Roman Gibi Bir Romancı Peyami Safa
Rahmi Şeyhoğlu 01 Ocak 1970
Başkalarını tam bilemem ama çocukluğumdan hayatıma ve şahsiyetime tesir etmiş pek çok söz, şahıs ve hâdise vardır. Unutamadıklarım diyebileceğim, rûhuma sinmiş, hayatımın köşe taşlarından birisi de ilkokul yıllarında ablamın elindeki kitabın arka kapağında gördüğüm ve uzun uzun bakıp “Kesinlikle bu adamın matematiği çok iyidir.” dediğim; yuvarlak, siyah çerçeveli gözlüğü olan, büyük bir kafa ve zekâ fışkıran gözlerden mürekkep bir fotoğraf… Kitap yazdığına göre büyük bir adamdı. O fotoğraf çocuk dimağıma öylesine nüfûz etmişti ki, gözlerim ne hikmetse o günlerde bozulmuş ve acilen gözlük almamız lâzım diye ortalıkta dolaşmaya başlamıştım. Tabii ki kimse inanmamıştı ve “Tommiks, Teksası az oku geçer!” diyerek beni en zayıf yerimden vurmuş ve bir daha bu bahsi açmamamı sağlamışlardı. Ama o fotoğraftaki adamın zekâ fışkıran, alaycı bakışlarını ve yuvarlak, siyah gözlüklerini asla unutamadım.
Ortaokul yıllarında tesadüfen kütüphaneden aldığım ve yazarını “Server Bedii” olarak bildiğim Cingöz Recâi romanları, Kemâlettin Tuğcu hikâyelerinin yanına ilâç gibi gelmişti.
Bir yaz günü kütüphanecinin “Al bu da senin adamın kitabı!” diyerek verdiği “Yalnızız” romanı Peyami Safa ile Peyami Safa olarak ilk ciddî karşılaşmamızdı diyebilirim. Romanı epey evirip çevirdikten sonra okumaya başladım. Okudukça romandaki kahramanların diyalogları ve bilhassa Samim karakteri ve onun hayâl ülkesi “Simeranya” bana o kadar tesir etti ki, hemen 120 sayfalık çizgili bir defter bulup günlük tutmaya ve yazılarımda en üst perdeden ahkâm kesmeye başlayıverdim. İnsanları tahlil etmeye ve görünenin arkasındakini kurcalamaya da o yıllarda başladım.
Peyami Safa’yı biliyordum ancak tanımıyordum. Hakkındaki bilgim bir fotoğraftan ibaretti. Lise yıllarında imkânsızı başaran insanlar beni daha çok etkilemekteydi. Bir adam büyükse hayat hikâyesi de büyük olmalıydı. Onlar büyük adamlardı hayatları da sıradan insanlardan farklı olmalıydı.
Bir gün Tercüman Gazetesinde Peyami Safa’nın resmini görünce merakla, hakkındaki yazıyı okumaya başladım. Yazı bittiğinde sadece derin bir nefes alıp “Vay beee ne adammış!” diyerek gazeteye elimin tersi ile vurduğumu hatırlıyorum. Beni en çok etkileyen ise okulda bizi perişan eden Fransızcayı Abdullah Cevdet’in sünnet düğününde hediye ettiği Petit Larousse’dan kendi kendine öğrenmiş olmasıydı. Lise yıllarının havailiği içinde arkadaşlarıma okuduklarımı satma telâşı ile durmadan anlatmam ve herkesin ağzı açık dinleyerek bunları nereden biliyorsun sualleri karşısında siyah çerçeveli, gözlüklü adama daha da yakınlaşmıştım.
Şair-i Mâderzat’ın Oğlu “Yetim-i Safa”
Peyami Safa mazeret kelimesini anlamsızlaştıran ve mazeretlere sığınmayı alışkanlık hâline getirenlerin asla okumaması gereken bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Oscar Wilde “Dehâmı hayatıma, kabiliyetimi eserlerime verdim.” der. Peyami Safa’nın hayat hikâyesini ve eserlerini okuyan bir kişinin söyleyeceği söz herhâlde şu olur: “Dehasını hayatına ve eserlerine vermiş.”
Onun hayat hikâyesi inanılacak gibi değildir. Her şeyden önce azim ve gayretiyle, birden çok alanda okulsuz, hocasız kendi kendini yetiştirmesi takdire şayandır. Belki hayatını roman olarak yazmış olsaydı, okuyanlar roman işte ne olacak der, inanmazlardı. Peyami Safa, Muallim Naci’nin ‘Şair-i Maderzat’ [Anadan doğma şair] dediği Servet-i Fünûn şairlerinden İsmail Safa’nın oğlu olarak 1899’da İstanbul’da doğmuş... Sivas’a sürgüne gönderilen babasının ve daha sonra da kardeşinin on ay içerisinde arka arkaya ölmesi üzerine iki yaşında yetim kalmış. [1901] Babasız büyümenin zorluğu yanında, sekiz dokuz yaşlarında yakalandığı bir kemik hastalığı sebebiyle 17 yaşına kadar, bu hastalığın fizikî ve rûhî bunalımlarını yaşamış. Bu hastalık sebebiyle sol kolu sakat kalmış, ancak, o bunu da sanata çevirmeyi bilmiş “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı romanla bu meşum hatırayı edebî bir esere dönüştürmüştür.
Hastalıklar ve savaş şartlarındaki fakirlik gibi sebeplerle mektepli tahsil hayatı sona ermiş, tek talebeli ve tek hocalı Peyami Safa mektebi yılları başlamıştır.
Simyacı isimli kitabı okuduğumda bende kalan en çarpıcı cümle insanların tanışırken birbirlerine “Senin hikâyen nedir?” diye sormalarıydı. Senin hikâyen nedir? Hakikatte herkesin bir hikâyesi var. Hepimiz kader denilen şahsî hikâyelerimizin yazarı ve kahramanı değil miyiz? Dolayısıyla milyarlarca hikâyenin varlığı ve her insanın ayrı bir hikâyesi olduğu düşüncesi insanı şaşırtabiliyor. Ancak, dinlenmeye değer olanı kaçta kaçıdır acaba? Hele insanı şaşırtacak ve “hadi canım sen de” dedirtecek olanı kaç tanedir?
Tarihe mâl olmuş insanların hikâyeleri hep merak edilir. Büyük adamların hikâyeleri sokaktaki vatandaşın hikâyelerinden farklı ve de normalin dışında bir hikâye olmalıdır ki, büyük hikâye olsun. Büyük denilen adamların çoğunun hikâyesi aslında büyük değildir ve çoğunun hikâyesi abartılmış, büyük gösterilmeye çalışılmış hikâyelerdir. Hikâyesi ile beraber arkada bıraktıkları da büyük olanlar ise çok daha azdır. Bu kategoriye giren ve beni en çok heyecanlandıranların başında “Devam edin; sanatı yalnız uygulamayın onun kalbine nüfûz edin; bunu hak ediyor, çünkü sadece sanat ve ilim insanı ilâhî olana yüceltebilir.” diyen ünlü bestekâr Beethoven gelir. Sağır olmasına rağmen geride bıraktığı eserler muhteşemdir. Sese dayalı bir sanatta duymadan şaheserler vücuda getirmek inanılacak gibi değil.
İşte bizde de hayat hikâyesi ve eserleri gerçekten müthiş diyebileceğimiz çap ve muhtevada olan bir isimdir Peyami Safa. Romanları kadar hayatı da öğretici ve daha önemlisi ibret ve şevk verici bir eser gibidir. 3 Kasım 1959 tarihli Tercüman gazetesindeki yazısında “Ben iki yaşında babasız kaldım. Bütün çocukluğum ve gençliğim korkunç bir hastalığa ve fakirliğe karşı mücâdele içinde geçti. Kimsesiz, sıhhatsiz, parasız ve tahsilsiz kaldım. Orta sekizden yukarı okul görmedim. Hastalık, cehâlet ve sefâlet ejderleriyle boğuştum.” diyerek roman olabilecek keyfiyetteki hayatını özetlemektedir. Hayatı imkânsızlık, çaresizlik ve muvaffakiyet kelimeleri ile hülâsa edilebilecek bir dehânın insana menfî gibi gelen durumları başarıya nasıl çevirebildiğini ise şu sözlerinden öğreniyoruz: “Başarmak için, korku da, ümit de şarttır. İnsana fakirliğin ve hastalığın öğrettiklerini hiçbir okul ve kitap veremez.”
Muharrir-i Mâderzat Peyami Safa
Umûmiyetle ünlü ve başarılı babaların evlatları babalarını aşamamışlardır. Bunun istisnalarından birisi şüphesiz ki, Peyami Safa’dır. Servet-i Fünun şairlerinden İsmail Safa’nın, Şair-i Mâderzatın oğlu Osman Peyami Safa bugün edebiyatımızda babasından daha büyük bir yere sahiptir. Nitekim Yahya Kemâl de “İsmail Safa’nın en güzel eseri Peyami Safa’dır.” sözleri ile bu hükme işaret etmiş olmaktadır.
Peyami Safa yazarlığa 13 yaş gibi küçük denebilecek bir yaşta başlamıştır. İlk yazdıkları, hikâyedir. Yazdıkları kısa bir sürede satılır. Çünkü kitapları siyah bir kâğıtla kaplayıp üzerine şöyle yazar: “Sakın Bu Kitabı Okumayın!” Peyami Safa ile Türk edebiyatı sosyalist, pozitivist, rasyonalist, milliyetçi, liberal, korporatist, muhafazakâr, antikomünist; gazeteci, romancı, hikâyeci, polemikçi, resim ve müzik eleştirmeni kimliklerinin hepsini birden üstünde taşıyan; parapsikoloji, mistisizm, ispitirizma, tıp, psikoloji, felsefe gibi pek çok sahada uzmanlaşmış ya da malumat sahibi olan çok yönlü bir yazar kazanmıştır. Felsefeci Prof. Dr. Mustafa Şekip Tunç’u pes ettirecek kadar felsefeye, ünlü Psikiyatrist Prof. Dr. Ayhan Songar’ı hayrete düşürecek kadar psikoloji bilgisine ve Nazım Hikmet’le söz dalaşına girecek kadar da şiire hâkimdir.
Peyami Safa’nın en önemli hususiyetlerinden birisi de kalemiyle geçiniyor olmasıdır. Diğer yazar ve şairlerin düzenli ve maaşlı başka işleri varken, o kalemi ile geçinen belki de tek yazardı. Bu sebeple beş yüz civarında ve değişik türde esere imza atmıştır. Beş yüz rakamı muazzam bir rakamdır. Ancak, Peyami Safa yaşamak için yazmak mecburiyetindeydi. Öyle ki, yazarak geçimini sağlamak mecburiyetinde oluşundan halkımızın ilk “Güzin Abla”sı da Peyami Safa olmuştur. Haftalık “Yeni Hayat” dergisinde “Aramızda” isimli köşesinde, “Adem Baba” müstear ismiyle, ilk “dert” köşesini hazırlayarak kendisine gelen mektupları cevaplamıştır.
1940 yılında Cahit Sıtkı Tarancı’ya söylediği şu sözler yaşamak için yazmak mecburiyetinde olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır: “On dokuz senelik yazı hayatımda, bu cemiyet bana bir hafta istirahat hakkı vermemiştir.”
Piyasaya para için yazdıklarına başka pek çok müstearın yanında en fazla benim müsveddem dediği “Server Bedii” imzasını atmıştır. Kendisine, “ServerBedii’yi tanır mısınız?” diye sorduklarında, “Ooo! Tanımam mı onun evinde oturuyorum!” demiştir. Bu kadar çok yazmasına ve yazdığı gazetelerin tirajları onunla beraber artmasına rağmen o asla fakirlikten kurtulamamış, hatta eşi Nebahat Hanımı Avrupa’ya tedaviye götürürken eserlerinin telif haklarını yok pahasına Garbis Fikri’ye satmak zorunda kalmıştır. Hâsılı Peyami Safa yazdıklarının sayısı kadar çeşitliliği ile de insanı hayrete düşürmekte ve “Muharrir-i Maderzat” unvânını hak etmektedir.
Mektep Roman Ya Da Eğlendirirken Düşündürmek
Peyami Safa’nın romanları asla eğlencelik değildir. Okurken ne güzel vakit geçiriyorum diyenler bir müddet sonra beyin dişlilerinin sesi ile irkilebilirler. Romanlarının her satırında gizli bir iddia ve romanın bütününe sinmiş bir dava vardır. O günün şartlarındaki bilgileri taşıyan cümleleri ise günümüzde aksi ispatlanmadı ise bir uzmandan dinlemiş gibi rahatlıkla kullanabilirsiniz. Daha da önemlisi bir süre sonra psikolog edasında ahkâm kesmeye başlayabilirsiniz. Romanları tam bir fikir kumkumasıdır ve satır aralarında ciddiye alınması gereken hükümlere ve karşılıklı entelektüel tartışmalara sıkça rastlayabilirsiniz. Romanın eğitmek gibi genel bir maksadı olmasa da onun romanları bu misyonu üstlenmiş gibidir. Romanlarındaki kahramanlar bir zümrenin ya da bir fikrin müdafi olarak karşımıza çıkar. Her romanda düşünen, filozofik bir kafa mutlaka vardır.
Dehâsını hayatına verdiğini söyleyen ve dehâdan toplum kurallarının dışına çıkarak marjinal bir hayat yaşamayı anlayan Oscar Wilde’ın ya da “Beni görmezden gelirseniz memnun olurum!” diyecek kadar insanlardan uzak ve korkak Kafka’nın aforizmaları yanında Peyami Safa’nın “Bir Akşamdı” romanında geçen aforizma keyfiyetindeki seçilmiş şu cümlelerin mukayesesini okuyuculara bırakıyorum:
“Yalnız kalmamak için evlenirler ve evlendikten sonra bekârlıktan daha yalnız kalırlar. Çünkü evlenmek insanın kendi kendisi ile ikileşmesini men eder.” “Gözlerimizin dalması demek, uyanık iken rüya içinde bulunmamız demektir. Fakat bu rüyanın ne olduğunu hiç bilmeyiz.” “Uyanık için herkesin uyuması ne ızdırap. Herkesin ölü olduğu bir yerde yaşamaya benziyor.” “Her kadın münâsebetinde ve bütün ihtiraslarda, yolların nereye çıkacağını bilmek. İşte yaşamanın hüneri. Bütün yollar Roma’ya çıkar. Bütün yollar bir noktaya çıkar. O nokta nedir? Sükûtu hayâl…” “Bazı insanlarda aşklar bir küçücük temayülken en ufak bir mani ile karşılaştığında tutkulu bir aşka dönüşür.”
“Malik olmak âdetinin yanından ayrılmayan bir ızdırap da vardır. Mahrum olmak korkusu. Saadetin peşi sıra giden bu ızdıraptır ki, genellikle, duyduğumuz tatların tadını kaçırır ve saadetle felaket, hazla keder arasındaki var olduğu sanılan hududu siler.”
“Her ölü büyük bir şahsiyettir. Her ölü üstünde artık biz insanların hiçbir tesirimiz kalmamıştır, onlarsa bizim üstümüzde, biz ölünceye kadar tesirli olabileceklerdir.”
“Sevgililikte bazen yalnız kalarak insan, kendini başkasında kaybolmaktan kurtarır.”
“Asrımızın en büyük özelliklerinden biri alışkanlıklara olan düşmanlıktır. Eskiler itiyat da zevk bulurlardı. İtiyada savaş açan ilk asır budur ve bu saldırı rönesanstakini de geçer”. “Mazi gelecekten daha meçhuldür.” “Saadetten mahrum olma korkusu saadetin felaketidir.” “Zekâmız kelimeleri sevdiği kadar, kalbimiz bundan nefret eder. Susarsınız, susarım anlaşırız. Hiçbir duyguya isim verilemez. Kendilerine birer ad taktığımız duygular, şuurumuzda kabuk bağlamış, aklileşmiş ve kalple ilişkisini yitirmiş kalp unsurlarıdır.” “İtimat şüphe kadar zorbadır. Rûhta hâkim olduğu zaman rakibine nefes aldırmaz.” “Mesut olup olmadığını düşünmemek saadettir. Evlilik beyazdır, üzerine her rengi sürebilirsiniz.”
Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Peyami Safa’nın romancılığı hususunda söylediği şu cümleler de yukarıdaki tezi destekler mahiyettedir: “San’atla hayatın bu içli dışlılığını, birbiriyle bu daimî alışverişini Peyami Safa kadar anlayan ve her yeni eserini bu anlayışın mukni bir vesikası olarak önümüze süren bir başka Türk romancısı tanımıyorum.”
Nurettin Topçu ise “Güneşi karartmak isteyen kaba saba bulutları en hafif temasıyla sıyırabilen tenkit kudreti, neşir hayatımızı iptidâîlikten koruyucu bir kuvvetti. Saf dogmatiklerin karşısında üstad bir sofist, anarşizmin karşısına dikilmiş bir Volter’di. Safderunlar arasında istihfaf gören komünizm tehlikesinin bir zehirli kılıç gibi her an başlar üstünde durduğunu idrâk eden keskin görüşlü milliyetçi nesli mukaddesatının kapısında uyanık tutan ikaz sadası oldu.” sözleriyle Peyami Safa’nın yazarlığındaki çok yönlülüğü ve kaleminin kudretini vurgulamaktadır.
Necip Fazıl ise kadim dostu Peyami Safa’nın arkasından şunları yazmıştır: “Kafası vardı, kültürü vardı, cümlesi vardı, üslûbu vardı, meselesi vardı, iç dünyası vardı, hafakanları vardı, çilesi vardı, metafizik arayıcılığı vardı, imânı vardı, şüpheleri vardı, nefs murâkabesi vardı, estetiği vardı, diyalektiği vardı, cesareti vardı, hâsılı bir fikir ve sanat adamına gerekli vasıflardan payı vardı. Onun yokluğunun, ölüm tarihi olan bu gün, bu vasıfların yokluğunda seyrediyoruz.”
Peyami Safa bu kadar çok yazmak zorunda kalmasaydı ya da onun da “Babasının Bavulu” olsaydı, kim bilir, belki de daha büyük eserlere imza atacaktı. Kendisi durmadan değişik konularda yazmak mecburiyetinde oluşundan dolayı romana ve romanlarına yeterince zaman ayıramadığından her zaman şikâyet etmiştir. Ancak, biraz hüzünlü de olsa sevindirici olan, bugün Peyami Safa’nın “9. Hariciye Koğuşu” ve “Fatih Harbiye” romanları 250 biner adet basılmakta ve en çok satanlar listesinde yer almaktadır.
Ünlü bir marksiste; “Peyami’yi ikna edebilseydik, Türkiye’yi komünist yapardık.” dedirtecek kadar kudretli bir kalem ve sıra dışı bir şahsiyetle aynı dili konuşmanın verdiği gururun yanında yaşadıkları sıkıntı ve çileler de bir o kadar utandırıyor insanı. Peyami Safa hayatı boyunca acıların adamı olmuştur. Bir baba için katlanılması çok zor olan evlat acısını da yaşamıştır. Tek evladı olan Merve Safa askerliğini yaparken Erzincan’da Hepatit hastalığından vefat etmiştir. [27 Şubat 1961]
…Ve 15 Haziran 1961 tarihinde de “İnna lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” hükmü Peyami Safa’yı acılarından, kavgalarından ve bizlerden almak üzere tecelli etmiştir. Ölüm anını Gökhan Evliyaoğlu şu şekilde anlatıyor: “Her zamanki gibi düşünüyordu. Ölen rengiydi sadece. Ömrü boyunca bıkkınlıkla sebatın mücadele ettiği o yüz, bütün çizgilerini huzur gölgelerine terk etmişti. Düşünen bir baş. Vücudu zaten yok gibiydi yalnız ızdıraplarının ağırlığını taşıyordu.”