Batı Medeniyeti ve Cemil Meriç
Hüseyin Özdemir 01 Ocak 1970
Doğu, tarih boyunca bütün dinlerin ve medeniyetlerin beşiği olmuştur; ancak son iki asırdır menfaat ve sefahati medeniyet sananlarca Batı, medeniyetin merkezi olarak insanlığa takdim edilmektedir. Çağdaşlaşma adına bu yeni medeniyetin gönüllü misyonerliğini yapan sözde aydınlarımız, medenî olabilmek, kalkınabilmek için Batılılaşmak gerektiğini iddia etmişlerdir. Batılılaşabilmek için de kurumları, kanunları değiştirmek yetmez, insanı, aile yapısını, hatta dini de değiştirmek, yani, Batı'nın bütün değerlerini özümsemek gereklidir diyerek, toplum mühendisliği yapmışlardır ve halen yapmaktadırlar. Bunlara karşın önce yönünü Batı'ya çevirmiş, çok iyi bir araştırmadan sonra hakikatin Doğu'da, İslâm'da olduğunu anlamış, sözde değil özde aydınlarımız da vardır. Bunlardan birisi de rahmetli Cemil Meriç'tir.
Cemil Meriç, bir ömür boyu hayat tarzı olarak benimsediği okumak, araştırmak ve yazmak şeklindeki fikir işçiliği sonucu elde ettiği ilmi ile, Doğu ve Batı medeniyetlerini mukayese etmiştir. Bu mukayeselerinde Batı medeniyetinin olumsuzluklarına dikkat çeken Meriç, Batılılaşma adına yapılan işlerin yanlışlığına dikkat çekerek, "Işık Doğudan Gelir" sözüyle formüle ettiği tezlerini nazarlara sunmuştur.
Cemil Meriç'in Fikrî Merhaleleri
Tanzimat sonrası Batılılaşma, aydınların fikrî mülahazaları arasında yerini almıştı ve önemli bir taraftar kitlesine sahipti. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise Batıcılık resmî devlet politikası olarak benimsenmiş ve oluşturulan eğitim sistemi ile tek tip insan yetiştirilmek istenmişti. Küçük yaştan itibaren çok okuyan Cemil Meriç'in ise Hataylı olmasından dolayı bir şansı vardı ve sistem dışı kalmıştı, yani kendi irfanından kopmamıştı. Bu şansını kendi ifadelerinde şöyle buluyoruz: "Lise tahsili boyunca hep Osmanlıca yazdım. Hür bıraktılar, harfleri kullanmada. Türk hocalar da Osmanlıydılar. Ali İlmi Fani gibi. Belki Osmanlı'dan kopmadığım için inkılap aydınlarına benzemiyorum. Ben, bir yerde, kendimi kaybetmedim. Arapların ve Çerkeslerin yanında, onlara karşı kendi an'aneme gömüldüm. Fakat aynı zamanda Avrupalılaşmayı bütünüyle yaşadım."1
Meriç, tecessüsünün etkisiyle Batı'nın kültür kaynaklarını araştırmaya başlamıştı; düşünce dünyasını en çok etkileyen ve Batıya iyiden iyiye yönelişini sağlayan kitap lise yıllarında okuduğu "Madde ve Kuvvet"ti. Buchner'in bu kitabı ona göre Materyalist felsefenin en önemli eseri idi. Bu kitabı okuduktan sonra, biraz da diğer insanlardan ayrıcalıklı olma adına ateizmin kalesine atmıştı onu. Marx, Engels ve Nazım'ın kitaplarını da okumuştu ve bütün sırlar artık çözülecekti. Bunlar dinden, mistisizmden öyle soğutmuşlardı ki Meriç'i, vaaza benzeyen her düşünceye kulaklarını tıkıyordu. Buna mukabil "Zola'yı seviyordum, çünkü dinsizdi" diyebiliyordu. Uzun bir süre mâişetini de temin etmek amacıyla Balzac tercümeleri, Balzac etütleri yaptı. Çağdaş düşünceyi kaynağından yakalamak için Saint Simon ile Proudhon'a yöneldi. Saint-Simon için, yalnız Pozitivizm, yalnız Sosyalizm değil burjuva endüstrializmi de onun eseri diyordu. 1960'lı yıllara kadar Meriç'in tecessüsünün yöneldiği kutup Avrupa'dır. Fakat Batı'da sığınmak istediği her bir kale, âdeta onun üzerine yıkılmış, inkâra kadar giden bir tahribata yol açmıştır.
Meriç'in yeni yöneldiği alan Hint kültürüdür. Hint'ten düşünce hürriyetini, düşüncenin gökkuşağını bütün renkleriyle sevmeyi öğrenmiştir. Bir tarih hocasının Hint'le uğraştığı için onu ayıplaması üzerine, "eskiden Batı aforoz edilirdi, şimdi Doğu aforoz ediliyor. Daima aforoz, daima duvar, daima husumet. Bu lanet çemberini nasıl yıkacağız?.. Bundan sonra kütüphanene dön, yani kitap ol, aydınlan ve aydınlat"2 diyerek ideoloji tutsaklığına ve tahripkâr Batıcılığa karşı toplumu aydınlatma görevini üstlenir.
1968'lere kadar insanlığın düşünce tarihini inceleyen Meriç, bir Konya yolculuğu sırasında bir üniversiteli gencin "Sen bizden değilsin" demesi üzerine, ben ve onların kim olduğunu düşünür ve "Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisiydi" diyerek aradığı hakikatin kendi öz değerlerinde olduğunu keşfeder. Aynı zamanda kendisiyle birlikte yanlış istikamete gitmiş Türk aydınlarına ithafen şöyle der: "Tanzimat'tan bu yana Türk aydınının alın yazısı iki kelimede düğümleniyordu: Aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu başkaları hazırlamıştı, biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı. Avrupa'yı tanımamak gaflet; Avrupa'yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız."3
İnsanlar sadece ülkesinden kopmakla kalmıyor, dininden de kopuyordu. Çünkü modernlik ve bilimsellik üzerine oturtulduğu iddia edilen yeni medeniyet, müntesiplerinin âdeta içinden ruhunu çıkartıp maddileştiriyor, gözünün birini kör edip, sebepler dairesinde yolunu şaşırtarak, sefahatle avunduruyor, bunun adına da özgürlük diyordu. Meriç, sebepler dairesinde çok dolaşmış ama Müsebbibü’l esbaba ulaşmış bahtiyarlardandı.
"Ben de belli bir çağın insanı olarak kültürün hizmetinde idim şimdiye kadar. Dünya kütüphanelerinin kapılarını yurdumun insanlarına açmak istedim. Hint ormanlarının uğultusunu taşıdım, edebiyatımıza. Batının büyük düşünce fatihlerini konuşturdum. Eserlerimin 'kültür' cildi aşağı yukarı tamamlandı. Bundan sonra 'İrfan' cildi başlayacak. Ayrıntılarla fazla uğraştım şimdiye kadar. Artık bu uzun yolculukta devşirebildiğim hakikat meyvalarını takdime çalışacağım okuyucularıma. Kültürden çok irfanla uğraşmak istiyorum. İrfan, Batı intelijansiyanın 'Gnoz' (gnose) adını verdiği 'ilm-i Ledün'dü. Karanlıkları ışığa boğan bir şimşek. Yarı ilham, yarı seziş. Cedlerimiz, ilâhi esrarın heybeti karşısında, 'Sübhane. Maarefnâke hakkı marifetik, ya Maruf' diye çırpınıyorlardı."4
Gerçekten Meriç, 70'li yıllardan itibaren bütün nass'ların peçesini sıyırmış, bütün hakikatleri tenkit süzgecinden geçirmiş bir entelektüel olarak, Yaratan'ının rızasına talip, ülkesini ve insanlarını her türlü ideolojik kültür istilasına karşı uyaran bir mürşit olarak karşımıza çıkmaktadır.
Batı Medeniyeti ve "Müstağrip"ler
Cemil Meriç, Tanzimat sonrası çağdaş Türk aydınını, kendi mukaddeslerini ve değerlerini tanımayan, Avrupa'nın zevkperestliğine aldanmış müstağripler kervanı olarak görmektedir. Bu konu ile ilgili görüşlerini Meriç'in kendi güzel ifadelerinden aktaralım:
"Çağdaşlaşmak" Avrupa'nın yeni bir ihraç metaı, kokain ve LSD gibi... Şuuru felce uğratan bir zehir. "Çağ-dışılık" ithamı, iftiraların en alçakcası, en abesi. Aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden Hıristiyan Batı'nın putlarına perestiş olsun?
Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi mukaddeslerini inkar etmek ve peşin peşin köleliğe razı olmak değil mi? Biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin."5
"Türk düşünce tarihi, ülkesiyle göbek bağını koparan bir intelijansiyanın dramı. Bu bahtsız kafilenin bayrağını taşıyacağı içtimai bir sınıf yok. Vatanında gariptir. Alkışlayıcısı: Ekalliyetler ve Avrupa.
Abdullah Cevdet, yeni bir vatan arayan bu ıstırap kervanının en samimi temsilcisi. Paris'e giderken bir yangından kaçtığını sanıyordu genç doktor. Hürriyete ve irfana susuzdu. Tek düşmanı vardı: istibdat. "İhtiyar'ı menfa"sına ayak basar basmaz milletler arası maceracılar aldı etrafını. Ne istiyorlardı? Devlet-i Aliyye'yi parçalamak. Hayalperest şair, padişaha savaş açan bir gazetenin başyazarı oldu: "Osmanlı". Ama halka yayılamadı gazete. Halk halifeye bağlıydı. Abdullah Cevdet anladı ki: Önce Osmanlının kafasını değiştirmek lazım, kafasını ve kalbini."6 Çok az okuyucusu olan gazete ile bu işin olmayacağını anlayan Abdullah Cevdet, 1904'te tek medeniyet olarak gördüğü Avrupa medeniyetini tanıtmak amacıyla "İçtihad" dergisini çıkarmaya başlamıştır.
Meriç, müstağriplere örnek olarak 1909'da Türkiye'ye gelen "Frenk Ahmet"in (Ağaoğlu Ahmet) görüşlerini de aktarır. Dünyada üç medeniyet vardır yazara göre. Bunlardan biri (yani Garp medeniyeti), diğer iki medeniyeti (İslâm medeniyeti ile Budist-Brahman medeniyetini) tahakküm altına almıştır: "Necat ve halâsımız için Avrupa medeniyetini olduğu gibi temessül etmekten başka çare yoktur." Peki medeniyet nedir? "Tarz-ı hayattır" diyor Ahmet Bey, "hayatın kâffe-i tecelliyâtı, maddî-manevî bütün şuûnudur... Tefekkür ve tecessüs tarzından başlayarak, teşebbüs şekline kadar hayatın bütün tecellilerini" kucaklar. "Aynı medeniyet zümresi aynı kafa ile düşünür, aynı kalp ile hisseder, aynı manevî cihazlarla mücehhezdir." Yaşamak için "Yalnız libasımız ve bazı müesseselerimizle değil, kafamız, kalbimiz, tarz-ı telâkkimiz ve zihniyetimiz itibariyle de Avrupa'ya uymalıyız." Ama bunun için "şahsiyet-i milliye"mizi feda etmek lazım gelecekmiş. Adam; şahsiyet-i milliye de nedir ki? Din, ahlâk, hukuk... birer safra. Gemimizi kurtarmak için vazgeçeceğiz onlardan."7
Meriç, "Ananeye düşman, tek mabutları vardı: Teceddüt; tek mabetleri: Avrupa." diye tanımladığı Celâl Nuri, Abdullah Cevdet, Baha Tevfik gibi kişilerin amacını şu şekilde özetler: "Sözde bir isyandı bu. Taassuba, istibdada karşı zekanın direnişiydi. İzmihlâlin mes'uliyetini imana yükleyen bu zavallılar bir asır önceki Fransız intelijansiyasının kiliseye karşı savaşını tekrarlayan şuursuz birer aktördüler. Zehirli telkinleri mukavemet kalelerini yok etti. İmansız ve idealsiz nesiller türettik. Pusuda bekleyen yabancı ideolojiler setleri yıkılan ırmaklar gibi yayıldılar ülkeye."8 Osmanlı barbardı, İslâmiyet gericilikti, biz Hititler'in, Sümerliler'in çocuklarıyız deyip tarih düşmanlığı, Türkleştirilmiş nasyonal sosyalizm veya sosyalizm gibi hazmedilmesine imkan olmayan inanç manzumeleri, dünya görüşleri mustağripler vasıtasıyla yayılmıştır. Batı'nın yükselen sınıfları için hayırlı olan dinsizlik bizim için çözülüş olmuştur.
Meriç, kendi değerlerinden kaçış ve yeni arayışlar içersinde olan başta Servet-i Fünûn'cular olarak müstağriplerin Zerdüşt'den de ilham almaya yöneldiklerini anlatır. Çünkü Meriç'e göre Avrupa'nın Asya'dan ilk benimsediği ve ilk tercüme ettiği, İslâm'ın gümrah nurunun söndürdüğü, İran'ın ateşperesti Zerdüşt'ün Avesta'sıdır. 19. asır tarihçileri İran'ın bu ateşperestini kendi emellerine tercüman yapmışlardır.
"Rıza Tevfik Avesta mübdiinin aryânîliğini ispata kalkıştı. Münakaşa aylarca sürdü. Evet bir imparatorluk parça parça yıkılırken ulemâ-yı rusûm İran'ın "filozof-u tabiîsi" uğruna her fedakârlığı göze alıyor, her zillete katlanıyordu.
Şark düşmanı intelijansiyamızın, Şarklı bir hakîme karşı beslediği bu derin muhabbeti nasıl izah edeceğiz? Avrupa'ya olan sadakatiyle. Zira, şairlerimizin terennüm ettiği bu Zerdüşt, Avrupalı bir Zerdüşt'tür. Ve zerdüştperest ulemâmızın tek amacı vardır: İslâmiyet'i unutturmak."9
Cemil Meriç, Cumhuriyet dönemi aydınlarını da, bazı istisnalar dışında, yerden yere vurur ve Avrupa'nın Yeniçerisi, kendi tarihini tahribe memur, şuursuz ve idraksiz kişiler olarak görür.
"Kendine mahsus hiçbir fikri, daha doğrusu hiçbir fikri yoktur. Batı dili bilmez. Osmanlıca bilmez. Ebediyyen vesayet altındadır. Huysuzluğu intibaksızlığından gelmektedir. İntibaksızlığı tembelliğinden. Sağın cilasını kazıyın, altından kıskançlık çıkar. Üzümle tilki hikayesi.
Sol, papağandır. Öğretilenleri tekrar eder. Topaldır, koltuk değnekleri ile yürür. Hareket etmek için mutlaka bir Batılıya muhtaçtır. Dost olmanız için dilini konuşmanız lazım. Dilini, yani seçtiği pirin, mürşidin dilini. Sembollere ve sloganlara mahpustur. Reçete ister. Bu yeni yobazlık, kendimize ait her mukaddese kulaklarımızı tıkayıştır. Kendimizden kaçıştır. Nereye? Şuursuzluğa."10
Bediüzzaman ve Yogi ile Komiser
Hastalık teşhis edilmiştir. Bilim adına, Batılılaşma sevdasına dinsizlik cereyanı hüküm-ferma olmaktadır. Bu durum karşısında bir mütefekkir olarak, fikrî cephede kültür tahripçilerine karşı mücadele veren Meriç, inançsızlığa karşı mücadele veren Bediüzzaman'ın fikirlerine ve aksiyonuna da dikkat çekmektedir.
"Said, dağ başında va'z eden bir mürşit. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın. Nass'ların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, tarihin içinden geliyordu: Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar o konuştukça gerçekleşti. Yani Nurculardan önce kelâm var. O konuştukça, laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer. Kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi(!) ile Anadolu, tereddütle inanç karşı karşıya geldi."
Nurculuk bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batı'ya karşı Doğu'nun isyanı. Her risale bir çığlık, şuuraltının çığlığı. Zulmün ahmakça taarruzu olmasa, bu münzevi ses böyle sayhalaşır mıydı?
Tanzimat'tan beri her hisarı deviren teceddüt dalgası ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler. Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın, devrim yobazları için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki kendi yüz karaları bu. Nurcuları yok farz etmek, gaflet. Nurcular adalarında kendi hayatlarına devam edebilirler. Ama kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez. Aydının görevi fildişi kulesini yıkarak bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını anlamaya çalışmak.
Said Nursi, bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç. Tefekkürden çok iman. Said'in kavgası, Yogi ile Komiserin kavgası."11
Yogi ile Komiser'in kavgası neydi? Büyük bir tecessüsle bir çağın muhakemesini yapan Koestler, eserinde Gandhi ile Lenin'in fikirlerini, mücadele biçimlerini sembolize etmiştir. Şöyle ki: "Komiser dünyayı dışarıdan değiştireceğine ve devrimle bütün felâketleri ortadan kaldıracağına inanır. Amaca götüren hile, hıyanet, zehir şiddet gibi her vasıta ona göre meşrudur.
Yogi ise dıştan hiçbir şeyin düzelemeyeceğini bilir. Onun metodunda ruhî kuvvetleri terbiye vardır ve zor yoktur. Fert, görünmeyen bir göbek bağıyla sonsuza bağlıdır.
Koestler. Komiserin bütün çabalarının insan tabiatını değiştiremediğine, Yoginin de kişiyi sonsuza bağlayıp terbiye etmek istediğine dikkat çekmektedir.
Kostler'e göre bizi, ne yalnız veli kurtarabilir, ne ihtilalci. Çağdaş insana kutsiyetini ve bütünlüğünü kazandırmanın yolu murakabedir. Kutuplar arasında âhenk kurulmadıkça, insanlığın istikbali tehlikededir.12
Cemil Meriç, Said'in kavgasını Yogi ile Komiserin kavgasına benzetmekle gerçekten çok önemli bir amaç ve mücadele şekline dikkat çekmiştir. Nursî'nin davası her şeyden önce îman davasıdır ve jakoben bir şekilde "inanacaksan bilime inan" denilerek, Allah ile irtibatı kesilmeye çalışılan bir nesli, sonsuza Allah'a bağlamaktır. İnsanı manevi değerlerle besleyip, terbiye etmektir. Metodu da kalpten kalbe, gönülden gönüle, fertten ferde îman hakikatlerini bütün insanlığa ulaştırmaktır. Bir nevi Yogi'nin mücadele şeklidir. Fakat, Nursî'nin kurtuluş reçetesi Koestler'den farklıdır. Said Nursi, din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okunup anlaşılmasından hakikatin tecelli edeceğini, yalnız fen ilimlerinden inkar, yalnız din ilimlerinden de taassup doğacağını belirterek, insan ve toplum ahenginin projesini sunmuştur. Koestler'in anlaşılmaz murakebe kavramıyla gerçek ahenk, mutluluk ve medeniyet kurulamaz.
Doğu ve Batı Muhasebesi
Cemil Meriç, "Işık Doğudan Gelir" kitabında bir nevi Doğu ve Batı medeniyetinin defter-i âmalini mukayese ederek, İslâm medeniyetinin kaynaklarını teşkil eden kamus ve ansiklopedi türünden eserleri, Yunan felsefesiyle, İslâmiyet'i uzlaştırmak isteyen filozofları, akla, hür düşünceye önem vermiş olan onuncu yüzyılda yazılmış olan İhvan-ı Safa risalelerini tanıtmaktadır. Ayrıca medeniyetin kutup yıldızları kaynaklarından olarak kabul ettiği Tevrat ve İncilleri de inceleyip, Türk okuyucusuna aktarmakta, Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim üçgeninde medeniyetlerin menşeini ve tarihini değerlendirmekte, İslâm'ın cihanşümül, sağlam kaynaklarına dikkat çekmektedir.
"İslâm medeniyeti de yekpâre bir bütün, İslâm dünyası, Hicret'ten bu yana çeşitli ikbâl ve idbâr devirleri yaşamış, fakat aslî cevherini büyük bir titizlikle korumuştur. Bu medeniyetin dayandığı mukaddes kitaplar, milyonlarca insanın yoluna ışık serpmiş ve serpmektedir. İslâm'ın "Muhit ül Maarif"i Kur'an-ı Kerim ile Hadis-i Şeriflerdir."13
Meriç'e göre madde üzerinde hakimiyet kuran Avrupa'nın, kendi hakimiyeti ve çıkarları uğruna zorba ve sefahat sütunları üzerinde inşa ettiği yeni medeniyeti insanın ruh dengesini bozmuş, kabaran iştihası ile Dünyanın dengesini altüst etmiştir. Avrupa'nın hakiki İsevilerinden ve mütefekkirlerinden de bu duruma isyan vardır. Cemil Meriç bu sefaletten yorgun, çıkarcı Avrupa'ya, kendi içerisinden, inançlı, kalbi insanlık ateşi ile tutuşmuş gerçek aydınların da isyan ettiğini bildirir bize.
Lamennais, kilisenin aforoz ettiği, Hıristiyanlığın en coşkun, en inanmış savunucusudur. Düşünüre göre, on dokuzuncu asır Avrupa'sını, akıldışı bir yobazlık dalgası önüne katmıştır: Akla perestiş. Hangi akla? Maddî çıkarlarını bir çoban köpeği uysallığı ile koruyan, alelâde ihtimalleri ezelî kanun diye sunan, bakkal terazisi kadar hassas, bakkal terazisi kadar yalancı bir aşağı bir yukarı. Lamennais bu sahte tanrıya isyan eder. "En hasta asır kendini hataya kaptıran asır değildir; hakikatten yüz çeviren, hakikati küçümseyen asırdır... Coşkun heyecanların olduğu yerde güç tükenmemiştir, ümit vardır henüz. Ama ya kıpırdanışlar sona ermiş, nabız durmuş, kalp soğumuşsa... Yakın ve önüne geçilmez bir çöküşten başka ne umulabilir? Neden saklamalı? Avrupa'da toplum hızla bu vahim âkıbete koşmaktadır."14
Gerçekten medeniyetlerin menşei ve tarih iyi incelenip mukayese edildiğinde hakikat bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır. İslâm, insanı terbiye edip, eşyanın, kainatın efendisi yapmış, Batı, insanı maddenin, eşyanın kölesi yapmıştır. Meriç, insanı eşyalaştıran, insan haysiyetini sıfıra indiren, cinayetlerle, âdiliklerle örtülü Batı medeniyetinin kirli yüzünü nasslara dayanarak ve tarihten örnekler vererek ortaya sermektedir.
"Semavi kitapların emri: "Öldürmeyeceksin". Hıristiyan Avrupa, en sefil çıkarları için dünyanın bütün mandarenlerini öldürdü ve öldürmeye hazır. Goethe: "Ya örs olacaksın, ya çekiç" diyor. Şark, Sâdi'den Gandhi'ye kadar aksi kanaatte: "Yemin ederim ki, dünyanın bütün toprakları bir tek insanın kanını akıtmaya değmez." Kim haklı?15
"Asya alacaklı. Alacaklı ama, Avrupa'nın da ondan alması gereken nice dersler var. Batı düşüncesi, bilginlerin bütün himmetlerine rağmen, Asya'nın mesajını kavrayamadı. Bu mesaj başka tecrübelerin ifadesiydi. Avrupa yaşamamıştı bu tecrübeleri.
Batı, vücudun faaliyetleriyle ruhunkileri birbirinden ayırmaya çalıştı. Daha doğrusu birbirine kapalı iki dünya olarak düşünmüştü onları. Felsefî, ahlâkî, dinî düşüncelerinin temelinde bu inanç yatıyor. Tekniklerine, pratik hayatına istikamet veren bu davranış. Batı, maddî dünyayla manevî dünya arasındaki sürekliliğin farkına daha dün varabildi. Psikiyatrinin, psikanalizin, psikosomatik tıbbın gelişmesini bekledi bunun için. Bu anahtarı yeni sanıyor, kullanmasını beceremiyor pek. Asya asırlardan beri ustaca kullanmış onu, ne var ki başka amaçlar için kullanmış. Üç yüz yıldan beri mekanik araçlarını geliştirmiş Batı, vücut teknikleriyle uğraşmamış. İnsanın emrindeki en tabiî âlet: Vücut. Batılı bu aleti pek az tanıyor. İnsan vücudunun keşfi, insan ruhunun da yeniden keşfi olacaktır. Batının bu konuda rehberi: Doğu.16
"Çarpışan iki medeniyet var: Türk-İslâm medeniyeti bin yıl fetihler yapmış, belli ölçüleri, belli zaferleri, belli başarıları var. İhtiyarlamış. Hıristiyan Batı medeniyeti hem temelinde, hem de içtimaî yapısında farklı ve başka. Bence en esaslı fark insana bakışlarında. Osmanlı için insan uluhiyetin nusha-yi suğrası. Mukaddes ve muhterem. Servet ve mevki gibi tesâdüfî tefavütlerin dışında bir insan haysiyeti var. Batıda yok bu. Batı evvela kendi insanına karşı zalim. Batı'nın tarihi, bir sınıf kavgası tarihi, doğru. Bu egoizm, coğrafî hudutların dışında büsbütün azgınlaşıyor. Avrupa, insanı tabiatın bir parçası saymaktadır. Dış dünyayı kaprislerine alet eden Batı, insanı da aynı muameleye tâbi tutar."17
Bütün peygamberler Doğu'dan gelmiştir. Güneşin Doğu'dan doğduğu hakikati kadar, insanlığı fikren ve ruhen aydınlatan ışığın da ilahî menşee dayalı olarak Doğu'dan geldiği âşikardır. Ancak, günümüz İslâm dünyası modernizmin ve maddeten terakki etmiş Batı'nın tahakkümü altındadır. Bu durum karşısında İslâm aydını, Abbasiler döneminde Yunan ve İran düşüncesini İslâmî özelliklerle kaynaştırarak benimsemesi olayı gibi bugün de kültürel bir devrim arzusu yerine, kendi irfanını Batı'nın bilim ve tekniği ile kaynaştırmasını bilmeli, Doğu'da ve Batı'da hiçbir kötülük ihtiva etmeyen gerçek medeniyeti ihya etmelidir. Böylece Cemil Meriç'in hülyası olan "... Doğu ile Batı'yı, insan beyninin bu iki yarım küresini birleştirmek"18 şeklindeki Avrasya ideali gerçekleşir.
Dipnotlar
1. Mustafa Armağan, Düşüncenin Gökkuşağı Cemil Meriç, Ufuk Yay., s. 38.
2. Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yay., s. 46-47.
3. Meriç, Bu Ülke, s. 51.
4. Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İnsan Yay., s. 11-12.
5. Meriç, Bu Ülke, s. 97.
6. Meriç, Bu Ülke, s. 139.
7. Meriç, Bu Ülke, s. 156-157.
8. Meriç, Bu Ülke, s. 174-175.
9. Meriç, Bu Ülke, s. 148.
10. Cemil Meriç, Jurnal II, İletişim Yay., s. 198-199.
11. Meriç, Bu Ülke, s. 246-247.
12. Meriç, Bu Ülke, s. 211-212.
13. Cemil Meriç, Işık Doğudan Gelir, Pınar Yay., s. 32.
14. Meriç, Bu Ülke, s. 238.
15. Meriç, Bu Ülke, s. 206.
16. Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde, İletişim Yay., s. 25.
17. Meriç, Jurnal II, s. 202.
18. Ümit Meriç Yazan, Babam Cemil Meriç, İletişim Yay., s. 75.