« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

29 May

2007

İstanbul'un Fethi

01 Ocak 1970

İSTANBUL’UN FETHİNE DOĞRU İstanbul, Schlumberger'in ifadesine göre, babası Sultan Murad’ın vasiyetiyle kendisine tavsiye edilmiş ve ecdadı olan bütün sultanların zihinlerini işgal etmiş olduğu bu muazzam teşebbüsü gerçekleştirmek isteyen Sultan Mehmed, devamlı olarak bu fethi nasıl başarabileceğini düşünüyordu. Zira bu şehrin fethi, Osmanlı Türklerine sadece yeni bir başkent kazandırmayacak, ayni zamanda kurdukları devletin, Avrupa kıtasındaki topraklarının garantisi olacaktı. Egemenlikleri altındaki ülkelerin merkezinde ve Avrupa-Asya geçidi üzerinde bulunan bu yeni başkent ellerinde olmadan Türklerin kendilerini güvenlik içinde hissetmeleri imkânsızdı. Kendilerini tedirgin eden Rumlar değil, Hıristiyanların birleşerek Konstantinopolis gibi bir üsten harekete geçmeleri ihtimaliydi. Sultan Mehmed, Konstantin iye’yi ele geçirmek suretiyle "müjdeli emir" olmak ve Osmanlı Asya’sı ile Avrupa’sını birbirine bağlayıp devletin tabiî sınırlarını, coğrafî ve siyasî birliğini sağlamak istiyordu. Hammer, hükümdara bu düşünceyi gerçekleştirme imkânını veren olayları su ifadelerle dile getirir:

"Bizans İmparatoru Kostantin, mevsimsiz olarak ve maharetsizce bir hareketle, padişahın fetih arzusunu hemen uygulamasını tacil (süratlendirecek) edecek davranışlarda bulundu. Sultan İkinci Mehmed, Anadolu'da, İbrahim Bey tarafından saçılmış olan nifak tohumlarını gidermeye çalıştığı sırada, Bizans elçileri ordugâha gelerek Orhan'a tahsis edilmiş olan akçanın hemen ödenmesini istemişler ve belirtilen paranın iki misli olarak verilmeyecek olması halinde, şehzadenin serbest bırakılacağını tehdide edici bir dille beyan etmişlerdi." Bu neviden bir hareket, bir bakıma Fatih’i tehdide ediyordu. Öyle anlaşılıyor ki, bu tehdidin sonu da gelmeyecekti. Zira isi şantaja kadar götürmek demek olan bu istek, Osmanlıları devamlı surette rahatsız edecekti. Gerçekten, Karaman seferi esnasında İmparator Konstantin ve senato, bu seferi fırsat bilerek gönderdiği elçilerle Şehzade Orhan'a verilen tahsisatın arttırılmasını ve şayet bu yapılmazsa Şehzadeyi Rumeli'ye salıvereceğini de tehdide olarak bildirmekte idi. Gelen elçilerin önce vezir-i azami görerek arzularını bildirmeleri, protokol gereği olduğundan elçiler, İmparatorun tekliflerini Halil Paşa’ya bildirdiler.

Bu tekliflere göre İmparator, İstanbul'da bulunan Şehzade Orhan’ın her sene verilmekte olan tahsisatının, masraflarını karşılayamamasından dolayı artırılmasını istemekte, şayet bu teklifi kabul edilmeyecek olursa adi geçen şehzadeyi Rumeli'ye salıvereceğini tehdidkarâne bir şekilde bildirmekte idi. Bunu öğrenen Halil Pasa, henüz imzası kurumayan ahde muhalif hareketlerinden dolayı ağır sözler söyleyerek elçileri tehdide ettikten sonra:

"Simdi Anadolu'ya sefer ettiğimizi ve Frikya'da bulunduğumuzu gördüğünüzden istifade ederek, âdetiniz olduğu üzere uydurduğunuz sözlerle bizi korkutmak istiyorsunuz. Biz çocuk değiliz, elinizden ne gelirse yapınız. Orhan’ı Trakya'ya padişah yapmak istiyorsanız hiç durmayın. Macarları da getirmek istiyorsanız davet ediniz. Yalnız sunu biliniz ki hiç bir şeye muvaffak olamayacaksınız. Aksine ellerinizdekini de kayb edeceksiniz. Mamafih söylediklerinizi padişahıma arzedecegim. O, ne der ve nasıl arzu ederse o olacaktır". diyerek durumu Sultan Mehmed'e bildirir. Hükümdar, İmparator ve senatonun bu istekleri karsisinda hiddetlenecektir. Fakat uygun zamani bekledigi için elçileri güler yüzle karsilar. Onlara, yakin zamanda Edirne'ye dönecegini ve orada görüserek arzularini yerine getirecegini söyledikten sonra onlari tatli dil ve ümitli bir sekilde geri gönderdi.

İmparatorun, Sultan Mehmed'i tahrik eden bu istekleri ve elçilerin söyledikleri, Bizans tarihçisi Dukas tarafindan tafsilatli bir sekilde su ifadelerle nakledilir:

"Budala Bizanslilar, iyi düsünmeden, bos bir fikir ortaya atarak Mehmed'e elçiler gönderdiler. Âdet oldugu üzre elçiler, söyleyeceklerini önce vezire söylerlerdi. Bu elçiler vezire dediler ki: "İmparator Konstantinos her sene kendisine verilmekte olan 300 bin akçayı almaya razı olmuyor. Sizin padişahınız gibi, Osmanoğulları’ndan olan Şehzade Orhan, kemal çağına ermiş bir gençtir. Her gün birçok kimse kendisine gelerek, ona "emir" diye hitab ediyor ve kendisini padişah ilan etmek istiyorlar. Orhan ise bunlara ihsanlarda bulunmak ve kendilerine hediyeler vermek istiyor ise de, parası olmadığından ve para istemek için müracaat edecek başka bir yeri bulunmadığından İmparatora başvuruyor. Ya tahsisatı iki misline iblağ ediniz veya Orhan’ı serbest bırakacağız. Osmanoğulları’nı beslemeye mecbur değiliz. Bunların, beytülmalden infak olunmaları gerekir. Orhan’ın, tarafımızdan vaki olan tevkifi ve şehirden dışarı çıkmaması için aldığımız tedbirler yeterlidir."

Halil Pasa, bunları ve daha başka sözleri dinledikten ve Padişah Mehmed'e söylemek üzere İmparator ve senatonun bu tekliflerini duyduktan sonra, elçilere şunları söyledi: Ey akilsiz ve şaşkın Bizanslilar! Tasavvurlarınızdaki şeytanlıkları çoktan bilirdim. Bu bildiklerinizi unutun... Daha dün denecek derecede yakin bir zamanda sizinle yeminle teyit olunmuş ahitnameyi yaptık ve diyebiliriz ki, mürekkebi henüz kurumamıştır. Simdi ise Anadolu'ya sefer yaptığımızı ve Frikya'da bulunduğumuzu gördüğünüzden faydalanarak, âdetiniz oldugu üzre uydurduğunuz korkulukları bize göstermek suretiyle bizi ürkütmek istiyorsunuz. Biz, fikir ve kudretten mahrum çocuk değiliz. Elinizden ne gelirse yapınız. Orhan’ı Trakya padişahî yapmak isterseniz hiç durmayın. Macarları Tuna'dan bu tarafa geçirtmeyi düşünüyorsanız onlar da gelsinler. Siz de daha önce kayb ettiğiniz yerleri geri almak için taarruza geçmek isterseniz bunu da yapınız. Yalnız sunu biliniz ki, bunlardan hiç birine muvaffak olamayacaksınız. Aksine ellerinizde bulunanı da kayb edersiniz. Mamafih, söylediklerinizi padişahıma arzedecegim, o ne arzu ederse o olacak."

Mehmed, bas vezir ile elçiler arasında konuşulan yukarıdaki hususları duyunca çok hiddetlendi. Ancak bunu belli etmedi. Bizans elçilerini kabul ederek, bunlara dedi ki: "Az zamanda Edirne'ye dönmek niyetindeyim. Oraya geliniz, İmparatoru ve şehre ait bütün hususları orada bana söyleyiniz. İstenilen her şeyi vermeye hazırım." Mehmed bu sözleri ve daha buna benzer tatli sözler söyleyerek bunlara yol verdi. Birkaç gün sonra Boğazı geçip Edirne'ye gelen Mehmed, Karasu civarında bulunan köylere, sadik kölelerinden birini göndererek İmparatoriçen tahsis olunan iradin (gelirin) verilmesini yasakladı. Bu gelirin tahsiline memur olanları ve buna nezaret edenleri oradan kovdu. Bu suretle sadece bir sene bu gelir âlinmiş oldu."

BOĞAZKESEN (RUMELİ) HİSARI’NIN YAPILMASI

İkinci Mehmed, germek dedelerinin ve gerekse babasının girişmiş oldukları büyük ve cüretli teşebbüsü gerçekleştirmek istiyordu. Tabiat ve coğrafya, İstanbul'u, doğu ve batıdaki Osmanlı ülkelerine merkez yapmıştı. Kostantiniyye, başka bir devletin elinde kaldıkça Osmanlı ülkesi, Hıristiyan istilasına açık bulunacağı gibi, Avrupa ile Asya arasındaki bağ ve alaka da emniyete alınamazdı. Böylece devlet, tam ve sağlam bir vücuda olacak yerde, gövdesi ortasından ikiye bölünmüş olarak parçalanmak tehlikesine maruz kalırdı.

Gerçekten su ana kadar, Osmanlılar tarafindan İstanbul'un fethi için yapılan teşebbüslerin her birinde bir engel çıkarak veya çıkarılarak muvaffakiyet önlenmişti. Fakat burası, İmparatorun elinde bulundukça Osmanlıların Rumeli'ye tamamen hâkim olmaları mümkün değildi. Nitekim, Varna muharebesine gidilirken, Çanakkale'nin ve hatta Sarayburnu ile Boğaza doğru olan yerlerin düşman tarafindan tutulmuş olması, bu arada İstanbul'un da, düşmanı teşvik eden İmparatorun elinde bulunması yüzünden büyük tehlikeler altında Ceneviz gemilerine 40 bin duka altın verilerek Rumeli sahiline geçilebilmişti. Su halde, iki kıtadaki Osmanlı hâkimiyetinin, devamlı olarak sinsi bir siyasetle, Osmanlılar aleyhinde çalışan Bizanslilar yüzünden, ne kadar korkunç tehlikeler arz ettiğini hadiseler göstermektedir.

İkinci Mehmed, Karaman seferinden dönerken Çanakkale Boğazı’nın Frenk gemilerince tutulduğu haberini alınca, İstanbul Boğazı’na gelip babasının geçtiği yerden Rumeli sahiline geçer. Bu geçiş esnasında, Anadolu Hisarı’nın karsısına bir kale yapılmasını emreder. İstanbul'un fethinden başka bir şey düşünmeyen Sultan Mehmed, bütün planlarını onun üzerine koruyordu. Bunun için atılan ilk adim, Boğazkesen Hisarı’nın inşası oldu. Askerî ehemmiyeti kadar abidevî değeri de yüksek olan bu muazzam kalenin inşası, Türk tarihinin varmış oldugu seviyeyi göstermesi bakımından önemlidir. Dört buçuk ay gibi akil almaz derecede kısa bir zamana sığdırılan bu inşaat, gerek tuttuğunu koparan bir teşebbüs, teşkilât, idare ve ikmal dehası olarak hükümdarın; gerek yardımcı ve tatbikatçı olarak fikri, madde planında gerçekleştiren kütlenin yüksek bir teknik seviyesine şehâdet etmektedir.

Osmanlıların, iki kıta arasındaki gidip gelmeleri esnasında, tehlikelerle karsı karsıya gelmelerinin kazandığı tecrübeleri, henüz kuvvetli bir donanmaya sahip olamayan bu devlet için, İstanbul'a sahip olmaktan başka çare olmadığını ortaya koymuştu. Zira tehlikeli durumlar, ancak bu sayede atlatılabilirdi. Böylece, padişahın emri üzerine, Karadeniz'den gelecek her türlü yardıma mani olmak ve iki sahil arasında karsıdan karsıya geçmeyi sağlayabilmek için, Boğazkesen Hisarı denilen Rumeli Hisarı’nın yapılmasıyla ise başlandı. Sultan Mehmed, Karaman seferinden Edirne'ye döner dönmez, Anadolu ve Rumeli'ye fermanlar göndererek bin kişilik bir inşaat ustası kadrosu ile o miktarda amele ve kireççi istediği gibi inşaata ait malzemenin ilkbahara kadar hazırlanmasını emir ile boğazda bir hisar yaptırılacağını bildirir. Bizans tarihçisi Dukas, bu haber üzerine gerek İstanbul, gerekse diğer yerlerdeki Hıristiyanların nasıl büyük bir telaşa kapıldıklarını su cümlelerle belirtir:

"İstanbul'da, bütün Asya ve Trakya ile adalarda bulunan Hıristiyanlar, bu haberi duyunca çok üzüldüler. Aralarındaki konuşmalarda bundan başka bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ancak "artik İstanbul'un son günü geldi, milletimizin yok olma çanları çalmaya başladı. Deccal’ın günleri geldi, ne olacağız? Veya ne yapalım? Ey Allah’ımız! Canimizi al ki, bu kulların, şehrin yok olusunu kendi gözleri ile görmesinler. Senin düşmanların, bu şehri muhafaza eden azizler nerededirler demesinler." Bu münacatı yalnız İstanbul halkı değil, Anadolu'da dağınık surette ikamet eden, adalarda ve garp vilayetlerinde bulunan Hıristiyanlar ağlayarak bağırıyorlardı."

"Külle-i cedide" diye de isimlendirilen günümüzdeki Rumeli Hisarı’nda, Fatih’in vakfiyesinden anlaşıldığına göre bir de cami vardı. Bu camide vazife gören imam (hitabet vazifesi dâhil), bu hizmete karşılık her gün 6 akça, müezzin (temizlik isleri dâhil) 4 akça ücret alıyordu. Adi geçen hisarın yeri tespite çalışılırken boğazın en dar yerindeki (660 m.) bu noktanın seçimi, askerî sevk ve idare bakımından önemli idi. Bu yeni hisarın, karsısındaki hisar ile birlikte boğaz geçişini kapatabilmesi tasarlanmıştı. Geçişi, makaslama ateş ile önlemek ve akıntılar yüzünden gemilerin burada, yani hisarın bulunduğu kıyıya yaklaşmak zorunda kalacaklarından istifade ediliyordu. Hisar, yaklaşan hedefleri toplarının en uzak mesafesinden karşılayarak, güneyde en uzun mesafeye kadar takip edebiliyordu.

Sultan Mehmed'in kale yaptırmak istediği mevki, Bizanslıların Hermaneum Promontarium dedikleri, boğazın en dar yeri olup, milattan beş asır önce Iran Sahi Dârâ, muazzam ordusu ile buradan Avrupa kıtasına geçmişti.

Hisarın yapılması ile ilgili hazırlıklar üzerine telaşa düsen İmparator, Edirne'ye elçiler gönderdi. Bunlar, aldıkları talimat gereği, Şehzade Orhan’ın tahsisatından bahsetmeyeceklerdi. Pâdişahla anlaşabilmek için her fedakârlığa katlanacaklardı. İmparator, elçiler vâsıtasıyla I. Murad’san itibaren gelip geçmiş bütün pâdişahların, İstanbul'un hariminde bir kale yapmak ve hatta bir kulübe bile yapmak istemediklerini, Yıldırım Bayezid’ın, Manuel'in muvafakati üzere Türklerle meskun olan Anadolu sahilindeki kaleyi (Anadolu Hisarı) yaptırdığını bildirdikten sonra, kale yaptırmak suretiyle Frenklerin gidip gelmelerine mani olmak ve gümrük resimlerini (vergi) hiçe indirip İstanbul'u aç bırakmak istediğini beyanla bunu yapmaması için ne istiyorsa onu vereceklerini bildirmişti.

Sultan Mehmed, İmparatorun gönderdiği elçiler vâsıtasıyla söylenilen şeyleri dinledikten sonra:

"Ben, şehirden bir şey almıyorum. İmparator, şehrin hendeğinden dışarı hiç bir şeye malik değildir. Şayet Mukaddes Ağız’da (Boğaz'da) bir kale inşa etmek istersem, beni men etmeye hakkiniz yoktur. Her yer benim mülküm altında bulunuyor. Anadolu yakasında bulunan kaleler benimdir ve bunların içinde oturanlar da Türk’türler. Garpta meskûn olmayan yerler de benimdir. Bizans’ın orada oturmaya hakları yoktur. Macar Kralı üzerimize yürüdüğü zaman o karadan gelirken, Frenklerin kadırgaları Ege Denizi Boğazına gelerek Gelibolu Boğazını kapatarak, babamın Trakya'ya geçmesine mani oldular. O zaman babam, Mukaddes Ağız’ın yukarısına çıkarak babasının* inşa eylediği kaleye yakin bir yerden Allah’ın inayeti sayesinde kayıklar ile boğazı geçti. Binaenaleyh, babamın boğazı geçmek için ne zorluklara katlandığını ve ne sıkıntılara girdiğini pekala bilirsiniz. Babamın, İstanbul Boğazı’nı geçmemesi için İmparatorun kadırgaları kesiflerde bulunuyorlardı. Ben, daha çocuktum. Edirne'de oturuyor, Macarların gelmelerini bekliyordum. Macarlar, Varna civarındaki yerleri yağma ediyorlardı. Bunları gören İmparatorunuz seviniyordu. Müslümanlar ise izdi rap çekiyorlardı. Kâfirler de sevinç ve meserret içinde idiler. Çok büyük tehlikeler ile boğazı geçen babam, karsı tarafa geçer geçmez, Anadolu kıyısında bulunan kalenin karsısına, garp tarafında diğer bir kale yaptıracağına yemin etti. O, bu yemini yerine getirmeye muvaffak olamadı. Allah’ın inayeti ile bunu ben yapmak istiyorum. Neden buna mani olmak istiyorsunuz? Memleketimde istediğimi yapmaya gücüm yetmeyecek mi? Gidiniz ve İmparatora deyiniz ki, şimdiki pâdişah eski pâdişahlara benzemiyor. Onlarin yapamadıkları şeyleri bu kolayca yapabilecektir. Onlarin istemedikleri şeyleri, bu isteyecek ve yapacaktır. Şimdiden sonra bu husus için gelenlerin derisi yüzülecektir."

Dukas’ın, bu ifadelerinden anlaşıldığına göre Sultan Mehmed, Rumeli Hisarı’nın inşasına mani olmak isteyen Bizans İmparatoru'na, tarihî hadiseleri hatırlatmak suretiyle bu teşebbüsündeki hakliliğini isnat etmeye çalışır. Onun için bu isten vaz geçmesinin mümkün olamayacağını tehdide yollu bir tarzda ona bildirir.

Rumeli Hisarı’nın yapılması hazırlıklarına 1451-52 kışında başlanmıştır. İlkbaharın başlangıcında Mart ayinin sonlarına doğru, Rumeli tarafına Anadolu Hisarı’nın karsısına bol miktarda inşaat malzemesi, usta, amele ve kireççi gelmişti. Kereste İzmit ile Karadeniz Ereğlisi’nden, taslar ise Anadolu tarafindan getirilmişti. Çalışmak üzere külliyetli miktarda insan gelmişti. Sultan Mehmed, bu sırada kara yolu ile boğaza gelerek bilirkişilerle (teknik eleman, mühendis) o havaliyi gezdi. Denizin akıntısı hakkında malumat aldı. İki sahil arasındaki mesafeyi ölçtürdü. Kalenin yapılacağı sahayı kendisi tayin ile hududunu tespit ettirdi. Bundan sonra bir rivayete öre önce kıyıda, hisarın güney-doğu kösesindeki kule inşa edilerek malzeme ve çalışmaların selameti emniyete alınmıştır.

Fâtih Sultan Mehmed, hisarın duvarlarının Arapça "Muhammed" kelimesi seklinde olmasını istediğinden planını da ona göre tasarlamıştı. Buna göre her "Mim" (M) harfinin yerinde bir kule bulunmasını arzuluyordu. Kulelerden ikisi, birbirinin yanında ve burunun eteğinde idi. Üçüncüsü denize daha yakindi. "H" ve "D" harflerinin bulundukları yerlerde istihkamlar yapıldı. Pâdişah, bunların yapılmasına özen gösteriyor ve bizzat nezâret ediyordu. Gerçekten üç köseli olarak düşünülen hisarın projesi, bizzat Sultan Mehmed tarafindan tasarlanmıştı. Eski ananeye uyularak, hisarın yapılmasında devletin ileri gelenlerinden de faydalanıldığı ve bunların, masraflara katıldıkları görülür. Bu insanların, kule ve surların bir kısminin yapılmasına nezâret ettikleri anlaşılmaktadır. Nitekim hükümdar, kale inşasını üç vezir arasında taksim eder. Üç kösenin doğuda, yani deniz sahilinde olan bir kösesine akropol olarak gayet metin bir burç yaptırma vazifesini Halil Paşa’ya verdi. Yamaçta, yani güneyde bulunan diğer köseye büyük bir burç yapılmasını Zağanos Paşa’ya ve üçüncü köseye, yani kuzeye düsen tarafa yapılacak burcu da Saruca Paşa’ya verdi. Vezir Şehabeddin Pasa da bütün inşaata nezâret etti.

Kaynaklar, Rumeli Hisarı’nın, bizzat Sultan Mehmed'in idaresinde 1000 kadar usta ve onun iki misli isçi çalıştırılarak dört ay gibi çok kısa bir zamanda (Hammer'e göre üç aydan daha az) tamamlandığını belirtmektedirler. Bununla birlikte inşaatın bütün mekan ve safhalarında çalışanların şayisinin, yukarıda verilenden daha fazla olduguna işaret edilmektedir. Zira Dukas, "inşaatı Arsin üzerine ustalara taksim etti. Ustalar bin kişi kadardı. Her ustanın yanına iki yardımcı koydu. Kale duvarının iç ve diş taraflarında da miktarı kâfi ustalar ve yardımcı ustalar çalıştırdı." demektedir. Buna göre 21 Mart 1452'de inşaatına başlanan Boğazkesen (Rumeli) Hisarı, beş-altı bin kişinin çalışması sonucunda Temmuz ayinin sonlarında tamamlandı.

Rumeli Hisarı’nın askerî önemi üzerinde duran ve bu konuda epey bilgi veren Hüseyin Dağtekin, adi geçen hisarın, inşa edildiği yerin aslında inşaata müsait olmadığını, buna rağmen Osmanlı hükümdarının, günümüz askerî tekniklerine uygun bir şekilde onu nasıl mükemmel bir şekilde inşa ettirdiğini söyle anlatır:

"Gerçekten, Rumeli Hisarı tahkimatının, en gayr-i müsait arazi şartlarına rağmen, kıymetinden hiç bir şey kaybetmeden, bir benzerine güç tesadüf edebilecek kadar büyük bir maharet gösterilerek, inşa edildiği yere ve çevreye intibak ettirilmek suretiyle vücuda getirilmiş tipik bir tahkimat örneği teşkil ettiği görülür. Bundan başka, yeni hisarın en mühim bahsi olan bu konuyu islerken kalenin, görülen arazi üzerine yerleştirilmesinde hakim olan askerî görüsün, günümüzün tabiye esasları hakkındaki görüşleri kadar ileri olduğunu müşahede ettiğimizden, beş üz yıl önce inşa edilmiş olduğu halde, modern bilgilerin verdiği görüşlerle tetkik etmekte herhangi bir tehlike olmadığını sözlerimize ilave edebiliriz."

İlk dönem, Osmanlı askerî mimarisinin güzel bir örneği olan bu hisara yerleştirilen silah ve diğer mühimmattan bahsetmeden, sadece bu dönemdeki askerî mimarînin ne denli sağlam olduğuna bir iki örnekle işaret etmek isteriz. Bilindiği gibi, İstanbul’un fethinden önce Yıldırım Bayezid tarafından, Boğaziçi’nde yaptırılan Anadolu Hisarı ile Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Rumeli Hisarı surları ve İstanbul’un alınmasından sonra Theodosius surlarının stratejik bir noktasında yapılan Yedikule, Osmanlıların ilk müstahkem mevkileri hakkında bize bir fikir vermektedir.

Hisarın inşaatı esnasında, deniz tarafından gelebilecek bir saldırıya uğramamak için, Gelibolu tersanesindeki donanmadan otuz kadar harp ve bir hayli nakliye gemisi boğaza getirilmişti. Bu yeni kaleye top ve topçular kondu. Böylece karsi karsıya bulunan iki hisar sayesinde, boğaz geçişleri kontrol altına alinmiş oldu. Hisarın komutanlığına Firez Ağa’yı tayin eden hükümdar, onun maiyetine dört yüz yeniçeri askeri ile silah ve cephane verdi. Bundan sonra, Edirne'ye gitmek üzere olan hükümdar, iki gün İstanbul surlarını ve hendeklerini tetkik ettikten sonra buradan ayrılıp, Eylül ayinin ilk günü Edirne'ye döner.

İSTANBUL FETHİNİN HAZIRLIKLARI

Fâtih Sultan Mehmed, Rumeli Hisarı (Boğazkesen)'nın tamamlanmasından sonra ordusu ile birlikte İstanbul surlarına iyice yaklaşarak şehri yakından görebilmişti. O, hem arazi hem de surlarla ilgili tetkikler yaptıktan sonra 1 Eylül günü Edirne'ye dönmüştü. Onun buradaki en önemli düşüncesi İstanbul’u almaktı. Nitekim Dukas, genç hükümdarın İstanbul’u almak için ne denli kararlı olduğunu verdiği su bilgi ile ortaya koymaktadır:

"Harman vakti geçti, sonbahar başlamak üzere idi. Sultan Mehmed, Edirne'deki sarayında vakit geçiriyor, fakat gözüne uyku girmiyordu. Gece gündüz İstanbul’u nasıl alabileceğini ve nasıl bu şehrin sahibi olabileceğini düşünüyordu."

İç dünyasında, Kostantiniyye'nin fethi mevzuunda kendisini, uzun asırların gönlünden ve dilinden yuvarlana gelen bir manevî müjdenin son ve gerçek temsilcisi olarak gören hükümdar, zihnî ve ruhî imkanlarını bütün hızı ve bereketiyle hep bu nokta üzerinde toplamıştı. Bununla beraber çevresini teşkil eden devlet adamlarının mühim bir kısmi, hakli veya haksiz endişelerle onu böyle bir maceraya atılmakta desteklemiyorlardı. Hatta daha da ileri giderek, tecrübelerinden, bilgilerinden, hamiyetlerinden ve korkularından söz açarak önüne yığınlarca engeller çıkarıyorlardı. Böylece, onun kararını tasvibe etmediklerini ortaya koyuyorlardı. O devri yasamış bir tarihçi olarak Tursun Bey, bu mücadeleleri özetle söyle anlatır: "Her çend erkân-i devlet ve mülâziman-i hazret, tasrih ü kinaye birle, ânun metânet ü menâatini ve mülûk-i mâzinin fethü kasdinda hazayn (hazineler) harc idüp, cem'-i asakir eyleyüb çare bulmadıkların sem'-i şerifine ilka ederler idi. Ve âna taarruzdan ziyade fitneye sebep olmak tevehhümatin ve ihtimalatin söylerler idi." Fakat pâdisah bunlara asla iltifat etmezdi." Öyle anlaşılıyor ki Pâdisah, zaman, Vezir-i azam Halil Paşa’nın, Rumları himaye etmekte olduğunu duyuyordu. Buna inanmasa bile paşanın bazı şüpheli hareketlerini kendisi de görmüştü. Bu sebeple, devlet erkânı ile ulema ve komutanların fikirlerini öğrenmek üzere onları bir toplantıya çağırdı. Herhalde bu toplantının mahiyetini kimse bilmiyordu. Zira toplantıya gelenler ağırlanmış, yedirilip içirildikten sonra dualar edilmiş ve bundan sonra da vezirler tarafından devlet isleri ile ilgili olarak hükümdara bilgi verilmişti. İste bundan sonradır ki Fâtih Sultan Mehmed, meclistekilere "müddet-i medid ve ahd-i baiddir ki, âyine-i zamir-i münirimde bir suret mürtesem olmuştur. Âni sizinle müşavere muraddır" diyerek söze baslar. "İnsanlar, fikir, anlayış ve zeka bakımından ne kadar ileride olurlarsa olsunlar, bu meziyetler, kendilerini başkaları ile müşavere etmekten alıkoymamalı." düşüncesine sahip olan hükümdar, Hz. Peygamberin dahi bundan müstağni kalmadığını ve böyle yapılmasını tavsiye ettiğini*, bu tavsiyesinde de onun, Kur'an-i Kerim'in âyetini** göz önünde bulundurduğunu söyleyerek, ortaya atacağı konu üzerinde herkesin fikrini açıkça belirtmesini istemişti. Meclistekiler, padişahın düşüncesi yanında kendilerininkinin bir şey ifade etmeyeceğini, fakat padişahın emirlerini yerine getirmiş olmak için düşünebildiklerini arz edeceklerini söyleyince pâdisah tekrar söze başlayarak: "... Dünya devleti müebbede olmaz ve cihan-i fânide kimesne baki ve muhaller kalmaz" der. Bundan sonra yaratılıştaki gayenin, Allah Teâlâ'yi bilip onun birliğini kabul etmek ve yaşandığı müddetçe onun "dergâhına takarrub" etmeye gayret etmek olduğunu, bu vesile ile en iyi ve faziletli insanin, küfür ve dalalet içinde bulunanlara karsi cani ve mali ile cihad eden insan olduğunu hadislerle belirtir. Bundan sonra Sultan Mehmed, "Belde-i Tayyibe-i Kostantiniyye ki bağ-i İrem andan bir kûşe ve Süreyya nâk bostanından bir kemterin kûşe, ismi ve resmi ile illerde meşhur ve dillerde mezkûr ve kütüb-i tevârihte mesturdur. Ne veçhi vardır ki, ânun gibi menzil-i şerif ve makam-i latif benim vast-i memleketimde ve arsa-i vilayetimde olup dahi eyyam-i devletimde küfr ocağı ve bahiler yatağı ve tagiler durağı ola. Elhasil niyetim ve himmetim ânun üzerine mukarrer ve müsemmam olmuştur." der. Günümüzün Türkçesiyle söylemek gerekirse o söyle diyordu: İrem bağının kendinden bir köse olduğu Kostantiniyye, adi ve sanı ile dillerde söylenmiş, illerde ünü taninmiş ve tarih kitaplarında yazılmıştır. Niçin böyle güzel ve değerli bir yer ülkemin ortasında ve idarem arasında olup ta saltanatım günlerinde küfür ocağı, taşkınlar yatağı ve âsiler durağı olsun. Kısacası Bizans’ın üzerine gitmeye niyetliyim. Umarım ki, tedbirimiz Allah’ın takdirine uygun düşer. Bu arada devletin kurulusundan, Rumeliye geçişten, İstanbul’un, ülkesinin ortasında bir küfür beldesi olarak kalışından, Bizans’ın tezvirat ve çevirdiği entrikalardan bahseden pâdisah, sözlerine söyle devam eder: "Kendimizi ecdadımıza layık olmayan halefler olarak göstermeyelim, aksine, onların en has nesli olduğumuzu, onların kahramanlık ve meziyetlerinin benzerini gösterebileceğimizi ortaya koyalım. Zira onlar, nice tehlike ve sıkıntılarla kısa bir zaman içinde Asya ve Avrupa'daki bütün bu yerleri ele geçirip oraların hakimi oldular. Nice büyük şehir ve kaleleri fethe kadir oldular. Dedikten sonra Bizans isini halletmeden hiç bir mühim teşebbüse girişmeyeceğini, bundan dolayı devlet erkânının bu husustaki fikirlerini öğrenmek istediğini belirtir. Bunun üzerine meclis, isi müzakereye baslar. Bir kişim devlet erkânı, padişahın fikrine uyar, bir kısmi da muhalif kalır. Muhaliflere göre İstanbul, alınması güç bir şehirdi. Çünkü içinde bol nüfusu ve etrafında çok kuvvetli bir suru vardı. Şehrin, şiddetle müdafaa edileceğine göre, alınamama ihtimali de vardı. Böyle bir durumda, devletin prestiji azalacaktı. Onun için böyle bir teşebbüse girişmemek icaba ederdi. Gerçi hükümdar, Bizans’ın bol malzemeye ve külliyetli miktarda silaha sahip olduğunu biliyordu. Fakat meseleyi isten anlayan kimselerle müşavere etmiş ve buranın "akl ü tedbir"le alınabileceği sonucuna varmıştı. Nisancı Mehmed Pasa, gerek şehrin zaptının zorluğu, gerekse Fâtih'in kararlığı hakkında su bilgiyi verir: "Bu şehri, Rum, Şam ve Trabzon denizlerinin kucakladığı iki kıta sarmıştı. Kâfirlerden büyük bir kalabalık bu şehri gece, gündüz koruyordu. Doğru ve sağlam düşünce sahibi olanlar, buranın fethine imkân bulunmadığına, kâfirlerin elinden alınmasının muhal (imkânsız) olduğuna, buraya mâlik olmaya çalışmanın soğuk demiri dövmeye, burayı elde etmek istemenin şeytandan hayır ummaya benzediğine hükmediyorlardı. Lakin yüce hazrete yüksek himmet, kutlu kuvvet, sağlam ve kötülüklerden arinmiş nefes verildiği için, unsurlar kendisine pek açık surette boyun eğiyordu. Bu şehrin, savaşçı kâfirlerin eli altında kalmasını iyi görmüyordu.*

Tacizâde Cafer Çelebi de (s. 8) Meclisteki bu farklı iki görüsü söyle nakleder: "Vezirlerden değişik görüşler geldi. İsabetli görüşleri olan zeki, akilli, cesur ve celâdet sahibi olanlar, padişahın bu düşüncesini yerinde bulup gerekenin yapılması için hazırlıklara başlanmasını istiyorlardı. Bir kısmi ise surların sağlamlığı, giriş ve çıkış noktalarının zorluğunu ileri sürerek İstanbul fethini, Anka kuşunu avlamaya benzettiler. Keza onlar, buranın zaptını, gök kubbenin fethine denk sayılacağından, bundan vazgeçilmesinin daha uygun olacağını söylediler. Bu fikirler karsısında genç sultan:

"Allah’ın takdiri olunca, alışılagelmiş nice imkânsızlıklar, kolaylaşır. Bütün kâinat onun aksine çalışsa da fayda vermez. Bunun aksine basit ve elde edilmesi kolay bir isi de, şayet Allah dilemez ise, cümle âlem onu yapmaya yönelse, yine de başaramaz. Bu konudaki ümidim ne mal ve mülk bolluğuna, ne ordu ve kahramanların çokluğuna, ne de savaş âlet ve vasıtalarının fazlalığınadır. Aksine, sadece Hakk’ın lütuf ve yardımınadır. Esas gayem de, İslâm’ın yüce prensiplerini ortaya koymaktır. Eğer o kalenin benim tarafımdan fethi takdir buyrulmuş ise, kale burçları tas ve topraktan değil, saf demirden de olsa öfke ve kahr ateşi ile onu eritip mum gibi yumuşatırım" der.

Muhalif grup, Çandarli Halil Pasa etrafında toplanıyordu. Padişahın, bu muhalefetten fena halde cani sıkılmış olmalıdır ki "eğer o kal'anin benim elimde feth olması mukadder olmuş ola, burç ve barulari tas ve topraktan değil de demirden olmuş olsa ateş-i hism ve kahrla mum gibi eritip yumuşak eylerim." diyecektir. Hükümdarın yakınlarından bir zümre ise, bu fikrinde kendisini destekliyor, hamleci kararlarına, emekleri, hevesleri ve heyecanları ile yardim ediyorlardı. Meclis dışında, bu ikinci grubun fikrine katılanların basında Aksemseddin geliyordu. O, bir taraftan genç hükümdarın ruh yapısında bir cihad açarak onu kendi kendisinin emîri kılıp kütle emrine koştuktan sonra, bu orta malini "fi-sebilillah" cihada teşvik etmesi pek tabii idi.

Meclisten, İstanbul’un feth edilmesine dair karar çıktıktan sonra, Beylerbeyilerine, sancakbeyleri ile subaşılarına ve askerlikle ilgili olanların tamamına "ahkâm-i şerife" yazılarak bahara kadar hazırlanmaları ve savaşa katılmak üzere toplanmaları emr olundu. Bu sebeple, Rumeli ile Anadolu'daki Osmanlı şehir ve kasabalarında geceli gündüzlü çalışmalara başlandı. Fakat Gelibolu ile Edirne'deki faaliyet hepsinden daha fazla idi. Gelibolu'da tezgahlara yeni gemiler konuyordu. Bu arada bakir kaplı (zırhlı) gemilerin de yapılmasına itina gösteriliyordu. Kritovulos, genç hükümdarın bu neviden faaliyetlerinden bahsederken şunları söylüyor: "Bir taraftan yeni gemilerin inşası, öbür taraftan da, zaman asimi yüzünden tamire muhtaç olanları da tamir ettiriyordu. Bu gemilerin bir kısmi zırhlı olarak yapılmıştı. Otuz ve elli çift kürekle sür'atli bir şekilde hareket eden hafif gemiler de yaptırdı. O, gerek yeni gemi inşaatı, gerekse tamir konusunda hiç bir masraftan kaçınmamıştı. Bundan başka o, ülkesinin kıyılarında bulunan gemileri toplayıp onlara komutan, dümenci ve diğer görevlileri yerleştirdi. Gerek savaş, gerekse kuşatma için kara ordusundan çok, deniz kuvvetlerine önem verdiğinden bu ordunun daha iyi ve itinalı seçilmesine gayret etti. Komutası Gelibolu valisi olan Baltaoğlu Süleyman Bey'e verilmiş olan bu donanma, 1453 baharında Gelibolu'dan İstanbul’a doğru hareket etti."

Donanmadaki bu gemilerin sayısında farklı rakamlar verilmekle birlikte genellikle su rakamlar üzerinde durulmaktadır: Donanma, Gelibolu'dan hareket ettiği aman 147 harp gemisinden mürekkepti. Bunların 12'si çektirme, 80 tanesi çifte güverteli kürekli, 55 tanesi de küçük çaptaki gemilerdi. Bu gemilerin içinde kürekçilerden başka yirmi bin kadar Azeb askeri bulunuyordu.

Edirne'ye gelince: Buradaki hazırlıklarla bizzat padişahın kendisi meşgul oluyor, geceli gündüzlü durmadan çalışıyordu. Uyku zamanlarında bile fethi düşünen padisah, çok defa yatağının içinde rahatsız bir gece geçiriyordu. Dukas, onun bu andaki halet-i ruh iyesini su sözlerle bize nakleder:

"Mehmed, gece gündüz, gerek yatarken, gerek uyanık bulunduğu zamanlarda, ister sarayında bulunsun, ister sarayın haricinde olsun, ne şekilde harb ederse ve ne gibi vasıtaları kullanırsa İstanbul’u zapta muvaffak olacağını düşünüp zihnini yoruyordu. Çok defalar aksam olunca, ata binerek yalnız basına, bazen yanına iki kişi alarak, bazen yaya yürüyerek, asker kıyafetinde bütün Edirne'yi dolaşıyor ve hakkında söylenen sözleri bizzat dinliyordu."

İste yine böyle uykusuz geçirdiği gecelerin birinde Çandarli'yi huzuruna getirterek, altın ve gümüşe aldanmamasını kendisine ihtar ettikten sonra, muharebenin yakında başlayacağını, Allah’ın inayeti ve Peygamberin imdadı ile İstanbul’u alacağını, bu iste kendisine yardim etmesini söyledi.

Bu gece sohbeti ve olayları ile ilgili olarak Bizanslı tarihçi Dukas, çok mühim bilgiler vermektedir. Ona göre:

"Bir aksam, gece yarısından sonra, saray bekçilerinden birkaç tanesini göndererek Halil Pasa (Çandarli)'yi saraya getirtti. Bu bekçiler, paşanın konağına giderek, padişahın iradesini, paşanın harem ağalarına bildirdiler. Bunlar da paşanın yatak odasına giderek, padişahın kendisini davet ettiğini söylediler. Halil Pasa bayılacak derecede korktu. Karisi ile çocuklarını öptükten sonra çıktı. Beraberinde altınlar ile dolu bir de altın tepsi aldı. Daha önce de belirttiğimiz gibi paşanın kalbinde bir korkusu vardı. Halil Pasa, padişahın yatak odasına girdiği vakit, padişahi oturmuş ve elbisesini giyinmiş bir vaziyette gördü. Hemen etek öperek altın tepsiyi önüne koydu. Pâdisah altınları görünce, "Lala, bunlar nedir?" diye sordu. O da cevaben dedik ki, "Şevketmeâb! Devletin büyüklerini, pâdisah fevkalade bir saatte huzuruna davet ettiği vakit, elleri bos girmek âdet değildir. Ben ise, huzurunuza çıkmak için getirdiğim bu altınlar benim değildir. Sana ait olan altınları sana takdim ediyorum". Pâdisah da cevap olarak dedi ki, "Senin altınlarına ihtiyacım yoktur. Hatta sana bunlardan fazla altın ihsan edeceğim. Senden yalnız bir şey istiyorum. Bana İstanbul’u ver." Halil Pasa, padişahın bu son sözü ve talebi üzerine titredi. Zira öteden beri Bizanslıların hukukunu müdafaa ediyordu. Onların sağ eli mesabesinde idi. Bizanslılar da, paşanın bu sağ elini hediyelerle doldururlardı. Türkler paşaya "kâfir ortağı" adini taktılar ve herkes ona "dinsizlerin ortağı ve yardımcısı" diyordu.

Halil, padişahın son talebine karsi dedi ki: "Şevketmeâb! Bizans İmparatorluğu’nun büyük bir kısmına seni sahip etmiş olan Cenab-i Hak, İstanbul’u da sana ihsan edecektir. Ben eminim ki, senin elinden kurtulmayacaktır. Allah’ın inayeti ile ben ve bütün kulların, büyük iste muvaffak olmak uğrunda birbirimiz ile yarışarak mallarımızı, canlarımızı feda edeceğiz ve kanlarımızı dökeceğiz. Binaenaleyh bu hususta müsterih ol." Halil Paşa’nın bu sözleri, bu korkunç ejderi biraz teskin etmişti. Halil'e dedi ki: "Yatağımın bu bas yastığını görüyor musun? Bu yastaki bütün gece yatağımın bir ucundan öbür ucuna ve diğer uçtan öteki uca nakletmekle meşgul oldum. Yatağa yatıyor ve kalkıyordum, gözüme uyku girmiyordu. Altın veya gümüş paralar seni aldatarak, intaç etmek istediğim büyük isi geri bırakmaya sevk etmesin! Bizanslılarla yakında ciddi bir şekilde harp yapacağız, Allah’ın yardımı ve Peygamberin imdadı ile İstanbul’u alacağız". Mehmed, bunları ve buna benzer başka okşayıcı sözleri söyledi. Halbuki padişahın bu okşayıcı sözleri arasında kalbi burkan, kani kurutan ve ısıran ihtarlar da vardı. Bu ihtarlardan sonra pâdisah, Halil Paşa’ya ruhsat verdi ve "sulh ve müsâlemetle" git dedi.

Mehmed o gecelerde, sabahlara kadar İstanbul’un fethi isi ile meşgul oluyordu. Eline şehrin haritası ile mürekkep alarak ve şehrin etrafındaki mevkilerin seklini resim ederek, harp fennine aşina olanlara topların ve muhasara aletlerinin nerelere konması lazım geldiğini tespit ettiği gibi, lağım açılacak yerleri de resim (plan) üzerinde işaret ediyor, hendeklerin baslarını ve merdivenlerin surun hangi tarafına konması lazım geldiğini gösteriyordu. Velhasıl bütün gece bu hazırlıklarla meşgul oluyor, sabahları, gece verilen kararların akıllıca ve düşmana karsi hilekâra ne tatbik ve icrasını emrediyordu."

Edirne'de bulunan Fâtih Sultan Mehmet’in, yakından ilgilendiği başka bir konu daha vardı. Bu da ordusunu toplarla teçhiz etme isi idi. Tarihte bir topçu parkına sahibe olan ilk hükümdarın Fâtih olduğu belirtilmektedir. Şurası bir gerçektir ki, İstanbul’un fethinde en önemli rolü oynayan vâsıtalardan biri toptur. Gerçi topun bir harp silahı olarak kullanılması İstanbul’un kuşatılması ile birlikte başlamış değildir. Fakat o tarihe kadar toplar, çapları ve sayıları itibariyle fazla bir şey ifade etmiyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed, bu silahın tahribe gücünün büyüklüğüne inandığı içindir ki, o tarihe kadar görülmeyen şayi ve çapta top yapılmasına önem verdi. Büyük çapta topların yapılma isini Orban (Urban) adındaki Macarca Türk mimarlarından Müslihiddin ve mühendis Sarıca üzerlerine aldılar. Saruca büyük bir top dökmeye muvaffak oldu. Orban da çok büyük çapta bir top yapabileceğini, fakat gülle yapmasını bilmediği için bu ise karışmayacağını söyledi. Bunun üzerine pâdisah, mermi isini bizzat üzerine aldı. Kaynaklar, genç hükümdar ile Orban arasında geçen muhavereyi su şekilde verirler: Orban: "Büyük toplarınızı dökebilirim, ama mermi ve ince hesaplardan anlamam" deyince hükümdar "Benim senden istediğim sadece topu iyi dökmenden ibarettir. Kalanı ben düşünürüm" demişti.

İkinci Mehmed, İstanbul muhasarasında çok büyük rol oynayacak olan bu essiz topların en ince teferruatına kadar bütün hesap ve planlarını kendisi yaptığı gibi, resimlerini de bizzat çizmişti. Kendi nezâreti altında döktürmüş olduğu toplardan biri çok büyüktü. Büyük emek ve masraflarla yapılan bu toplara "sahî" denmişti. Bu toplarla atılan gülleler, Kara Deniz sahillerinden getirilen kara bir tastan veyahut yuvarlak hale getirilen mermerlerden yapılıyordu. Dukas, büyük topun Edirne'deki ilk deneme atışından, uzun uzadıya bahseder. Bu topun, Edirne'den İstanbul’a kadar getirilebilmesi için iki ay kadar bir zamana ihtiyaç hasıl olmuştu. Top, otuz araba ve altmış manda ile çekiliyordu. Onun her iki tarafında, ikişer yüz adam bulunduğundan yolda kaymaması sağlanıyordu. Yolların kötü yerlerine tahta döşemek ve köprü yapmak üzere ayrıca elli usta ile iki yüz amele önden gidiyordu. İstanbul’u kuşatmak üzere hareket eden Türk ordusunda üç büyük top ile ondurt batarya top vardı. Şubat baslarında Edirne'de başlayan sevkıyat, Mart sonlarına doğru, İstanbul’dan beş mil kadar uzakta bulunan bir yere gelmiş oldu.

Anadolu ve Rumeli'de beylerbeyiler ile sancakbeyleri gerekli miktarda askeri topluyor, teçhiz ediyor ve belirlenen zamanlarda yerlerinde bulunmalarını sağlamak için çalışıyorlardı. Anadolu askerleri, Boğazın doğu sahilindeki Beykoz kasabasının üstündeki ormanlıklarda toplandılar. Fâtih, bunları karsıya geçirmek üzere Beykoz, Kilyos ve Fenerbahçe'de dalyanları bulunan Rallis Petropulos adındaki Rum'a emir verdi. Petropulos bu emri, iki gemisiyle askerleri ve mühimmatı karsıya geçirmek suretiyle yerine getirdi.

Genç hükümdar, kuşatma boyunca İstanbul’a yapılabilecek bütün yardımlara mani olmak için her çareyi düşünüyor ve her tedbire başvuruyordu. Bu maksatla o, Turhan Bey ile oğulları Ahmed ve Ömer Beyleri Mora topraklarına akına memur etti. Çünkü Mora'da, Bizans İmparatoru’nun kardeşleri Dimitrios ile Thomas hüküm sürmekte idiler. Fâtih, İmparator Constantinos'un, bunlardan yardim istediğini öğrenmişti. Bu sebeple, Turhan Bey, 1 Ekim'de sefere çıkmıştı. Osmanlı hücumları, Despotların kuvvetlerini yok ederek onlara göz açtırmadığı gibi Bizans tarafından beklenen yardımın gelmesine de engel olmuşlardı. Bu arada Şubat 1453'te hükümdarın emri ile Dayı Karaca Bey, İstanbul civarındaki Rum kasabalarını teker ele geçirdi. Bu kasabalar, Karadeniz sahilindeki Misivri, Ahyolu, Vize ile Ayios Stefanos idi. Bigados da kendiliğinden teslim oldu.

Hükümdar, savaşla ilgili bütün tedbirleri aldıktan ve bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra 23 Mart 1453 (12 Rebiulevvel 857) günü Edirne'den hareket eder. Keşan mevkiinde mola veren hükümdar, Çanakkale Boğazı’ndan geçecek olan Anadolu kuvvetlerinin gelmesini bekler. Keşan’da kendisine iltihak eden bu orduyu alan pâdisah, yoluna devam ederek 1453 Nisan’ının besinde İstanbul surları önüne gelir. Ertesi gün, yani 6 Nisan (26 Rebiulevvel) Cuma günü de şehri kuşatma altına alır. Bizans tarihçisi Dukas ve ondan naklen Hammer, Fatih'in gelişini ve otağını kurusunu söyle anlatırlar: "Paskalyayı takib eden Cuma günü (6 Nisan) Mehmed, şehir önünde görünerek (Eğrikapı) karsısına gelen tepenin arkasında çadırını kurdu. Ordusunun meydana getirdiği çizgi, sarayın Tahta kapısından Yaldızlı kapıya kadar uzanıyordu. Yine Tahta kapıdan Kosmidi (Eyüp civarı)'ye kadar cenup tarafta bulunan bağlara ve ovalara yaymış idi. Bu yerler, esasen daha evvel Karacia (Karaca Bey) tarafından tahribe olunmuşlardı. Nisanın 6. Cuma günü, şehir muhasara edildi. Büyük top, İmparatorun yeniden tahkim ettirmiş olduğu Eğrikapi (Kaligarya) önüne konmuştu. Pâdisah, bu kapının tahribe edilemeyeceğini anlayınca topu Sen-Romen kapısı önüne taşıttı. Bundan dolayı bu kapı "Topkapı" adini almıştır."

Takriben iki ay sonra "Fâtih" diye anılacak olan Mehmet’in orduları, İstanbul surları önünde göründükleri zaman, Katolik Hıristiyan dünyası, Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi gerektiğini, bu birleşme için, bundan daha iyi bir zamanın olamayacağını düşünüyor ve ancak bu sayede Bizans'a yardim yapılabileceğine inanıyordu. Bu yardımla o, Ortodoks Kilecisi’ni asimile edip tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Dönemin Hıristiyan âlemindeki bu çekişme ile İslâm’dan alınan ilhamla, Osmanlının sahip olduğu dinî müsamahası (hoşgörü)Nil karsılaştırma bakımından bu mevzuda kısaca ve özet olarak bilgi vermek istiyoruz. Böylece, Ortodoks Mezhebi'ndeki Rumların, içinde bulundukları psikolojik durumu anlama imkânını da bulmuş olacağız. Bu karsılaştırmayı da bizzat kendi kaynaklarından yapmakla meseleye daha rahat bir açıklama getirmiş olacağız.

"Mehmet’in askerleri tahribat için İstanbul kapılarına dayanırken, şehir halkı Rum ve Latin kiliselerinin birleşmelerini sağlamak veya engellemek için birbirleri ile budalaca çekişiyorlardı. O tarihten bir önceki yılın 12 Aralığında, Ayasofya'da iki fırka (mezhebe) arasında seklî bir uzlaşma sağlanmıştır. Fakat bu uzlaşma, Avrupa’nın büyük devletlerini, kendi sonuçları ile ilgilendirip bu yoldan biraz yardim sağlamak ümidi ile yapılmıştı. Sizmatizm ateşi henüz sönmemiş olduğundan, her gün bir takim çirkin çekişmeler görülüyordu. Muhaliflerin düşmanlığı son dereceyi bulmuştu. Bir grup papaz ve ileri gelenler, İmparatoriçe birlikte Katolik âyininde hazır bulunurlar iken, başka kesişler ile halkın bir kısmi manastırlardan çıkmıyorlardı." Hammer, bu konuda daha fazla tafsilat vererek iki kilisenin nasıl birbirleri ile çatıştıklarını anlatır. Fakat biz, dönemin Bizans tarihçisi olan Dukas’ın verdiği bilgiyi de vermek suretiyle Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birbirlerine karsi olan bu hasmâne tavırlarını ortaya koymaya çalışacağız.

"Gennadios, her gün birleşme taraftarları aleyhine vaaz etmekten ve yazılar yazmaktan geri kalmıyordu. Saint Thomas Akinu'nun şahsi ve eserleri aleyhine yeni mütalaalar ve itirazlar tertip ediyordu. Bir de Dimitri Kidoni aleyhinde bulunuyor ve bunların Rafızî olduklarını isnat ediyordu. Senatodan bas amiral büyük duka (Lukas Notaras), Genadios ile ayni fikri paylaşıyor ve onunla is birliği yapıyordu. İstanbul aleyhine toplanmış olan şayisiz Türk askerlerini gören halka hitaben bu büyük duka, Latinler aleyhine şunları söylemeye cesaret etti: "İstanbul’un içinde, Türk sarigini görmek, Latin serpuşunu görmekten daha iyidir."

Görüldüğü gibi İmparator, Avrupa dan dan yardim alabilmek için Papa tarafından Sart koşulan Katolik kilisesi ile birleşmeyi kabul etmiş, onun gönderdiği Kardinal Izidor vasıtasıyla Ayasofya'da âyin yapılmıştı. Bu hareket, Hıristiyanlığın, Ortodoks Mezhebi'ne bağlı olan halkta, büyük bir nefret uyandırmıştı. Latinlere karsi olan bu nefretin kökleri çok eskilere dayanıyordu. Zira 1204'teki Latin istilasının acı hatıraları, halkın hafızasından daha silinmemişti. Şehirde yaptıkları yağma ve Rumlara yapılan işkenceler ile onları her türlü haktan mahrum edişleri, henüz unutulmamıştı. Bu istila esnasında İstanbul’daki âbidelerin çoğu tahribe edilmiş, mezarlar soyulmuş, birçok eser mahvolmuş ve Türk fethine kadar bu facianın izi silinememişti. Türkler, İstanbul’a girdiklerinde bir kısmi çok haram 50'ye yakin kilise, bazı resmî binalar, yıkılmış müesseseler, bozuk yollar ve terk edilmiş saraylar bulmuşlardı. Bu şekildeki tahribata karşılık, Müslüman Türk'ün müsamahası biliniyor, Osmanlı hükümdarlarının vicdan hürriyetine, din ve mezhebe serbestisine verdikleri mukaddes mânâ fark ediliyordu. Rumlar, her mezhepteki Hıristiyanların, mal, can ve din hürriyetine sahip olarak Osmanlı ülkesindeki rahat hayatlarını gıpta ile karışık bir hayranlıkla müşahede ediyorlardı. Bu, Müslüman ve büyük devletin, gayr-i Müslim tebaasına (vatandaşına) verdiği büyük rahatlık ve kazanç imkanları da bunlara ilave edilince, bazı Bizanslılarca Osmanlı idaresi bir nimet ve kurtuluş olarak görülüyordu. Bu anlayışın bir sonucu olarak, İmparatordan sonra, en yüksek dereceli devlet adamı olan Grandük Notaras: "Konstantinopolis’te kardinal şapkası görmektense Türk sarigini görmeyi tercih ederim" diyordu. Makamından uzaklaştırılan eski patrik Gennadios (fetihten sonra Fâtih tarafından Rum Patrikliği’ne getirilen kimse) da Ortodoksluk için en iyi tercihin bu olduğuna inanıyordu. Zira Türk sarigi, düşmanları olan milletler tarafından dahi hakkin, doğruluğun, adaletin, din ve vicdan serbestisinin işareti olarak görülüyordu. Tazim ve tekçim ediliyor, onun hakim olduğu idare aranıyordu. Hatta bir rahibe bütün Hıristiyanların şaşkın bakışları önünde mezhebe değiştirmeyi red ederek tamamen İslâmî olan kıyafeti kabul edip, Hz. Peygamberin nübüvvetini tasdik ettiğini haykırmıştı. Çünkü Sultan Mehmet’in temsil ettiği idare, insan tabiat ve yaratılısına son derece uygun idi. Devrinde hayal edilen ve arzu edilen esaslara dayanmış bulunuyordu. Bu, onun İslâm mümessilliğini ne kadar azametle temsil ettiğini gösterir.

KUŞATMA VE İSTANBUL’UN FETHİ

Bilindiği bi Cuma, içinde Cuma Namazı bulunduğundan Müslümanlarca ek olarak kabul edilmektedir. İste böyle bir günde Edirne'den başlayan hareket, 6 Nisan (26 Rebiulevvel) gününe tesadüf eden başka bir Cuma günü, genç hükümdarın, ordusu ile birlikte edâ ettiği (kıldığı) Cuma Namazı’nı müteakip başlayan kuşatma ile ilgili yerli ve yabancı birçok kaynakta bilgi bulunmaktadır. Birbirlerini tamamlar mahiyette olan bu bilgileri kısaca ve ana hatları ile vermek gerekiyor. Zira tafsilatına girdiğimiz zaman sadece bu kuşatmanın, hacimli bir eseri dolduracak kadar geniş olacağı görülecektir. Bu sebeple biz, konunun detaylarına girmeden vermek ve kaynaklarına dipnotta işaret etmekle yetinmek istiyoruz.

Cuma namazından sonra muhasara hareketine başlanılmasını emreden genç hükümdar, maddî kuvvet kadar mânevî kuvvetin de tesirine inanıyordu. Bu sebeple sultanin etrafında, ulema, mesayih ve bunların talebelerinden meydana gelen bir halka bulunuyordu. Bunlar, asker arasında gazâ ve cihadın faziletinden bahsederek onları "Feth-i Mübin"e teşvik ediyorlardı. Onlar, bununla da yetinmeyerek "Feth-i Mübin”in muhakkak olduğunu, Kostantiniyye fethinin Sultan Mehmed tarafından gerçekleştirileceğini askere telkin ediyorlardı. Âlimler, şeyhler ve seyyielerden meydana gelen halkadan bahseden Hoca Sa'duddin Efendi bu konuda su bilgileri vermektedir:

"Ulema, mesayih ve seyyieler, eski âdetleri üzere ol gazi hükümdarın katında bulunmak, gaza sevabını elde etmekle yüceldiler. Onun otağı yanında yürüyüp dua etmekten bir an dahi geri kalmadılar. Sultan-i âlışan (şanı yüce sultan)la at başı giderek onun * âyet-i kerimesinde belirtildiği gibi "onun verdiği nimetlere sür ederler" derecelerine doğru yöneldiler. Her an, fetih ve zaferin nasibe olması duasına, emel ve dileklerinin gerçekleşmesi için yakarışta bulundular. Gerçekten de rehberi zafer olan bu seferde, temiz ruhlar birlikte, Gayb orduları ise askerin öncüsü olarak ilerlemekte idi. Ama o tarihlerde hayatta olan ve gizli sırları bilenlerden ve kerametleri zahir olan Aksemseddin Hazretleri ile Akbıyık Dede, İslâm askerlerine yüz aklığı olmak için duaya devam ediyor ve hükümdarın emri gereğince otağ yanında yürüyorlardı. Böylece onlar da, dilekleri gerçekleştiren Allah’ın yardımlarını talebe için ayni yola düştüler."

Bizans surları önünde saf tutan Osmanlı ordusunda, piyadeler sağlı sollu ayrılmış, arka ve yanlara süvariler konmuştu. Üç adet büyük hücum fırkası teşkil edilmiş ve 14 bataryalık bir topçu parkı kurulmuştu. Kısa bir zaman içinde muhasara için mevki alan ordu, hazırlıklarını yürütürken Sultan, Bizans İmparatoru’na, Mehmed Paşa’yı, başka bir rivayette de İsfendiyar oğlu İsmail Bey'i elçi olarak gönderip, şayet teslim olurlarsa, halkın mal ve canlarının güvenlikte bulunacağını, isteyenlerin bütün eşyasıyla birlikte arzuladıkları yere gidebilmekte serbest olacaklarını, aksi takdirde harp hukukunun gerektirdiği şeylerin yapılacağını bildirdi. Bu teklifin reddedilmesi üzerine, kuşatma hareketine hız verildi. Sahî denilen büyük top, günümüzde Topkapı denilen yerde mevzilendirildi. 12 Nisan'da şafakla birlikte topçu bataryaları ateşe başlayarak, surlar bombardımana tutuldu. Bu bombardımanların çok ustalıklı yapıldığı, nokta atışları ile surlardaki muhayyel bir üçgen dövülerek, zedelenen kenarların üzerine, ortasına yapılan top darbeleriyle büyük gedikler açıldığı rivayet edilir. Bu şekildeki bir bombardıman, Türk topçusunun harp tekniğindeki maharetlerini göstermektedir. Schlumberger, bu konuda aşağıdaki ifadeleri kullanarak Osmanlı topçusunun, bu fetihteki rolüne işaret eder:

"Yine Nisan’ın on ikinci günü büyük bombardımanın başladığı gündü. Bu elem verici tarihten itibaren muhasaranın son bulduğu 29 Mayıs tarihine kadar yedi hafta boyunca o korkunç toplar, günün her saatinde şaşmaz bir intizam dahilinde dehşet saçan bir gürültü ile ağır mermer güllelerini Bizans surlarına fırlatmaktan bir an dahi geri kalmadılar. Şimdiye kadar hiç kimsenin asla işitmemiş olduğu bu harikulade top patlamalarını işiten hurafeperest (hurafelere inanan) halkın, duçar olduğu canhıraş feryada ve dehşet, tasavvur edilsin. Tesirin tahripkarlığı derhal görüldü. Asırlar oyunca nice güçlü milletlerin hücumlarına dayanmış olan bu asırlık duvarlarda, derhal gedikler açılmaya başlandı. Bu gülleler, kesif bir toz ve duman bulutu içinde müthiş bir gürültü ile geliyor, surlara çarpıp tahribatını yaptıktan sonra bin parça oluyorlardı. Kuşatılmış olanlar, çok kısa bir mesafeden yapılan bu ilk top ateşini müteakip, bin seneden beri bu sevgili beldenin mağlup edilemez bir tanrıçası makamında tuttukları ve varlığıyla mağrur oldukları bu köhne surun kendilerini korumaya yetmeyeceğini anladıkları zaman, tarifi imkansız bir yeis ve kedere kapıldılar."

Mutlak surette galip gelmek azmiyle bütün hazırlıklarını tamamlayan Sultan Mehmed, ortaçağın en büyük kalesini yıkmak için yaptırdığı müthiş topları ile İstanbul surları önüne gelip muhasaraya baslar. 6 Nisan - 29 Mayıs arasında 54 gün süren kuşatmanın tafsilatına girmek istemiyoruz. Ancak, Fâtih unvanını alacak olan Sultan Mehmed, İstanbul surları önünde, kendisini bütün mukadderatla karsi karsıya getiren iki çetin imtihan daha geçirmişti. Durumun nazikliğini ortaya koyması bakımından kısaca bunlardan söz etmek gerekiyor.

20 Nisan'da buğday yüklü bir Bizans gemisiyle dört Ceneviz gemisi, Baltaoğlu Süleyman Paşa’nın bütün gayretlerine rağmen, Lodos rüzgarı ve Boğaz’daki akıntı sebebiyle Haliç’e girmeyi basardılar. Bu basari, Bizans'ta büyük bir ümit ve sevinç uyandırdı. Bu gemilerin, batılılar tarafından gönderilen donanmanın öncüleri olduğu şayiası yayıldı. Tursun Bey'in ifadesiyle bu hadise, "ehl-i İslâm arasına fütur ve perisini saldı. Amma manide âyet-i kerimesinin işaretine uygun olarak bu hadise, alınan tedbirlerle Müslümanların lehine tecelli edecektir. Gerçekten, muhasarayı başarısızlığa uğratacak büyük bir tehlike belirmişti. Ümitsizlik, bozgun doğurabilirdi. O zaman, Aksemseddin tarafından Pâdisaha sunulmuş olan bir mektup, bu muvaffakiyetsizliğin, umumî bir hayal kirikliği doğurduğunu ve zaferi şüpheye düşürdüğünü isnat etmektedir. Mektup, alınması gereken tedbirleri de tavsiye etmektedir.

Düşman gemilerinin Haliç’e girmesi üzerine, hısımla atini denize doğru süren ve kaftanı ıslanıncaya kadar denize girmiş olan genç hükümdar, bu durumu hazmedemeyerek Baltaoğlu'nu komutanlıktan azlim, onun yerine Hamza Bey'i tayin eder.

Sultan, bütün vezir ve komutanların katıldığı bir Divan toplar. Orada, Çandarli ile ona tabi olanlar, ortaya çıkan durumdan istifade ile İmparator’la müzakerelere girişilmesi ve muhasaranın kaldırılması fikrini tekrar ortaya atarlar. Genç hükümdar için durumun ne kadar nazik bir hale geldiğini tasavvur etmek mümkündür. Vaziyeti, Çandarli Halil Paşa’nın eski rakibi ve fetih fikrinin kuvvetli müdafii Zağanos Pasa kurtarır. Şehabeddin Pasa ve Koca Turahan Bey'le Aksemseddin'in ve Sultanin hocası Ahmed Güranî (Molla Güranî)'nın yardımları ile bu bedbin görünüşü yenmeye ve savaşa devam azmini yenilemeye muvaffak olurlar. Bunlar, teşci' edici sözleriyle askerin cesaretini yükselttiler. Hoca Sa'duddin bu konuda şunları söyler: "Ulemanın ileri gelenlerinden Şeyh Ahmed Güranî, büyük şeyhlerden Aksemseddin ve makamı yüce vezirlerden Zağanos Pasa, ülkeler hakimi sultan ile ayni görüş ve fikirde olup, barış ve anlaşma yolunu benimsememişlerdi. Fetih alâmetleri belirdiği sırada isten el çekmek vazife anlayışına sığmaz diyerek zaferleri gölge edinen askerlere nasihatlerde bulundular ve tatlı bir dille "sonra Rum ülkesi size açılacaktır" hükmünde belirtilen gerçek vaadi hatırlatarak "büyük savaş, Kostantiniyye’nin fethidir" gerçeğinden hareketle ortaya konan gayret ve ihtimamı bir gazilere anlattılar."

Bizans’ın, Haliç tarafından da tazyiki için limana girişe mani olan zincirin kırılması denenmişse de basari sağlanamamıştı. Bunun üzerine ince donanmanın Haliç’e karadan geçirilmesi genç hükümdar tarafından düşünülmüştü. Bizans Rumları arasında da "Gemilerin karadan yüzdürüldüğü görülünceye kadar İstanbul’un zaptının kimseye müyesser olmayacağı" hususunda bir inanç ve anlayış bulunduğundan, kuşatılanların bütün ümitlerini kırmak için bu ise teşebbüs edilmiştir. O sırada, Galata, Cenevizlilerin elinde bulunup ayrı bir kalesi vardı. Bura sakinleri, Türklerle dost olmakla beraber geceleri de Bizanslılara yardim etmekteydiler. Haliç’e denizden girmenin imkansızlığı yüzünden 50-70 kadem uzunluğundaki 15-22 sıra kürekli 70 kadar gemi, 22 Nisan gecesi sabaha kadar Haliç’e geçirildi. Solak zade bunu "Himmet-i mardân ile Beşiktaş dedikleri yerden Kasım Pasa deresine doğru, dağ parçası gibi gemilerin altına rugan (yağ) ile terbiye olunmuş kütükler döşeyip, bir rivayette yelkenler açarak yürüttüler ve gemileri birbirine bağlayarak üzerine metrisler koydular" cümleleri ile anlatır. Bu sevkıyat yapılırken Beyoğlu tepelerine yerleştirilen bataryalarla Haliç'teki Bizans donanması taciz edilip hareketsiz bırakıldığı gibi surların etrafında da bombardımana devam edilip, esas faaliyet, iyi bir şekilde gizlenmişti. Sabahleyin 70 parça kadar geminin, Haliç'te yelken açtığını gören Bizanslılar, hayret ve dehşetle bu manzarayı seyre başlamışlardı. Bu şekilde, karadan gemi yürüterek denize indirme tekniği büyük bir basari idi.

Fâtih, bununla da kalmadı, ihtiyaç karsısında büyük dehâsının yeni bir keşfini de ortaya koydu. Havan topları döktürdü. Onların, balistik hesaplarını bizzat yaparak tecrübelerinde bulundu. Beyoğlu sırtlarından ve Galata surlarından aşırma atışlarla Haliç'teki düşman gemilerini batırmaya başladı. Böylece yeni bir cephe açılması ve Bizans’ın her taraftan sıkıştırılması, İmparator’u, en ağır şartları kabul ederek barış teklifinde bulunmaya zorladı. Fakat Fâtih, İmparator’un gönderdiği elçilere: "Ya ben Bizans’ı alırım, ya Bizans beni" diyecek kadar, fetih isinde azimli olduğunu ve teslimden başka bir teklifi kabul etmeyeceğini bildirmişti.

Gemilerin Haliç’e indirilmesinden sonra Defterdar ile Kumbarahane İskelesi arasında bin kadar duba üzerine, beş askerin yan yana yürümesine imkân verecek ve top geçirilebilecek şekilde muntazam, sağlam döşemeli bir köprü kurdurdu. O dönem tekniğinin bir harikası kabul edilen bu köprü, Rumların mâneviyatlarını yeniden ve esaslı bir şekilde sarstı.

Fâtih Sultan Mehmet’in karsılaştığı ve âdeta imtihan edildiği buhranlı ikinci hadiseye geçmeden önce, onun düşmanı olan ve Fâtih'i şahsen tanıyan Bizans İmparatorluk prensi meşhur tarihçi Dukas’ın karadan yürütülen gemiler ile padişahın bu husustaki faaliyetleri hakkındaki düşüncelerini buraya almayı faydalı bulduğumuzu belirtmek isteriz. O, söyle diyor:

"Pâdisah, cesurâne ve cür'etkârane bir planın tatbik ve icrasını düşündü. Galata’nın sark tarafında ve Çifte sütun altındaki cihette olan yer ile Galata’nın diğer cihetinde ve Kosmidion denilen yerin karsısındaki Haliç sahili arasında bulunan ve Galata’nın arkasında olan ormanlık dağ yolunun düzeltilmesini emr etti. Bu yolu, mümkün olduğu kadar düzelttiler ve makaralar ile gemileri denizden karaya çıkardılar. Bu gemilerin, geçidin (Boğaz) mukaddes ağzından çekerek, kara yolu ile Haliç’e nakl olunmalarını emr etti. Bu suretle emir icra olundu. Gemiler çekiliyordu. Her birinin bas tarafında bir kaptan ve arka tarafında bir dümenci oturuyordu. Bir diğeri de elinde küreği tutarak, yelkeni harekete geçiriyordu; biri de davul, başka birisi de borazan çalıyor ve denizcilere ait şarkılar okuyordu. Muvafık rüzgarın esmekte olduğu sırada, ormanları ve dereleri asarak, denize varıncaya kadar karadan geçiyorlardı. Bu gemilerin şayisi seksen idi. Bunlar arasında iki sıra kürekli kadırgalar da vardı. Geri kalan gemileri orada bıraktılar. Böyle bir harikayı kim gördü ve kim işitti? Keyahsar (Keyhüsrev) denizde köprü inşa ederek, karada yürür gibi bu köprü üstünden karsıya asker geçirdi. Bu yeni Makedonyalı ve bana kalırsa neslinin en son padişahi olan Mehmed, karayı denize tahvil etti (çevirdi). Ve gemileri dalgalar yerine, dağların tepelerinden geçirdi. Binaenaleyh bu, Keyahsar'i da geçti. Zira Keyahsar, Elispondos (Çanakkale Boğazı)'u geçti ve Atinalılara maglub olarak muhakkar (hakarete uğramış) bir halde geri döndü. Mehmed ise, karayı denizde olduğu gibi geçti ve Bizanslıları mahv etti. Ve hakiki altın gibi parlayan Atina’yı (burada kastedilen İstanbul’dur) yani dünyayı tezyin eden (süsleyen) şehirlerin kraliçesini feth etti."

İstanbul’un, kuşatma altına girdiği günden, düşeceği gününe kadar Haliç'te büyük bir Venedik gemisinde bulunarak, olup bitenleri yakından takib etmiş olan vakanüvis Nikolas Barbaro, efsanevî meşale ışığı altında gemilerin, dağ ve tepelerden geçişinin dehşet saçıcı cereyanını, taifelerin sevk ve şetaretini, tekbir seslerini, sevinç nârâlarını ve davul avarelerini uzun anlattıktan sonra "Bu gemilerin, sanki denizde imiş gibi karada hareketleri hadisesini gözleriyle takib etmemiş bir kimse için bunun, inanılmayacak kadar garip bir manzara olduğunu tekrar ederim. Ben bunu, Keyhüsrev'in Athos dağini yarmasında gösterdiği cebret ve fedakârlığın kat üstünde bulurum. Bunları bizzat gözlerimle gördüm. Eğer bu harikulade olayın meydana gelmesinde hazır bulunmamış olsaydım, buna inanılmaz ve garip masallar gibi görünmüş olacak olan diğer rivayetlere de artik inanırım" der.

Fâtih Sultan Mehmet’in, muhasara esnasında karsılaştığı ve âdeta imtihan edildiği ikinci önemli hadise, Mayıs sonlarına doğru kendisini göstermişti. Hemen hemen bütün kaynakların belirttiğine göre o günlerde Osmanlı ordugâhında, Bati hükümdarlarının birleştikleri, Hunyad’ın şehri kurtarmak üzere kuvvetli bir ordu ile yolda olduğu ve büyük bir Haçlı donanmasının Agrıboz'a veya Sakız Adası’na ulaştığı şayiaları yayılıp büyük bir endişeye sebep oldu. Tekrar mırıldanmalar başladı. Basından beri kuşatmaya karsi gibi görünen Çandarli, hakli çıkacak gibiydi. Gerçekten, Venedik, 7 Mayıs’ta hazırladığı bir donanmayı G. Loredano komutasında Ege sularına göndermişti. Papa da kendi hesabına beş kadırga teçhiz ettirip yola çıkarmıştı. Öbür tarafta Karamanoğlu, Venediklilere verdiği söz üzerine İstanbul surları önünde herhangi bir gevşeme halinde harekete geçmeye hazır bulunuyordu. Kuvvetli bir casus şebekesine sahip olan Osmanlı hükümdarının, bu faaliyet ve hazırlıklardan habersiz kalmasına imkan yoktu. Bir gecikme, sonucu çok tehlikeli ve mes'um neticeler doğurabilirdi. Tâcîzâde'nin ifadesiyle: "Te'hir olicak mebada derya yüzünden dahi küffardan muavin gelip halka zaaf-i kalb târi olmaga sebep ola". Gerçekten de İstanbul muhasarasının sonlarına doğru (25, 26 Mayıs) bir Macar heyeti, Osmanlı karargâhına gelir. Bu heyet vâsıtasıyla, Jan Hunyad’ın, naiplikten çekildiği ve Ladislas'in kral olduğu öğreniliyordu. Bu yüzden Jan Hunyad, Sultan Mehmet’le üç seneyi kapsayacak şekilde yapmış olduğu mütarekenin, ahitnamesini geri istiyordu. Zira idareyi genç krala devr etmekle imzalamış olduğu ahitnamenin geçersiz olduğunu ve bu yüzden onu geri isteyerek ve Osmanlı hükümdarının ahitnamesini de iade ediyordu. Macar heyeti, vezir-i azam ve onun yanında bulunan iki vezirle görüşür. Sefir, efendisinden aldığı talimat üzerine, pâdisahtan İstanbul kuşatmasının kaldırılmasını ister. Aksi takdirde Macarların, Bizans’ın lehinde hareket edip onların yanında yer alacaklarını bildirir. Macar elçilik heyeti, Bati devletlerine ait bir filonun da Bizans'a yardıma gelmekte olduğunu bildirir.

Macar elçisiyle olan görüşme, genç hükümdara bildirilir. Macarların Rumlara yardim edeceklerine dair olan tehdidi ve bir Bati filosunun yardıma geleceği sözleri, Sultan Mehmet’i düşündürür. Bunun üzerine, 27 Mayıs aksamı bir meclis toplayarak vaziyeti görüşür. Vezir-i azam Halil Pasa, daha önce görmüş olduğu üç Haçlı seferinin tehlikelerini yakından bildiği ve Bati Hıristiyanlarının yeni bir Haçlı seferi düzenlemelerinden korktuğu için, İmparatorun ağır bir vergiye bağlanarak muhasaranın kaldırılmasını teklif eder. Özellikle Hıristiyan Bati'nin birleşerek Müslüman Türkleri Balkanlardan atmak üzere harekete geçebileceklerini, bunun da daha büyük bir felakete sebep olacağını söyler. Zira o, Yıldırım Bayezid’ın akıbetini, Izladi, Varna ve İkinci Kosova muharebelerini hatırlıyordu. Buna karşılık Zağanos Pasa, İstanbul’a yardim yapılamayacağını, Bati devletleri arasındaki rekabetin bu yardıma engel olacağını, yardim yapılsa bile önemli olamayacağını söyler. Onun bu görüsüne bazı ümera ile ulema ve Aksemseddin iştirak ediyorlardı. Benimsenen bu görüş üzerine, genel bir hücuma karar verilir.

Gerçi, Venedik veya Papa’nın donanmasının Sakız’a geldiği haberi alınmıştı. Son olarak yapılacak hücumun neticesine kadar Macar elçisi iade edilmeyerek alıkonuldu. Bu arada muhasaranın uzaması, bazı dedikodulara sebep olmuştu. Pâdisah da endişeli ve sıkıntılı idi. Ancak Aksemseddin'in sebat ve hücum edilmesi ile ilgili mektubu ve manevî tebsirati havi yazısı, herhalde Sultan Mehmed üzerinde tesirli olmuştur.

Fetih esnasında, Sultan Mehmed ile Aksemseddin arasındaki ilgi, teşvik ve Sabri tavsiye hususu, su ifadelerde açıklık kazanır. "Bâhusus, fetih tarihinin iç yüzünü idare eden Aksemseddin, cepheden cepheye at oynatan, kafası ve bedeniyle de en ağır ve zorlu yükü taşıyan padişahın bir dinamo gibi zaman boşalır olan mâneviyatını besliyor ve takviye ediyordu.

Genç hükümdar, sihirbaz kudretiyle kalmalar kurdurmuş, toplar döktürmüş, donanmasına bir gecede dağları aşırtmış, genç, dinç, nizamlı ve talimli ordusuyla karaları denizlere çevirtmiş, denizleri tutuşturtmuştu. Ama yine de Bizans surlarına çarpıp püsküren ve uzadıkça uzayan muhasaradan da zaman ümitsizliğe düşer gibi oluyordu. Ne ki genç hükümdarın kulağına durmaksızın "Korkma, şehri alacaksın" diyen ses, ona her zaman deste ve yar olmakta bulunuyordu.

Ama bir türlü neticelenmeyen kuşatma ve Ortodoks kilisecinin son ve tek ümid olarak Katolik kilisesine boyun eğmesine karşılık, Papa’nın da Avrupaili kuvvetleri, şehre yardımcı olmak üzere gönderme ihtimallerinin kızıştığı bir gerçekti. İste bıçağın kemiğe dayandığı bu çok nazik demde, padişahın, Veliyüddinoğlu Ahmed Paşa’yı, Ak Şeyh’in çadırına niyaz ve sual babında göndererek şeyhinden fethin gününü, hatta saatini ve şehre girilecek noktayı öğrenmiş görüyoruz

. Fakat Şeyh’in oğullarından biri, babasının muştuladığı an gelip çattığı halde, fetih haberinin gelmemesi üzerine, padişahın gazabından korkarak, merakla babasının çadırına geldiği vakit, kapıda bulunan nöbetçi: "İçeri kimseyi komayasuz diye sipariş olundu" diyerek delikanlıyı Ak Şeyh’in yanına almaz. Bu esnada çadırın bir yanından eteğini kaldırıp içeri bakan genç adam, babasının bası secdede, göz yasları ve enin ile ağlayıp yalvarmakta olduğunu görür. Bu uzun niyaz ve yanık münacattan sonra, Şeyh’in bası secdeden kalkar. Bu esnada da ordu, yatağını asmış sel gibi, tasa köpüre şehre girmekte, Ak Şeyh de kendi kendine "Elhamdülillah, Elhamdülillah" diye Cenaba Hakk'a şükre etmeye, tekbir getirmeye başlamış bulunmakta idi."

Aksemseddin ile Fâtih arasındaki münasebetlere temas etmiş olmakla birlikte, daha önce toplanmış bulunan harp meclisinden kısaca söz etmemiz gerekiyor. Zira bütün teklif ve çabalara rağmen Bizans teslime yanaşmadığı gibi, Fâtih'i zor durumda bırakacak bazı teşebbüslerde de bulunuyordu. Bunun için 27 Mayıs’ta, Fâtih'in başkanlığında toplanan bir harp şurasında uzun münakasalar yapılmıştı. Vezir-i azam Halil Paşa’nın muhasarayı kaldırma taraftarı olduğunu bu şurada açıkça söylediğine daha önce işaret edilmişti. Buna karşılık Zağanos Pasa ile hem tic hem de manevî ilimlerde derin malumata sahip bulunan Aksemseddin, fethin, Müslümanların 850 senelik en büyük idealleri bulunduğunu, Bizans’ın mânen tefessüh ettiğini, maddeten de hiç bir gücünün kalmadığını, Rum halkın büyük bir kısmi ile bazı ileri gelenlerin Osmanlı idaresini bir kurtarıcı olarak kabul ettiklerini, İstanbul’a hakim olan devletin hem İslâm, hem de Hıristiyan dünyasında büyük bir manevî nüfuza sahip olacağını, bu sebeple kat’ı neticenin alınmasına kadar muhasaraya devam edilmesini istediklerine temas edilmişti. Hz. Peygamberin ashabından ve hicret esnasında kendisini Medine'de evinde misafir etme şerefine nail olan Ebu Eyyub el-Ensarî'nin kabrini kese ettiği gibi, Kurban’da İstanbul’a işaret ettiği kabul edilen * "beldetün tayyibetün" lafzinin "ebced hesabi" ile içinde bulundukları 857 hicrî senesini işaret ettiğini söyleyen Aksemseddin, bu sebeple "feth-i mübin"in muhakkak bulunduğunu, derin bir vecd ile dile getirir. Bütün bu görüşmelerden sonra meclis muhasaraya devama karar vererek dağılır.

Sultan Mehmed, harp hazırlıklarını tamamladıktan sonra şehre bir elçi göndererek İmparator'a "şehri menkul serveti ve yakınları ile terk edebileceğini" bildiren bir mesaj gönderdi. İmparatorcu talebi reddedince Fâtih, bütün orduya tellallar çıkararak genel hücumun yapılacağı günü tespit etti. O, yemin ederek askerlere söyle dedi: "Bu muharebede kazanç olarak yalnız şehrin binalarını ve surlarını istiyorum. Şehrin diğer bütün menkul servetini ve mahsurlarını ganimet olarak size bırakıyorum."

Bundan sonra, bütün ulema, mesâyih ve gazi dervişler, asker içinde zaten coşkun bulunan hücum ve kazanma halet-i ruh iyesini, mânevî tebşirlerle bir kat daha artırdılar. Bu esnada genç hükümdar da münadiler vâsıtasıyla orduya tebligatta bulunarak "ilk defa sura çıkacak olan askerlerin rütbelerinin artırılacağını, eline hükme-i şerif sadaka olunarak (verilerek) tâ nesli munkariz oluncaya değin evladının, kıyamete kadar baki olacak bulunan Devlet-i Âl-i Osmanî'de, her zaman muhterem sayılacağını" bildirdi.

Bu esnada Osmanlı topları surları dövmeye devam ediyor, Bizanslı muharipler, devamlı meşgul edilerek yorgun bırakılıyorlardı. Fetih sabahının gecesi, Türk ordusunda "Mum donanması" denilen ateş ve ışık senliğinin icrası ile geçti. İstanbul’u tamamen kuşatan Türk deniz ve kara ordusunda kandiller, fenerler, meşaleler ve ateşler yakılarak Kostantiniyye (İstanbul) bir ışık çekberi içine alindi. Askerin hep bir ağızdan getirdiği tekbir ve tahlil sedâları, ortalığı inletiyordu. Gecenin karanlığını yırtan bu ışık çekberi ile tekbir sesleri, tatlı bir ahenk meydana getiriyordu. Işık ve seslerden meydana gelen bu uğultuyu gören Bizans, önce Osmanlı ordusunda yangın çıktığını zannederek sevinecek, fakat kısa bir müddet sonra, bunun bir donanma olduğunu anlayınca derin bir yeis ve ümitsizliğe düşecektir. Bu esnada Bizans, Ayasofya'da İmparatorun da hazır bulunduğu son bir âyine katılıyordu. Bu âyin, Bizanslıların Ayasofya'da icra ettikleri son âyindi.

20 Cemaziyülevvel (29 Mayıs) Şali sabahı ezan ve namazdan sonra, Türk ordusunun büyük ve tarihî hareketi başladı. Ordu, hem kara, hem de denizden bütün cephelerden harekete geçti. Toplar, hep birden şehir üzerine çevrilerek ateşlendi, etrafı kesif bir duman ve barut kokusu kapladı. İlk hamlede iki bin merdivenle 50 bin yiğit ileri atılmış, harbin en şiddetli anında, Aksemseddin ile Molla Güranî ateş hattına girerek, gazâ yolunda sehimlik mertebesine ulaşmayı taleb ile askere önderlik edip örnek olmuşlardı. Bizzat genç hükümdar dahi, askeri tehyiç edici sözlerle, elinde kılıç ile Topkapı gediğine saldırmıştı. Bu sırada Ulubatlı Hasan adındaki muazzez nefer, tekbirlerle Topkapı suruna sancak dikti. Böylece İslâm dilâverlerinin ve Oğuz kavminin, asırlardan beri hayal ettiği mukaddes bir rüya gerçekleşiyordu. Ulubatlı, Hz. Peygamberin müjdesine mazhar olarak 30 kadar arkadaşıyla şahâdet mertebesine ulaştı.*

Bu sırada Osmanlı sancağının surlarda dalgalandığını gören ve daha önce yaralanmış bulunan Latin komutanı General Giustiniani, gemisine çekilmek ister. Kalması hususunda ısrar eden İmparator’a "Allah’ın, Türklere açmış olduğu yolu takip edeceğim" cevabini verdi. Bu, artik Osmanlı’ya mukavemet edilemeyeceğinin bir ifadesi idi.

Bizans’ın, surlardaki bayrağının indirilip yerine Osmanlı bayrağının dikilmesinden sonra, ezanlar okunmaya başlandı. Sultan Mehmed Han, surlardaki bu manzarayı görünce, atından inerek, Hz. Peygamber'in Medh ve senâsına nail olmanın verdiği bir sevinç, ayrıca devletini, İslâm’ın mukaddes şerefine mazhar kılan methiye-i Resulullah'a** kavuşmanın verdiği heyecanla şükür secdesine kaparak Cenab-i Hakk'a hamdı eder. Sonra otağ-i hümâyununa çekilerek devlet erkânının tebriklerini kabul eder.

Bu sırada, şehri koruyan gruplarla birlikte Bizans İmparatoru da öldürülmüştü. O, ayakkabısından tanınmıştı. Fâtih, vatanini müdafaa için ölen bu şerefli askerin cenazesine saygı göstererek onu merasimle defn ettirdi.

İstanbul’un fethi, genç sultan için ayni zamanda saltanatının da fethi olmuştu. Fâtih, şehrin zaptını müteakip Şehzade Orhan’ı arattı. Ölü veya diri getirene büyük mükâfatlar vaat etmisti. Bizanslıların yanında kendisine karsi surlar üzerinde savaşmış olan bu Osmanlı Şehzadesinin ölümü ile Yıldırım Bayezid’ın oğulları arasındaki taht kavgası kesin olarak sona ermişti. Gerçekten de şehrin düştüğünü gören Şehzade Orhan, surlardan atlayarak vefat etmişti.

Feth-i müminin gerçekleştiği 29 Mayıs 1453 Salı sabahını anlatan bir yazar, o günü su ifadelerle tasvir eder: "O gün, her zamankinden daha parlak doğan güneş, göz kamaştırıcı altın sarısı ısınları ile âdeta İslâm’ın zaferini kutluyor, cihanın incisi Kostantiniyye'ye sel gibi akan sanlı Türk ordusunu sıcak bir içtenlikle kucaklayıp üzerine mukaddes nurlar saçıyordu. 29 Mayıs 1453 Salı sabahı, muhakkak ki bir başka sabahtı. Bu parlak ve essiz ilkbahar sabahının cihan tarihindeki yeri ise, apayrı bir özellik taşıyordu. Zira o mukaddes Salı sabahı ile bir çağ kapanıyor, yeni bir çağ açılıyordu. Bu yeniçağa, essiz dehası, rakipsiz kuvvetiyle, Avrupa barbarları dâhil, bütün cihana şaşkınlıktan küçük dilini yutturup, henüz 21 yaslarında çok genç bir pâdisah olarak, Fâtih unvanına hak kazanan büyük Türk, Fâtih Sultan Mehmed Han damgasını basmıştı. İste o mukaddes Salı sabahı, böyle essiz bir sabahtı."*

Osmanlı ordusunun şehre girip hâkim olması üzerine bileğinin gücü ile Fâtih unvanını almaya hak kazanmış olan genç serdarın da şehre girdiği görülür. Yanında, emîr, vezir, solak, silah ve yayalardan başka, devlet ricali, âlimler, hocaları, şeyhler, dervişler, kalenderîler ve erler bulunuyordu. Bütün bunların yanında özellikle sağında ve solunda Aksemseddin ile Akbıyık sultanin bulunması dikkat çekiyordu.

Fâtihâne bir ihtişam ve büyük tezahüratlarla şehre girmiş olan pâdisah, Hammer'in (I, 302) dediği gibi, Hıristiyanlığın şarktaki merkezini teslim almak üzere, Ayasofya’nın önünde atından inmiş ve mâbedin esiğinde şükür secdesine kapanmıştı. Tursun Bey'in ifadesiyle haraba yüz tutmuş olan Ayasofya, fetih hakki olarak câmiye çevrilecekti. Rivayete göre Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya'da iki rekata şükür namazı ile ikindi namazını kıldıktan sonra mâbedin üç gün içinde bu mâbedin Cuma namazı için hazırlanmasını emreder. Cuma günü, Aksemseddin Hazretleri, Sultan Fâtih'in koluna girip minbere çıkartarak hutbe okumasını istemiş. Fâtih de Hak Teâlâ Hazretlerine hamdı ve senâdan sonra hutbeyi okur. Aksemseddin de Cuma namazı kıldırmıştı.**

Fâtih Sultan Mehmed, fetihten sonra Bizans ahalisi hakkında Hıristiyan dünyasında esine rastlanmayan bir müsamaha hareket etmişti. O, askerlerine, mukavemet edenlerden başkasının öldürülmemesini, emrederek, sadece esir edilmelerini istemişti. Daha önce de temas edildiği gibi o, İmparator'un cesedini buldurmuş, onu Rumlara teslim ederek inançlarına göre defn etmelerini sağlamıştı. Rumlardan, şehir dışına kaçanların tekrar evlerine dönebileceklerine de müsaade etmişti.

Fethi takib eden ilk Cuma namazından sonra meydana gelen ikinci önemli hadise, Ok Meydanı’nda yapılan fetih ve zafer alayıdır ki, üç gün üç gece süren senlik, ziyafet, oyun ve eğlencelerden sonra, başardığı büyük iste, çevresinin yardımlarını unutmayan pâdişah, "Şühedaya rahmet-i Rahman, gazilere şeref ü san, tebaama Fahir ü şükran" dedikten sonra asker ve sivil yüz binlerce kişiye zafer hediyesi olarak mal, mülk ve arazi dağıtmıştır.

Fakat bu noktada da mühim olan yine Aksemseddin'in, orada hazır bulunan gazilere sesini yükseltip "Ey gaziler, bilin ki, cümleniz hakkında ahir zaman peygamberi " Ne güzel askerdir onlar" diye buyurmuştur. İnşallah cümleniz mağfursunuz. Ama gazâ malini israf etmeyip hayır ve hasenatta sarf edin. Pâdişahınıza da itaat ve muhabbet eyleyin, diyerek gâzilerin tamamını şehrin imarına ve amme müesseseleri kurmaya teşvik etmiş olmasıdır.

İstanbul, Osmanlıların eline geçtiği zaman perişan ve haram bir vaziyette idi. Fakat bu tahribat ve yoksulluğa sebep olan Müslüman Türkler değil, Hıristiyan Avrupa idi. Zira Commene’ler devrinde, taht çekişmelerinden ve iç idaresizliklerinden faydalanarak şehri basan Haçlı orduları, bu zengin ve mamur beldeyi sefil ve yoksul bir harabeye çevirmişlerdi. Böylece şehir, bir daha belini doğrultamayacak bir hale gelmişti. Bundan sonra ne yıkılan saraylar bir daha yapılmış, ne yağmalanan kiliseler bir daha doldurulabilmiş, ne kaçırılan sanat eserleri, ne tahribe edilen âbideler bir daha yerlerine getirilebilmişti. Yarim asırdan fazla süren kan kokusu içinde, vahşet ve zulüm ile ezilen bu şehir, bir yazarın ifadesi ile yeni sahipleri olan Müslüman Türkler sâyesinde "ba'sü ba'de'l-mevt"e, bir yeni doğuşa uğramak talihine ermiş bulunuyordu.

Öyle anlaşılıyor ki şehir ve mabetlerin yağmalanması bir bakıma İmparatorun eliyle de oluyordu. Nitekim İstanbul fethine tanık olan Bizanslı Yeorgios'un verdiği bilgilere göre, devletin, askerlerin maaşını verecek parası olmadığı için kral, Allah'a adanmış kutsal eşyaların kiliselerden alınıp paraya çevrilmesini emretmişti. Böylece gerek Ayasofya, gerekse şehirdeki diğer kiliselerde bulunan eşya fetihten önce alınıp paraya tahvil edilmişti.

Fâtih, fetihten sonra Galata'daki Ceneviz kolonisini de teslim alarak, onlara hukukî beratlar verdi. Bu arada Sultan Fâtih, Latin Kilisesi ile birleşme taraftarı olmayan ve bu birleşmeye muhalefet ettiğini daha önce gördüğümüz Gennadius'u Patriklik makamına getirmek suretiyle Ortodoksları himayesi altına almış oluyordu. Böylece Hıristiyan dünyasındaki iki kilise ayırımını desteklemiş oldu. Merasimle bu yeni Patriğe murassa bir asâ ve at hediye edip iltifatlarda bulundu. Böylece Fâtih, Roma'ya hakim oluyordu. Bu sebeple kendisine "Roma Cihan İmparatoru" denebilirdi. Bu anlayıştan hareketledir ki, Roma’yı elinde bulunduran ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun; ister kavuklu, ister şapkalı bulunsun, Roma âleminin hükümdarı idi. Bu âlem, hukuken onun ülkesi sayılırdı. Böylece, Yıldırım’dan beri kullanılan "Sultan-i iklim-i Rûm" tabiri, İstanbul'un fethi ile Ortodoks dünyası tarafindan da kabul edilip tasdik edilmiş oluyordu. Bu tasdikin, Avrupa fetihlerinde büyük faydası görüldüğü gibi, kuvvetli oldugumuz devirlerde de Patriklik makamının bizde bulunuşu, yararımıza olmuştur. Fâtih, bu hareketiyle Doğu Hıristiyanlığını Katolik Roma'dan tamamen ayırıyordu. Buna kendi gücünü de katarak asırlardan beri doğu dünyasının Roma'liya karsı gösterdiği reaksiyonu âdeta yeni bir senteze kavuşturuyordu. Gerçekten de İstanbul'u fetheden Türkler, Sark, yani Ortodoks kilisesinin, Bizans İmparatorluğu zamanındaki bütün haklarını tanımak suretiyle Rumları memnun etmiş ve onlari müteaddide müzakerelere rağmen bir türlü yanaşmak istemedikleri Garp (Katolik) Kilisesi'nin nüfuz ve hakimiyeti altına düşmekten kurtararak eskisi gibi kiliselerinin istiklâlini emniyet altına almışlardı. Nitekim Osmanlı hükümdarı, İstanbul fethinden sonra ilim ve faziletle taninmiş olan Gennadius'u Rumlara Patrik olarak tayin etmiş ve Patrikhâne'ye Bizans İmparatorları zamanındakine benzer salâhiyetler vermişti.

Osmanlı Devleti 'nin bu ince hesaplı siyaseti, bir buçuk asırdan beri zaman zaman kilesellerin birleşmesi için Papa'ya yapılan müracaat kapısını tamamen kapatmıştı. Is bu kadarla da bitmemiş, devlet, Galata'daki Cenevizlilerle Galata halkına da bir fermanla teminat vermişti. Bu hareketiyle Osmanlı Devleti , gerek Balkanlar'da kendi idaresi altındaki ve gerek Mora, Sırbistan, Eflâk ve Güney Arnavutluk'taki Ortodoksları samimi olarak kendi idaresine bağlamıştı.

İstanbul'un, 29 Mayıs 1453 (20 Cemaziyülevvel 857)'de Osmanlı Türkleri tarafindan feth edilmesi, Avrupa’yı ve özellikle Papa ile Napoli Krallığını, ayrıca Güney Avrupa memleketlerini hayret ve dehşete düşürmüştü. Bununla beraber, gerek Osmanlıların büyük bir cihad ruhu ile askerî güce sahip olmalarının etrafa verdiği korku, gerekse artik Hıristiyanlık taassubunun yerini, tedricen de olsa aklî muhakemenin almış olması yüzünden birçok devlet, sesini çıkaramaz hâle gelmişti. Bu sebepledir ki, Papa V. Nikola'nin, yapmak istediği ve yeni bir Haçlı Seferi için sağa sola bas vurması sonuçsuz kalmıştı. Nitekim, Papa’nın bütün Hıristiyanları silaha sarılmaya davet eden 30 Eylül 1453 tarihli beyannâmesi, fazla bir alaka uyandırmadığı gibi, Papa’nın, Osmanlılar aleyhine harekete getirmek istediği Adalar halkı ile Balkan yarımadası’ndaki despotluklar ve bu meyanda Sırp, Eflâk, Bosna, Mora, bazı Arnavut kral devlet ve senyörleri, Osmanlıların Enez zaferinden sonra 1454 senesi ilkbaharında göndermiş oldukları elçileri vâsıtasıyla İstanbul fethinden dolayı Osmanlı hükümdarını tebrik ediyorlardı.

Hıristiyan Bati dünyasında beklenmedik bir felâket olarak kabul edilen İstanbul fethi, zafer namelerle İslâm dünyasına bildirilmişti. Resûlullah (s.a.v.)'in hadiseleri ile taziz edilmiş olan Fâtih Sultan Mehmed ve ordusu, büyük bir tebcile layık görülmüşlerdi. Mısır, Sam, Bagdad ve diğer Müslüman şehirler ile ülkelerde merasimler tertiplenip kutlama törenleri yapılmıştı. Kahire'de bulunan Abbasî halifesinin emriyle camilerde Müslüman Türk şehitlerine dua edilmiş ve Fâtih'in ismi hutbelerde zikredilmişti. Bu andan itibaren bütün İslâm dünyası, Peygamberlerinin müjdesine (tebsirât) mazhar olan Osmanlı Devleti 'ni, İslâmiyet’in büyük bir temsilcisi olarak kabul etmeye başlamıştı. Haçlı sürülerine karsı İslâm’ı, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde şerefle müdafaa etmiş olan Türk milleti, bu fetihle, bütün Müslüman dünyasının sönmez ve eksilmez muhabbetini kazanmıştı. Bu sebeple Memlûk Sultani, Fâtih'e elçi göndererek kendisini tebrik etmişti. Keza, Güney Hindistan (Behmeni) Sultani Alaeddin I. Ahmed Behmen Sah (1435-1457) da elçiler gönderip Fâtih'i tebrik edenler arasındaki yerini almıştı.

İslâm dünyasının, İstanbul'un fethinden dolayı bu kadar sevinmesinin sebeplerini, çok derinlerde aramak gerekir. Zira bu şehrin fethi, Müslümanlar için önemli bir hedef haline gelmişti. Bu hedefe ulaşmak gerekiyordu. Çünkü bu, peygamberlerinin, asırlarca önce haber verdiği bir olayın gerçekleşmesi demekti. Ayrıca, bu olayda basari sağlayan, onun müjdesine nail olacaktı. Bunun içindir ki, Hz. Peygamberin vefatından kısa bir müddet sonra, önce Emeniler, daha sonra da Abbasîler tarafindan defalarca muhasara edilmesine rağmen ele geçirilemeyen İstanbul, Fâtih'ten önceki Osmanlı hükümdarlarınca da kuşatma altına alınmıştı. Bununla beraber fetih basarisi, henüz 21 yaslarında bulunan genç Osmanlı hükümdarına nasibe olmuştu. Hz. Peygamber, İstanbul Fâtihi'ni ve fethi başaracak olan orduyu, tebşir etmişti. Kur'an-i Kerim'deki "beldetün tayyibetün" âyeti, "Ebced Hesabi" ile "Feth-i Mübin"in hicrî tarihini gösteriyordu.

İstanbul'un fethi, bir bakıma genç Sultan için saltanatın da fethi olmuştu. Bu sırada Fâtih, çeşitli sebeplerden dolayı kendisine kızdığı Çandarli Halil Paşa’yı vezir-i azamlıktan azl eder. Zira onun hakkında ortada çeşitli söylentiler dolaşıyordu. Hatta Bizanslı işbirliği ettiğine dair rivayetler de vardı. Nitekim Bizans Tarihi adli eserinde Dukas, fetihten sonra Fâtih ile Duka arasındaki konuşmayı verirken şunları söyler: "Büyük Duka gelip etek öptükten sonra Pâdişah ona dedi ki: "Şehri teslim etmemekle iyi bir is yapmadınız. Bak ne kadar zararlar, ne kadar hasarlar yapıldı, ne kadar kimse esir oldu". Duka buna cevap olarak "Efendim, sana şehri verecek kadar salâhiyetimiz yoktu, hatta İmparatorun bile böyle bir salâhiyeti yoktu. Bundan başka, senin adamlarından bazıları da sözle ve mektuplarla İmparatora haberler göndererek, "korkma, pâdişah size tahakküm edemeyecektir" diyorlardı. Pâdişah, söylenen bu sözleri Halil Paşa’ya atfetti." Bu yüzden azledilen Çandarli Halil Pasa, kısa bir müddet sonra idam edilecektir. Pasa, vasiyetnâmesinde bütün mal varlığının pâdişaha ait oldugunu bildirmekle birlikte, malları mirasçılarına bırakılmış, sadece nakit paraları hazine adına alıkonmuştu.

Fâtih, fetihten sonra Gennadius gibi âlim ve münevver bir Ortodoksçu patrik tayin etmekle, feth ettiği ülke halkının geleneksel imanını kurtarmış oldu. Şayet bu makama Katolikliğe meyyal bir başka ruhanîyi getirmiş olsaydı, Ortodoksluk yavaş yavaş sönüp ortadan kalkacaktı. Patrik, geleneğe uygun bir merasimle pâdişahin huzuruna kabul edilerek kendisine murassa bir asâ ve at verilmişti. Bu meyanda eski Bizans halkının evlenme, boşanma, ölüm ve dinî ayin gibi şahsî meselelerinin de kendi cemaatlerince tedvir edilmesine müsaade edildi.

Fâtih Sultan Mehmed, patrik tayini ve İstanbul'un ticarî, iktisadî, içtimaî, adlî ve diğer hizmetleri görmek için görevliler tayin ettikten ve 18 Haziran'a kadar İstanbul'da kaldıktan sonra Edirne'ye döner. O, büyük bir zafer alayı ile aylar önce ayrıldığı şehre tekrar giriyordu.

Genç hükümdar, İstanbul'u bir Müslüman Türk şehri haline getirmek için, Anadolu'dan getirttiği Türk ailelerini vergilerden muaf tutmak suretiyle iskân edip şehrin yeniden şenlenmesini sağladı. Âşıkpaşazâde’nin bu konuda verdiği bilgiyi, dönemin dil özelliklerine de dokunmadan buraya almak istiyoruz. Böylece o dönemde nasıl sade bir Türkçenin kullanılmış oldugunu da görmüş olacağız.

"Pâdişah, İstanbul'u feth etti, subaşılığını kulu Süleyman Bey'e verdi. Ve cemii vilayetine kullar gönderdi. "Hatırı olanlar gelsin evler, bağlar, bahçeler, mülkler verelim" dediler. Ve her kim geldiyse verdiler. Bu şehri mamur ettiler. Pâdişah yine emr etti kim, ganiden ve fakirden evler sürdüler. Ve her vilayetin subaşılarına ve kadılarına adamlar gönderdiler. Bu gelen halka da evler verdiler. Şehir mamur oldu. Bu verdikleri evleri mukataaya verdiler. Öyle olunca bu halka güç geldi. Dediler ki "Bizi memleketimizden sürdünüz getirdiniz bu kâfir evlerine geri vermek için mi getirdiniz?" bazıları avradını ve oğlanını (ailesini) koyup kaçtı. "Kula Şahin" derlerdi atasından kalmış bir vezir-i akil (akilli bir vezir) vardı. Pâdişaha der ki: "Hey devletlu sultanim, atan, deden nice memleketler feth ettiler, hiç birine mukataa koymadı. Sultanıma da layık olan budur ki bunu yapmaya" dedi. Pâdişah da onun sözünü kabul etti. Yine hükm etti: "Her ev ki verirsiniz mülklüğe verin (verdiğiniz her evi mülk olarak verin)" dedi. Ondan sonra mektuplar (yazılı belge, tapu) verdiler ki mülkleri ola. Şehir yine mamur olmaya yüz tuttu. Mescitler yapmaya başladılar."

Görüldüğü gibi, İstanbul'un Müslüman Türk şehri haline getirilebilmesi için her imkânı değerlendiren Fâtih, bu yeni gelenlere çeşitli kolaylıklar sağlamaya başladı. O, İstanbul'un iskânı için Anadolu'nun muhtelif yerlerinden sanat sahipleri ile muhtelif sınıflara mensuba Türk nüfusunu buraya celbe edip iskân ettiriyordu. İlk önce 5000 aile getirildi. Daha sonra değişik tarihlerde Karadeniz sahilleri ile Karaman, Aksaray, Eğirdir, Bursa, Manisa, Tire, Çarşamba, Kastamonu, Samsun, Sivas ve İzmir gibi yerlerden gelen Türk aileleri ile İstanbul kısa bir zamanda hüviyet değiştirerek bir Müslüman Türk şehri haline geldi. Bu hüviyet değişikliği, sadece nüfusla değil, semt isimleri ile de olmuştu. Çünkü gelenlerin yerleştikleri bu yerlere onlarin geldiği yerlerin ismi verilmişti. Nitekim günümüzde bile Aksaray, Karaman, Çarşamba gibi semt isimleri, hâlâ o günün hatıralarını taşımaktadırlar. Her ne kadar Balkanlar'dan da nüfus nakli olmuşsa da bu, pek fazla bir şey ifade etmiyordu. Çünkü bunların sayıları çok azdı. Anadolu'dan getirilen Türklere ev, bağ, bahçe verilip vergiden muaf tutulmaları, onlarin şehrin iktisadî hayatini ellerine geçirip bu sahada söz sahibi olmaları içindi.

Harap bir şehri devralan Fâtih'in, İstanbul'u imar ve iskân etmek gibi büyük bir problemle karsı karsıya kaldığı anlaşılmaktadır. Bu problemi çözmek ve şehre yeni bir çehre vermek için Osmanlıların eskiden beri uyguladıkları bir yöntemle meseleye yaklaştığı görülmektedir. Bu da biraz önce temas edilen göç uygulamasıdır. Başka bir ifade ile İstanbul, fetihten sonraki büyüme ve gelişmesini buraya yapılan hâne nakline borçlu görünmektedir. Âsık Paşazâde, Nesrî, Tursun Bey, Dukas, Kritovulos gibi çağdaş kaynakların verdiği bilgiler ve günümüzde yapılan araştırmalar, Fâtih'in daha ilk günlerden başlayarak İstanbul'u canlandırmak ve şenlendirmek için gösterdiği çabayı ortaya koymaktadırlar. İstanbul'un eski olan ve günümüzde bile varlığını koruyan mahalle adları, bize bu yerleşmenin şehir içindeki dağilimi konusunda önemli ipuçları vermektedir. Çünkü (daha önce de belirtildiği gibi) bu yeni gelenler, yerleştikleri yerlere, geldikleri şehir ya da kasabanın adini vermişlerdir. Evliya Çelebi, Seyahatnâmesinde bu yeni gelenlerin kurdukları mahallelerin isimlerini vermektedir.

Fâtih, bir yandan bu sürgünlerle İstanbul'un nüfusunu artırırken, bir yandan da fetihten hemen sonra şehirde geniş bir inşa faaliyetine girer. O, fetih esnasında harap olan surların onarılması ve şehrin yeniden düzenlenmesi isiyle, İstanbul Subaşılığına getirdiği Karıştıran Süleyman Bey'i görevlendirmişti. Bu arada müsellem ve yaya sancakbeylerine, hendeklerin temizlenmesi emredilmişti. Böylece 13 km. karelik bir alanı çevreleyen surlar onarıldı. 1457'den sonra daha geniş bir imar faaliyetine girişecek olan Fâtih, bir taraftan da esirlerin yevmiye (günlük) 6 veya daha fazla akça karşılığında çalışmalarını emretti. Böylece Rum esirlerinin refah düzeyi yüksek bir duruma gelmeleri sağlandı. Bu sayede esirler para biriktirip kendileri için takdir edilen kurtuluş akçesini ödeyip hürriyetlerine kavuşabileceklerdi. Gerçekten Fâtih, bütün tebaasına (vatandaşlarına) özellikle de esirlere karsı çok merhametli idi. O, herkesi ayni standartlara sahip olan eşit duruma getirmek istiyordu.

Ziyaret -> Toplam : 125,31 M - Bugn : 74293

ulkucudunya@ulkucudunya.com