Münzevi Bir Yıldız Cemil Meriç
Aytaç ÖZKAN 01 Ocak 1970
Kültür semamızın ‘münzevi yıldızlar'ından biri Cemil Meriç... Ne hazindir ki, âdetâ unutuldu bu büyük mütefekkir. Halbuki o, kendini irfana adayan bir fikir işçisiydi.
Tanzimattan beri devamlı bir arayış içerisinde olan intelijansiyamızla paralellik arz eden, fırtınalı, dağdağalı müthiş bir macera. İmandan şüpheye, şüpheden inkâra, inkârdan maddeciliğe ve nihayet tekrar aslına rücu eden bir hayat. Biraz daha yakından tanımak için ruh dünyasına girelim isterseniz. Çünkü, “Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lâzım hiç değilse. Hayatın maddî olaylarıyla kronoloji yapılabilir ancak. Kronoloji, aptalların tarihi.”
Gençliği ve Şahsiyetinin Teşekkülü
1916 Hatay doğumlu bir muhacir çocuğu Cemil Meriç... Ailesi Balkan Savaşları esnasında Yunanistan’dan hicret etmiş. Çocukluk yılları pek parlak değil, çevresiyle uyuşamamakta. Babası hep çatık kaşlı, annesi hep mızmız, kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yemekte, hep hakarete uğramakta. Gözleri de 6 numara miyop, durumundan bir hayli muzdarip: “Şikâyet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor, ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var, kendimden utanıyorum.” İlk mektebi bitirdikten sonra Antakya Sultanisi’ne kayıt yaptırır. Fransızca’yı mükemmel seviyede bilmekte, İngilizce’yi anlamakta, Arapça’yı ise kendi tabiriyle sökmektedir. Düşman bir dünyada dostsuz büyümüş, daima başka, daima yabancı... Hasta bir gurur, pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh... Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara sığınır: “Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Anlıyorum ki zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çâresi reel dünyadan kitapların dünyasına sığınmak.” Lisede iken sınıfta karaladığı üç beş sayfa, hocası Lami Bey’in çok hoşuna gider ve umulmadık iltifatlara mazhar olur. Artık daha çok okumaya, daha çok yazmaya başlamıştır. Liseyi bitirene kadar kompozisyonlarda hep birincidir. Türkçesi zengindir, çünkü çok okumuştur. Yaptığı temrinler yazı kabiliyetini bir kat daha geliştirir. Yazı hayatının ilk gurur darbesini lise 3’te yer. Tarihle ilgili 15/20 sayfalık bir kompozisyon karalar, 20 üzerinden 7 alır. Anlar ki aklına geleni yazmak, 'yazmak' demek değildir. Yine bu günlerde Yenigün Gazetesi’nde ilk yazısı yayınlanır: Geç Kalmış Bir Muhasebe... Ardından Karagöz’de şiirler yazar. Onun için edebiyat, şiir demektir. Nabi’ye, Fuzuli’ye, Nedim’e meftundur. 18 yaşı tecessüsünün yıldızlara yelken açtığı çağdır, fetih ve macera çağı. Onbirinci sınıfta okuduğu Madde ve Kuvvet hayatını değiştirmiştir. Çevresindekiler inanıp inanmadıklarını bilmemektedirler, o ise inanmadığını bilmektedir artık. Ateizm bir kaledir onun için. Nazım’ı da o yıllarda okur, okur ama anlamaz ve sevmez; “Nazım bir davanın kanatlarında yükseldi, şairi mitoslandıran uğradığı zulümler oldu.” der. Kapital, anlamasa da okuduğu kitaplar arasındadır. Zola’yı sevmektedir, çünkü Zola dinsizdir. Balzac’a da hayrandır ama Hıristiyanî tarafı onu rahatsız etmektedir. Buchner, Nordau ve Marx onu mistisizmden öylesine soğutmuşlardır ki vaaza benzeyen her düşünceye kulaklarını tıkar. 1939’da Hatay’da evi aranır, akabinde nezaret ve hapis. Mahkemede marksist olduğunu haykırdığında aslında tek işçinin bile elini sıkmış değildir. “Allahsız bir çölde akıp giden başıboş bir ırmaktır” gençliği...
İstanbul’a ilk gelişinde fetih ümitleriyle dopdoluydu. Âdetâ bir gazaya koşmaktaydı. Ama umduğunu bulamamış, yıllarca aç kalmıştı İstanbul’da. Açtı, gurbetteydi ve tekti. Ruhun açlığı... Anlaşılmayan bir kalp, anlaşılmayan bir kafa ve anlaşılmayan bir vücut... Bütün hayatı vermekle geçmişti; bilgisini, zamanını, kalbini... Kendisinin olmayan bir dava yüzünden damgalandı. Ve uğrunda çarmıha gerildikleri onu taşladı. Bir pansiyon odasındaydı, koca şehirde yapayalnız, kültürüyle yalnız, ızdıraplarıyla yalnız. Nihayet bir taşralı tecessüsüyle sürüklendiği bu gürültülü dünyadan kitapların asude inzivasına iltica etmişti. Kitap bir limandı onun için. Kitaplarda yaşadı ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdi. Kitap onun has bahçesiydi. Hayat yolculuğunun sınır taşlarıydı kitaplar. Ayrı bir dil konuşuyordu çağdaşlarıyla. Gurbetteydi; vatanı Don Kişot’un İspanyası'ydı. İstanbul’da çıkan ilk yazısı Honore de Balzac olur (1941).
1942’de İstanbul’da Fevziye Menteşoğlu’yla tanışır ve evlenirler. Bir kadın ilk defa onun adını taşımaya razı olmuştur: “Hayatım bir trajedidir. Birinci perde evleninceye kadar geçen zaman. Yıldızsız, Allahsız, cıvıltısız, katran gibi bir gece. Vıcık vıcık ızdırap. Birkaç şehri fethe yeten bir enerji yel değirmenlerine saldırmakla harcanır. İkinci perde izdivaçla başlar. Daha büyük, daha derin, daha uzun acılar. Fakat vahaları olan bir çöl bu ve göğü yıldızlarla dolu; çocuklarım, kitaplarım...” İşi yoktu, parası yoktu, dostu yoktu... Daha çok çalışmak zorundaydı. Kitap bitmeden para vermiyorlardı, kitap bitmiyordu. 1947’e İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Fransızca derslerine girmeye başlar. Talebe perişandır. Dilini unutan bir nesil, yabancı dili nasıl sevsin ki? 38 yaşında gözlerindeki miyopun artması sonucu kör olur Cemil Meriç. Yurt dışında başarısız bir dizi ameliyat geçirir, netice hüsran. Acılarını dev aynasında büyüten rezil bir haysiyeti vardır: “Gözlerimi yani her şeyi kaybetmiştim. Tekrar çarka takıldım. Ölümü bir münci olarak arıyordum. Meselelerimi ancak o çözebilirdi, korkak olduğum için intihar edemedim. Vazifelerim bitmişti... Beklediğim hiçbir şey yoktu. Yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmamıştı. Ne yazacaktım?”
60’lara kadar tecessüsünün yöneldiği tek kutup Avrupa’ydı. Coğrafyasında Asya yoktu. Hint onun için Asya’nın keşfi olmuştu. Kolomb Asya’yı ararken Amerika’yı bulmuş, o ise Avrupa’yı incelerken Hint’le karşılaşmıştı. 1964’te Bir Dünyanın Eşiğinde yayınlandı, fakat pek rağbet görmedi: “O kitaba harf harf hayatımı işledim. 4 yılım sayfa oldu. Hint rüyalarımla, hicranlarımla benim. Benim türbem. Bugün ziyaretçisi yoktu bu türbenin, yarın olacak mı?” Aynı yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde Sosyoloji dersleri vermeye başlar. Talebe hoca münasebetlerini asilleştirmeye çalışır: “Ben insan haysiyetine yakışmayan bu talebe hoca komedyasını kudret ve kabiliyetim nispetinde asilleştirmek hayaline kapıldım. Örneğim yoktu. İrfan, toprağı dişlerimle ve tırnaklarıma kazarak yedi kat yerin dibinden çıkarmıştım. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.”
Üstad politikaya da itibar etmemekte ve politikanın kurtarıcılığına inanmamaktaydı. “Önünde bir çok yollar var: Politika bunlardan biri. Belki en aldatıcısı olduğu için en cazibi. Mutlakın ve sonsuzun rüyası. Mukaddes bir abes. Bana sorarsan kütüphanene dön, yani kitap ol, aydınlan ve aydınlat. Neden İşçi Partisi’ne girmiyorsun? Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum.”
68’lere kadar insanlığın düşünce tarihini tavaf eden bir şakirtti Cemil Meriç. Düşünmüyordu, başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeye çalışmaktaydı. Uzun süren bir çıraklık bu. Ne sağdaydı artık, ne de solda; münzevî bir aydındı o. Zaten iki kesim de kendisini dışlamaktaydı: “Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor, küskün. ‘Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış. Peki siz basın! Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Son tahlilde, hudutlu imkânlarımızı isteyene bekletmekten başka çare yok. Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz. Neye ve kime?” Kullandığı dil sebebiyle sol onu dışlamaktaydı. Fakat her şeye rağmen o, “kâmusa uzanan eli namusa uzanmış” sayar ve kendi öz kültürünün kelâmını kullanmaktan asla vazgeçmez.
1970’lerden itibaren gerçek bir entelektüeldir artık ve tomurcuk hâlindeki düşünceleri çiçeklenmeye başlamıştır. 1974’te yayınlanan Bu Ülke’yi şöyle takdim eder: “Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen bu mülâkata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti kemiğimin kemiği.” 1978’de Umrandan Uygarlığa ve Mağaradakiler; 1980’de Kırk Ambar... “Kırk Ambar bir mefhumlar kâbusu, derbeder ve dağınık bir ansiklopedi. Başka deyişle, kurmak istediğim büyük abidenin birkaç sütunuyla birkaç odası.” Ardından diğerleri: Bir Facianın Hikâyesi, 1981; Işık Doğudan Gelir, 1984; Kültürden İrfana, 1985; Jurnal I, 1992; Jurnal II, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, 1993... Bunun yanında yabancı dillerde neşredilen birçok eseri de dilimize kazandırır. Fakat ilk yazılarıyla son yazıları arasında büyük bir fark yoktur. Ağaç dal budak salıp büyümüştür o kadar.
Üslûbu ve Fikirleri
Tokatlayan, uyandıran, gebe bırakan bir üslup. Müthiş çarpıcı ifadelerle perdeyi açar, tonu hiç düşürmez, yapraklar ellerinizden kayıp gidiverir. Çok ağır temalardan bahisler açmasına, derin tahlillere girişmesine rağmen sıkılmazsınız, dış dünyayla irtibatınız kopar ve yazının bittiğinin farkına bile varmazsınız. Fildişi kulesine kurulur, kendinden son derece emin bir şekilde sıralayıverir hükümlerini. Bu Ülke’de seyeran ederken ayaklarımız yerden kesilivermiştir. Yakamızdan tutup silkelemiştir bizi âdetâ. Türk insanının uyuşan şuuruna alevden mızrak gibi saplanacak bir ifade yaratmak istiyordu. Cemil Meriç, bütün birikimi, bütün çalışması, bütün anlama cehdi, aylarca süren okumalar, yıllar boyu şekillenen düşünceler sonucu vardığı hükümleri, “cüruflarından” temizledikten, elması kömürden ayırıp yonttuktan, işledikten sonra, kadife bir mahfaza içinde okuyucusuna sunan bir kuyumcu, bir sanatkâr. Öğretmek endişesinden çok öğrendiğini, özümsediğini, biraz da gururla, bazen kibirle çağdaşlarının suratlarına fırlatan mağrur bir yazar. Karşımızda ürperten, coşturan, tedirgin eden nefis bir üslup, imbikten geçirilmişçesine damıtılmış bilgi damlaları, inci taneleri gibi pırıl pırıl. Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmanın en mükemmel silahı kalemdir ona göre. “Sözle yazıyla kazanılmayacak savaş yok... Kalem sahiplerine düşen ilk vazife: telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferleri başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarihe, yani ebediyete...” Ona göre gerçek entelektüel, gerçek münevver, önce ülkesinin haklarını, düşman bir dünyaya haykırmakla görevliydi. Şu veya bu sınıfın ideologu ve demagogu olmadan ülkesinin bütününü bütün ülkelere karşı müdafaa etmeliydi. Her şeyi kendi gözüyle görmeli, hakikatleri pervasızca çağının suratına fırlatmalıydı. Tanzimatla birlikte insanından kopan aydınımız ne kendini tanımaktaydı ne Avrupa’yı. İnsanından kopan intelijansiyamızın hâli suya nakış çizmeye benzemekteydi. Halbuki apayrı bir medeniyetin çocuklarıydık. Düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil. “Bütün Kur’ân’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalı'nın gözünde Osmanlıydık; Osmanlı yani İslâm; karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Avrupa maddeciliğine rağmen Hıristiyan’dı; sağcısıyla solcusuyla Hıristiyan. Hıristiyan için tek düşman bizdik: Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet. Genç cüce, müselsel zilletler sonunda ihtiyar devin zaaflarını keşfetti; ahde vefa, civanmertlik, merhamet... Aşağıdan aldı, hulus çaktı, yaltaklandı ve... nihayet alt etti devi. Cenk meydanlarında değil, yatak odalarında kazanılan bir zaferdi bu. Zavallı Türk aydını... Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalıştı. Sonra unuttu hazineleri olduğunu, düşmanın putlarını takdis etti, hayranlıklarını benimsedi. Ve nihayet dev papağanlaştı...”
Bu kadar fırtınalı, soluk soluğa, muzdarip ve sorumlulukları ağır bir hayatın tekâlifine daha fazla tahammül edemeyen Meriç, 1984’te önce beyin kanaması ardından felç geçirir. Kendisini yatağa mıhlayan uzun bir hastalık sonucunda 13 Haziran 1987’de, kızı Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan'ın ifadesiyle, 'Muhammed! Sevgilim!...’ diyerek vefat eder. Vefatının üzerinden 14 yıl geçmesine rağmen –Türkiye’de az bir kesim müstesna– hâlen anlaşılamamıştır Cemil Meriç. Hayatını ‘öğrenmek ve öğretmek’ şeklinde hulasa eden; bizi, Batı'yı ve Doğu'yu çok iyi tanıyan; günümüz Avrupa’sının gelişim safhalarını ve kültürel temellerini çok iyi bilen bu fikir adamı ne dün anlaşılabildi ne de bu gün. Ne diyelim, hiç olmazsa yarın anlaşılması dilek ve temennisiyle...