kureyşliler, mallarının büyük bir kıs¬mını bırakıp hicret eden müslümanların Mekke'de kalan mallarını da servetle-rine katarak Arap yarımadasının güney ve kuzey istikametlerine doğru ticaret kervanları düzenliyordu. Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyân'ın idaresinde bir ticaret ker¬vanına Suriye'den dönerken Bedir'de bas¬kın düzenlemek için harekete geçti. An¬cak Ebû Süfyân baskın teşebbüsünü öğ¬renince yardım istemek üzere Mekke'ye adam gönderdi, kendisi de Bedir'den uzak kalıp sahil yolunu takip etti. Kureyşliler, kervanın kurtulduğunu öğrenmelerine rağmen Ebû Cehil kumandasında 1000 kişilik bir kuvvetle Bedir'e yürüdüler. Kur'ân-ı Kerîm'de Bedir karşılaşmasının iki tarafın planlarının ötesinde Allah'ın kudret ve iradesiyle gerçekleştiğine işaret edilerek müslüman ordusuyla müşrik ordusunun birbirinden habersiz olduğu, ticaret kervanının ikisinden de uzak bir yerde bulunduğu haber verilir. 2. yılın 17 Ramazanında Cuma sabahı 305 kişilik müslüman kuvvetiyle müşrik ordusu arasında cereyan eden savaşta Ebû Cehil dahil yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi esir alındı, müslümanlar da on dört şehid verdi. Kur'an'da elde edilen zaferin Allah'ın yardımıyla gerçekleştiği ve müslüman ordusunun meleklerle desteklendiği ifade edilmektedir. Bedir Gazvesi, İslâm cemaatine büyük bir itibar kazandırmış ve Resûlullah'a İslâmiyet'i tebliğ için geniş alanlar aç¬mıştır.
Hz. Peygamber. Medine'ye hicret ettiği sırada şehir halkının yarıya yakın nüfusu¬nu yahudiler teşkil ediyordu. Resûlullah yahudilere karşı hoşgörülü davrandı, Me¬dine sakinleriyle yaptığı antlaşmaya on¬ları da dahil etti. Onun bu davranışı bazı yahudiler üzerinde olumlu etki yaptı ve Benî Kaynukâ" kabilesinden Abdullah b. Selâm ailesiyle birlikte müslüman oldu. Ancak Yahudiler, yakın zamanda gelecek bir peygambere tâbi olacaklarını ve düş-manlarına üstünlük sağlayacaklarını söy¬leyerek Evs ve Hazrec mensuplarını teh¬dit ediyordu. Bekledikleri peygamber yahudilerden gelmediği için Resûl-i Ek¬rem'in risâletini benimsemediler. Ayrıca müslümanları dinlerinden döndürmek için çeşitli faaliyetlere girişiyor, Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber'Ie alay ediyor¬lardı. Evs ve Hazrec kabileleri arasına çe¬şitli fitneler sokuyor ve münafıklara cesa¬ret veriyorlardı. Benî Kaynukâ" kabilesinin ileri gelenlerinden bazıları İslâmiyet'e gir¬diklerini söyleyip münafıklar arasına katıl¬dılar. Müslüman¬ların Bedir Gazvesi'nden zaferle çıkması bir gerginliğin meydana gelmesine yol aç¬tı. Benî Kaynukâ' çarşısına giden müslü¬man bir kadının tacize uğraması ve yar¬dım için gelen sahâbînin tacizi yapan yahudiyi öldürmesi, kendisinin de şehid edil¬mesi üzerine antlaşma bozuldu. Resûl-i Ekrem Şevval 2 tarihinde Benî Kaynukâ'ın üzerine yürüdü ve onları İs-lâm'a davet etti. Yahudiler bunu redde¬dip kalelerine çekilince kaleyi kuşatma al¬tına aldı; sonunda yahudiler teslim oldu. Hz. Peygamber kabile mensuplarının üç gün içinde Medine'yi terketmelerini is¬tedi.
Resûl-i Ekrem'in Medine'de karşılaştığı büyük problemlerden biri de nifak hare¬ketiydi. Münafıkların başını çeken Abdul¬lah b. Übey b. Selûl, Hazrecliler'in reisi olup Yesrib'in idaresi kendisine verilmek üzere mutabakata varılmışken Hz. Peygamber'in hicretiyle reisliği gerçekleşme¬miş ve hayatının sonuna kadar ona karşı düşmanlık beslemiştir.
Bedir'de ağır bir yenilgiye uğrayan Kureyşliler reisleri Ebû Süfyân'a savaş hazır¬lıklarına hemen başlaması için baskı yapı¬yordu. İntikam hislerinin yanı sıra müslümanların Suriye- Mısır ticaret yolunu kesmeleri ve kervanlarına baskın düzen¬lemeleri de onları endişeye sevkediyordu. Kureyşliler topladıkları 3000 kişilik bir or¬du ile Bedir Gazvesi'nden bir yıl sonra Me¬dine'ye doğru yürüdüler. Resûl-i Ekrem onlarla Medine dışında savaşmak istemi¬yordu. Fakat ashaptan bazılarının ısrarı üzerine Uhud'a gitmeye karar verdi. Yol¬da Abdullah b. Übey 300 kadar adamıyla geri dönünce 700 sahâbî ile Uhud dağının eteklerine geldiler ve 7 Şevval 3 tarihinde düşmanla karşılaştılar. Müslümanlar başlangıçta Kureyşliler'i çe¬kilmeye mecbur ettiyse de Resûlullah'ın stratejik önem taşıyan bir tepeye yerleş¬tirdiği okçuların talimata uymayarak bu¬rayı terketmeleri üzerine müşrikler arka¬dan saldırıp savaşın seyrini değiştirdiler. Başta Hz. Peygamber'in amcası Hamza olmak üzere yetmiş müslüman şehid ol¬du, Resûlullah'ın kendisi de yaralandı. Re¬sûl-i Ekrem'in öldürüldüğüne dair bir ha¬berin yayılması üzerine çatışmalar yavaş¬ladı. Müslümanlar Uhud dağının etekle¬rine çekilirken müşrikler Ebû Süfyân'ın etrafında toplandılar, böylece iki ordu bir-birinden ayrıldı ve savaş sona erdi. Ardın¬dan Medine'ye dönen Hz. Peygamber, Kureyşliler'in Medine'ye baskın düzenleye¬ceklerine dair bir haber aldı. Kureyş ordu¬sunu takip etmek için Uhud'a katılanlar¬dan 500 kişilik bir kuvvetle Medine'ye 8 mil mesafedeki Hamrâülesed'e kadar git¬ti. Durumu öğrenen Kureyşliler Mekke'ye gittiler. Resûl-i Ekrem burada beş gün kalıp Medine'ye döndü.
Birkaç ay sonra Adal ve Kare kabilele¬rinden bir heyet Medine'ye gelerek Resûlullah'tan kendilerine İslâmiyet'i öğre-tecek sahâbîler göndermesini istedi. Hz. Peygamber'in yolladığı on kişilik heyet yolda Recî' suyu yanında konakladı. Bu sırada Lİhyânoğullarfndan 100 kişilik bir grup müslümanlara baskın düzenledi yedi sahâbî şehid edildi, kalan üç kişiden biri yolda öldürül¬dü, ikisi de köle olarak Kureyş'e satıldı. Mekkeli müşrikler bir müddet sonra bu iki sahâbîyi de şehid ettiler.
Safer 4 tarihinde Âmir b. Sa'saa kabilesinin reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik, Medine'de Hz. Peygamber'den İslâmiyet hakkında bilgi aldı ve kendisi müslüman olmamasına rağmen kabilesi¬ne İslâm'ı anlatacak bazı kimselerin gön-derilmesini istedi. Resûlullah, gönderile¬cek kimselerin can güvenliği konusunda ondan kesin söz aldıktan sonra Kur'an'ı iyi bilen, çoğu ensardan ve ehl-i Suffe'den bir grubu Münzir b. Amr el-Hazrecî baş¬kanlığında yolladı. Heyet, Medine-Mekke yolu üzerinde¬ki Bi'rimaûne'ye gelince Âmir b. Mâlik'in öldüğünü haber aldı ve orada bir süre bekledi. Fakat civardaki kabilelerden olu¬şan bir grup üç kişi hariç bütün heyet mensuplarını öldürdü. Bu hadiseyi vahiy yoluyla öğrenen Resûlullah, hiçbir felâket karşısında duymadığı derecede elem duy¬muş ve bir süre sabah namazında facia¬ya yo! açanlara beddua etmiştir. Hz. Peygamber, Benî Âmir'in cezalandırılması için Şücâ' b. Vehb kumandasında yirmi dört kişilik bir kuvveti Rebîülevvel 8'de onların üzerine gönderdi. Âni bir gece baskınıyla birçok kadınla beraber kabile¬nin hayvanları da ele geçirildi. Ancak ka¬dınlar ve onları istemeye gelen kabile mensupları İslâmiyet'i kabul ettikleri için serbest bırakıldı.
Nadîroğulları. Uhud Gazvesi esnasın¬da müşriklerin karargâhına gidip onları müslümanlara karşı tahrik etmişti. Ayrıca zaman zaman müslümanlarla çatışmak istemiş ve bazı suikast teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Hz. Peygamber antlaş¬maya riayet etmelerini istediyse de olum¬lu bir sonuç alamadı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile beraber onla¬rın yerleşim merkezine gitti. Nadîroğul¬ları kendilerini iyi karşılamakla birlikte oturdukları yerin üstünden taş yuvarla¬mak suretiyle onları öldürmeye teşebbüs ettiler. Durumu farkeden Hz. Peygamber şehre döndü ve onlardan on gün içinde şehri terketmelerini istedi. Nadîroğulları göç hazırlıklarına başlamışken Abdullah b. Übey yardımcı olacağını söyleyerek git¬melerini önledi. Resûlullah da onları mu¬hasara edip antlaşmaya davet etti. Bir süre direnen yahudiler on beş gün devam eden muhasaranın ardından Medine'den ay¬rıldılar.
Müslümanlara karşı düşmanca tavır ta¬kınan ve Kureyş'in yanında yer alan Mustalikoğulları reisi Haris b. Ebû Dırâr, Me¬dine'ye saldırmak amacıyla asker topla¬maya başlamıştı. Bunu öğrenen Resûl-i Ekrem, Şaban-Ramazan 5 tarihinde Benî Mustalik (Müreysî1) Gazvesi'ne karar verdi ve 700 kişiden olu¬şan bir kuvvetle sefere çıktı. Bunun üze¬rine Mustalikoğullarının yanında topla¬nan kabileler dağılmaya başladı. Müreysî" suyunun yanına geldiklerinde kabile men¬suplarını müslüman olmaya davet ettiler. Onların ok atmaya başlaması yüzünden çatışma çıktı ve müslümanların zaferiy¬le sonuçlandı. Birçok esirle birlikte gani¬metler ele geçti. Hz. Peygamber esir ve ganimetleri paylaştırdı. Bu esnada kabi¬le reisinin kızı Cüveyriye müslüman oldu, Resûlullah da kendisini azat edip onunla evlendi. Bunu gören müslümanlar ellerin¬deki esirleri serbest bırakınca Mustalikoğulları İslâmiyet'i benimsedi.
Hz. Peygamber bu sefer İçin Medine'¬den ayrılırken Âİşe'yi de yanına almıştı. Sefer dönüşü konakladıkları bir yerde sa¬baha karşı hareket emri verildiğinde Âişe ihtiyaç için ordugâhtan uzaklaştı, dönüş¬te gerdanlığını düşürdüğünü farkederek aramaya koyuldu ve konak yerine gelince kafilenin hareket ettiğini görüp bekleme¬ye başladı. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal Âişe'yi devesine bindirip kafile¬ye yetiştirdi. Başlangıçta kimsenin dikka¬tini çekmeyen bu olay, Abdullah b. Übey ve adamlarının dedikodusu yüzünden önem¬li bir mesele halini aldı. Aleyhindeki konuş¬maları sonradan öğrenen Âişe ile birlikte ailesi ve Resûl-i Ekrem çok sıkıntılı günler geçirdikten sonra nazil olan âyetler dedi¬koduların çirkin bir iftiradan ibaret oldu¬ğunu haber verdi.
Kureyşliler'in Medine'ye karşı son saldı¬rısı Hendek (Ahzâb) Gazvesi diye anılmış¬tır. Bu sefere, Kureyş'ten başka çeşitli Arap kabileleriyle Medine'den çıkarılan Benî Nadîr ve o sırada Medine'de kalan Benî Kurayza yahudilerinden oluşan ka¬labalık bir grup (ahzâb) katıldı. Hayber'e yerleşen Benî Nadîr yahudilerinin tahri¬kiyle meydana gelen müttefik güçlerin sayısı 10-12.000 civarındaydı ve kuman¬danları da Ebû Süfyân'dı. Resûlullah, Selmân-i Fârisî'nin tavsiyesine uyarak Medi¬ne'nin kuzey kısmında hendeklerin kazıl¬masına karar verdi, bu iş 3000 kişilik İs¬lâm ordusu tarafından kısa süre içinde muhasara esnasında bazı çatışmalar ol¬muşsa da müttefik güçler bir sonuç ala¬madı. Şiddetli bir fırtınanın ardından ku¬şatmayı kaldırıp Mekke'ye döndüler.
Medine'de kalan son yahudi kabilesi Benî Kurayza, antlaşmaya göre şehrin savunmasına katılması gerektiği halde Hendek Gazvesi sırasında bu şartı ihlâl etti. Hendek Gazvesi'nin arkasından Benî Kurayza kendi topraklarına gitti. Resûlullah onları önce Müslümanlığa çağırdı, reddetmeleri üzerine teslim olmalarını istedi. Bu teklif de kabul edilmeyince ku¬şatma başlatıldı. On beş veya yirmi beş gün devam eden kuşatmadan sonra eski müttefikleri Evs kabilesinden Sa'd b. Muâz'm vereceği hükme razı oldular. Sa'd sa¬vaşacak gücü bulunanların öldürülmesi¬ne, kadın ve çocukların esir edilmesine ve mallarının ganimet olarak alınmasına ka¬rar verdi. Resûl-i Ekrem, ihanetin ceza-sının ölüm olduğunu bildiren yahudilerin kutsal kitabı Tevrat'a uygun düşen bu kararı uyguladı.
Hz. Peygamber ve Mekkeli müslümanlar eski vatanlarını özlüyor ve Kabe'yi ziya¬ret etmeyi arzu ediyordu. Resûl-i Ekrem rüyasında Kabe'yi tavaf ettiğini görünce Mekke'ye gidip umre yapmaya karar ver¬di, ashabına da hazırlanmalarını söyledi. 1400-1500 kişiyle birlikte Zilkade 6 tarihinde Medine'den hareket etti ve Mekke'ye 17 km. uzaklıktaki Hudeybiye'de konakladı. Kureyşliler, kendilerine engel olmak için Hâlid b. Velîd kumanda¬sında 200 kişilik bir süvari birliğini bölge¬ye şevketti. Hz. Peygamber de amaçlarını anlatmak üzere Hz. Osman'ı gönderdi. Kureyşliler müslümanların Mekke'ye gir¬mesine izin vermeyeceklerini, ancak Os¬man'ın Kabe'yi tavaf edebileceğini söyle¬diler. Hz. Osman bu teklifi reddedince kendisini hapsettiler. Bu gelişme müslümanlara Osman'ın öldürüldüğü şeklinde ulaştığından Resûl-i Ekrem, müşriklerle savaşmadan oradan ayrılmayacaklarına dair ashabından biat aldı (Bey'atürndvân). Bunu öğrenen Kureyşliler telâşa kapıldı¬lar ve Hz. Osman'ı serbest bıraktılar. Ar¬dından Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyet yolladılar. Yapılan müzakerelerden sonra bir antlaşma imzalandı. Antlaşma¬ya göre müslümanlar o yıl Mekke'ye gir¬meden geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelip şehirde üç gün kalabileceklerdi. Bir Mekkeli Medine'ye kaçarsa iade edi¬lecek, Medine'den biri Mekke'ye kaçarsa iade edilmeyecekti. Barış on yıl sürecek, taraflardan biri bu ittifaka dahil olmayan bir Kabile ile savaşa girerse diğeri karış¬mayacaktı. Diğer Arap kabileleri istedikleriyle ittifak yapabilecek, bu şartlara ta¬rafların dışında kendileriyle müttefik olan kabilelerde uyacaktı. Antlaşma ilk bakışta müslümanların aleyhine gibi gö¬rünse de o güne kadar müslümanlan mu¬hatap saymayan Kureyşliler bununla müs¬lümanlan kendileriyle denk kabul etmiş oldular. Ardından İslâmiyet Arap yarıma¬dasında hızla yayılmaya devam etti; Mek¬ke'nin fethine kadar geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı o güne kadar geçen on sekiz yıl içindeki müslümanların sayısını aştı. Bu münasebetle nazil olan Kur'ân-i Kerîm'in 48. sûresi Feth adını al¬mış ve antlaşma "feth-i mübîn" ve "nasr-ı azîz" olarak nitelendiril¬miştir. Resûl-i Ekrem bir yıl sonra Mek¬ke'ye gidip ashabıyla birlikte umresini ka¬za etti.
Resûl-i Ekrem, Hudeybiye'den döndük¬ten sonra bazı devlet başkanlarına davet mektupları gönderdi "Muhammed Resûlullah" müh¬rünü taşıyan mektuplardan biri Abdullah b. Huzâfe tarafından Sâsânî Hükümdarı Kisrâ II. Hüsrev Pervîz'e götürüldü. Kendi adının Muhammed isminden sonra ya¬zılmış olmasına öfkelenen Kisrâ mektu¬bu yırttı ve San'a'daki valisi Bâzân'dan Hz. Muhammed hakkında kendisine bilgi vermesini istedi. Mektubunun yırtıldığını haber alan Resûlullah bu edep dışı davra¬nışından dolayı kisrânın cezalandırılma¬sını Cenâb-ı Hak'tan niyaz etmiştir. Kısa bir süre sonra Yemen valisi Bâzân İki adamını Medine'ye yolla¬dı. Hz. Peygamber, Hüsrev Pervîz'in ken¬di oğlu tarafından öldürüldüğünü vahiy yoluyla öğrenip elçilere söyledi ve Bâzân'a müslüman olduğu takdirde valilik göre¬vinde bırakılacağını bildirdi. Ardından Bâ¬zân ile birlikte Yemen halkı da İslâmiyet'i kabul etti. Böylece Yemen'in ilk müslü¬man valisi Bâzân ile İslâmiyet bölgede ya¬yılmaya başladı. İkinci mektup Amr b. Ümeyye ile Habeş Necâşîsi Ashame'ye gönderildi. Ashame, İslâ¬miyet'i benimsedikten başka Habeşis¬tan'da kalmış olan son muhacirleri gelen elçiyle beraber Medine'ye yolladı. Üçüncü mektup Hâtıb b. Ebû Beltea tarafından Mısır Meliki Mukavkıs'a götürüldü. Mukavkıs müslüman olmamakla birlikte Hz. Peygamber'e bazı hediyeler yolladı. Dör¬düncü mektup Şücâ b. Vehb İle Gassânî Kralı Haris b. Ebü Şemir'e gönderildi. Ha¬ris, kendisine böyle bir mektubun yollan-masına sinirlenip onu yere attı ve Medi¬ne'ye hücum tehdidinde bulundu. Beşinci mektup Selît b. Amr tarafından Benî Hanîfe kabilesinin reisi Hevze b. Ali'ye götü¬rüldü, hıristiyan olan Hevze müslüman ol¬mayı kabul etmedi. Altıncı mektup Dihye b. Halîfe ile Bizans İmparatoru Herakleios'a gönderildi. İmparator Busrâ valisi aracılığıyla huzuruna çıkan Dihye'ye iyi davranmakla yetindi.
Hz. Peygamber'in davet mektupları Arap yarımadasında yaşayan birçok ka¬bile reisine ve bazı şahıslara da gönderil¬miştir. Mektuplarda kişilere unvanlanyla hitap edilmiş, tehditkâr ifadelere yer ve¬rilmemiş, bir olan Allah'a ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna ina¬nılması istenmiştir. Özellikle kabile reisle¬rine götürülen mektuplarda müslüman olmaları halinde mal ve can güvenlikleri¬nin sağlanacağı, bazı kabilelere toprak ve maden yerlerinin verileceği belirtilmiş¬tir. İslâm'ı kabul edenlerin Allah'a ve re¬sulüne boyun eğmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri gerektiği zikredilmiş¬tir. Hicretin 9 (630) yılında nazil olan cizye âyetinden sonra yazılan mektuplarda ise müslüman olmayı kabul etmeyen yahudi, hıristiyan ve Mecûsîler'den cizye alınacağı bildirilmiştir.
Hayber'e yerleşen Nadîroğulları Hayber'deki yahudilerle birlikte Medine'ye karşı düşmanlık faaliyeti içine girmiş. Mekkeli müşriklerin yanı sıra bazı Arap kabileleriyle de anlaşmışlardı. Nihayet Re¬sûlullah 1500 kişilik bir kuvvetle Hayber üzerine yürümek için Medine'den ayrıldı. Hayber'deki yedi müstahkem kalenin dördü savaşla, üçü barış yoluyla ele geçirildi. Resûl-i Ekrem yahudileri Hayber'den çı¬karmayı düşünüyordu. Ancak onların ken¬di yerlerinde yancı olarak kalmaları yolun¬daki tekliflerini kabul etti. Hayber'den sonra Vâdilkurâ ve Fedek halkıyla da ben¬zer anlaşmalar yapıldı.
Hz. Peygamber, 8. yılın başında (629) Haris b. Umeyr el-Ezdî'yi İslâm'a davet mektubuyla Bizans'a bağlı Busrâ valisine gönderdi. Medine'ye hicretinden itibaren Resûlullah'a düşmanlık gösteren Ebû Âmir er-Râhib'in telkinleri altında bulu¬nan hıristiyan Gassânî Emîri Şürahbîl b. Amr kendi topraklarından geçen elçiyi öl¬dürttü. Haris b. Umeyr. Resûl-i Ekrem'in öldürülen tek elçisidir. Diğer taraftan Hz. Peygamber, aynı yıl içinde on beş kişilik bir heyeti İslâm'a davet amacıyla Zâtülatlah'a yolladı. Ancak heyet üyeleri şehid edildi, içlerinden yalnız Kâ'b b. Umeyr el-Gıfârî yaralı olarak Medine'ye dönebildi. Resûlullah, mukabelede bulunmak üzere Zeyd b. Harise kumandasında 3000 kişi¬lik bir orduyu bölgeye şevketti. İslâm or¬dusu Belkâ'nın köylerinden olan Mûte'de. o sırada bölgede bulunan Bizans ordusu ile hıristiyan Arap kabilelerinin de katıldı¬ğı Şürahbîl b. Amr kumandasındaki bü¬yük bir orduyla 100.000 veya 200.000 kişi karşılaştı. Yapılan savaşta Zeyd b. Harise ile ardın¬dan Hz. Peygamber'in tayin ettiği iki ku¬mandan Ca'fer b. Ebû Tâlib ve Abdullah b. Revâha şehid oldu. Bunun üzerine Hâlid b. Velîd kumandanlığa getirildi ve onun taktikleriyle müslümanlar en az zayiatla geri çekilerek Medine'ye döndü. Medine'¬de Resûlullah kumandanlarının arka ar¬kaya şehid düştüğünü ağlayarak ashabı¬na anlatmış, ardından sancağı Hâlid'in aldığını ve kendisine fethin müyesser ol¬duğunu söylemiştir.
Mekke çevresinde yaşayan Benî Bekir ile Huzâalılar arasında Câhiiiye dönemin¬den beri devam eden kan davası Hudeybiye Antlaşmasfyia ortadan kaldırılmış. Benî Bekir Kureyş ile, Huzâalılar da Hz. Peygamber'le ittifak kurmuşlardı. Ancak Benî Bekir, Kureyşliler'den destek alarak Huzâalılar'a bir gece baskın düzenlemiş ve kabile reisiyle bazı mensuplarını öl¬dürmüştü. Huzâalılar, Medine'ye bir he¬yet gönderip yardım isteyince Resûl-i Ek¬rem. Kureyşliler'e bir mektup yollayarak Benî Bekir ile ittifaktan vazgeçmelerini veya öldürülen Huzâalılar'ın diyetini öde¬melerini istedi. Aksi takdirde antlaşmanın ihlâl edilmesi sebebiyle kendilerine sa¬vaş açabileceğini bildirdi. Kureyşliler bu isteği reddedip Hudeybiye Antlaşması'nı yenilemek üzere Ebû Süfyân'ı Medine'ye gönderdiler. Ebû Süfyân Medine'deki te¬şebbüslerinden olumlu bir sonuç alama¬dan Mekke'ye döndü.
Resûlullah sefer hazırlıklarını tamam¬ladıktan sonra askerî harekâtın hedefini gizli tuttuğundan mîkât yeri Zülhuleyfe'de ihrama girerek yola çıktı ve Mekke yakınındaki Merrüzzahrân'da konakladı. 10.000 kişilik İslâm ordusunun Mekke'ye yaklaştığını öğrenen Kureyşliler. Ebû Süf¬yân başkanlığındaki bir heyeti Hz. Peygamber'e gönderdiler; ancak heyet men¬supları İslâm'ı kabul etmiş olarak Mek¬ke'ye döndüler. Ebû Süfyân. Kureyşliler'e kendisinin müslüman olduğunu ve tes¬lim olmaktan başka çarelerinin kalmadı¬ğını söyledi. Öte yandan Resûl-i Ekrem kumandanlarına mecbur kalmadıkça sa¬vaşmamalarını, kaçanları takip etmeme¬lerini, yaralıları ve esirleri öldürmemeleri¬ni bildirdikten sonra hareket emri verdi. Merkezî birliğin başında bulunan Resû¬lullah, Mekke'nin yukarı kısmından Mescid-i Harâm'a girdi, Hacûn'da konakladı ve diğer birliklerle Safa tepesinde buluş¬tu. Hz. Pey-gamber, toplanan Mekkeliler'e Kabe ka¬pısının önünde yaptığı konuşmada umu¬mi af ilân etti. Askerî harekâtın sonunda sadece direniş gösteren yirmi civarında müşrik öldürülmüş, iki veya üç müslü¬man şehid olmuştu. Kabe'nin içi ve civarı putlardan temizlendikten sonra Bilâl-i Habeşî'nin ezan okumasıyla Kureyşliler, Resûl-i Ekrem'in huzuruna gelerek müs¬lüman oldular ve kendisine biat ettiler. Mekke'nin fethiyle birlikte Kureyş müş¬riklerinin Hz. Peygamber ve müslümanlara karşı olan düşmanlığı sona ermiş, ya¬rımadanın Hicaz bölgesinde İslâm'ın ya¬yılışı önündeki engeller kalkmıştı.
Hz. Peygamber, Mekke çevresindeki ka¬bilelere ait bazı putların ortadan kaldırıl¬masını sağladı. Ardından şehre yakın ka¬bileleri İslâmiyet'e davet etmek için serîyyeler düzenlemeye başladı. Şevval 8 tarihinde Hâlid b. Velîd'i 350 ki¬şilik birlikle Cezîme b. Âmir kabilesine gönderdi. Hâlid onların silâhlarını bırakıp müslüman olmalarını istedi. Tartışmalar¬dan sonra silâhlarını bırakmaya rıza gös¬terdiler ve müslüman olduklarını ifade etmek üzere "dinîmizi değiştirdik" (sa-be'na) dediler. Ancak Hâlid. bu sözleriyle açık bir tavır ortaya koymadıklarını düşü¬nerek kendilerini esir alıp askerleri arasında taksim etti, ertesi sabah da öldürül¬melerini emretti. Sonuçta otuz kadar esir öldürüldü. Resûlullah durumdan haber¬dar olunca çok üzüldü. Hz. Ali'yi Cezîme kabilesine gönderip öldürülenlerin diyet¬lerini ödetti ve uğradıkları maddî zararı tazmin ettirdi.
Resûl-i Ekrem, Hudeybiye Antlaşması'nın yol emniyetiyle ilgili hükümlerini ihlal eden Hevâzin kabilesinin çeşitli kollan Üzerine 6 (627-28). 7 (628-29) ve 8 (629) yıllarında seriyyeler gönderdi. Hevâzin kabilesiyle Ku¬reyş arasında Câhiiiye döneminden beri süregelen düşmanlık Resûlullah'a ve İs¬lâmiyet'e de yönelmişti. Hevâzinliler, Hz. Peygamber'in büyük bir orduyla yola çık¬tığını öğrenince bu hareketin kendilerine karşı olabileceğini düşünerek savaş hazır¬lıklarına başladılar. Resûl-i Ekrem, ele ge¬çirilen bir casustan Hevâzinliler'in topyekün bir savaşa girişmek üzere olduklarını öğrendi. Diğer taraftan kabilenin önemli bir kolunu oluşturan Sakifliler de Uzzâ pu¬tunun yıktırılması üzerine kendi putları Lâfın da tahrip edileceğinden korkup Evtâs'ta toplanan Hevâzinliler'e katıldılar. Hz. Peygamber, 6 Şevval 8 tarihinde 12.000 kişilik bir orduyla yola çıktı.11 Şevval8 Perşembe günü Evtâs'a yönelen müslümanların Hâ¬lid b. Velîd kumandasındaki öncü birliğini Huneyn vadisinde pusu kuran Hevâzinliler'in oka tutmasıyla savaş başladı. Düş¬manın yerini tesbit etmenin imkânsızlığının yanı sıra ürken hayvanların yol açtığı karışıklık ve panik öncü birliğin dağılma¬sına, merkezdeki birliklerin de düzensiz bir şekilde geri çekilmesine sebep oldu. Resûl-i Ekrem'in etrafında çok az sayıda asker kaldı. Kur'ân-ı Kerîm'de bozgunun sebebi, müslümanların sayı bakımından kendilerini üstün görmesine, dolayısıyla Allah'a tevekkülün tam gerçekleşmeme¬sine bağlanmış, fakat acı tecrübeden son¬ra Allah'ın mânevi desteğiyle zaferin ka¬zanıldığı ifade edilmiştir. Dağılan ordu Resûlullah'ın uyarısı ile kısa zamanda toparlandı ve şiddetli bir sa¬vaşın ardından müslümanlar galip geldi.
Huneyn Gazvesi'nden sonra kaçanlar İslâm karşıtı kabilelerle birleşerek yeni bir tehlike oluşturmuştu. Bunların başında Tâifliler geliyordu. Tâif halkı, nübüvvetin 10. yılından itibaren İslâm'a karşı olan tavrını ortaya koymuştu. Hz. Peygamber'i ve müslümanları hicveden şairler, İslâm aleyhine tertip kurmaya çalışanlar Taife kaçıp sığınıyordu. Resûlullah. Huneyn Gazvesi'nin ardından Tâif üzerine yürümeye karar verdi. Bu arada kaçan düş¬man kuvvetlerinin takibi için Evtâs'a gön¬derilen birlik Hevâzinliler'le yaptığı savaşı kazandı, burada ele geçirilen ganimetler ve esirler Ci'râne'ye götürüldü. Resûl-i Ekrem, Tâif kalelerine sığınan Sakîfliler'i ve Hevâzinliler'i bir ay kadar muhasara etti. Haram ayların yaklaşmasıyla muha¬sarayı kaldırarak Ci'râne'ye döndü ve ga¬nimetleri paylaştırdı. Bu sırada Hevâzinliler'den gelen bir heyet müslüman olduk¬larını söyleyip esirlerin ve mallarının iade edilmesini istedi. Hz. Peygamber esirleriyle malları arasında tercih yapmalarını söyleyince esirlerini geri aldılar. Resûlullah Cİ'râne'de ihrama girip Mekke'ye gitti ve umreden sonra Medine'ye döndü.
Hicretin 9. yılı Receb ayında Bizans İmparatoru Herakleios'un müslümanlara karşı savaş hazırlığına başladığına dair haberler gelince Hz. Peygamber 30.000 kişilik bir ordu hazırladı ve Medi¬ne'ye 700 km. uzaklıktaki Tebük'e kadar ilerleyip orada karargâh kurdu. On beş-yirmi gün kalındığı halde Bizans ordusu¬na rastlanmadı. Bu sırada Resûl-i Ekrem İslâmiyet'e davet amacıyla Cerbâ, Eyle Limanı, Ezruh, Maknâ ve Maan'a birlikler gönderdi. Onların temsilcileri gelip İslâ¬miyet'i kabul etmeyeceklerini, ancak ciz¬ye ödeyeceklerini bildirdiler ve İslâm dev¬letinin tebaası olmayı kabul ettiler. Bu arada Hâlid b. Velîd kumandasındaki as¬kerî birlik Irak yolu üzerinde önemli bir merkez olan Dûmetülcendel halkının da cizye ödemek suretiyle İslâm devletinin hâkimiyetini kabul etmesini sağladı.
Hicretin 9. (630-31) yılı "elçiler yılı" (se-netü'l-vüfûd) diye meşhur olmuştur. Mek¬ke'nin fethedilmesi, ardından Hevâzinliler'in İslâmiyet'i benimsemesi, bir yıl son¬ra Sakifliler'in Medine'ye gelerek biat et¬mesi ve Kuzey Arabistan'ın Tebük Seferi ile İslâm hâkimiyetinin altına girmesi üze¬rine Arap kabileleri Medine'ye heyetler yollayıp müslüman olduklarını bildiriyor, dini bizzat tebliğcisinden öğrenmek isti¬yor, bazan da kabile mensuplarına öğret¬men gönderilmesini talep ediyordu. He¬yetler arasında Sakif ve Hanîfe kabilele¬rinin temsilcileri gibi kabul edilmeyecek şartlar ileri sürenler de bulunuyordu. Bu arada Necranlı bazı kabilelerle Tağlib'e bağlı hıristiyanlarda görüldüğü gibi cizye vermek suretiyle İslâm hâkimiyeti altına girenler de vardı. Resûlullah heyet üyele¬rine İyi davranıyor, kendilerine Kur'an öğ¬retiyor, dinin esaslarını ve ahlâk kuralla¬rını anlatıyordu. Medine'den ayrılırken on¬lara hediyeler ve dikkat etmeleri gereken hususlara dair bilgiler veriliyordu. Elçi-heyetlerin gelişi, Arabistan'ın çeşitli yer-lerinde yaşayan kabilelerin müslüman ol¬duğunu ve Medine'nin yarımadanın baş¬şehri haline geldiğini göstermektedir. İbn Sa'd, 9 (630) ve 10. (631) yıllarda Arabis¬tan'dan gelen yetmiş bir heyeti zikret¬miş, bunlar hakkında ayrıntılı bilgi ver¬miştir.
Çok sayıda Arap kabilesinin müslüman olmasına rağmen başta Gatafân ile Ha¬nîfe ve Esed olmak üzere bazı bedevi ka¬bileleri arasında İslâmiyet'in yerleşmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber'e ve müslümanlara düşman olan bedeviler eleştirilmiş, onların takındığı olumsuz ta¬vırlara daha çok "a'râb" kelimesi etrafında temas edilmiştir. Be¬deviler Hendek Gazvesi'nden itibaren İs¬lâmiyet'e karşı tavır almaya başlamıştı. Resûlullah umreye gi¬derken Medine çevresindeki bedevilere haber göndererek kendisine katılmalarını istemiş, fakat onlar iştirak etmemekle birlikte umreden sonra özür dilemişlerdi. Benzer bir durum Tebük Gazvesi sırasında da olmuştur.
Öte yandan Benî Esed, Uhud Gazvesi'n¬den sonra müslümanlann güç kaybetti¬ğini düşünerek Medine'ye âni bir saldın yapmayı tasarladığı gibi Hendek Gazvesi esnasında düşman grupların ittifakı için¬de yer aldı. Kabile mensupları 9 (630) yı¬lında Medine'ye gelerek müslüman gö¬rünmek zorunda kaldılar ve malî yardım talebinde bulundular. Onların bu görüş¬meler sırasında ortaya koydukları kaba tutum ve davranışları, iman etmedikleri halde öyle görünüp Resûl-i Ekrem'i min¬net altında bırakmak istemeleri üzerine Hucurât süresindeki âyetler nazil oldu (49/14-18).
Mekke fethedildikten sonra şehrin ve Kabe'nin idaresi müslümanların eline geçmekle birlikte putperest inançlarını devam ettirenler vardı. Bunların bir kıs¬mı müslümanların müttefikiydi. Resûlul¬lah hicretin 1. yılından itibaren iyi müna¬sebetler kurduğu Damre, Gıfâr, Cüheyne ve Eşca'dan başka Huzâa ve Müdlic gibi müşrik kabilelerle Kabe'yi ziyarete gelen¬lere engel olunmayacağına ve haram aylarda kimseye dokunulmayacağına dair antlaşmalar yapmıştı. Tebük Seferi'nden döndükten sonra Mekke'de hâlâ müşrik¬ler yaşadığından bu yıl içinde farz olan hacca bizzat gitmeyip Hz. Ebû Bekir'i emîr-i hac tayin ederek 300 kadar sahâbî İle Mekke'ye gönderdi. Ardından müş-riklerin konumu ve onlarla yapılan antlaş¬malar hakkında Tevbe sûresinin ilk yirmi sekiz âyeti nazil oldu. Resûl-i Ekrem bu âyetlerin hükümlerini tebliğ için Hz. Ali'¬yi görevlendirdi. Hz. Ali, bayramın birinci günü Mina'da toplanan insanlara Tevbe sûresinin ilk âyetlerini okudu, ardından şu hususları açıkladı: "Kâfirler ebedî kur¬tuluşa eremeyecek ve cennete giremeye¬cektir. Bu yıldan sonra müşrikler hacce-demeyecek ve Mescid-i Harâm'a yakla¬şamayacaktır; kimse Kabe'yi çıplak tavaf edemeyecektir. Hz. Peygamber'le antlaş¬maları bulunanlar antlaşmanın süresi ni¬hayete erinceye kadar haklarını kullanabi¬lecekler, daha sonra müslüman olmadık¬ları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır". Bu tebligat etkisini göstermiş, orada bu¬lunan müşriklerin bir kısmı itiraz etmiş¬se de ardından hemen hepsi müslüman olmuştur. Aynı sûrenin 29. âyetiyle başta Ehl-i kitap olmak üzere diğer din men¬suplarına cizye ödemeleri şartıyla can ve mal güvenliği sağlanmıştır.
Resûl-i Ekrem'in ramazan aylarında her gece Cebrail ile buluştuğu ve o zamana kadar nazil olan âyetleri okuduğu bilin¬mektedir. Hicretin 10. yılı Ramazan ayın¬da ise [1]Cebrail'in kendisine Kur'ân-ı Kerîm'i iki defa tilâvet ettirdiği ve Resûlullah'ın bunu ecelinin yaklaştığı¬na işaret olarak gördüğü nakledilmiştir. Diğer taraftan her yıl ramazan ayın¬da on gün itikâfa girerken 10. yılın Rama¬zan ayında yirmi gün itikafta kalmıştır.
Bu yıl içinde Resûlullah hacca gitmek için hazırlığa başladı ve bütün müslü¬manların katılmasını istedi. 26 Zilkade 10 tarihinde yanında ha¬nımları ve kızı Fâtima olduğu halde müslümanlarla beraber Medine'den hareket etti, Zülhuleyfe'de ihrama girdi. Yolda kendisine katılanlarla birlikte 4 Zilhicce'de Mekke'ye ulaştı, umre yaptıktan sonra Ebtah mevkiinde kendisi için kurulan ça¬dırda kaldı. 8 Zilhicce günü Mekke'den ayrılıp Mina'ya gitti. Ertesi gün güneş doğduktan sonra Müzdelife yoluyla Ara¬fat'a yöneldi. Öğle üzeri Arafat vadisinde sayıları 120.000'i aşan ashabına Veda hut¬besi diye anılan konuşmasını yaptı. Hz. Peygamber, aynı anne ve babadan türe¬yen bütün insanların eşit olduğunu söyle¬yerek başladığı hutbesinde genellikle in¬san hakları üzerinde durdu. Veda hutbe¬sinin ardından dinin kemale erip tamam¬landığını ve Hakk'ın rızâsına uygun düşen dinin İslâm olduğunu bildiren' âyet nazil oldu. Resûlullah haccını ta¬mamlayıp Medine'ye döndü.
Veda haccından sonra Resûl-i Ekrem'in sağlığı bozuldu. Aynı günlerde Yemen'de Esved el-Ansî peygamberlik iddiasıyla or¬taya çıktı. Kabilesinden topladığı 600 ka¬dar süvari kuvvetiyle San'a üzerine yürü¬yen Esved, kendisine karşı çıkan buranın ilk müslüman valisinin oğlu Şehr b. Bâzân'ı öldürdü ve karısı Âzâd'la zorla evle¬nip bölgeye hâkim oldu. Hz. Peygamber, bölgenin valileriyle ileri gelenlerine onun ortadan kaldırılması için mektup gönder¬di. Sonunda Esved, Âzâd'ın yardımıyla öl¬dürüldü. Öte yandan Medine'ye bir heyet yollayan Müseylimetülkezzâb heyetin Yemâme'ye dönüşünde irtidad ederek peygamberlik iddiasında bulundu. Resûlullah bir mek¬tupla onu yeniden İslâm'a davet ettiyse de Müseylime kendisine ortaklık teklif et¬ti. Resûl-i Ekrem tarafından verilen ce¬vapta yeryüzünün Allah'a ait olduğu ve kullarından dilediğini ona vâris kılacağı bildirildi. Gelişmeler bu safhada iken Hz. Peygamber'in vefatıyla Müseylime Hz. Ebû Bekir döneminde ortadan kaldırıldı. Hz. Peygamber, hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında Bizans'a karşı Üsâme b. Zeyd kumandasında bir ordu göndermeye karar verdi. Hazırlanan ordu Medine'nin dışında Cüruf mevkiinde ka¬rargâh kurdu. Bu sırada Resûlullah'ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme beklemeyi tercih etti. Resûl-i Ekrem hastalığı sıra¬sında Ebû Bekir'in namaz kıldırmasını emretti ve son günlerini Âişe'nin yanın¬da geçirdi. Kendisini iyi hissettiği bir gün mescide gitti; halka namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir geri çekilip mihrabı kendişine bırakmak istediyse de devam et¬mesi için işarette bulundu ve yanında na¬maz kıldı. Vefat ettiği günün sabah na¬mazından sonra Ebû Bekir kendisini ziya¬ret etti ve hastalığının hafiflediğini gö¬rünce izin isteyip evine döndü. Ancak Hz. Peygamber'in hastalığı ağırlaştı. Kaynak¬ların belirttiğine göre Resûl-i Ekrem'in son nefeslerinde vurguladığı bazı husus¬lar şöyledir: "Peygamberlerinin kabirlerini secde yeri edinen kişileri Allah kahretsin! "Allah hakkında hüsnüzan sahibi olun. Hiçbiriniz Cenâb-ı Hakk'a hüsnüzan bes¬lemeden ölmemelidir. Resûlullah vefat etmeden önce, "Lâ ilahe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!" dedi ve Hz. Âişe'nin kolları arasında "maa'r-refîkf 1-a'lâ" en yüce dosta sözüyle ruhu¬nu teslim etti.
Hz. Peygamber'in vefatı bütün müslümanlan derinden üzdü; hatta münafık¬ların sevindiğini hisseden Hz. Ömer gibi bazı sahâbîler şaşkınlık içinde onun öl¬mediğini söylüyordu. Durumdan haber¬dar olan Ebû Bekir evinden gelip cenaze¬nin yanına girdi, ardından mescide gide¬rek şunları söyledi: "Ey insanlar! Muhammed'e tapan varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür, Allah'a tapanlar ise O'nun ölüm¬süz olduğunu unutmasınlar. Nitekim Al¬lah şöyle buyurmuştur: Muhammed sa¬dece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksi¬niz? Şunu bilin ki geriye dönecek kimse Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olma¬yacaktır. Allah, takdirine rıza gösterenle¬rin mükâfatını verir. Resûlullah'ın cenazesi Abbas'ın oğulları Fazl ile Kuşem ve Üsâme b. Zeyd"in yardımıyla Hz. Ali ta¬rafından salı günü yıkandı ve bulunduğu odada muhafaza edildi. Önce erkekler, ardından kadınlar, daha sonra çocuklar gruplar halinde içeri girip münferiden ce¬naze namazını kıldılar. Naaşı, Ebû Bekir'in Resûlullah'tan naklettiği bir hadise daya¬nılarak vefat ettiği yerde kazılan mezara Hz. Ali. Fazl, Kuşem ve Üsâme tarafından indirildi. Son peygamberin nesli kızı Fâtıma ile damadı Ali'den olan torunları Ha¬san ve Hüseyin'le devam etmiştir.
Sade bir hayat yaşayan, elde ettiği maddî imkânları Allah yolunda harcayan Resûl-i Ekrem'den geriye son derece mü¬tevazı bir miras kalmıştır. Zira kendisi, "Biz peygamberler zümresi miras bırak¬mayız; bizim geride bıraktığımız her tür¬lü servet sadakadır” demiştir. Vefatında mül¬kiyetinde sadece beyaz bir katır, silâhları ve bir miktar arazisi vardı. Arazilerin ge¬lirinin ailesi için harcanmasını ve kalanı¬nın devlet hazinesine devredilmesini em¬retmişti. Ölümünden kısa bir süre önce elinde kalan 7 dirhemin, bununla Allah'ın huzuruna çıkmaktan haya edeceğini söy-leyerek fakirlere dağıtılmasını istedi. Ken¬disine ait bir zırhı da borcu karşılığında bir yahudinin elinde rehin olarak bulunu¬yordu.
Hz. Peygamber'in manevî mirası gerek ümmeti gerekse bütün insanlık için son derece büyük ve değerliydi. O, Veda Hut¬besi’nde de belirttiği gibi Kur'an ve Sünnet'i en değerli miras olarak bırakmış, bu iki temel kaynak etrafında şekillenen İs¬lâm dini ve medeniyeti asırlar boyunca geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini almıştır.
________________________________________