Kimse anlatamıyor bari ben anlatayım
Ahmet HAKAN 01 Ocak 1970
Merak buyurma “usta”, rahat ol. Böyle muhalefet partileri olduğu müddetçe sittin sene de geçse, sandıkta yine sen çıkarsın.
Sorun yok:
İhaleleri yine sen vereceksin. Köprüleri yine sen yapacaksın. Meydanları yine sen tanzim edeceksin. Yasaları yine sen çıkaracaksın. Eşsiz mimari bilginle anıtları yine sen dikeceksin. Milletvekillerini yine sen seçeceksin. Medyayı yine sen yönlendireceksin. İşadamlarını arayıp yine sen hesap soracaksın. Kararları yine sen vereceksin.
Önce bir rahat ol ve derin bir nefes al.
*
Bu “mesele”, öylesi bir “mesele” değil “usta”.
“Koltuk kapmaca” oynanmıyor burada...
Sen bakma sana “yandaş” yazılan yazarların yazıp çizdiklerine...
Sen bakma cesaret edip sana gerçekleri söyleyemeyen danışmanlarına...
Sen bakma sana hep “En iyisini siz bilirsiniz efendimiz” demekten başka bir şey demeyen dostlarına...
Onlar gerçeği söylemiyorlar ya da söyleyemiyorlar.
“Gezi Parkı” hareketi...
Seni sandıkta deviremeyeceğini anlayanların sokakta devirme hareketi değil.
Seni hazmedemeyenlerin hazımsızlık gösterme hareketi değil.
Karanlık şahsiyetlerin askeri tahrik edip elinden iktidarı almaya çalışma hareketi değil.
Senin yaşam tarzına karşı başlatılan bir hareket değil.
Senin inancına karşı yürütülen bir hareket değil.
*
Bu hareket...
Öyle zannedildiği gibi acayip karmaşık, çözülmesi çok zor, karanlık odaklı, hileli, desiseli, kökü dışarıda, CHP’li, İP’li, empati yoksunu bir hareket de değil.
Çok basit bir hareket bu...
Çok yalın, çok anlaşılır, çok net, çok şeffaf, çok çocuksu, çok naif, çok hesapsız, çok gelişigüzel bir hareket.
*
“Usta”... Sokaklara çıkan o çocuklar var ya o çocuklar... Sana şunları söylüyorlar:
Beni rahat bırak.
Parkta nasıl oturacağımla, metroda nasıl davranacağımla, nasıl yaşayacağımla, nasıl konuşacağımla, nasıl giyineceğimle, nasıl düşüneceğimle, nasıl yiyip içeceğimle ilgili saygılı ya da saygısız fikir beyan etme.
Beni azarlama... Üst perdeden konuşma...
Sen bizim babamız değilsin... Bize babalık raconu kesme.
Tut ki babamızsın... İki çocuğuna bile sözünü geçiremeyen aile babaları ortadayken, sen 75 milyon çocuğa nasıl söz geçireceksin?
Biz nasıl senin yaşam tarzına saygı gösteriyorsak, sen de bizim yaşam tarzımıza saygı göster.
İlk dönemler belirli sınırlar içinde kabul edilen, hatta bazen hoş karşılanan “Kasımpaşalı/delikanlı” üslubun, artık “Kasımpaşalı/delikanlı” üslubu olmaktan çıktı... Çünkü bu üslubu artık kendi haklı davanı savunmak için değil, hak arayanları rencide etmek için kullanıyorsun.
Bin türlü anlayışı, bin türlü inanışı, bin türlü kıyafet tarzını, bin türlü eğlence biçimini, bin türlü ahlak telakkisini, bin türlü tarih algısını, bin türlü rengi, bin türlü çiçeği tek bir potada eritemezsin. Bunu herkes istese bile yapamazsın... Teknik olarak yapamazsın... Vazgeç.
Sevdiklerime saygı göster.
“Ayyaş” deme, “alkolik” deme, “çapulcu” deme, “Bunlar ideolojik” deme.
Bir kişi, tek bir kişi hem mimari dehası, hem ahlak filozofu, hem meydan düzenlemecisi, hem Ortadoğu fatihi, hem gündem değiştirme şampiyonu, hem tıp doktoru, hem sosyal mühendislik gurusu, hem din âlimi, hem tarih bilgini, hem bağımlılık uzmanı, hem 75 milyonun yaşam koçu, hem de televizyon eleştirmeni olamaz... Olmaya kalkarsa bir yerde arıza çıkar. Vazgeç bu sevdadan.
Sana artık ancak Reuters muhabiri seni kızdırabilecek soruyu sorabiliyor... Medyayı baskı altına almaya çalışma... Bırak medya özgürce görevini yapsın.
“Ben karar verdim, olacak” deme... Sandıkta aldığın tüm oyları, sana beş yıl boyunca aklına eseni yapman için verilmiş genel bir vize olarak değerlendirme...
İnat etme, müzakere et... Nefret ettirme, sevdir... Cepheleştirme, kaynaştır... Dediğim dedik deme, esnemesini bil... Sadece sana oy verenlerin başbakanı olma, oy vermeyenlerin de başbakanı ol...
Bize gaz sıkma... Bize gaz sıktırma...
Tertemiz bir öykü
GELİN hatırlayalım:
BİRİNCİ GÜN: Öyle yalnızdılar, öyle azdılar, öyle desteksizdiler, öyle umutsuzluk içindeydiler ki Gezi Parkı’nda... Dozerlere karşı hiçbir şey yapamayacak gibi duruyorlardı. Sırrı Süreyya’nın dokunulmazlığı da olmasa dozerler ezip geçeceklerdi.
İKİNCİ GÜN: Gece boyu orada kaldılar... Sabaha karşı en savunmasız oldukları anda hilal hareketiyle daldı polis Gezi Parkı’na... Gazlar, çadır yakmalar, hoyratça uzaklaştırma çabaları falan...
ÜÇÜNCÜ GÜN: Yine şafak baskını... 1 Mayıs’ı halletmiş, Emek’te ödün vermemiş bir anlayış Gezi Parkı’nda mı yenilecekti? Var gücüyle geldi üstlerine polis... Gaza boğdu ortalığı... Kuşlar bile kaçtı... Çevreledi parkı polis... Zafer onlarındı.
DÖRDÜNCÜ GÜN: Üçüncü gün bu zalimlik, orada olmayanların vicdanlarını öyle bir rahatsız etti ki biber gazı korkusu, polis korkusu falan bir tarafa bırakıldı... Korku duvarı aşıldı... Herkes Gezi’ye koştu... Kimseyi tutmak mümkün olmadı...
BEŞİNCİ GÜN: Gezi Parkı’na girmeyi bile yasaklayanlar, bırakın Gezi Parkı’nı, “dokunulmaz” kıldıkları Taksim’i bile açmak zorunda kaldılar...
Sonrasını biliyorsunuz zaten...
Polis çekilince şenlik başladı.
*
Tertemiz bir öyküdür bu...
Öyle temizdir ki...
Vandalların, lümpenlerin, saldırganların, yakıp yıkanların, kaostan yararlanıp provokasyon çıkarmak isteyenlerin, “Keşke birkaç kişi ölse” diyen sapıkların, olayları saptırmaya çalışanların, durumdan yararlanıp öyküyü kendinin kılmak isteyenlerin kirletemeyecekleri kadar temizdir.
Zor tutulan yüzde 50’ye dair
EVDE zor tutulan yüzde 50 ile sokağa çıkan yüzde 50 arasında hiçbir irtibat kalmadı mı?
Evde zor tutulan yüzde 50 ile sokağa çıkan yüzde 50 arasında kız alıp vermeler, akrabalıklar, komşuluklar falan da mı yok?
Bir kardeşten biri sokağa çıkan yüzde 50’den, öbür kardeş evde zor oturan yüzde 50’den değil mi? Yok mu böyle bir şey? Kürt sorununu “Kardeş kavgasına son veriyoruz” diyerek kararlılıkla çözmeye çalışan irade, yeni kardeş kavgası tehdidiyle mi iş görecek?
Evde zor tutulan yüzde 50, azıcık serbest bırakılıp sokaklara çıkınca ne diyecek? “Daha fazla gaz sıktır başbakanım, daha fazla faz sıktır” mı diyecek? Evde zor tutulan yüzde 50’nin bu denli vicdansızlaştığı mı varsayılıyor?
Başbakan evde zor tutulan yüzde 50’nin başbakanı da, sokağa çıkan yüzde 50’nin başbakanı değil mi?
Evde oturan yüzde 50 niye zor tutuluyormuş? Sokağa çıkan yüzde elli, evde oturan yüzde 50’nin yaşam tarzına, inancına, giyimine falan mı itiraz ediyor?
Yüzde 50’ler hep çantada keklik olarak mı görülüyor? Sen ne yaparsan yap yüzde 50 hep itiraz edecek, sen ne yaparsan yap yüzde 50 hep arkanda duracak... Bu mudur yani? Hiç mi geçişkenlik yok? O yüzde 50’den bu yüzde 50’ye, bu yüzde 50’den o yüzde 50’ye kayılamıyor mu?
Sokağa talepler için çıkılmaz mı? Yüzde 50 talepler için sokağa çıkıyor... Peki evde oturan yüzde 50 hangi taleplerle çıkacak sokağa? Ne yani? “Öbür yüzde 50 talepleri için sokağa çıkmasın” diye mi sokağa çıkacak?
Evde oturan yüzde 50 de sokağa çıkan yüzde 50 de feraset sahibidir, arıza çıkarmaz, birbirleriyle çatışmaz ama yüzde 50’si adına konuşan maalesef aynı ferasette değil.
Bir toplumsal hareket karşısında sosyolojiyi devreye sokmak yerine yüzdelik hesapları devreye sokmak da neyin nesi?
Ne iş?
EĞER izi tozu kalmamış tarihi yapıların yeniden ihyası gerekiyorsa başta Vatan Caddesi’ni genişletmek amacıyla Menderes’in yıktırdığı sayısız tarihi cami olmak üzere yıkılan bütün tarihi camilerin ihyası gerekmiyor mu? Kışlayı ihya etmeye çalışanlar, neden tarihi camileri ihya etmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar? İlle de işin ucunda rezidans, otel ya da AVM mi olmalı?
Ne iş?
Her şeyi anlatan bir şey
ÇOK ama çok önemli bir detay...
Başbakan Erdoğan şöyle dedi:
“CHP’liler Kadıköy’de miting yapacaklardı, sonradan vazgeçip Beşiktaş’ta toplanmaya karar verdiler. Dedim, bırakın bakalım yürüsünler, kontrol altında götürün yürüsünler, ne diyecekler bir görelim”.
*
Soruyorum:
Eğer Kadıköy’deki mitingi bırakıp Beşiktaş’ta toplanmak yasal ve hukuka uygun bir haksa, yetkililer bu hakkı verip vermemeyi Başbakan’a neden soruyorlar?
Eğer Kadıköy’deki mitingi bırakıp Beşiktaş’ta toplanmak yasal ve hukuka uygun bir hak değilse Başbakan bu gayrimeşru harekete neye dayanarak izin veriyor?